Etiket arşivi: insan hakları

Bediüzzaman’a göre, Batı uygarlığının esasları

 Biz “Batı uygarlığı”nın demokrasi ve insan hakları üzerine müesses olduğunu sanıyoruz. Oysa böyle bir şey yoktur. Batı uygarlığının özü “sömürgecilik”tir. Tarih boyunca, “demokrasi”, “hümanizm” ve “insan hakları” gibi süslü argümanları, hedef milletleri daha rahat sömürebilmek için kullanmıştır.

Bediüzzaman, “Batı uygarlığı”nı beş esas üzerine oturtuyor ve bir bir sayıyor:

Birincisi: Kuvvet,

İkincisi: Menfaat,

Üçüncüsü: Savaş,

Dördüncüsü: Irkçılık,

Beşincisi: Heva ve heves (eğlence).

Bu yüzden Batı zorbadır, gaddardır, zalimdir, ahlâksızdır, ilkesizdir. Açıkçası, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” havasındadır. Meselâ Suriye’de Esed’in attığı sarin gazı ile boğularak ölen çocuklar, göç esnasında batan teknelerden sahile vuran çocuk cesetleri, bir diktatörün bekası için yüzbinlerce insanın ölmesi, milyonlarcasının yerinden-yurdundan ayrılmak zorunda kalması yüreklerinde zerre kadar iz bırakmaz.

Biz de hayret eder durur, “Bunlar nasıl insan?” diye diye ömrümüzü bitiririz. Çünkü Haçlı seferleri sırasında yaptıkları iğrençlikler bize unutturuldu. 

“Büyük” dedikleri İskender’in cinayetleri unutturuldu…

Bırakınız eski dönemi, yeni dönemde sivillerin üstüne attıkları atom bombasının etkileri unutturuldu…

Dresden katliamı (İkinci Dünya Savaşı), Ruanda katliamı, Cezayir katliamı unutturuldu…

Afrikalılara yaptıkları zulüm unutturuldu…

“Batılı değerler” diye (politikacılarımız bu sözü pek severler) köksüz ve mazisiz bir safsata icat edip hepimize yutturdular. Sandık ki, Batı’da vicdan var, acıma hissi var, demokrasi var, merhamet var, insanlık var, yardımseverlik var, insan hakları var…

Oysa Batı’da bunların hiçbiri yoktur. Bunların yerine kuvvet, menfaat, savaş, ırkçılık, heva ve heves var. Bir kuruş çıkarları uğruna dünyayı ateşe vermekten çekinmezler. Nitekim aynı hırsla iki büyük savaşı başlattılar, petrol yataklarına el koydular.

Bediüzzaman’ın bu konuda tespitleri gerçekten muhteşemdir. Şöyle diyor: 

“Sefih, mütemerrid, gaddar, mânen vahşi şu medeniyet-i habise” (lütfen bu kelimeleri öğrenmeye çalışın, böylece kelime dağarcığınıza yeni bir şeyler eklenirken, bir yandan da dedelerinizin lisanına âşina olunsunuz), insanlığın mutluluğunu temin hülyasına, insanlığı kurban etmiş; çevreyi bozmuş, kâinatın dengesiyle oynayıp ozon tabakasını dahi delmiştir, ama “beşeriyetin yüzde seksenini meşakkate, şekavete atmış”tır… Üstelik maddî refahın yanısıra mânevî tatmin, huzur ve saâdeti sağlayamamıştır. 

Bugün içki, uyuşturucu, savaş, terör, intihar, boşanma gibi mutsuzluk göstergesi sayılan hadiselerin en yoğun biçimde yaşandığı ülkeler, maddî refahın zirvesinde bulunan ülkelerdir. Bunu göre göre, geri bırakılmış Müslüman ülkelerin gelişmiş Avrupa ülkelerine özenmeleri ve “medeniyet-i hazıranın” (Batı uygarlığı) seyyiatlarına (günahlarına) da talip olmaları ne büyük gaflettir.

Alternatif mi yok? Bir yandan teknolojik gelişmeyi temin ederken, öte yandan, zemin yüzünü ahlâksızlık gibi pisliklerden temizleyip barışı sağlayacak ve insanlara insanlıktaki lezzeti tattıracak “Vahiy Medeniyeti” ne güne duruyor?

Ona da yarınki yazımızda bakalım inşallah.

Yavuz Bahadıroğlu – yeniakit.com

Hukuklar Birleşiyor

Günümüzde insan haklarından çokça söz edilir. Ama bu sözler her nedense uygulamaya bir türlü konulamaz. Sadece beyannamelerde, bildirilerde, makalelerde mahpus kalır.

“İnsan hakları” tabiri aslında caydırıcı bir ifade değil. Hak ve hukukun korunması sadece insanoğlunun insafına ve vicdanına bırakılmış. Belli bir müeyyidesi yok. En kötü ihtimalle bir “kınama” cezası alıyorsunuz ve yaptığınız yanınıza kâr kalıyor.

Ama, “kul hakkı” ifadesi böyle değil. Bu ifadeyle insanın başıboş bir varlık olmadığı, Allah’ın kulu, O’nun mülkü, O’nun mahlûku olduğu zihinlerde iyice tesbit edilir ve nefisler, ‘kul hakkına tecavüzün kesinlikle cezasız kalmayacağı’ tehdidiyle karşı karşıya kalır.

Gel gör ki, bugünün madde, menfaat ve gaflet karışımı kavga ikliminde, kul olduğunu unutanlar, hâliyle kul hakkını da hatırlamaz oldular. Kul hakkının bu ilk basamağında tökezleyenler; insaf, merhamet, adalet duygularını da kaybettiler.

“Ben kulum” diyen insan, bunun gereğini yerine getirecektir. “Ben falan devletin raiyetiyim” dediniz mi, sizden o beldenin bütün kanunlarına harfiyen uymanız istenir.

Âlemlerin Rabbine inanan ve O’nun kulu olduğunu idrak eden bir insan da kul olarak yaşamaya mecbur.

Nurlardan nuranî bir cümle:

“İmandan sonra en mühim ve en lâzım âmâl-i salihadır. Salih amel ise maddî ve mânevî hukuk-u ibâda tecavüz etmemekle, hukukullahı da bihakkın îfa etmekten ibarettir.”   Mesnevî-i Nuriye

Bir insanın padişaha karşı iki çeşit isyanı olur. Birincisi, onun zâtına cephe almak, emirlerine isyan etmek. Diğeri ise, padişahın raiyetine zarar vermek. Birincisi hukukullaha, ikincisi ise kul hakkına misâl.

Allah’ın kul üzerindeki en büyük hukuku: İman.

Kul, kendisini yoktan var eden Rabbine imanla mükellef. Bunu “tevhid” takib ediyor. Allah’ı bir bilmek de kul üzerinde İlâhî bir hak. Nitekim, Allah’a şirk koşmak affa girmiyor.

“Allah kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar.” (Nisa Sûresi, 48)

Hukukullahın üç mühim şubesi: Tesbih, hamd ve tekbir.

Yâni, Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih, bütün medih ve senânın ancak O’na lâyık olduğunu ilân ve O’nun sonsuz kemâlinin kulun idrak sahasına girmekten münezzeh olduğunu itiraf etmek.

İlâhî san’at ve hikmetleri tefekkür etmek, nimetleri şükürle karşılamak da hukukullah cümlesinden.

Müşrik yahut dinsiz bir insan hukukullaha ait bu kadar vazifeden hiçbirini yerine getirmediği halde, günün birinde iman edince, Cenâb-ı Hak onun mazideki bütün borçlarını bir anda siliyor ve kul, hukukullahdan yana tertemiz olabiliyor.

Yine Üstadın cümlesine dönelim, imanı, salih amel takib ediyor. Salih amel, kulun kendi iradesiyle tercih edip işlediği bütün güzellikler.

Yaptığımız ticaret dürüst ise salihtir. Ettiğimiz ibadet ihlâslı ise salihtir. Gördüğümüz eşyayı, İlâhî birer eser olarak tefekkür edebiliyorsak bakışımız salihtir. Dinlediğimiz sözler, düşündüğümüz fikirler, kurduğumuz hayâller, sevdiğimiz mahbuplar meşru ise, helâl dairesi içinde ve rıza çizgisinde ise salihtir. Bunlar içerisinde, “maddî ve mânevî hukuk-u ibada tecavüz etmemek” çok önemli olmalı ki, salih amelin tarif cümlesine dahil olmuş.

Hukuk-u ibad, yâni “kul hakkı” geniş bir mefhum. Kulun bedenine ve malına yapılan tecavüzler maddî hukuk, kalp ve ruhuna verilen zararlar ise mânevî hukuk olarak değerlendirilmeli.

Kulun maddî hukukuna en büyük tecavüz, öldürme hâdisesi. İnsanın yaşama hakkına son verme, onun bu kâinatla olan bütün münasebetlerini bir anda kesip atma, kulu, Rabbine ibadetten alıkoyma, İlâhî eserleri tefekkürden, rahmanî nimetlere şükürden menetme cinayeti. Allah’ı tesbih eden yetmiş trilyona yakın hücrenin bütün bu tesbihlerini bir kurşunla delip geçme, yahut bir bıçakla kesip atma ihaneti.

Ve insan hayatına son vermenin günümüzdeki en yaygın şekli: Trafik kazaları… Alkol yahut acelecilik uğruna nice canlara kıyma, nice yuvaları söndürme felâketi.

Fıkıh âlimlerimiz katlin üç yerde câiz olduğunu söylerler.

“İmandan sonra küfre girme”, “evli olduğu halde zina etme” ve “haksız yere bir insanın kanına girme.” Bunlar dışında insanın hayatına son verilemiyor.

“Kim bir nefsi, kısas yahut yeryüzünde fesat çıkarma sebeplerinin biri olmaksızın öldürürse bütün insanları öldürmüş gibidir.” (Mâide Sûresi, 32) mealindeki âyet-i kerimenin tefsiri sadedinde Üstad Bediüzzaman Hazretleri, şu enteresan beyanda bulunur:

“Bir mâsumun hayatı, kanı, hatta umum beşer için de olsa heder olmaz. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir.” Sünuhat

Yâni, Allah’ın sonsuz kudretine nazaran bir insan yaratmakla bütün insanları yaratmak arasında fark olmadığı gibi, O’nun sonsuz rahmet ve adaleti noktasında da bir insanın katli ile, bütün insanların katli arasında fark yoktur.

İnsanoğlu her nasılsa, başkalarının hakkını çiğnerken o insanların Allah’ın kulu olduklarını unutuyor. “Ben Allah’ın bir kuluna zulmedersem, O’nun kahrına hedef olurum” diye düşünemiyor.

Aslında bu hakikat, “herkesçe kolayca anlaşılabilmeli” diye geliyor insanın aklına. Çünkü kime sorsak kendisini de diğer insanları da Allah’ın yarattığını söyleyecektir. Ama iş münakaşaya dökülüp de nefis kalbe, hissiyat akla hâkim oldu mu, artık kulluk unutuluyor, adalet unutuluyor, âhiret unutuluyor. İşte bu unutmanın kula pahalıya mâl olmaması için İlâhî ikazlar geliyor ve ona Allah’ın bir kuluna yapılacak haksızlığın ebed yurdunda dehşetli bir cezayı netice vereceği ikaz ediliyor.

Bu rahmanî ikazlara tercüman olma sadedinde Allah Resulü de (a.s.m.) ümmetini defalarca ve değişik şekillerde ikaz etmiştir.

Sadece üç misâl:

“Mazlumun bedduasından sakınınız. Çünkü onun duasıyla Allah arasında perde yoktur.” (Buharî, Müslim) 

“Ümmetimden müflis odur ki, kıyamet günü namaz ve zekâtla gelir. Ama, bu arada sövdüğü şu kimse, dövdüğü bir başka kimse dahi gelir. Bunun üzerine kendisinin hasenatından şuna verilir, buna verilir. Üzerinde haklar bitmeden kendi hasenatı tükenirse, o zaman onların hatalarından alınır kendisine yüklenir. Daha sonra cehenneme atılır.” (Müslim)

“Kaçmayarak, yalnız Allah’dan sevap bekleyip sabrederek, düşmana karşı durduğun halde öldürülürsen, borçlarından başka bütün günahlarına kefaret olur. Bunu bana Cibril söyledi.” (Müslim)

Bu son Hadis-i Şerifden çok önemli bir hakikat dersi alıyoruz: Şehitlik de kul hakkını kaldırmıyor.

Allah yolunda canını veren bir mü’min bunun büyük mükâfatını görmekle birlikte, kullara olan borçlarından kurtulamıyor. Zira kul hakkının affını Cenâb-ı Hak kula bırakmış.

Aynı şekilde, samimi tövbe eden bir mü’minin de geçmiş günahları affolunuyor, ama kul hakkı bu affa da girmiyor.

“Tövbekâr olanlar hakkında hukukullah dâvâsı takib edilmez. Ancak hukuk-u şahsiye dâvâsı kalır.”                                                                                  Hak Dini Kur’an Dili

Meselâ, gıybet eden bir insan gıybet ettiği kimseden helâllık almadıkça bu cürmün ağır cezasından kendini kurtaramaz.

Nur Külliyatında gıybetin câiz olduğu birkaç madde sıralanırken, “Bir de o gıybet eden adam fâsık-ı mütecahirdir. Yâni, fenalıktan sıkılmıyor, belki işlediği seyyiatla iftihar ediyor” ifadesine yer verilir. Demek ki, bir günahı âşikâre olarak, bütün insanların gözü önünde sıkılmadan işleyen kimsenin gıybeti câiz. Bu cevazın da yine kul hakkıyla yakın alâkası var. Çünkü gizli günah işleyen bir insan Allah’ın emrine muhalefetle sadece kendisine zarar veriyor. Ama aynı günahı, insanlar arasında işlediğinde onların hukukuna da tecavüz etmiş oluyor. Zira, insanların bedenlerine indirilen darbeler gibi ruh dünyalarına, kalp huzurlarına verilen zararlar da kul hakkına girmekte. Meselâ, müstehcen bir kıyafetle insanların karşısına çıkan bir kadın, onları günaha soktuğu gibi, “sebep olan işleyen gibidir”hükmünce, o günahın bir misli de kendisine yazılıyor ve onun hayâsızlığını yadırgamak gıybet olmuyor. Bu yadırgama başkalarını aynı günahtan menetmek niyetiyle olmalı. Üstad Bediüzzaman’ın tabiriyle, “garazsız ve sırf hak ve maslahat için” yapılmalı. Yoksa, hazır cevazı yakalamışken gönlümce, doyasıya bir gıybet edeyim mânâsına değil.

Kur’an-ı Hakîm’de, ilk bakışta kul hakkı gibi görünen ve kullar arasındaki adalet esaslarını tesbit eden birçok âyetlerden sonra, “İşte bu Allah’ın hudududur, onu tecavüz etmeyin” mealinde İlâhî ikazlar gelir. Demek ki, kul hakkını çiğnemek, Allah’ın hududuna tecavüz olarak kabul ediliyor. Artık böyle bir cinayeti işleyen insan kime iltica edecek, kimden yardım dileyecektir?

İnsan, Allah’ın kulu olduğundan onun hukukuna riayetsizlik de İlâhî azabı netice veriyor ve bu noktada hukuklar birleşiyor.

Kendi parmağımızı niçin kesemez, hayatımıza neden kasdedemeyiz? Çünkü, ne beden bizim, ne de ruh. Haneyi harab etmeye de hakkımız yok, misafiri oradan çıkarmaya da. Yaparsak ne olur? Allah’ın mahlûkatında O’nun rızası dışında tasarrufa   kalkışmış oluruz. Bu ise hem hukukullaha karşı bir isyan, hem de kul hakkını ihlâl. Demek ki aynı fiil ile iki hukuka birden tecavüz ediliyor.

Allah bütün mülkün mâliki. Her varlığına müstakil bir şahsiyet lûtfetmiş. Bir insana zarar vermek, onun nefsine baktığı cihetle kul hakkına tecavüz, Allah’ın eseri olması cihetiyle de hukukullaha riayetsizlik.

Her insan bu dünyaya İslâm fıtratı üzere gelir. Günahlar o fıtratı bozar ve insanı azaba müstehak kılar; hem Allah’a isyan, hem de kul hakkına taarruz suçlarından.

Bir kalbi kırmak, yahut bir dalı koparmak da öyle.

Allah’a kulluk yapmayan bir insan kendi nefsini cehenneme atması sebebiyle kul hakkına da en büyük tecavüzü yapmış oluyor.

“Hem o tarik-üs-salât (namazı terkeden), kendi nefsine mâlik olmadığı için, kendi Mâlikinin bir abdi olan kendi nefsine zulmeder.” Lem’alar

Cenâb-ı Hakk’ın, âsi insanları birçok âyet-i kerimesinde “zâlim” olarak vasıflandırmasındaki ince sırrı bu ifadelerde yakalamak mümkün.

Kul hakkı içerisinde en büyük pay bizzat insanın nefsine düşüyor. Çünkü her hareketi, her sözü, her hâli o nefse ya fayda yahut zarar veriyor. Dolayısıyle, zulmün en büyüğünü, âsi insan bizzat kendi nefsine yapmış oluyor.

Bazılarıyla karşılaşırsınız; “benim Allah’ın hiçbir kuluna bir zararım dokunmamıştır” diye övünür ve ilâve eder: “Günah işliyorsam onun sorumluluğu bana ait.”

Bu zavallılar kendilerinin de Allah’ın kulu olduklarından gâfildirler.

Kur’an-ı Kerim’den ibretli bir işaretle bahsimize son verelim:

En’am Sûresinde: ‘Ölü etinin’, ‘dökülen kanın’, ‘hınzır etinin’ ve ‘Allah’dan gayrısının ismiyle kesilen hayvan etinin’ haram olduğu zikredildikten sonra, “Bunlarda da her kim muzdar olursa ve diğer bir muzdara tecavüz etmediği ve zaruret miktarını aşmadığı takdirde hiç şüphe yok ki, Allah Gafur ve Rahîm’dir.” buyrulur.

Müfessir efendilerimiz âyetteki bir inceliğe dikkatimizi çekerler: Zaruret hâlinde bulunan, ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalan bir insanın, sözü edilen murdar gıdalardan ölmeyecek kadar yemesine müsaade edilirken, enteresan bir şart daha ileri sürülüyor:Diğer bir muzdara tecavüz etmemek; onun o murdar gıdadan faydalanmasına engel olmamak.

Bu şart, Cenâb-ı Hakk’ın kul hakkına verdiği azim ehemmiyetin en berrak bir göstergesidir.

Prof. Dr. Alaaddin Başar

Veda Hutbesi

Bismillâhirrâhmânirrahîm

“Ey insanlar!

“Sözümü iyi dinleyiniz. Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada bir daha buluşamayacağım.

“İnsanlar!

“Bugünleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir; her türlü tecâvüzden korunmuştur.

“Ashabım!

“Muhakkak Rabbinize kavuşacaksınız. O da sizi yaptıklarınızdan dolayı sorguya çekecektir. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönmeyiniz ve birbirinizin boynunu vurmayınız! Bu vasiyetimi, burada bulunanlar, bulunmayanlara ulaştırsın. Olabilir ki, burada bulunan kimse, bunları daha iyi anlayan birisine ulaştırmış olur.

“Ashabım!

“Kimin yanında bir emanet varsa, onu hemen sahibine versin. Biliniz ki, faizin her çeşidi kaldırılmıştır. Allah böyle hükmetmiştir. İlk kaldırdığım faiz de Abdülmuttalib`in oğlu (amcam) Abbas`ın faizidir. Lâkin anaparanız size âittir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız.

“Ashabım!

“Dikkat ediniz, Cahiliyeden kalma bütün âdetler kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Cahiliye devrinde güdülen kan dâvâları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan dâvâsı, Abdülmuttalib`in torunu İyas bin Rabia`nın kan dâvâsıdır.

“Ey insanlar!

“Muhakkak ki, şeytan şu toprağınızda kendisine tapılmaktan tamamen ümidini kesmiştir. Fakat siz bunun dışında ufak tefek işlerinizde ona uyarsanız, bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan da sakınınız.

“Ey insanlar!

Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah`tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allah`ın emaneti olarak aldınız ve onların namusunu kendinize Allah`ın emri ile helâl kıldınız. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, kadınların da sizin üzerinizde hakkı vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız; yatağınızı hiç kimseye çiğnetmemeleri, hoşlanmadığınız kimseleri izniniz olmadıkça evlerinize almamalarıdır. Eğer gelmesine müsaade etmediğiniz bir kimseyi evinize alırlarsa, Allah, size onları yataklarında yalnız bırakmanıza ve daha olmazsa hafifçe dövüp sakındırmanıza izin vermiştir. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları, meşru örf ve âdete göre yiyecek ve giyeceklerini temin etmenizdir.

“Ey mü`minler!

Size iki emanet bırakıyorum, onlara sarılıp uydukça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanetler, Allah`ın kitabı Kur`ânı Kerim ve Peygamberinin (a.s.m.) sünnetidir.

“Mü`minler!

“Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz! Müslüman Müslümanın kardeşidir ve böylece bütün Müslümanlar kardeştirler. Bir Müslümana kardeşinin kanı da, malı da helâl olmaz. Fakat malını gönül hoşluğu ile vermişse o başkadır.

“Ey insanlar

“Cenab-ı Hak her hak sahibine hakkını vermiştir. Her insanın mirastan hissesini ayırmıştır. Mirasçıya vasiyet etmeye lüzum yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona âittir. Zina eden kimse için mahrumiyet vardır. Babasından başkasına âit soy iddia eden soysuz yahut efendisinden başkasına intisâba kalkan köle, Allah`ın, meleklerinin ve bütün insanların lânetine uğrasın. Cenâb-ı Hak, bu gibi insanların ne tevbelerini, ne de adalet ve şehâdetlerini kabul eder.

“Ey insanlar!

“Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem`in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah`tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız, Ondan en çok korkanınızdır.

Âzâsı kesik siyahî bir köle başınıza âmir olarak tayin edilse, sizi Allah`ın kitabı ile idare ederse, onu dinleyiniz ve itaat ediniz.

“Suçlu kendi suçundan başkası ile suçlanamaz. Baba, oğlunun suçu üzerine, oğlu da babasının suçu üzerine suçlanamaz.

“Dikkat ediniz! Şu dört şeyi kesinlikle yapmayacaksınız: Allah`a hiçbir şeyi ortak koşmayacaksınız. Allah`ın haram ve dokunulmaz kıldığı canı, haksız yere öldürmeyeceksiniz. Zina etmeyeceksiniz. Hırsızlık yapmayacaksınız.

“İnsanlar Lâ ilâhe illallah deyinceye kadar onlarla cihad etmek üzere emrolundum. Onlar bunu söyledikleri zaman kanlarını ve mallarını korumuş olurlar. Hesapları ise Allah`a âittir.

“İnsanlar!

“Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz?

“Sahabe-i Kiram hep birden şöyle dediler:

“Allah`ın elçiliğini ifâ ettiniz, vazifenizi hakkıyla yerine getirdiniz, bize vasiyet ve nasihatta bulundunuz, diye şehâdet ederiz.”

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) şehâdet parmağını kaldırdı, sonra da cemaatin üzerine çevirip indirdi ve şöyle buyurdu:

Şahid ol, yâ Rab! Şahid ol, yâ Rab! Şahid ol, yâ Rab!

Video:

İslam’da İnsan Hakları

Allah Teala’nın güzel isimlerinden biri de Hakk’tır. Hak: “Gerçek, doğru ve sabit olan, bir şeyi sabit ve gerekli kılan”, “herkese ve her şeye hakkını ve müstehakkını veren” demektir. Ayrıca “sözünde yalan, vaadinde aykırılık ve fiilinde hikmetsizlik bulunmayan”, “hiçbir fiili çirkin olmayan” şeklinde tarif edenler de olmuştur.

Allah’ın Rezzak ismi bütün rızıkların, Halık ismi bütün yaratıkların hazinesi olduğu gibi, Hak ismi de bütün hakların ve hakikatlerin hazinesidir. Yani her varlık hakkını ve hakikatini o isimden almıştır. Her halde akaid alimleri de buna dayanarak “eşyanın hakikati sabittir” demişlerdir. Bunun manası şudur: Hiçbir münkir kâinat hesabına Allah’ı inkar edemeyeceği gibi, hiçbir mümin de Allah hesabına kâinatı inkâr edemez. Çünkü Allah olmasaydı kâinat olamazdı, kâinat olmasaydı, Allah hakkıyla tanınamaz ve bilinemezdi. İşte bunun içindir ki Yüce Yaratıcı, kudsî bir hadisinde: “Bilinmek ve tanınmak istedim de kâinatı yarattım.” buyurmuştur. Şu anda kâinatta bulunan bir kısım varlıklar diliyle, bir kısım varlıklar da haliyle Allah’ın güzel isimlerini, özellikle de Hak ismini zikretmekte ve verdiği haklardan dolayı Allah’a hamd etmektedirler. Onun için Yunus, bülbülün şakımalarından çıkan şak şak’ları, Allah’ın Hak ismi olarak tercüme etmiş, bülbüle seslenerek: “Seher vakti Hak Hak derken bizi de unutma bülbül” demiştir.

İstiklal şairi Akif ise:

Hâlık’ın nâmütenahî adı var, en başı Hak
Ne büyük şey kul için hakkı tutup kaldırmak” mısralarında Allah’ın sayısız isimleri içerisinde Hak isminin en başta geldiğini söylemiş, Hak’dan yana olmanın ve hakkı tutup kaldırmanın önemine dikkat çekmiştir. Bu “Hakkı tutup kaldırmanın” bir gereği olarak da:

Kanayan bir yara gördün mü yanar tâ ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim,
Adam aldırmada geç git diyemem aldırırım,
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım” demiştir.

İSLAM’DA İNSAN HAKLARI

İslam’da insan hakkı o kadar büyük, vebali o kadar ağırdır ki, bir insanın haksız yere öldürülmesini, bütün insanlığı öldürmek kadar büyük bir cinayet, bir insanın hayatını kurtarmayı da, bütün insanlığın hayatını kurtarmak kadar büyük bir sevap ve rahmet saymıştır. Bırakın öldürmeyi Cenâb-ı Hak, insan onurunu inciten bütün sözleri ve tavırları dahi insan haklarına tecavüz saymıştır. Mesela;

1-Kulunun, hatta fakir kulunun incinen onurunu tamir için Yüce Allah, ABESE suresini indirmiş, “bir daha böyle yapma” diyerek Peygamberinin şahsında ümmetin dikkatini çekmiştir.

2-Başkalarının alaya alınmasını, lakabla çağrılmasını, ayıplanmasını yasaklamış , sû-i zan ve gıybet gibi çirkin, onur kırıcı davranışlardan uzak kalınmasını istemiş ,

3-Kaş-göz hareketleriyle de olsa insanların gururunu inciten ölçüde ve tartıda hilekâr davranan, verirken az veren, alırken çok alan, böylece başkasının hakkına tecavüz edenlere yazıklar olsun buyurarak böyle kimselerden razı olmadığını ortaya koymuş,

4-Zekât, fitre ve sair sadakalar verilirken başa kakmadan, eziyet etmeden verilmesini emretmiş ,

5-Kudsî hadislerinde, hasta kullarını ziyaret edenlerin, bizzat kendisini ziyaret etmiş olacaklarını, susuz kalmışlara su verenlerin bizzat kendisine su vermiş olacaklarını açıklamıştır. Bütün bunlar İslam’da insan haklarına gösterilen fevkalade hassasiyetin bir ifadesidir.

6-İslam’ın insan haklarına verdiği değerin bir tezahürü de ana-babanın haklarına verdiği değerden anlaşılmaktadır. Bu iki varlığın hukukuna hakkıyla riayet edilse bütün insanlığın hukukuna riayet edilmiş olacaktır. Çünkü insanlığın yarısı anne veya anne adayı, yarısı da baba veya baba adayıdır. Mesela Allah, Kur’an-ı Kerim’de ana-baba hakkını, hemen kendi hakkından sonra zikretmiştir. Bırakın sövmeyi, dövmeyi, ana-babaya “öff” demeyi bile yasaklamıştır. Hadis-i şerife göre, anne hukuku o kadar üstün tutulmuştur ki, anne evladını çağırdığında evlat namazda dahi olsa, namazı bozup anasının çağrısına, namazdan sonra da babasının davetine icabet etmesi gerekmektedir. Çocuk babasının önünde yürümeyecek, ondan önce oturmayacak, ismiyle babasına hitap etmeyecek, babasına sövdürmeyecektir. Ana-babaya isyan büyük günahlardan , onlara itaat ve dua da amellerin en faziletlilerinden sayılmıştır.

7-İslam’ın insan haklarına verdiği değerin diğer bir tezahürü de, akrabanın, komşunun, kadının haklarını gözetmiş olmasıdır. Mesela, Cenâb-ı Hak akrabanın hukukuna saygı duyulmasını emretmiş ve O’nun elçisi Hz. Muhammed (s.a.) de onların ziyaret edilip, gönüllerinin hoş tutulmasını tavsiye etmiş , akrabadan ilişkisini kesenlerin Allah’ın lanetine uğrayacaklarını söylemiş: “Sana gelmeyene git, sana haksızlık yapanı affet, sana vermeyene ver” sözüyle de akrabayla ilişkinin sıcak tutulmasını istemiştir. İslamiyet komşu hakkını da fevkalade üstün tutmuştur. Mesela; Hz. Peygamber (s.a.) Cebrail’in (a.s) kendisine geldiğini, komşu hakkından ısrarla söz açtığını o kadar ki komşuyu komşuya mirasçı edeceğini sandığını, komşusuna güven vermeyenin mü’min olamayacağını, dine ve ırka karşı bir tavrı yoksa, komşusuna üç günden fazla dargın ve küskün kalamayacağını söylemiş, komşusuna selam vermesi; davetini kabul edip, hastalandığında ziyaret etmesi, ölünce cenazesine katılması, kendisi için istediğini, komşusu için de istemesi gerektiğini açıklamıştır.

8-Kadın haklarına gelince; günümüz medeniyeti, kadını koruyan surları ve kaleleri yıkmıştır. Bugün kadın, silahsız, zırhsız, sipersiz savaşan bir asker gibi amansız düşmanlar karşısında savaşmaya mecbur edilmiştir. Doğal ve huzurlu dünyasından koparılan kadın, dışı süs, içi pis, dışı cennet, içi cehennem olan bir ortama itilmiştir. Yüce dinimiz İslamiyet, kadının böyle ortamlarda telef olmasına karşı çıkmış, onun bir anne veya anne namzedi olduğunu, ayaklarının altında cennet bulunduğunu, yani saygı duyulması gereken bir hanımefendi olduğunu, mirastan pay alabileceğini, şahitliğinin kabul edilebileceğini, erkeğin yarısı olduğunu, ana-baba için erkek evlatla, kız evlat arasında hiçbir farkın olmadığını, kadın ile erkeğin birbirine benzer iki insan, iki ortak, birbirine denk iki eş olduğunu açıklamıştır.

HZ. PEYGAMBER’İN (S.A.V) HAK HASSASİYETİ

Hz. Muhammed (s.a.) Efendimiz de son demlerinde ağır hasta iken yatağından kalkmış, ashabın kolları arasında mescide gitmiş ve bütün insanlığa çok önemli bir mesaj vermiştir. Herkesin, özellikle yöneticilerin başucuna asmaları gereken o mesaj şudur: “Arkadaşlar! Bilerek veya bilmeyerek şimdiye kadar kimin hakkını almış isem işte malım, gelsin, alsın. Kimin canını, onurunu ve gururunu incitmiş isem işte canım gelsin, intikamını alsın. Benim yanımda sizin en aziziniz hakkını alan veya ondan vazgeçip helal edendir. Ancak bu şekilde ben Rabbimin huzuruna ayıpsız gidip, kurtulabilirim.

Bu izahlardan anlaşılıyor ki, Allah’ın insanlık âlemine layık gördüğü son din İslam, üstünlerin hukukunu değil, hukukun üstünlüğünü getirmiştir. Ona göre güçlü haklı değil; haklı güçlüdür. Haklı, zayıf, fakir, namsız ve nişansız , hatta gayr-i müslim bile olsa…

Vehbi Karakaş / Demokrat Gebze