Etiket arşivi: İmtihan Dünyası

Ayrı Dünyaların İnsanları mıyız?

Önce benim gibi düşünen ve inandığı gibi yaşamaya çalışan azınlığa, sonra da bu azınlığın haricinde kalan insanlara bakıyorum da, çok şaşırıyorum. Bazen hayretler içinde kalıyordum. Şu soruları hiç kimseye soramıyordum ama kendi kendime çok düşündüm, paylaşacağım.

1. Acaba şu koca kainat, sadece beni ve şu bir avuç insanı sınamak için mi kuruldu? Geri kalan çoğunluk, şu bir avuç bizleri sınamak için yaratılmış figüranlar mı acaba?

2. Acaba bunlar niçin çok rahatlar ve niçin başıboşmuş gibi yaşıyorlar?

3. Acaba sadece ben ve şu bir avuç inanmış insan mı ahirete sevk edileceğiz? Diğerleri, niçin sürekli dünyada kalacaklarmış gibi davranıyorlar?

4. Acaba bizler, ayrı dünyaların insanları mıyız?

Bunları ve benzer soruları düşünürken, inanınız ki kesinlikle “acaba ben mi yanılıyorum? Ben de onlar gibi davranamaz mıyım?” diye hiç düşünmedim çok şükür. Düşünemezdim de!

·        Çünkü; benim öğrendiğim gerçekler, öyle sıradan insanlardan değil, düşmanlarının bile “en doğru sözlü insan, en güvenilir insan, tek bir kere dahi yalan söylemeyen insan” dediği, Hz. Muhammed’ül Emindendir. SAV.
..Ve O’nu da SAV, bizleri ve şu kainatı da yaratan Yüce Allah c.c. konuşturuyordu.

Mü’min S. 79. Ayette: “..Hiçbir peygamber Allah‘ın izni olmaksızın, herhangi bir ayeti kendiliğinden getiremez.”.. Buyruluyor.

· İşte bu nedenle de kılavuzumuz Hz. Muhammed SAV olduktan sonra “asla yanılmış olamam” diyorum…
***
Bugün niçin bu kadar hüzünlüyüm ve niçin bu konuyu seçtim, arz edeyim:

· Şu geçtiğimiz Ramazanda, çok çeşitli yerlere iftarlara davet edildim. İmkanlarım nispetinde ve müsait olduğumda, çoğuna da gitmeye çalıştım. Ancak, birçoğunda hayal kırıklığına uğradım.

Şöyle ki: Her Müslüman’ın bildiği gibi, iftara yarım saat kala sofra hazırlıkları yapılırken, diğer yandan ulvi sohbetler yapılır veya TV’lardaki Kur’an-ı Kerimler, mealleri, kasideler-ilahiler ve sohbetler dinlenir. İftara 3-5 dakika kala da sofraya oturularak, o açlık ve susamışlık hissinin verdiği bir hazla, bizlere bahşedilen nimetlere bakarak, İkram eden Mün’im-i Hakiki  tefekkür edilir ve kendisine şükürler edilir.

Sofrada bulunan saygıdeğer ilim erbabını, konuşmaya sevk ederek, anlattıkları huşu ile dinlenir. Ezan okunmaya başlayınca, huşu içinde dualar edilir veAllahümme lekesümtü ve bike êmentü, tevekkeltü vealarızkuke iftartü” diyerek oruç açılırdı. Bu sene ben iftar sofralarında, hep izlemeyi tercih ettim.

· İnanınız ki, iftara birkaç dakika kala bile, bazılarında televizyonlar maçlar için açıktı bir yandan maç izlenirken, diğer yandan bilindik heyecanlı yorumlar tartışılıyordu.

· Bazılarında haberler için açık olup, yine sıradan ve siyasi yorumlar yapılıyordu.

· Bazılarında TV kapalıydı, fakat araba markaları ve modellerinin tartışması veya siyasi gündem, o olması gereken ulvi havaya fırsat tanımıyordu.

“Bu kadar da sessiz kalmamalıyım” düşüncesiyle, birkaç kez İFTAR muhabbeti açmaya çalıştım. Adeta; “Havamızı bozma, ne güzel konuşuyoruz” der gibi anlamlı bakışlarla kestirme cevaplar verip, bir dakika içinde demagoji yoluyla başka konular açılıveriyordu. Bu durumlara üzüldüğüm için, ısrarlı davranamadım ve bu garabetleri izlemekle yetindim.

İftarlardan sonra ise bir kısmı “duman zehirlenmesi gecikmesin” diye kalkıyor ve çeşitli kuytulara gidiyorlardı. Zoraki sofra duası yapmaya çalıştığımda, “yine n’oldu” der gibi bakışlarla dinlemeye çalışıyorlardı.

Cemaatle akşam namazı kılabilmek için yaptığım teklifler, “aptesimiz yok (!), biz sonra kılarız, bizim hemen çıkmamız lazım, sen kılıver, bize de dua et..” gibi basit cevaplarla ya sonuçsuz kaldı. Veya 20-30 kişiden, 1 veya 2 kişi namaz kıldı…
 
Bakınız tekrar hatırlatıyorum, bu topluluk sokaktan rast gele gelip-geçenlerden oluşmuyordu. Gayrimüslim de değillerdi. Allah cc. adına (!) oruç tuttuğu için, iftara gelmiş kişilerdi bunlar. Ben şaşırdım kaldım ve kendi kendime şu soruları sormaya başladım.

·        Acaba bu durum ne kadar normal?
·        Böyle bir Müslümanlık, hangi kitaplarda var?
·        Müslüman’ları İslam’dan, böylesine koparan ve başkalaştıran sebepler nelerdir?
·        Acaba ben mi fazla ileri gidiyorum?
·        Acaba ben mi farklı bir dünyanın adamıyım?
.. Ve bu sorulara cevap aramaya başladım.

İlk aklıma gelen İ.Şafi Hz.’nin şu “SEN HAK İLE MEŞGUL OLMAZSAN, BATIL SENİ İŞGAL EDER”  veciz sözü, sorularıma ışık tutmaya başladı.
 
Peki, bundan sonrasını birlikte düşünelim; batıl bizleri işgal ettiğine göre,“..bizleri Hak ile meşgul olmaktan alıkoyan sebepler nelerdir?”

Ben birkaç sebep sayayım, sizler eklemeler yaparsınız.

1.     Ailemizi geçindirmek için çalıştığımız işler.
2.     Okul hayatı ve ders çalışmalar.
3.     Televizyon, internet v.s. ..meşguliyetler.
4.     Futbol, basketbol, voleybol v.b. ..diğer meşguliyetler.
5.     Çoluk çocuğumuz için yaptığımız çalışmalar.
6.     Çarşı, Pazar, market, Pazar v.s. ..meşguliyetler.
7.     ……. Dikkat ettiyseniz, haram, muzır ve gayrimeşru meşguliyetleri almadım.

Tam bu noktada, bir genç tarafından şu “hocam, basket oynamak günah mı?”sorusuna, H.İhsan Kasım hocamızın müthiş cevabı aklıma geldi.

-Kardeşim sen lise öğrencisisin, değil mi? Bir gün sonra ciddi bir sınavın varken, bir arkadaşın sana gelse ve “gel basket oynayalım” dese, sen ne yaparsın?

Genç cevap verdi: “Şimdi sırası değil, çok önemli bir sınavım var,” derdim.

Hocamız müşfik bir sesle:

– Kardeşim, bizler her an çok ciddi bir sınavda değil miyiz? Her sayfamızın(yani dakikamızın veya saniyemizin) hesabını verecek değimliyiz? Bu sınavımızın neticesine göre ya ebedi Cennetler veya ebedi Cehennem azapları bizleri beklemiyor mu? Üstelik de her insanın şu kısacık ömründeki sınavının asla tekrarı da yok, değil mi? ..burada genç araya giriyor ve şöyle konuşuyor.

-Evet hocam, çok iyi anladım. Hatta kafamdaki diğer sorularımın bile cevaplarını aldım. Allah cc. sizden razı olsun… ..diyordu.

NETİCE: Kendimizi Batıla işgal ettirmemek için, her zaman HAK ile meşgul olmak zorundayız…

A. Raif Öztürk

Dünyayı Sevelim mi Yoksa Ondan Nefret mi Edelim?

Dünya “Bir kitab-ı Samedânidir. Hem bir mezraadır. Hem birbiri arkasında dâim gelip geçen âyineler mecmuasıdır. Hem seyyar bir ticâretgâhdır. Hem muvakkat bir seyrangâhtır, hem bir misâfirhânedir.”

Dünya ve içindekiler geçici, fani ve zevale mahkum olduğundan, gelen her insanın buradan başka ve daimi bir memlekete göç etmesi yaratılışın icabı, hikmet-i İlahiyenin muktezası ve imtihanın bir gereğidir. Dünya bir darul hikmet ve bir imtihan salonu olduğundan bu solonda imtihanını bitirenler yerini başkalarına bırakırlar.

İmtihanın bir gereği olarak, bu misafirhanede iman-küfür, hayır-şer, güzel-çirkin, kâr-zarar gibi şeyler beraber bulunurlar. Burada Cenab-ı Hakk’a iman edenler, O’nu hakiki sevenler, rızasına uygun yaşayıp, O’nun istediği gibi hareket edenler, O’nun emir ve yasaklarına riayet edip nefsini ıslah edenler şahadetnamelerini alarak ebedî bir hayatta nihayetsiz nimetlere ve saadetlere mazhar olacaklardır. Küfür ve dalalet içinde yaşayanlar ise ebedi cehenneme; dünyanın bir imtihan yeri ve bir misafirhane olduğunu unutarak kendilerine ihsan edilen maddî ve manevî duyguları nefs-i emaresinin süfli arzuları için kullananlar ve ömrünü isyan ve gaflet içinde geçirenler de elim azaplara duçar olacaklardır. Zira, “Dünyanın lezaizi zehirli bala benzer. Lezzeti nisbetinde elemi de vardır.

Bir ayette mealen şöyle buyrulmaktadır: “Muhakkkak bize kavuşmayı ummayanlar, dünya hayatına razı olup onunla tatmin olanlar ve bizim âyetlerimizden gafil olanlar da vardır İşte bunların kendi elleriyle ettikleri yüzünden, varacakları yer cehennemdir.”1

Bu dünya Cenabı Hakk’ın muhteşem bir sarayıdır. Malumdur ki, bir saraya girmenin adap ve erkanı vardır. Mesela Osmanlı padişahları sarayda görev yapacak insanları önce Enderun mektebinde yetiştirir, sonra saraya kabul ederlerdi. Çünkü sarayın nizam ve intizamı; ahenk ve huzuru her şeyden önce Enderun’da aldıkları eğitime, öğretime ve terbiyeye bağlıdır.

Bu dünya da bir Enderun Mektebi hükmündedir. Cenab-ı Hak bu dünyayı, insanın ubudiyeti için bir mektep, bir talimgâh ve bir kışla olarak yaratmıştır. Öyle ise bu talimgâha ve mektebe gelenler, buradaki kulluk vazifelerini en iyi şekilde tekmil edip cennete layık bir insan olabilmenin azmi ve gayreti içinde olmalıdırlar.

Evet, insanın ebedi hayatını kazanması ve ebedi saadetlere nail olması, ancak bu mektepte yapmış olduğu ibadetlerine, hayır ve hasenelerine bağlıdır. Akıllı insan, her gün kendini hesaba çekmeli ve âhiret için ne gönderdiğine bakmalıdır. Akıllı insan bugününden yarınını düşünen, yarın için ne hazırladığına bakan, hesap günü gelmeden kendini hesaba çeken, yazdan kışın tedarikine bakandır. Ta kî, dünyanın fani lezzetlerine aldanmasın, imtihanı başarıyla tamamlayıp ahirette Cennete nail olabilsin. Nitekim Cenab-ı Hak, mealen şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! Allah’ın azabına maruz kalmaktan korunun. Herkes yarın âhireti için ne gönderdiğine dikkat etsin.”2 Peygamber Efendimiz de “ölmeden evvel ölünüz” buyurmaktadır.

Hazret-i Ömer (r.a.) de “Hesaba çekilmeden evvel, kendinizi hesaba çekiniz.” buyurmuştur.

Dünya, insanın arzu ve emellerini tatmin için kâfi değildir. Zira, dünyanın lezzetleri ve zevkleri meşru da olsa fani ve anidir. Buna rağmen, kendini bu fani dünyanın geçici ve birer gölgeden ibaret olan lezzetlerine mahkum edenlerin kimisi saadeti şöhretin cazibesinde veya servetin ihtişamında, ya da siyaset aleminde aramaktadırlar.

Bazı kimselerin “Namazımızı kılıp, elimizden geldiği kadar da hayır ve hasenatta bulunduğumuz halde istediğimiz ve arzu ettiğimiz şeylere kavuşamıyoruz ve işlerimizde istediğimiz gibi gitmiyor” dediklerini duymaktayız. İbadet hiçbir şeye alet edilmez, burası ücret yeri değil, bir imtihan salonudur. Burada yapılan ibadetlerin mükafatı ahrette verilecektir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v); “Dünya dar-ül meşakkattır” buyurmuşlardır. Bu bakımdan dünyada rahat, huzur ve gerçek saadet yoktur, olamaz da. İnsan asıl saadet ve sürurun mahiyetini bilmediğinden, buradaki bazı şeylerden zevk alır ve saadeti onlar zanneder. Halbuki asıl zevk ve sürur alem-i ahirette olacaktır.

Bu dünya, dâr-ül hikmettir, dâr-ül hizmettir; dâr-ül ücret ve mükâfat değil. Buradaki a’mal ve hizmetlerin ücretleri berzahta ve âhirettedir. Buradaki a’mal, berzahta ve âhirette meyve verir. Madem hakikat budur, a’mal-i uhreviyeye ait neticeleri dünyada istememek gerektir. Verilse de memnunane değil, mahzunane kabul etmek lâzımdır. Çünki Cennet’in meyveleri gibi, kopardıkça yerine aynı gelmek sırrıyla, bâki hükmünde olan amel-i uhrevî meyvesini, bu dünyada fâni bir surette yemek, kâr-ı akıl değildir. Bâki bir lâmbayı, bir dakika yaşayacak ve sönecek bir lâmba ile mübadele etmek gibidir.”3

“Eskiden bir zât, haremiyle beraber büyük bir makamda bulundukları halde, maişet müzayakası yüzünden haremi demiş zevcine: “İhtiyacımız şedittir.” Birden, altından bir kerpiç yanlarında hazır oldu. Haremine dedi: “İşte Cennet’teki bizim kasrımızın bir kerpicidir.” Birden o mübarek hanım demiş ki: “Gerçi çok muhtacız ve âhirette de çok böyle kerpiçlerimiz var; fakat fâni bir surette bu zayi’ olmasın, o kasrımızdan bir kerpiç noksan olmasın. Dua et, yerine gitsin; bize lâzım değil.” Birden yerine gitti. Keşf ile gördüler diye rivayet edilmiş.”

Dünyanın sevilmesi gereken yüzü olduğu gibi, sevilmeye değmeyen ve nefret edilen yüzü de vardır. Bir arif-i billah şöyle der “Eğer dünya, seni ahireti talepten gafil kılarsa o bir meta-ı gururdur. Fakat seni rıza-i İlâhîyi ve ahireti talep için dâvet ederse artık dünya ne güzel meta ve ne güzel bir vesiledir.”

Bediüzzaman Hazretleri dünyanın üç yüzü olduğunu şöyle ifade eder:

“Arkadaş! Dünyanın üç vechi vardır:

Birisi: Âhirete bakar. Çünki onun mezraasıdır.

İkincisi: Esma-i hüsnaya bakar. Çünki onların mekteb ve tezgâhlarıdır.

Üçüncüsü: Kasden ve bizzât kendi kendine bakar. Bu vecihle insanların hevesatına, keyiflerine ve bu fâni hayatın tekâlifine medar olur. Nur-u imanla dünyanın evvelki iki vechine bakmak, manevî bir cennet gibi olur. Üçüncü vecih ise, dünyanın fena yüzüdür ki zâtî ve ehemmiyetli bir kıymeti yoktur.”4

Elbette ki, ahiretin tarlası olan ve insanın ebedi bir saadeti kazanmasına vesile olan dünyanın birinci yüzü ile, Cenab-ı Hakk’ın isimlerin âyinesi ve tecelligâhı olan ikinci yüzü sevilir ve sevilmelidir de. Bu dünya, insan aklının önüne serilmiş nice hikmet ve tılsımlarla dolu ilahi bir kitap ve rabbani bir sergidir. Diğer bir ifadeyle bu dünya bir çiftlik ve bir tarladır; insan burada ne ekerse orada onu biçer. Burada ibadet, takva, zikir ve tefekkür gibi ulvi tohumları ekerek akıl ve ruhlarını tenvir edenler ahirette onu biçerler. Burada elhamdülillah diyen, orada onun meyvesini yer. Ancak bu ulvi hakikatlerden mahrum olarak yaşayıp, başta büyük günahlar olmak üzere zulüm, yalan, gıybet ve iftira gibi zehirli tohumları ekenler de orada bunların mahsullerini biçerler. Dünyanın sevilmeyen ve nefrete layık olan yüzü ise, dünyayı bir eğlenceden ve oyalanmadan ibaret görenlerin ve sadece ona meftun olan ve ona hasr-ı nazar edenlerin dünyasıdır.

Bir ayette şöyle buyrulur: “Bu dünya hayatı sadece bir oyun ve oyalanmadan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte asıl hayat odur. Keşke bilmiş olsalardı.”5

Başka bir ayette ise şöyle buyrulur: “Biliniz ki dünya hayatı bir oyun, bir eğlence, bir süs ve kendi aranızda övünme, mal ve evlat çoğaltma yarışından ibarettir. Bu, tıpkı bir yağmura benzer ki; bitirdiği ot, ekincilerin hoşuna gider, sonra kurur, onu sapsarı görürsün, sonra çerçöp olur. Ahirette ise çetin bir azab veya Allah’tan mağfiret ve rıza vardır. Dünya hayatı, aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir. ”6

Bir başka ayette ise şöyle buyrulur: “Dünya hayatı, eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Ahiret yurdu ise, Allah’tan korkanlar için daha hayırlıdır. Aklınızı kullanmaz mısınız?”7

Oyun ve eğlencenin süresi azdır, çabuk geçer. İşte bu hayatta aynen öyledir. Oyun ve eğlenceyle genelde çocuklar ve cahiller meşgul olur. Akıllı kimseler fani ve geçici oyunlarla oyalanmaz ve onlara itibar etmezler. Dünyada insana zevk ve lezzet veren şeyler hem değersiz hem de geçicidir, ahirete ait olan hakikatler ise daimidir, kıymetlidir ve şereflidir. Nice güçlü ve saltanat sahibi kimseler vardır ki, kısa bir zaman sonra ya toprak altına girmiş veya zavallı bir duruma düşmüşlerdir. İnsanın bu dünyada elde ettiği mal ve servetten faydalanıp faydalanmayacağını bilemez. Velev ki, belli bir süre fayda görse bile yine bir gün onlar elinden çıkacaktır.

Âhiret hayatı ise ebedi, sonsuz, cismani ve ruhani bütün lezzetleri ihtiva eden en mükemmel bir hayattır. Öyle bir alemdir ki; “Ne göz görmüş, ne kulak işitmiş ve ne de kalbi beşere hutur etmiş”tir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v) de “insanlar uykudadır, ölünce uyanırlar.”buyurarak, dünyanın bu yüzü ile oyalananları ikaz etmişlerdir.

Bediüzzaman Hazretleri dünya ile ahiretin muvazenesini şu harika cümleleri ile şöyle ifade eder:

Dünyanın bin sene mes’udane hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rü’yet-i cemaline mukabil gelmeyen bir Cemil-i Zülcelal’in daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun.”8

“Dünyanın yüz bahçesi, fâni olmak haysiyetiyle âhiretin bâki olan bir ağacına mukabil gelemez.”

Fuzuli Bağdadi dünyanın fani olan üçüncü yüzünü şöyle ifade etmiş:

Dünya tadı bal tadı,

Dünya beni aldattı.

Altına zehir koydu,

Üstü yine bal tadı.

Yine Bediüzzaman dünyayı tahkir edenleri de dört grupta toplayarak şöyle ifade eder:

Şimdi, dünyayı tahkir edenler dört sınıftır:

Birincisi: Ehl-i marifettir ki, Cenab-ı Hakk’ın marifetine ve muhabbet ve ibadetine sed çektiği için tahkir eder.

İkincisi: Ehl-i âhirettir ki; ya dünyanın zarurî işleri onları amel-i uhrevîden men’ettiği için veyahut şuhud derecesinde iman ile Cennet’in kemalât ve mehasinine nisbeten dünyayı çirkin görür. Evet Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm’a güzel bir adam nisbet edilse, yine çirkin göründüğü gibi; dünyanın ne kadar kıymetdar mehasini varsa, Cennet’in mehasinine nisbet edilse, hiç hükmündedir.

Üçüncüsü: Dünyayı tahkir eder. Çünki eline geçmez. Şu tahkir, dünyanın nefretinden gelmiyor; muhabbetinden ileri geliyor.

Dördüncüsü: Dünyayı tahkir eder. Zira dünya, eline geçiyor. Fakat durmuyor, gidiyor. O da kızıyor. Teselli bulmak için tahkir eder. “Pistir” der. Şu tahkir ise; o da, dünyanın muhabbetinden ileri geliyor. Halbuki makbul tahkir odur ki, hubb-u âhiretten ve marifetullahın muhabbetinden ileri gelir.

Demek makbul tahkir, evvelki iki kısımdır. Cenab-ı Hak, bizi onlardan yapsın.”9

Şunu da ifade edelim ki, dünya fanidir ve sevilmez diye ondan el çekmek, çalışmayı terk etmek doğru değildir. Helalinden çalışıp kazanmak, zekat ve sadaka gibi şeylerle ihtiyaç sahiplerine yardımda bulunmak dinî ve insanî bir vazifedir. Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Evlatlarının nafakasını temin için ticaret yapanlar Allah yolunda muharebe edip şehit olanlar gibidir.”

Başka bir hadislerinde ise, “Ya Rabbi! Tembellikten sana sığınırım.” 10 buyurarak, tembelliğin ne kadar kötü bir sıfat olduğunu vurgulamıştır.

Dünya ve ahiret işlerini muvazeneli bir şekilde beraber yürütmek gerekir. Zira, Peygamber Efendimiz (s.a.v) “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır.” ve “Veren el, alan elden daha hayırlıdır.” buyurarak çalışma ve gayretin önemini ifade etmiştir.

Başka bir hadislerinde de “Sizin hayırlınız dünyası için âhiretini, âhireti için de dünyasını terk etmeyendir.” buyurmuşlardır. İnsanın “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi âhirete çalışması” aklın ve hikmetin gereğidir.

Bundan dolayıdır ki, bütün peygamberler çalışmayı emretmiş ve kendileri de bizzat çalışmışlardır. Bütün peygamberler, kimseden minnet almamak için çeşitli meslekler ile uğraşmışlardır. Mesela, Hazret-i Adem (as.) ziraat ile, Hazret-i İdris (as.) terzilik ile Hazret-i Musa (as.) çobanlık ile, Peygamber Efendimiz (s.a.v) ise ticaret ile meşgul olmuşlardır.

Peygamber Efendimiz (sav) “Çalışmak âdetim, tevekkül hâlimdir” buyurmuş; çalışmayı ve gayreti teşvik etmiştir. Bir ayette de mealen şöyle buyrulur: “Bilinsin ki, insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.”11

İnsan dünyada elinden geldiğince çalışmalı, ancak hırs göstermemeli ve kısmetine razı olmalıdır. Kazandıklarına fazla ehemmiyet verip onda boğulmamalıdır. Arzu ettiği şeye kavuşamaması durumunda ise fazla üzülmemelidir. Bediüzzaman Hazretlerinin ifade ettiği gibi;

Aklı başında olan insan, ne dünya umûrundan kazandığına mesrur ve ne de kaybettiği şeye mahzun olmaz. Zira dünya durmuyor, gidiyor. İnsan da beraber gidiyor.”

İnsan kimseye muhtaç olmamak için çalışmalı, helal dairesinde kazanıp zengin olmalı, ancak dünya sevgisini kalbine koymamalıdır. Nitekim bir hadis-i kudside şöyle buyrulur:

Ey Ademoğlu! Şayet benim muhabbetimi murat edersen dünya muhabbetini kalbinden çıkar. Çünkü, dünya muhabbeti ile benim muhabbetim bir kalpte bir arada toplanmaz. Zira bunlar iki zıttır, su ile ateş bir kapta olmadığı gibi, bunlar da bir arada olmazlar.”

Dünyanın fani olduğunu bilen bir insan, muhabbetini ona sarf etmez, ancak onu tamamen de terk etmez, dünya hem de ahiret işlerini beraberce yürütür.

Elbette en bahtiyar odur ki: Dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, malayani şeylerle ömrünü telef etmesin; kendini misafir telakki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin; selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.”12

Son olarak Hazret-i Ali’nin (r.a) oğlu Hz. Hasan’a (r.a) yapmış olduğu ve özellikle dünyanın hakikatini anlatan şu harika nasihatini dikkatinize sunmak istiyorum:

“Nur-u aynim Hasan’ım!

Sen benim hayrul halefim, timsal-i zişerefimsin. Şu vasiyetimi can kulağı ile dinle ve ona göre amel eyle ki, bu sana en hayırlı bir nasihattır.

Dünya seni arar gibi çok iltifat gösterir. Sen sakın onun iltifatına aldanma! Bazen de senden kaçar, döner dolaşır. Ona da ehemmiyet verme. Dünya ihtiyar ve kocamış bir kadına benzer, kimseye yâr olmaz. Hayrı az, ıstırabı kısa, ikbali ve şerefi fanidir. Lezzet ve visali geçici, vebali ise bakidir. Şimdi sen ömür bitmeden, kudret elden gitmeden, perde-i gaflet açılmadan zamanın müsaderesini fırsat ve ganimet bil de, ahiretin için zad-ı zahire hazırla. Kişi dünyada ahireti için ne infak ederse onu bulur. Dünya ahiretin mezrasıdır. Tabiidir ki, ne ekilirse o biçilir. Dünyanın hilesi çoktur. Bir hal üzere kaldığı yoktur. Bir tarafı ıslah etse de diğer tarafı ifsat eder. Birine sürur verse, diğerini yaralar. Öteden beri adeti, meşrebi ve gidişi budur. Dünyaya meyil ve rahat bilahare insanı pişman eder. Bu dar-ı fesatta zevk-i sefa ve beka muhaldir. Öyle ise ona bağlanmak sırf akılsızlıktır.

Oğlum! insanların hatırını say ve onlara hürmet et. Hal ve sözlerinden kimse incinmesin. Dünya işi için çekiştirip uğraşmaktan sakın. İhtiyaç olmadıkça bir şeyin arkasına düşme. Sen dehrin hükmü, asrın seyidisin. Kadir ve haysiyetini, şeref ve itibarını güzel muhafaza et. Ömrünü boş şeylerle geçirme, malını da israf etme. Dünyadan emelsiz çıkıp barigâhı ahirete amelsiz varmayasın. Güzel sözlerini fiilinde mezcettir ki, meyvesini alasın. Bir de yapmayacağın bir işten dem vurma! Çok konuşmaktan ziyade onu yapasın. Şurası da önemlidir, her fenalığın başı hubb-u dünyadır. Muttaki ol ki, vera sahibi olasın.

Oğlum! Bir düşün ihtiyatlı bulun ki, nefs-i emmaren seni aldatmasın. Dünyada her şey emanettir. Emanet ise geri alınır. Her şey fanidir; biter, tükenir. Bir rüya gibidir ki, sahibini azab-ı ruhide huzursuz eder. Bal gibi tatlı görünür, ama içinde zehir vardır. Zevk ve sahası var ise de gam ve kederi de beraberdir.

Hasılı dünya bilahare nimetleri selb ve mihnetleri celp eden bir gaddardır. Verir amma, onu çabuk geri alır. Arz-ı inkıyad eder, fakat inkıyadında bile bin desise ve hilesi gizlidir. Ziynet-i zahirisine aldanan hasir olur.

Oğlum! Sen başkalara benzemezsin, sen semere-i fuatt hanedan-ı nübüvvetsin. Sen gözümün nurusun. Bu şeref ve seyitlik ile serfiraz olduğun gibi, siret ve suretinle de mumtaz olmalısın. Bunun için hükmü ile amil olduğun halde, ulu kadrini bir kat daha artıracak şu vasiyetimi ruh-u canınla muhafaza et ve hayatına tatbik et ki, dünya ve ahiretin şereflisi ve efendisi olasın.”

Mehmed Kırkıncı

MehmetKirkinci.com

Dipnotlar:

1 Yunus Suresi 10/7-8

2 Haşir Suresi 59/18.

3 Mektubat

4 Mesnevi Nuriye

5 Ankebut Suresi 29/64

6 Hadid Suresi 57/20

7 En’am suresi 6/32

8 Mektubat

9 Sözler

10 Buhari, Cihad, 25, 74; Müslim,

11 Necm Suresi, 53/39

12 Mektubat

Yılmak Yok, Mücadeleye Devam!

Bir proje üzerinde çalışmaktan vazgeçen öğrenciye profesör sorar:

– Evlâdım, Mecnun Leyla’sından vazgeçti mi?

– Hayır hocam.

– Kerem, Aslı’dan usandı mı?

– Hayır.

– Ferhat, dağları delmekten korktu mu? Vazgeçti mi?

– Hayır.

– Edison 2000 küsur denemeden sonra pes etti mi?

– Hayır

– Ya Kocadağlı Ahmet?

Bir süre suskunluktan sonra genç:

– O’nu hiç duymadık ki hocam, deyince profesör son darbeyi vurur.

– Tabii duymazsınız!… Çünkü o senin gibi vazgeçmişti…

..Unutma ki evlâdım; vaz geçenler değil, daima sürekli mücadele verenler kazanırlar ve tarihe geçerler…

  • Bir örnek de manevî hayattan verelim, sonra da önemli konumuza geçelim:

Ehl-i takvâ bir zât temiz elbiselerini giyerek, yatsı namazına camiye gitmek için erkenden yola çıkar. Normal yolda yürürken tökezlenir ve düşer. Üzerinin kirlendiğini fark edince eve döner, ihtiyâten yeniden abdest alarak, diğer temiz elbiselerini giyer ve yine cami yoluna koyulur.

Daha çok dikkat ettiği halde, karanlıkta bir şeye takılıp ikinci kez düşer. Hiç üşenmeden, yine eve giderek aynı şekilde abdest alır, temiz elbise giyerek yine namaza yetişmeye çalışır. Bu sefer de aceleyle yine aynı âkıbete üçüncü defa duçar olur, fakat yine de PES etmez. Yine eve döner ve temiz elbiseler giyerek namaza yetişmek için caminin yolunu tutar.

Aynı kararlılıkla camiye doğru birkaç adım ilerledikten sonra, elinde lâmba ile yolunu aydınlatan bir kişiyle karşılaşır.

“Herhalde benim bu perişan hâlimi evinden gördü ve bana onun için yardım ediyordur” düşüncesiyle, birlikte camiye doğru yürürler.

Lambayla kendisine ışık tutarak yardım eden kişiye, bu jestinden dolayı minnet duyduğu için, “namazı kendisinin kıldırmasını” teklif eder, fakat o kişi şiddetle reddeder.

O zât bu kadar kesin reddin sebebini merak ettiği için, “SEBEBİNİ” sorar. O kişi:

-“..Çünkü, ben ŞEYTANIM” deyince, o ehl- takvâ zât adetâ şok olur.

-“Nasıl olur? Bir şeytan beni camiye yetiştirmek için, niçin yardım etsin ki?” diye sorar. Cevap çok ilginç ve bizlere ulaşacak kadar ibret doludur. Şeytan der:

-“Seni, camiye gitmekten MEN etmek için, her seferinde düşüren bendim. Şimdi sana yardım etmeme gelince: Seni ilk düşürdüğümde “nasılsa bir mazeretim var, üstüm kirlendi” diye düşünüp vazgeçeceğine, senin eve dönüşünden sonraki, camiye gidiş kararlılığın için, Allah senin tüm günahlarını af etti. İkincisinde de “pes edersin” diye düşünmüştüm. Sen yine aynı kararlılığı gösterince, Allah senin tüm aile efradının günahlarını af etti. Üçüncü kararlılığında ise tüm cami cemaatini bağışladı. Bunlar hep benim zararıma oldu. İşte bu nedenle senin namaza yetişmene yardım ediyorum…”

  • Evet dostlarım. Hiçbir zorluk veya engel, bizleri hayırlı işleri yapma kararlığından vaz geçirmemelidir. Her iki örnek de bizlere bu masajı veriyor. Zorluklar ve engeller, genellikle şeytandandır…

Bu konuyu ..Evet, dînî sohbetler ve NUR TERAPİLER güzeldir ve faydalıdır da, bazen de bildiğimiz aynı konular tekrar ediliyor vs. diyerek nazlananlar için ve de çalıştıkları işyerlerinde sürekli aynı temizliği yapanlar, veya monoton ve aynı işi yaptığı için usananlar için seçtim.

  • Bir sandaldaki balıkçının, kürekleri hep ayni hareketlerle çekmesi onu usandırırsa, menziline asla ulaşamaz.
  • Yumuşacık su damlalarının o sert mermeri delmesi, elbette suyun sertliğinden değil, usanmaksızın sürekliliğindendir…

Ömrü Allah yolunda geçmiş olan ihtiyar bir zâta:

“-Efendim, artık yaşlandınız! Ömrünüz hep Allah için hizmet gayretiyle geçti. Lütfen artık kendinizi fazla yormayınız, biraz istirahat ediniz!” denilince o ârif gönüllü zât bu teklife şu hikmetli cevapla mukâbelede bulunmuş:

“-Evlâdım! Bir düşün bakalım. Meselâ siz bir sınava veya önemli bir yarışa katılmış olsaydınız, sınavın bitiş emri de gizli olsa, hedefinize iyice yaklaştığınızda istirahat eder veya hiç yavaşlar mıydınız?”…

  • İnşirah Sûresi, 7. Âyet: “O halde bir işi bitirince, hemen başka işe giriş, onunla uğraş.”…

Yani, yılmak, usanmak, pes etmek yok. Çalışmaya, işe, vb. mücadeleye devam… 

A. Raif Öztürk