Etiket arşivi: imtihan

Aslolan açlıktır

Şüphesiz insan azgınlaşır. Kendini ihtiyaçtan uzak görürse… Alâk sûresi, 6-7.

Bana şöyle geliyor: Mülkümüz tokluk değil açlıktır. Tokluk geçici bir haldir. Aslolan açlıktır. Allah en çok neyin kıymetini bilmemizi isterse bizi ona acıktırır. Tekrar be tekrar acıktırır. Ona dair herşeyi tadımlık kılar. Acıkmak kaybetmektir çünkü. Kaybetmek aramanın başıdır. Her nimet bir açlığa mukabildir. İnsan ihtiyaç duymadığı (veya duymadığını sandığı) şeyden yapılan başığı nimetten saymaz. En güzel sofralar dahi tokun istiğnasını sarsmaz.

Bu yüzden çoğu zaman elimizdekilerin kıymetini kaybettikten sonra anlarız. Neden kaybettikten sonra? Çünkü kayboluşu ihtar eder ancak lazımımız olduğunu. Eksikliğinin yokluğu hatırlatır varlığını. Bu nedenle ‘nimet’ kelimesine bir tanım getirdiğimizde, yalnız ‘faydalı’yı değil, ‘lazım derecesinde faydalı’yı da kullanmalıyız.

‘Lazım’ ile ‘faydalı’ arasında ince bir nüas var. Lazım, olmazsa seni eksik bırakandır. Faydalı, olduğunda seni arttırandır. İsraf, arttığında seni zarara uğratan, eksiltendir.

Bu kulakla dinlersek; “Yiyiniz, içiniz, ama israf etmeyiniz!” emr-i Kur’anîsi diyor ki bize: Dikkatli olun. ‘Lazım’ için çıktığınız yolculuk ‘faydalı’ya uğradıktan sonra (çünkü lazım olan herşey nihayetinde faydalıdır) müptelası edip israfa düşürmesin. Yemek ve içmek sizin lazımınız idi. Oradan yola çıktınız. Ne güzel. Lezzet, koku, süs, renk vesaire, o lazımı yapmanızın mükafatı/ücreti idi. Aman maşaallah. Fakat sakın lüzumun mükafatını lazımın kendisi sanıp yemeyi ve içmeyi araçsallaştırmayın. İşte o zaman yediğiniz, içtiğiniz israf olur. Sizi arttırmaz, azaltır. Yalnız tenevv-ü et’imeden (yeneceklerin çeşitliliğinden) gelen bir yalan iştah kalır dilinizde. Ücreti hedef kılmışsınızdır çünkü. Kapıcıyı sultan etmişsinizdir. Sağlığınızın bozulmasından dahi azaldığınızı farkedersiniz. Mürşidim nasıl tarif ediyor onu 19. Lem’a’da:

İşte, iktisat ve kanaat, hikmet-i İlâhiyeye tevfik-i harekettir; kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise, o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı hakikîyi kaybeder. Tenevvü-ü et’imeden gelen sun’î bir iştihâ-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder.”

Dedik ya başta: Her nimet bir açlığa mukabil. Kumruya aslanlara layık et versen makamında değersizdir. Kedinin kuyruğu tavus olsa ona yakışmaz. Balıklara oksijen tüpü bağlasan severler mi sanırsın? Herşey yerinde hikmetli. Herşeyin yerli yerindeliği hikmet. Hikmetin bir gözü ‘ihtiyaç’a bakıyor. Muhtaç edildiğin kadar edinebilmeyi öğütlüyor. Görebilirsek.

Ve görebilirsek, Allah’ın rububiyeti, yani terbiye ediciliği, o ihtiyaçların diliyle ve eliyle bize gösteriliyor. İhtiyaçlarımız bizim öğretmenlerimiz. Belki de bu yüzden, 78 ayetlik Rahman sûresinde, tam 31 kere aynı şey soruluyor: Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz? Ben bu soruyu nimet ve ihtiyaç arasında yukarıda kurduğum bağlantının diliyle şöyle de işitiyorum: “Ey insanlar ve cinler topluluğu ihtiyaçlarınızdan hangi birini inkâr edersiniz?” Öyle ya. İhtiyaçlar inkâr edilmezdir. Nimeti ihtiyaç penceresinden okuduğunuzda nimetler de inkâr edilmezdir.

Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelâle verir. Halbuki en keskin tarîk olan aşk, nefsinden elini çeker, fakat mâşuk-u mecâzîye yapışır. Onun zevalini bulduktan sonra Mahbûb-u Hakîkiye gider. Hem şu tarîk daha eslemdir.”

O mübarek sûrede sayılan mübarek şeylere dikkatle baksan göreceksin ki: Olmazsa olmazların onlar senin. Güneş, ay, gece ve gündüz, otlar, ağaçlar, beyan yeteneği, Kur’an ve diğerleri. Hepsine muhtaçsın aslında, fakat elinden alınmadıkça ve alınmış haliyle alınmamış halini kıyaslamadıkça, farketmiyorsun, farkedemiyorsun.

Ey imtihana gelen arkadaşım, sen, Allah’ın rububiyetini ihtiyaçlarınla ders alıyorsun. Birinci Söz’de geçen, aczinin ve fakrının en makbul şefaatçi oluşunu biraz da böyle anla. Onlar senin öğretmenlerin, eğer görebilirsen, o gözle bakabilirsen.

Sen Allah’a ihtiyaçlarının sayısınca muhtaçsın. Sen Allah’ı ihtiyaçların sayısınca bilebilirsin. Sen Allah’a ihtiyaçların sayısınca dua edebilirsin. Her ihtiyacın bir irtibat noktası aynı zamanda. Bir kapı, dilenebileceğin, arayabileceğin, görebileceğin. Demem o ki: Ancak ihtiyaçlarının sayısınca alabileceğin dersler var.Muzaaf meyil, ihtiyaç olur; muzaaf ihtiyaç, iştiyak olur; muzaaf iştiyak, incizab olur.” Yani ancak böyle Rahman u Rahim’e doğru çekilir, zaten muhtacı olduğun Allah’ın (tabir-i caizse) yörüngesine kapılır, pervanesi olursun. Acz, fakr, şefkat, tefekkür yolunu bir de böyle düşün. Yüzünü öğretmenine dönmeyen nasıl dersini tefekkür etsin?

Ahmet Ay – hicbisey.com

Bir Ders Yılının Ardından

Okullarımızda bir ders yılı daha tamamlanıyor ve hemen öncesinde “On Bir Ayın Sultanı Ramazan” ayı başladı.

“İmtihan” denilince en çok akla gelen: Okullardaki imtihanlardır.

Halbuki, bir Hadis-i Şerifte, Peygamberimiz’in (s.a.v.) bir Cuma hutbesinde o zamanki üç basamaklı minberin ilk basamağına çıktıktan sonra bir müddet durup daha sonra “-Amin” demesinin sebebi daha sonra sahabe-i kirâm tarafından kendisine sorulduğunda onlara cevaben:

“-Cebrail geldi, ‘Ramazan-ı Şerîfe ulaştığı halde o ay içerisinde kendisini Allah’a affettirmeyen helâk olsun” dedi; ben de ‘-Amin’ dedim” cevabını vermiş olduğu nakledilmiştir.

Hadisin tamamında, Peygamberimiz’in (a.s.v.) minberin ikinci ve üçüncü basamaklarındayken Cebrail (A.S.)’ın yaptığı dualar ve onlara da gene ‘-Amin’ demiş olduğundan bahsedilmektedir.

O hadis kolayca araştırılarak tamamı öğrenilebilir ve öğrenilmelidir; fakat Ramazan ayının bizim için hem çok mühim sevaplar kazanmak ve hem de kendimizi Allah’a affettirmek için çok büyük bir fırsat oluşu üzerine bilhassa dikkati çekmek için, mevzuu genişletmeden burada, yalnız Peygamberimiz’in  (a.s.v.) minberin ilk basamağındayken Cebrail (A.S.)’ın yaptığı duaya ‘-Amin’ demesi mevzuu üzerinde durmakla iktifa edeceğiz.

Bizim asıl imtihanımız, okullarda ders yılı içerisindeki imtihanlarımızdan çok daha büyük ve mühim olan, en geç 15 yaşından başlayarak (aklımızı muhafaza ettiğimiz) hayatımız boyunca devam eden “Allah’a kulluk imtihanımız”dır.

Çünkü Allah bizi doktor, mühendis, iş adamı, sanayici, memur, siyasetçi vd mesleklerden birini yapmamız için değil; kendisine ibadet etmemiz için yarattığını Kur’an’da Zâriyât Sûresi 56. Âyette bildirmektedir:

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنسَ إِلَّا لِيَعْبُدُونِ

“Cinleri ve insanları ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım”

Bu dünya ve onun içindeki hayat süremiz, bizim yaratılış maksadımıza uygun yaşamamızın imtihan yerimiz ve imtihan müddetimizdir. Bunun şuuru içerisinde yaşayabilenler, en büyük imtihanlarında başarının en büyük mükafatını, Allah’ın lütfu ve keremi ile Cennet ve Cemalullah olarak alacaklardır.

Laik eğitim sisteminin talebelerin büyük ekseriyetini gafilane düşünmeye ve davranmaya ve en mühim imtihanlarında başarısızlığa sevk ettiği gerçeğine karşı, İslâmî olmayan bazı kaynaklardan bile gafletten uyandırıcı bazı dersler alınıp onlardan da bir derecede istifade edilebilir.

Buna bir misal olarak, vaktiyle okumuş olduğum “İyi İnsan İyi Vatandaş” adlı bir kitaptan da birkaç cümle nakledeceğim:

O kitabın “Meslek Tekniği ve Meslek Ahlâkı” başlığını taşıyan bir bölümünde, yazar:

“Mesleğimiz bizi madde ile uğraşmaya zorluyorsa, maddeye yenilmemek için yüksek bir hayat görüşüne daha çok ihtiyacımız vardır” diyor ve bunun hemen ardından da:

Kahire’de İslâm Üniversitesinin kapısında şu sözler yazılıdır: ‘Kimya önemlidir. Allah daha önemlidir’ cümlesine yer veriyordu.

Kitabı okuduğum sırada, üniversitede kimya tahsili yapıyordum. Bu sebeble kimyadan ve Allah’tan bahseden o cümlesi, o zaman bana daha fazla hitap eder olmuştu.

Buradaki “kimya”, aslında insan için dünyadaki meslek ve meşguliyet mevzularına bir misal olarak zikredilmişti. Çünkü, her insanın içinde boğulmak ve Allah’ı unutmak tehlikesi ile karşı karşıya olduğu meşguliyetlerindeki hâlini, tavrını kontrol etmeye ihtiyacı vardır. Aksi halde, sözüyle olmasa bile, hâliyle ve tavrıyla mesleğini ön plana alarak Allah’ı unutabilir.

O kitabın aynı bölümünde, tanınmış bir zenci pedagoga atıfda bulunularak ifade edilen:

“Biz, insanları marangoz (veya herhangi bir meslek sahibi) yapmak istemiyoruz, marangozları insan yapmak istiyoruz” cümlesi de, meslek eğitimi mevzuunda bana düşündürücü gelmişti.

Aynı zenci pedagogun:

“Her insan üstün bir şey yapamaz, ama herkes alelâde bir şeyi üstün bir ruhla yapabilir.” sözü nakledilerek, yazar tarafından şu doğru yoruma bağlanmaktaydı:

“Bir iş mekanik olarak yapılmamalı, şahsî hayatın yüksek hedeflerine bağlanmalıdır.”

               ***

Fakültedeki öğrencilerimiz, bir ders yılının sonunda üniversite kimya tahsilinden mezuniyetlerinin hatırasına hazırlayacakları yıllığa benden de kısa bir yazı yazmamı istediklerinde, onlar gibi kimya öğrencisi olduğum yıllarda okuduğum ve yukarıda naklettiğim cümleler hatırıma gelmişti.

Ben de, okul öğrencilerinin ders alması kendileri için çok gerekli olabilecek bazı temel fikirlere yeni elbiseler giydirerek “Kısa… Kısa….” şöyle takdim etmiştim:

“Öğrencilerimiz olarak, bu üniversitedeki son birkaç yılınızın sizde bıraktığı en mühim intibalar nelerdir?

İlk, orta ve liseden sonra üniversiteyi de bitirmek, insanı her şeyi bilir hale getirmez. Belki, aşağıda bahsedilenler gibi bazı hakikatleri biraz daha iyi hazmettirebilir:

1-İlmin sonu yoktur. Câhil cüretkârdır; âlim ise ihtiyatlıdır.

2- Duyu organlarımızla doğrudan fark edebildiğimiz âlemin ötesinde tesirleri vasıtasıyla varlığına ve özelliklerine inanmağa mecbur kaldığımız çok geniş bir âlem vardır. O halde, “gözüyle görmediğine inanmamak”, büyük bir cahilliktir; böyle bir kıstas kullanılırsa, göremedikleri için onların akılları yoktur, denilebilir (Pozitivizm sapıklığının kurucusu olan batılı ve bâtıl içinde boğulmuş kişinin “Gözümle görmediğime inanmam” sözüne çok kısa bir cevaptır).

3- “Yaşamak” kelimesi, yanlış anlaşılmakta ve “hayvan gibi olmağa çalışmak”la, karıştırılmaktadır. İnsan için “hakikaten yaşamak, hakikatle yaşamak”tır. Hayatının gayesini ve hakikatini bulup ona göre yaşamaktır.

4-“Hakikatı aramak”, insanın aslî vazifesidir. Ondan kaçmak veya akılsızca gözlerini kapamak, ancak bir sarhoşluk, gaflet veya uyku hali olabilir.

5- Hakikati kendimize uydurmağa değil, kendimizi hakikate uydurmağa mecburuz. Bunun için de ilk gençlik çağımızdan itibaren hakikati aramak en mühim işimiz olmalıdır.

6- Kimya da sanayi de, bütün kâinat da insan içindir; hepsinin gayesi, faydası, insana bakar. Fakat insanın kendisi ne içindir? Gayesi, mahsulü ne olmalıdır? Ne için ve nasıl yaşamalıdır? Bu, tam bir ciddiyetle düşünülmeli, araştırılmalı ve gereği yapılmalıdır.

7- Kimya, madde ilmidir. Kimyacı da madde ilmiyle meşgul olandır. Fakat, manâsı olmayan bir insanın meşgul olduğu maddenin ve kendi maddesinin ne kıymeti vardır?

Başarı ve mutluluk dileklerini bile, yavan şekilde yapmamak gerekir:

Her şeyin hayırlısı istenmesi gerektiği için, “hayırlı muvaffakiyetler…”

Ve sahte, aldatıcı, muvakkat olan saadetler yerine de: “hakikî saadetler…”

Prof. Dr. Mustafa Nutku

 

Fitnelere Dikkat!

Zamanımızın pek çok imtihanı var karşı karşıya kaldığımız… Ahir zaman fitnesinden Allah’a sığınan Allah dostları, bu fitnelerden istiâzeyi hep vird yapmışlardır dillerine… Onlar büyük tehlikeyi basiretle görmüş ve Ümmet’e rehber olmuşlar.

Allahümme ecirnâ minnâr… Allahümme ecirnâ min külli nâr…’‘ Yakıcı, tahrip edici, maddî/mânevî ateşlerden,  cehennemlerden sığınmışlar Rabbimize… Dinî ve dünyevî  musibetlerden, Mesih ve Deccal’in fitnesinden, sapıklıklardan, bid’alardan ve belalardan, nefs-i emmârenin şerrinden, Şeytanın desiselerinden, ahir zamanın tüm fitnelerinden…Ve arkasından, zamanın en cazibedar imtihan vesilesi olan aldatıcı nisa taifesinin şerrinden, belasından ve fitnesinden sığınmışlar!..

Bu zamanda Yusuf olabilmek çok zor!.. Züleyhalar köşe başlarını tutmuş kol geziyor. İnternette sinsice dolaşıyorlar avlarının peşinde… Karşı cins için de aynı tehlike söz konusu… Ne zaman bir av yakalasa, ne aile bırakır, ne huzur, ne ibadet, ne ahlâk ve ne de hizmet aşkı!.. İşi gücü nefis ve hevasını tatmin etmek… Bu yüzden nice aileler yıkıldı, ocaklar söndü, huzur ve sükûn berhevâ olup gitti. Ve malesef bu kasırgaya müslüman ailelerden tutulan çok oldu.

Nice müslüman hanımların  iffet, haya, iman ve ahlâkı bu kirli ve delaletli yolda yara aldı.  Eşinden, ailesinden, çevresinden ve sevdiklerinden oldu. Öyle bir kasırga ki, bazen facelerde vurdu, bazen mesengerde vs. sosyal medyada hep nefis, hevâ ve Şeytanın zebunu yapıp çıktı. Yerinde ve maksadına uygun kullanılmadığı zamanlarda, öylesine yolunu kaybettirdi ki, gece yarılarına kadar bu mayınlı tarlada gezdirip Şeytana maskara yaptırdı. Uykusuz gecelerin ardından sabah namazının geçirilmesi, iş yerinde yorgun, kızarmış gözler ve bitkin bir performans ve üzerinde kalan günah yükü! Bu fâni hayatta, bâkî hayatı kazanmak varken; boş, mâlâya’nî, günahtan başka sermaye üretmeyen fuzûlî işlerle iştiğal etmek hiç mü’mine yakışır mı? Tüm bunlar, iki rekat Teheccüd namazının lezzetine, kazandırdığı huzura denk gelebilir mi?

Çoğumuz, işimiz gereği teknolojiyi  kullanmak durumundayız. Onu kontrolümüzde tutup esiri olmamak en akıllı yoldur. Mesleğimiz gereği (e-okul, K12, not/ödev kayıtları hariç) günlük 30 dakika, bazen en fazla bir saati geçmez buralarda kalışımız.

Senin imtihanın hangisi?

Herkes bir imtihan süreci yaşar bu dünyada.

Her zaman stabil bir hayat mümkün değil. Engeller, engellemeler, tağyirler, tebeddülatlar/değişimler/tahviller/değişiklikler/tecelliler v.s…

Kimi eş, kimi aş, kimi maaşla denenir. Kimi evlat, kimi salât, kimisi tâat, kimi mahâret, kimi tahâret, kimisi de ikametle tecrübe edilir.

Kimisi mal, kimi servet, şöhret, güzellik, şân ve şerefle imtihan edilir.

Kimi ilim, kimi filimle, kimi zevk, kimi elemle, kimi belâ, hayat-ı a’lâ ile sınava tâbi tutulur.

Mü’minlerin imtihanı daha  bir başka…

Allah Teâlâ, rubûbiyyet (her şeyi yavaş yavaş kemâline kavuşturmak) sıfatıyla bizleri iki şekilde imtihana tâbi tutar:

Biri: lütuf ile,

Diğeri: kahr ile.

Bir başka deyişle; biri cemâl, diğeri celâl iledir. Sadece lütuf ve  cemâl ile terbiye olmayı düşünmek, imtihan sırrına aykırıdır. Cenâb-ı Hak, imân ehline önce kahrın tecellileriyle muâmele eder, daha sonra lütfun tecellileriyle onların yaralarını sarar ve yardımına koşar. İmân ehli üzerinde âdetullah (kevnî kanunlar, sünnetullah) çoğunlukla bu şekilde tecelli eder. Resûl-i Ekrem (a.s.m) ve Hz. İbrâhîm (a.s)’ın hayatı buna en güzel örnektir.

O Mâlikü’l-Mülk, Habîbini on üç  sene Mekke’de kahhâr bir elle çalkalandırdı,  müşrikleri başına musallat etti, Medine döneminde ise, O Zât-ı mübâreki on yıl münâfık, müşrik ve ehl-i kitapla mücâdele ve mücâhede ile imtihâna tâbi tuttu. Bunca sıkıntı ve zorlukların neticesinde başta kendisine ve ümmetine pek çok fetihlerin yolunu açtı. Özellikle Hz. Ömer döneminde İslâm’ı yücelterek aziz kıldı.

Kur’ân’a talebe olma şerefine erenler de bu tarz bir imtihan sürecinden geçmektedirler.

Cenâb-ı Hak, bazen lütuf ile okşar, hâdiseleri lehimize yönlendirir, ikramlarda bulunur, rahmetiyle sevdirerek dergâhına celb eder. Bazen de kahhâr bir eli işleterek belâ ve musîbetlerle te’dîb ve terbiye eder. Böylece izzet ve celâlini hatırlatır.

Mü’minlere dünyâda verilen belâ ve musîbetler günahlarına keffâret olur.

Kâfirin küfrü ise, o kadar büyük ve dehşetlidir ki, cezâsı bu düyâya sığışmadığından âhirete te’hîr edilir.(1)

Cemiyetlerin, toplumların, milletlerin değişik biçimlerde işledikleri isyân ve günahlar, gayr-i meşrû’ iş ve işlemlerin bu dünyada iken geri bildirim tarzında dünyevî cezalarıdır.

Mâdem ehl-i imân olarak Allah’ın rubûbiyyetine razıyız. Öyle ise, rubûbiyyetinin gereği olarak başımıza gelenleri de sabır ve rıza ile karşılamak durumundayız.

Kişi en sevdiği evlâdını kaybeder, çok sevdiği bedeni hastalığa müptela olur, meftun olduğu malı iflas eder, ani bir depremle evi yıkılır, eşyası telef olur, evlatları isyan eder, dostlardan azar işitir,  işleri yolunda gitmez. “Acaba ben ne yaptım” diye derin derin düşünür. Rabbine karşı nasıl bir tutum sergilediğini, hata ve kusurlarını gözden geçirir, otokritik yapar, değerlendirmelerde bulunur. Ve sonuçta nefsinin kusurlarını, hayatındaki eksileri not eder. İmânının gereğini yerine getirir, sevdikleriyle sınava tâbi tutulduğunu, mal ve canıyla denendiğini anlar.

“Ve sizi bir imtihân olmak üzere şer ile ve hayr ile tecrübe ederiz. (sonunda) bize döndürüleceksiniz”(2)

Acaba verilen vücûd, sağlık ve hayat nimetini ibâdet, taat ve hizmet yolunda mı, nefis ve hevâ yolunda mı harcıyoruz?

Bu imtihan ve tecrübe meydanında hiçbir kimse bu imtihandan muaf tutulmamıştır.

Allah’ın en sevgili kulu olmasına rağmen Hz. Muhammed (s.a.v)’ın uhud savaşında dişi şehid edilmiş, mübârek yüzü kana bulanmıştı. Hayatı boyunca sayısız eza ve cefâya katlanmış, günlerce aç ve sususz kalmıştı. (3)

Nûrânî kafilelerin önünde belâ ve musîbetler eksik olmamıştır.

Kur’ânı, İslâm’ı, Peygamberi sevmenin bedeli hep ağır olmuştur bu sırdan ötürü. Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.v)’e, “Seni seviyorum” diyen bir sahâbeye, “O halde belâ ve musîbete hazır ol”şeklinde O sahâbiyi geleceğin sıkıntılarına hazır olması konusunda  irşâd buyurmuştur.

Demek belâ ve musîbetler, günahların neticesi, mükâfâtın da mukaddimesidir. Bir başka ifade ile, günahların keffâreti, gelecek saâdetin de müjdecisidir.

O halde, mülk bizim değildir. O, istediği gibi tasarruf eder. Biz O’nun tasarrufâtı

altında gizli olan hikmetlerini seyr etmek, takdirini fikretmek, kusurumuzu derk

etmekle mükellefiz.

Rahîm, Hakîm ve Vedûd ismini şefaatçi yaparak Rahmet-i Rahman’a iltica ediyor, her türlü fitneden O’na sığınıyor ve O’na tevekkül ediyoruz.

İsmail Aksoy

www.NurNet.Org

Dipnotlar:

1- bkz. Bedîüzzaman Said Nursî, Lem’alar, 10. Lem’a

2- Teğabun Sûresi, 15, Enfâl Sûresi, 28

3- bkz. a.g.y, Lem’alar, 25. Lem’a, 15. Devâ

Ölüm Gerçeği (Şiir)

Her derdin devası var ölüm ise çaresiz

Her yerde kol geziyor geliyor sessiz sessiz

 

Ölümdür her hanenin ışığını söndüren

Odur herkesten sonra o mekânı terk eden

 

Ölüm olmasa eğer her şey ortada kalır

Yaşanılacak ne yer ne de bir mekân kalır

 

Bir düşün o olmasa her şey ortada kalsa

Dedeler ve nineler hiç ölmeden yaşasa

 

Çürümüş vücutlarla hastalık kol gezerdi

Herkes üst üste kalır birbirini ezerdi

 

Odur kokuşmuşluktan insanları kurtaran

İnsan istemese de medeniyeti kuran

 

Ölüm belki en iyi ve belki en çalışkan

Bir de en faydalısı hem de en tartışılan

 

Hem ilaçsız bir derttir hem her derdin ilacı

Yokluğu ayrı bir dert varlığı da çok acı

 

Yaşayan insanları çürümekten kurtaran

Odur en çok kızılan hem de en çok kırdıran

 

Acıların dostudur hastaların şifası

Muzdarip hastaların ancak ölüm devası

 

Ölüm gelince başa her hastalık bitmiştir

Hastalık bitince de demek ölüm gelmiştir

 

Hayat bir imtihandır ona çok çalışmalı

Ölüm gelmeden önce ölümü yaşamalı

 

Ölüm yokluk değildir müjdeler olsun size

Bir tebdili mekândır bir ferahlıktır bize

 

Ahmet TANYERİ – DİYARBAKIR

www.NurNet.org

Dünyayı En Az Zararla Geçmek

Ahiretin varlığı bizleri dünyada aldığımız her zevk ve lezzetten daha bir saadete, mutluluğa ve huzura kavuşturur. Dünyada ahiretin faidelerine ve varlığına yaşayarak, duyarak, hissederek ulaşmamızın en marifetli sebebi ahiretin varlığıdır.

Her zevkin, lezzetin, saadetin bir zahmet kapısından geçtiğini bilerek; ahiretin varlığının da dünya kapısından geçtiğini bilmeliyiz. Eğer ahiretin faide ve güzelliklerine bilerek, inanarak dünyada çalışabiliyor, gayret gösterebiliyorsak; hiçbir dünya zahmeti, meşakkati bizi yolumuzdan alıkoyamaz.

Allah’ın rızası dairesinde dünyanın her müşkiline eyvallah diyerek yürümeye çalıştığımız bu kudsî yolda kimse bizi engelleyemez.

Yalçın ve sert kayaları andıran dünyanın musibetleri, belaları ise bize allı pullu, cafcaflı, süslü dünyanın mahiyetini izah eder, açıklar ve ispat eder: Bir zorluk ve kolaylık; bir iyilik ve kötülük girdabında fânî, geçici imtihan dünyasını, anlatırlar bizlere…

Eğer dünya her türlü sıkıntısı, belası, musibeti, meşakkati, zahmetine rağmen bizlere ebedî, saadetli ve lezzetli bir ahiretin bâkî hayatını kazanmamızda vesile olabiliyorsa bizim için makbul ve masumdur diyebiliriz. Her zaman kendimizi akıllı kabul ederek kâr ve zarar hesabı yaparız ya…İşte hesap, işte aklımız buyurun!..

İnancımız ve itikadımız bizi dünyada karşılaştığımız fırtınalar, engeller ve zorluklara takılmaya, devamlı onları dile getirmeye değil; bizlere ahireti, ahiret getirilerini, kazandırdıklarını anlattırmalı, söylettirmelidir. Açılmış bir kapının özellikleriyle değil açık kapının gösterdiği şeylerle alâkadar olmayı, akıl ve fikir edebilmeyi yine inancımız, itikadımız, imanımız bizlere ders verebilmelidir…

Bizler için en büyük hesap ve hayatımızda en büyük gaye dünya, ahiret muvazenesini en iyi bir şekilde yapabilmek olabilmelidir.

En büyük faidenin geleceğini bildiğimiz ahireti ve ahiretin işlerini; en büyük zararın geleceği dünya ve dünya işlerine hiçbir zaman değişmemeliyiz. Eğer bizim gayemiz, hedefimiz ebedî bir âlemde, ebedî bir hayat vaad eden Cenab-ı Hakkın rızasını kazanmaksa bizler hem dünyaya, hem ahirete Onun emir ve yasakları doğrultusunda bakabilmeli ve yaklaşabilmeliyiz. Elbette bu yolda göstereğimiz sabır, gayretle Cenab-ı Hakkın inayet ve keremine mazhar olabilir, ahiretin mezraası dünyayı en az zararla geçebiliriz. Tevfik ve hidayet Allah’tan…

Rıfat Okyayın / Nur Postası