Etiket arşivi: insan neden yaratıldı

Asrın En Sinsi Hastalığı ve Çaresi

Bu sinsi hastalık yanında; Ebola, Mers Cov, Kanser, AIDS vs. çok zayıf kalır. Çünkü bu hastalık, 80-90 senelik hayatı değil, EBEDİ, SINIRSIZ ve SONSUZ hayatımızı, yani Ahiret hayatımızı mahvediyor. Bu nedenle bugünkü konumuzu, bu önemli hastalığa ayırdık… 

Sınav için gönderildiğimiz şu fani dünyada insanoğlunu, yani bizleri bekleyen öyle çok tehlikeler, hastalıklar, vartalar ve şeytani tuzaklar var ki, hayretler içinde kalırsınız.

İşte bu nedenledir ki, Rahmet ve Merhameti sınırsız olan Yüce Rabbimiz, hem yüce Kitabı Kur’an-ı Kerim, hem de bizlere kılavuz olarak gönderdiği son Nebi Hz. Muhammed vasıtasıyla bizleri sürekli uyarmaktadır. Dahası; her asırda da Mücedditler ve Bediüzzamanlar gönderiyor.

Ancak insanlığın ezeli düşmanı olan Şeytan ise herkesle, her zaman tek tek ilgilenip, her birimizi binlerce çeşit sinsi tuzaklarına düşürmeye çalışmaktadır. Hz. Adem’e AS gururundan dolayı secde etmeyen Şeytanın, insanoğluna kinini Yüce Rabbimiz Nisa Suresi 118-119. Ayetlerde şöyle açıklıyor: (İlahi hikmet gereği) Şeytana Allah lanet etti ve onu Rahmetinden kovdu. O (şeytan) da şöyle dedi; “Mademki beni onların (insanların) yüzünden lanetledin, ben de o kullarından bir kısmını (!) elde edip, onları peşime takarım. Onları doğru yoldan saptırırım. Onları boş heveslerle, fani dünya ile avutup, Ahiretten yüzlerini (ilgilerini) çeviririm. … …

Ben onlara emrederim, onlar da Allahın yarattığını bozup değiştirirler, helali haram (haramı helal) sayıp dini tersine çevirirler.” Dedi. Artık kim Allah’ı bırakıp şeytanı dost edinirse, o apaçık bir hüsrana ve ziyana düşmüştür…

Bakınız, bu ayetlerde Yüce Rabbimiz “bir kısmını” buyurmuş, ancak asrımızda bir ehl-i Keşfin müşahedatıyla (gözlemeleriyle) insanların 40’ta 38~39’unun, (%95’inin)İMANSIZ göçmesine sebep olduğu bildirilmiştir. Yani şeytan insanlığını ‘çok büyük bir kısmını’ tuzaklarına düşürüyor ve imansız ölmesine sebep oluyor.  

Bugün şeytanın, en sinsi ve de en kolayca, yani pek farkında bile olmadan düşürdüğü bir tuzağı olan ŞİRK’İ ele alacağız. Şirk, küfürden sonra Allahın cc. en çok gazap ettiği bir suçtur.

Peki, ŞİRK nedir? Bu çok önemli suç ve vartadan, nasıl emin olabiliriz?

ŞİRK, direkt küfür ve inançsızlık değildir. Bazı sebepleri Allah’ın c.c. yardımcısı, hatta o sebepleri gerçek yapıcı zannetmektir. Yani O’na c.c. ortak koşmaktır. İşte Yusuf Suresi 106. Ayet: “Onların çoğu, ancak ortak koşarak Allah’a inanırlar.” Mesela: Şifayı, Allah’ı c.c. hesaba katmadan doktordan zannetmek bir nevi şirktir. En’am, 64. S.: De ki: “Onlardan ve her türlü sıkıntıdan sizi Allah kurtarır. Ama siz yine de O’na ortak koşuyorsunuz.”

Meyveyi ağaçtan, sebzeleri tarladan, topraktan ve bahçıvandan bilmek bir nevi şirktir. Başarılarımızı, Allah’ın cc. üzerimizdeki milyonlarca tecellilerini unutup, kendimizden bilmek bir nevi şirktir.

Kainattaki bütün olaylara, yani yağmur yağdırılmasına, rüzgarlara, depremlere, mevsimlere, her mevsim gönderilen vagonlarca meyve ve sebzelerin topraktan ve ağaçlardan verilmesine TABİAT namı vererek, yüce Yaratıcımızın icraatını ve tecellilerini gizlemeye çalışmak, bir nevi şirktir.

Nisa S. 48. Ayette; “Muhakkak ki Allah, kendisine ortak (şirk) koşulmasını affetmez. Bundan başka diğer günahları, dilediği kimse için bağışlar. Allaha ortan (şirk) koşan kimse, pek büyük bir günah ile iftirada bulunmuş olur.”

Peki, nasıl bir iftira bu? Mesela; sizin icat ettiğiniz bir şeyin başkasına mal edilmeye çalışılması, size ait zenginliklerin bir başkasına aitmiş gibi ifşa edilmesi, sizi kızdırmaz mı? Çok basit fakat çok net bir örnek: İntihal (TDK: Aşırma), yani bir kişinin yazdığı eserinden, başka kişilerin ifade, buluş veya düşüncelerini kaynak göstermeksizin ‘kendisine aitmiş gibi kullanması’. İntihal bir tür sahtekarlık ve hırsızlıktır.

TC hukukuna göre de cezası çok ağırdır. İşte ŞİRK de, Yüce Rabbimize ait olan icraatların, tabiata, sebeplere, doktora, ilaca, ağaca, toprağa v.s. verilmesi veya kendimizden bilinmesi de böyle bir intihaldir ve cezasının da çok ağır olacağı ayetlerle bildirilmektedir. Çünkü bu intihal bir insana karşı değil, Kainatın ve Ahiret alemlerinin yüce yaratıcısına, yani mutlak malikine karşı işlenmiş bir cürümdür.

Bir de türbe ziyaretlerinde de şirk tehlikesi vardır. Zümer, 44. S.: De ki: “Şefaat tümüyle Allah’a aittir. ..” Yunus, 3. A.: “..Onun izni olmadan, hiç kimse şefaatçi olamaz.”…

Çok ciddi tehlikelerin ve hastalıkların, elbette kurtuluş çareleri ve reçeteleri de var:

Daha önceki bir yazımda arz ettiğim GIYBET ve bugünkü konumuz olan ŞİRK vartalarına düşmemenin de birçok çareleri var. En önemlilerine kısaca temas ederek, konumuzu noktalayacağım. Fiziki hastalıkların en önemli tedbiri ve çaresi; vücut savunma (immün, bağışıklık) sistemimizin güçlü ve sağlıklı tutulması olduğu gibi, tüm manevi hastalıklarımızın da en önemli tedbiri, manevi savunma sistemlerimizin GÜÇLÜ ve SAĞLIKLI tutulmasıdır. Şöyle ki:

En önemli manevi savunma sistemimiz İMANDIR. İmanımızı sağlam, güçlü ve sağlıklı tutmanın en kolay ve en garantili yolu ise asrımızın bir nevi (çağdaş) Kur’an tefsirleri olan Risale-i Nurları sürekli okumak, dinlemek, her fırsatta mütalaa etmektir.

Bunun içindir ki İMAN İLMİNİN sürekli tahsili, VACİPTİR. Aksatan asi olur. (Bkz.: İ.Azam, İ.Şafi, İ.Hambel, S. Sevri, İ.Eşari v.d.) Sürekliliği emreden ayet ise Nisa, 136. Ayettir. (Tefsiri.)

İmandan sonra, en önemli manevi savunma sistemimiz İBADETLERİMİZDİR.

İbadetlerimizden sonra ise tesbihatlar, zikirler, dua ve evradlarımızdır. Nasıl ki kolesterol ve kalp hastalarının periyodik yürüyüş ve spor hareketleri onları usandırmaması gerekiyorsa, ibadetlerimiz de tespihatlarımız da evratlarımız da bizleri asla usandırmamalıdır. Çünkü sürekli ihtiyaç halindeyiz. Şeytan ise sürekli tetiktedir…

Her gün mutlaka birkaç kez ve birkaç sayfa Kur’an okumak ve dinlemek cismani, nurani ve Ruhani hastalıklarımıza bir nevi ŞİFA olduğu da ispat edilmiştir. Cismani, yani vücudumuza şifa oluşunu, Japon Prof. Dr. Masharu Emoto, “Su Kristalleri Mucizesi” kitabında en güzel bir şekilde ispat etmiştir. (Geniş bilgi için; İnternetten bakabilirsiniz.) 

A. Raif Öztürk

Bu Mevzu Çok Mühim ve Derindir!

Bazı dükkânların tabelalarında “Saat Dünyası“, “Mobilya Dünyası“, “Oyuncak Dünyası” vb gibi yazıların yer aldığı görülür. “Dünya” kelimesinin yer aldığı bir tabela, dünyanın kendisi için de hazırlanacak olsa; o tabelaya da “İmtihan Dünyası” yazılması en uygun olur.

Çünkü, bütün insanların bu dünyada okul hayatı içinde ve dışında çeşitli büyüklük ve önem derecelerinde ömür boyu imtihanları olur. Bu imtihanlar için heyecan duyulur, çalışılır, başarılı olmak arzusu ve gayreti gösterilir.

İnsanların dünya hayatlarında akıl ve iradeleriyle en büyük ve en mühim imtihanları ise, onların Marifetullah (Allah’ı tanımak) ile ilgili imtihanlarıdır.

Allah; Hâlık (Yaratan), insan ise mahlûktur (yaratılmış olandır). Bir sanat eseri, herhangi bir eşya veya makinenin kendi yapımcısını zatıyla tanıması mümkün olmadığı gibi, insan da canlı ve ayrıca başka hiçbir varlıkta olmayan akılla teçhiz edilmesine rağmen, o da Hâlık olan Allah’tan başka tüm varlıklar gibi mahlûk olduğundan, Hâlıkı olan Allah’ı zatıyla tanıyamaz; ancak isim ve sıfatlarının, yaratmış olduğu varlıklardaki akislerini, tecellîlerini görmek şeklinde Allah’ı tanıyabilir.

İşte, insanın içinde yaşadığı “İmtihan Dünyası“ndaki en büyük ve en önemli imtihanı olan “Marifetullah ile imtihanı” budur. Okullarımızda, fizik, kimya, biyoloji, jeoloji vd fen ve tabiat bilimlerinde tabiattaki varlıklar ve olaylar “Tabiat Kanunları” ismi verilen bazı sebeblere bağlanarak açıklanmaya çalışılır. Halbuki (“Âdetullah Kanunları” denilmesi daha doğru olan) “Tabiat Kanunları“, sadece “Sebebler Perdesi“dir; bahsedilen varlıkları ve olayları açıklamakta aslında çok yetersizdir.

İnsanın “İmtihan Dünyası“ndaki en büyük ve en önemli olan “Marifetullah” konusundaki imtihanı, fen ve tabiat bilimlerinde bahsedilen, tabiattaki bu “Sebebler Perdesi”ni aşarak, o “perde”nin arkasındaki “Sebebleri Yapan ve Çalıştıran“ı aklını iyi kullanıp akıl gözüyle görebilmesi ve iradesini de iyi kullanıp, O’nun istediği şekilde dünyada yaşamasıyla ilgili olan imtihanıdır.

Sebebler Perdesi“, fabrika dokuması polyester perdeler yaygınlaşmadan önce, elle örülen ve yakından bakılınca arkasını iyice gösteren iri delikleri bulunan tenteneli perdeler gibidir; ona yakından ve dikkatle bakan, o perdenin arkasını da görebilir ve o perdeyi bu şekilde gözüyle ve aklıyla aşabilir. Bu mevzu çok mühimdir ve derindir; insanın ebedî saadeti kazanabilmesi veya kaybedip tam aksi bir akıbetle “Dünya İmtihanı”nı kaybetmesiyle çok yakından ilgilidir.

Allah hepimizi, ‘Dünya İmtihanı’nı başarabilenlerden eylesin” duasını kolayca yapabiliriz; fakat bunu başarabilmek meyli, isteği ve gayreti kişi tarafından gösterilmezse, bu duanın o kişi için kabul edilebilme ihtimali yok denilecek kadar azdır.

Sebebler Perdesi“ni aşarak onun arkasındaki “Sebebleri Yapan ve Çalıştıran” Allah’ı akıl gözüyle görüp tanıyabilmemiz (Marifetullah) ile ilgili olarak, dünya hayatımız boyunca varlıklar ve olaylar karşısındaki anlayış ve yorumlayış şeklimiz, her varlık ve olay için mühim birer imtihan sorusuna, neticesini âhirette göreceğimiz cevabımız olabilir.

Prof. Dr. Mustafa Nutku

www.NurNet.Org

Fitnelere Dikkat!

Zamanımızın pek çok imtihanı var karşı karşıya kaldığımız… Ahir zaman fitnesinden Allah’a sığınan Allah dostları, bu fitnelerden istiâzeyi hep vird yapmışlardır dillerine… Onlar büyük tehlikeyi basiretle görmüş ve Ümmet’e rehber olmuşlar.

Allahümme ecirnâ minnâr… Allahümme ecirnâ min külli nâr…’‘ Yakıcı, tahrip edici, maddî/mânevî ateşlerden,  cehennemlerden sığınmışlar Rabbimize… Dinî ve dünyevî  musibetlerden, Mesih ve Deccal’in fitnesinden, sapıklıklardan, bid’alardan ve belalardan, nefs-i emmârenin şerrinden, Şeytanın desiselerinden, ahir zamanın tüm fitnelerinden…Ve arkasından, zamanın en cazibedar imtihan vesilesi olan aldatıcı nisa taifesinin şerrinden, belasından ve fitnesinden sığınmışlar!..

Bu zamanda Yusuf olabilmek çok zor!.. Züleyhalar köşe başlarını tutmuş kol geziyor. İnternette sinsice dolaşıyorlar avlarının peşinde… Karşı cins için de aynı tehlike söz konusu… Ne zaman bir av yakalasa, ne aile bırakır, ne huzur, ne ibadet, ne ahlâk ve ne de hizmet aşkı!.. İşi gücü nefis ve hevasını tatmin etmek… Bu yüzden nice aileler yıkıldı, ocaklar söndü, huzur ve sükûn berhevâ olup gitti. Ve malesef bu kasırgaya müslüman ailelerden tutulan çok oldu.

Nice müslüman hanımların  iffet, haya, iman ve ahlâkı bu kirli ve delaletli yolda yara aldı.  Eşinden, ailesinden, çevresinden ve sevdiklerinden oldu. Öyle bir kasırga ki, bazen facelerde vurdu, bazen mesengerde vs. sosyal medyada hep nefis, hevâ ve Şeytanın zebunu yapıp çıktı. Yerinde ve maksadına uygun kullanılmadığı zamanlarda, öylesine yolunu kaybettirdi ki, gece yarılarına kadar bu mayınlı tarlada gezdirip Şeytana maskara yaptırdı. Uykusuz gecelerin ardından sabah namazının geçirilmesi, iş yerinde yorgun, kızarmış gözler ve bitkin bir performans ve üzerinde kalan günah yükü! Bu fâni hayatta, bâkî hayatı kazanmak varken; boş, mâlâya’nî, günahtan başka sermaye üretmeyen fuzûlî işlerle iştiğal etmek hiç mü’mine yakışır mı? Tüm bunlar, iki rekat Teheccüd namazının lezzetine, kazandırdığı huzura denk gelebilir mi?

Çoğumuz, işimiz gereği teknolojiyi  kullanmak durumundayız. Onu kontrolümüzde tutup esiri olmamak en akıllı yoldur. Mesleğimiz gereği (e-okul, K12, not/ödev kayıtları hariç) günlük 30 dakika, bazen en fazla bir saati geçmez buralarda kalışımız.

Senin imtihanın hangisi?

Herkes bir imtihan süreci yaşar bu dünyada.

Her zaman stabil bir hayat mümkün değil. Engeller, engellemeler, tağyirler, tebeddülatlar/değişimler/tahviller/değişiklikler/tecelliler v.s…

Kimi eş, kimi aş, kimi maaşla denenir. Kimi evlat, kimi salât, kimisi tâat, kimi mahâret, kimi tahâret, kimisi de ikametle tecrübe edilir.

Kimisi mal, kimi servet, şöhret, güzellik, şân ve şerefle imtihan edilir.

Kimi ilim, kimi filimle, kimi zevk, kimi elemle, kimi belâ, hayat-ı a’lâ ile sınava tâbi tutulur.

Mü’minlerin imtihanı daha  bir başka…

Allah Teâlâ, rubûbiyyet (her şeyi yavaş yavaş kemâline kavuşturmak) sıfatıyla bizleri iki şekilde imtihana tâbi tutar:

Biri: lütuf ile,

Diğeri: kahr ile.

Bir başka deyişle; biri cemâl, diğeri celâl iledir. Sadece lütuf ve  cemâl ile terbiye olmayı düşünmek, imtihan sırrına aykırıdır. Cenâb-ı Hak, imân ehline önce kahrın tecellileriyle muâmele eder, daha sonra lütfun tecellileriyle onların yaralarını sarar ve yardımına koşar. İmân ehli üzerinde âdetullah (kevnî kanunlar, sünnetullah) çoğunlukla bu şekilde tecelli eder. Resûl-i Ekrem (a.s.m) ve Hz. İbrâhîm (a.s)’ın hayatı buna en güzel örnektir.

O Mâlikü’l-Mülk, Habîbini on üç  sene Mekke’de kahhâr bir elle çalkalandırdı,  müşrikleri başına musallat etti, Medine döneminde ise, O Zât-ı mübâreki on yıl münâfık, müşrik ve ehl-i kitapla mücâdele ve mücâhede ile imtihâna tâbi tuttu. Bunca sıkıntı ve zorlukların neticesinde başta kendisine ve ümmetine pek çok fetihlerin yolunu açtı. Özellikle Hz. Ömer döneminde İslâm’ı yücelterek aziz kıldı.

Kur’ân’a talebe olma şerefine erenler de bu tarz bir imtihan sürecinden geçmektedirler.

Cenâb-ı Hak, bazen lütuf ile okşar, hâdiseleri lehimize yönlendirir, ikramlarda bulunur, rahmetiyle sevdirerek dergâhına celb eder. Bazen de kahhâr bir eli işleterek belâ ve musîbetlerle te’dîb ve terbiye eder. Böylece izzet ve celâlini hatırlatır.

Mü’minlere dünyâda verilen belâ ve musîbetler günahlarına keffâret olur.

Kâfirin küfrü ise, o kadar büyük ve dehşetlidir ki, cezâsı bu düyâya sığışmadığından âhirete te’hîr edilir.(1)

Cemiyetlerin, toplumların, milletlerin değişik biçimlerde işledikleri isyân ve günahlar, gayr-i meşrû’ iş ve işlemlerin bu dünyada iken geri bildirim tarzında dünyevî cezalarıdır.

Mâdem ehl-i imân olarak Allah’ın rubûbiyyetine razıyız. Öyle ise, rubûbiyyetinin gereği olarak başımıza gelenleri de sabır ve rıza ile karşılamak durumundayız.

Kişi en sevdiği evlâdını kaybeder, çok sevdiği bedeni hastalığa müptela olur, meftun olduğu malı iflas eder, ani bir depremle evi yıkılır, eşyası telef olur, evlatları isyan eder, dostlardan azar işitir,  işleri yolunda gitmez. “Acaba ben ne yaptım” diye derin derin düşünür. Rabbine karşı nasıl bir tutum sergilediğini, hata ve kusurlarını gözden geçirir, otokritik yapar, değerlendirmelerde bulunur. Ve sonuçta nefsinin kusurlarını, hayatındaki eksileri not eder. İmânının gereğini yerine getirir, sevdikleriyle sınava tâbi tutulduğunu, mal ve canıyla denendiğini anlar.

“Ve sizi bir imtihân olmak üzere şer ile ve hayr ile tecrübe ederiz. (sonunda) bize döndürüleceksiniz”(2)

Acaba verilen vücûd, sağlık ve hayat nimetini ibâdet, taat ve hizmet yolunda mı, nefis ve hevâ yolunda mı harcıyoruz?

Bu imtihan ve tecrübe meydanında hiçbir kimse bu imtihandan muaf tutulmamıştır.

Allah’ın en sevgili kulu olmasına rağmen Hz. Muhammed (s.a.v)’ın uhud savaşında dişi şehid edilmiş, mübârek yüzü kana bulanmıştı. Hayatı boyunca sayısız eza ve cefâya katlanmış, günlerce aç ve sususz kalmıştı. (3)

Nûrânî kafilelerin önünde belâ ve musîbetler eksik olmamıştır.

Kur’ânı, İslâm’ı, Peygamberi sevmenin bedeli hep ağır olmuştur bu sırdan ötürü. Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.v)’e, “Seni seviyorum” diyen bir sahâbeye, “O halde belâ ve musîbete hazır ol”şeklinde O sahâbiyi geleceğin sıkıntılarına hazır olması konusunda  irşâd buyurmuştur.

Demek belâ ve musîbetler, günahların neticesi, mükâfâtın da mukaddimesidir. Bir başka ifade ile, günahların keffâreti, gelecek saâdetin de müjdecisidir.

O halde, mülk bizim değildir. O, istediği gibi tasarruf eder. Biz O’nun tasarrufâtı

altında gizli olan hikmetlerini seyr etmek, takdirini fikretmek, kusurumuzu derk

etmekle mükellefiz.

Rahîm, Hakîm ve Vedûd ismini şefaatçi yaparak Rahmet-i Rahman’a iltica ediyor, her türlü fitneden O’na sığınıyor ve O’na tevekkül ediyoruz.

İsmail Aksoy

www.NurNet.Org

Dipnotlar:

1- bkz. Bedîüzzaman Said Nursî, Lem’alar, 10. Lem’a

2- Teğabun Sûresi, 15, Enfâl Sûresi, 28

3- bkz. a.g.y, Lem’alar, 25. Lem’a, 15. Devâ

Ene Risalesi, İlim, Felsefe ve Dinler Tarihi..

Bediüzzaman’ın ben yani eneden hareketle bir felsefe tarihi seyahatidir ene risalesi. Ben’in penceresinden din, felsefeve bilim tarihini kolaçan etmektir. Bediüzzaman bu eseri için “en dindar filozof bile bu eseri bu kadar kısa sürede kaleme alamaz”der.

Bu eserin bir felsefe tarihi enmuzeci olduğunu ifade ettiği gibi, kendisine de hangi ünvanı verdiğini metnin arka planında söylemektedir. En dindar fiozof bunu kaleme alamaz ise o zaman Bediüzzaman nedir?, onu da okuyucular düşünsün.

Hani bir hükümdar çok özel bir ata sahipmiş, çevresindekilere demiş ki “bu atın ölümünü kim haber verirse onu onun akıbetine duçar ederim” Gel zaman git zaman at ölmüş, vezir bakmış ki öldü desem ben de öleceğim, o zaman hükümdarı çağırmış. Hükümdar demiş “ bu at yatmış mı “ , “Evet efendim” demiş. Peki yemiyor mu “ hayır efendim” demiş, “ peki nefes almıyor mu “ , “ hayır efendim” demiş. “Desene ki vezir bu at ölmüş” , “ vezir de ölümden kurtulmuş gibi nefes almış ve demiş” , “Ben demedim Efendim siz dediniz.” Zekavetiyle mevtten kurtulmuş.

Bediüzzaman enenin penceresinden baktığını anlatır “Ene zaman-ı ademden şimdiye kadar alem-i insaniyetin etrafında da budak salan nurani bir şecere-i tuba ile müthiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir.”

Adem zamanından günümüze bütün fikir hareketlerinin kaynağı bu “ene“, yani “ben“dir. Klasik din öğretisi iman ve islamın şartları ile ortaya çıkan bir bütünlüktür. İmanın şartları islamın şartlarını zorunlu olarak ortaya getirir , ikisi birden bir bütünlük içinde bir şahsın dini kimliğini oluşturur. Bediüzzaman burada dini çok farklı olarak izah eder. İnsan beni gizli hazine olan Allah’ın isimlerini okuyan açan bir anahtardır. Burada görsel birdin vardır, ene bir anahtar, gizli sırları taşıyan, gizli hazine olan isimleri okuyacak okuma eğitimi almıştır, veya okuyacak özelliklerle donatılmıştır. “ikra bismi rabbikellezi” derken , Allah’ın adı ile oku diyor. Yani Allah’ın isimlerini ki onlar gizli hazinelerdir onları okuyacak anahtarlar sendedir, o şekilde okuyabilirsin. Bütün ilimler bu isimlerin yansımalarından, varlığa yansımalarından okunan bilgilerden oluşur.

Kur’an’da Allah adına okumayı salık verirken, nasıl okunacağı konusunda da örnekler verir. Kur’an baştan ayağa okuma örnekleri ile doludur.Gerek kozmik ayetleri , güneş, yıldızlar,geçeğenler, hareketleri, hikmetleri hep bu hikmetli okumalardır. Çünkü insanlık Kur’an’dan önce acemi kainat okumaları yüzünden hayatını karartmıştır.

Galile’nin dünyanın döndüğünü demesi bir okumadır, o gün döndüğünü söylemek bile yanlış okumadır. Kur’an da “ güneş döner “ demek ile yanlış okumayı ortaya koyar, çünkü güneş eski astronomiye göre sabittir. Ama Bediüzzaman dönmeye de bir okuma olarak bakar ” hareketen fi hikmeti “der yani hareket başı boş değildir, bir gaye uğruna döner, döner zamanı meydana getirir, döner mevsimleri meydana getirir, döner mahlukatı dokur.
Mucizat-ı Kur’aniye risalesinde kırka yakın cümle ile Kur’an’ı tanıtır. Bütün bunlar okumaktır. Tercüme bir tür okumaktır, ancak tercümede iki dil vardır, biri tercüme edilen, bir de tercüme edilen metni nakletmek.

Kur’an şu kitab-ı kebir-i kainatın bir tercüme-i ezeliyesi “ Hem kitap hem tercüme.. demek kitap öyle bir bakışta anlaşılır bir şey değil onun dilini tercüme etmek gerekir. Çünkü pagan dönemlerde kainat okumaları tercüme edilmemiş yabancı bakışlar ve okumalardır. İkinci tarif ve tavsif cümlesinde “ayat-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedisi “ Yine burada okumak fiilini kullanmış Bediüzzaman, ayat-ı tekviniye bütün müsbet ilimler denen görünen fiziki varlıkların okumasıdır. Bediüzzaman birçok ilmi okur, ve vardığı sonuç “ ben baktım ki onların okudukları ile Kur’an’ın okumaları örtüşüyor, denk geliyor , o zaman onları bırakıp Kur’an okudum” der.

Mütenevvi diller ilimlerin kozmik ayetleri okumalarıdır. Ama onlar hakikatı okuyamamıştır. Üçüncü cümle yine okumak üzerine kurulmuştur. “ Şu alem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri” burada mana açık, Kuran görünen görünmeyen alemleri okuyan bir müfessir, müfessir yorumlayan , tefsir eden demek,ama tefsir usülü diye bir ders var, Kur’an ‘ı tefsir etmeden önce metodoloji demektir, işte bu ayetleri okumak da tefsir metodolojisi bilmek ile olur, Bediüzzaman kainat ayetlerini gizli açık okuma metodolojisi veren bir insandır. Bütün risaleler bu okuma metodolojisinin alıştırmaları ile doludur.

Risale-i Nur kainat kitabını tefsirin metodolojisini veren bir kitaplar zinciridir. Dikkat edilirse Risale-i Nur’u okumada bir tasnif gerekir, önce şunu sonra şunu daha sonra şunu demek. “Risale-i Nur başta perdeli gidiyor, sonra gittikçe açılır “ diyerek bu metodolojik okumaya kısmen işaret eder. Burada anlatılan kur’an tariflerine göre bir Risale-i Nur okuma programı çıkar, bu kırk madde okuma tarzlarını ortaya koyar. Çünkü bütün metinlerin içinde okuma fiili ya zahir ya muzmer vardır. Ama bu ülkenin aydınları Kur’an’ın metnini dahi okuyamamaktır, o halde Kur’an ne kadar hayatımızın içindedir?

Bir felsefe kongresinde kuçuradı Kant’ın bir sıralamaya göre okunması gerektiğini söylemişti, Kant böyle olursa Bediüzzaman nasıl olur. Risalelerin okuma ve anlaşılması konusunda bir sıralama ortaya koyan çalışmalarımız yok. Keşke olsaydı. Altın hazinesi üstünde oturup ondan birşeyler üretmemekti, birçok şey.

Ene “ kainatın tılsım-ı muğlakının dahi anahtarı”dır. Ne kadar kapsamlı bir anahtardır ene. Kainat bir açılması zor tılsımdır. Kainatın tılsımını dinler, ilim ve felsefe çözmeye çalışmıştır, dünyalar dolusu kitaplar hep bu konuda yazılmıştır. Ama ene , ben bu muğlak sırları çözecek bir keyfiyet ve istidad ve uygulama mantığı kazanmamışsa onları okuyamaz. Bediüzzaman okumadaki doğruluğu ene nin de anlaşılmasına bağlar. Önce anahtarın anlaşılması gerekir. Ene psikolojinin , dinin, psikanalizin, felsefenin odağında bir kelime ve kavram. Bediüzzaman bütün ilimlerin odağındaki bu kelimeye nasıl büyük gayretlerle görmüş. Ene’ye bir sıfat grubu vermiş, “bir muamma-yı müşkül küşadır, bir tılsım-ı hayret fezadır” Bu muğlak kelimelerden oluşan terkibi kurmak bile güç mesele “ muamma-yı müşkül küşa” zorlukları aşan bir muamma, zorluk ve muamma, müşkül ile muamma, ama muamma çözülürse müşkülleri çözebilir, yani anahtarı anlarsanız kapıları açarsınız. Risale-i Nur bu ene anahtarının tedricen açılması, anahtar olduğunun anlaşılmasıdır.

Anahtarın mahiyetini anlatır, metin yavaş yavaş açılır, öyle bir açılma seyri vermişkiene risalesine yavaş yavaş açarak eneyi anlatır. Tarif şöyle “ Sani-i Hakim insanın eline emanet olarak Rububiyetinin sıfat ve şuunatının hakikatlarını gösterecek tanıttıracak işarat ve nümunelerini cami bir ene vermiştir. Ta ki o ene bir vahid-i kıyasi olup evsafı-ı rububiyet ve şuunat-ı uluhiyet bilinsin.” Uluhiyetin işlerini ve rububiyetin vasıflarını anlayacak işaret ve nümuneleri cami bir ene “O işaret ve nümuneleri görmek ve onlar ile Rububiyet ve uluhiyeti anlamak. Yani anahtar rububiyetin ve uluhiyetin sırlarını çözecek işaret ve nümuneleri içinde barındırıyor. Enenin bu cami kapsamlı mahiyeti bilim tarafından görülemmiş sadece enenin cinsel gücün motoru ve zevklerin kaynağı olduğu konusunda çok şey söylenmiş, psikanalistler ve psikologlar enedeki sapmaları ancak psikanalitik seanslarla düzenlemeye gitmişler ama beyhude. Bediüzzaman bilim tarihinin psikolojinin ve sanat ve estetik tarihinin gündemine gelmeden ölürsem ne anlamı var , O’nu klasik bir tanıtımla dahi anlatamıyoruz. Adam yetiştirme sanatı mıdır bu iş öyleyse nedir.

Şu cümleler ilk cümlelerin biraz daha tafsili izahı.”Alemin mifhatı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır. Kainat kapıları zahiren açık görünürken hakikaten kapalıdır. Cenab-ı Hak emanet cihetiyle insana ene namında öyle bir miftah vermiş ki alemin bütün kapılarını açar ve öyle tılsımlı bir enaniyet vermiş ki Hallak-ı Kainatın künuz-ı mahfiyesini onun ile keşfeder” 

İnsan Allah ve kainat ilimin dinin ve felsefenin etrafında dolaştığı üçgen, Bediüzzaman bu üçgeni enenin mahiyetini çözerek ortaya koyar ve ondan sonra Allah’ın da kainatın da anlamları anlaşılır hale gelir.

Bediüzzaman kendi enesini kainatın ve esma-yı ilahiyenin sırlarını açacak şekilde hazırlamış, onun hayatı bu enenin yetişmesi ve sırları çözmesine endekslenmiştir. Bütün çektiği çileler bu anahtarı anlamak ve onunla alemin ve uluhiyetin sırlarını çözmek üzerine kurulmuştur. Darısı bizim enemizi terbiye etmemize vesırlarla yüz yüze kalmamıza. Ama böyle biristek yoksa çözüm de yok, ene bizi kemiren bir kene, zevkleri ile rahatı ve gayretsizliği ile..

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org

Âlemin Yaratılış Sebebinin Birisi de Duadır

Dua eden ellerMemleketimizin birçok yerlerinde havaların ısındığı ilkbahar aylarında türbe ziyaretleri yapılıyor. Anadolu yöresinde bu ziyaretler daha revaç görmektedir. Tarikat şeyhleri, din âlimi, ilim ve irfanla ömrünü sırat-i müstakim üzere geçiren Allah’ın sadık dostları, Hayatta iken insanların teveccühlerine mazhar oldukları gibi; vefatlarından sonra da türbeleri ziyaret edilir, dualarla ilgi ve alaka devam eder.

Türbe ziyaretlerine kimi Allah rızası için gider, duada bulunur. Kimi maksadı aşarak maddi manevi istek ve dileklerde bulunur, Dua ve dileğin kabulü için mezar civarında bulunan ağaçlara bez-çaput bağlayanlar, ölüyü vesile kılıp adakta bulunanlar, türbenin taşlarını öpenler,  dilek taşlarına taş yapıştıranlar, çocuk sahibi olmak için türbenin toprağını başına dökenler, nazardan, afat ve musibetlerden korunmak için türbenin üzerindeki beze sarılarak batıl inançlara itibar edenler var.

Bu batıl ve maksadı aşan ziyaretler ölünün ruhunu rahatsız ettiği gibi, yapılan boş ve afakî duaların ve ziyaretlerin de kimseye faydası olamaz. Şark’ta darb-ı mesel bir söz var. “ Huda dağı saman yapabilir, işlek’in başını da içine koyabilir. Ama yapmadığı şeyi yapmaz.” Yani esbab-i kabul dairesinde yapılmayan, lüzumsuz ve malayani dualar boşa çene çalmaktan ibarettir.

Diyarbakır yöresinde uzun zaman müftülük yapmış nüktedan ve hazır cevap merhum Mehmet Uyanık, camide biri dua ederken, “Ya Rabbi bana iman ver, Ya Rabbi bana iman ver” durmadan bu isteğini tekrar edince, rahmetli müftü de “Yarabbi bana da bir kamyon ver; bir otobüs ver.” duada bulunur,

Adam, “ Sen ne diyorsun, iman istesene, durup dururken kamyon, otobüs Allah’tan istenir mi?”

Müftü: “ Kardeşim senin herhalde kamyonun; otobüsün var,  Benim de imanım var, işte ikimizde olmayanı istiyoruz” der,

Evet, bu hadisede alınan mesaj bu olsa gerek: Elbette iman’da; mal’da istenir, fakat kabul ola bilecek duaya âmin demek lazımdır. Esbaba başvurmadan sadece kavli dualarla isteklerde bulunmak eksikliktir.   Allah’ın ve Resulünün emirlerine riayet edilirse, farz olan emirler noksansız yapılırsa, helâl dairede çalışır, haramdan uzak kalırsa istikamet üzere iman ister, keza insan fiilen çalışıp helal kazanç elde ederse elbette kamyon da, otobüste isteyebilir. Hem ahiret hem de dünya ikisi için de fiili ve kavli çalışmak lazımdır. Yoksa, durup dururken ne iman gelir, ne de otobüs….

Bediüzzaman, fiili ve kavli dua için şöyle diyor:”… Zira sebeplerin bir araya gelmesi ve hal ve fiille yapılan dualar, Cevad-ı Mutlak’ın isim ve unvanına müteveccih olduğundan, kabule mazhariyeti ekseriyet-i mutlakadır.” 1

Bediüzzaman, başka bir eserinde  “….Duanın tesiri büyüktür. Özellikle dua devam ederse netice vermesi galiptir, hatta âlemin yaratılış sebebinin birisi de duadır. diyor,2

Zaman zaman Kur’an’ın Ayet’lerinden belirli bir sayıda (Ayetül kürsü, fatiha-i şerif, İhlâs süresi vs.)  ayetleri bir gayeye maksat yaparak çocuğum şu okulu kazansın, ben şu işe gireyim, zengin olayım gibi dua ve dileklerde bulunanlar da oluyor. Ayetleri okuyup dilek ve arzusu yerine gelmediği zaman bu kez Kur’an’a ve hadislere karşı inanç ve itikadı kırılıyor. Bu nedenle Kur’an’ın Ayetlerini dilek ve maksatlara vesile değil, esbab-ı kabul dairesinde dua ve ibadet niyetiyle okunmalıdır.

Cenab-i Allah (cc) “ Biz, Kur’an’dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, mü’minler için şifa ve rahmettir; zalimlerin ise yalnızca ziyanını arttırır.” buyurur.3

Mü’min, Kur’an’dan feyz almasını bildiği, bu maksatla okuduğu, dinlediği için, Kur’an ayetleri kendisine şifa ve rahmet vesilesidir. Buna karşılık, hastanın ilaçtan yararlanmak istemeyişi onun hastalığını artırdığı gibi, zalimin Kur’an’dan uzak durması da onun hüsranını artırır.

Fatiha suresinde: İyyake na’büdü ve iyyake neste’in, ayet-i Kerimede Cenab-i Allah mealen şöyle buyurur: “Ancak sana kulluk ederiz ve yalnız senden medet umarız.” 4

Allah’tan başka kimseye ibadet edilmesin, medet ve yardımda o’ndan beklensin. Aksi takdirde ölmüş bir insandan, taştan, topraktan, ağaçtan ve bezden imdat ve medet beklemek tamamen batıl ve hurafe bir davranıştır. Ancak Allah ve Resulünün değer verdiği şeylere kıymet ve değer vermek lazımdır.

Peygamberimizin değer verdiği her şeye, sahabe-i kiramda kıymet ve değer vermişlerdir. Örneğin: Hz. Ömer (ra) bir umre’de, Haceru’l Esved’i öperken şöyle buyurmuş: “Biliyorum ki sen bir taşsın, ne bir faydan ne de zararın vardır. Ben Resulullah’ı (asm) seni öperken görmeseydim, asla öpmezdim.” 5

İşte Hz. Ömer, (ra) haceru’l evsed’i öpmesi, peygamberimizin onu öpmesi içindir. Dolayısıyla haceru’l esved’i öpmek sünnettir.

Allah(cc) bazı yerlere kutsiyet lütfetmiştir. Örneğin Mescid-i Aksa, Mescid-i Haram ve Ravza-i Tahire gibi mukaddes mekân olarak kılınmıştır. Bu kutsiyet tamamen Allah’ın tasarrufu altındadır. Hacerü’l Esvet taşı aziz kılmıştır, hikmeti de ancak o’ bilir. Bize düşeni ise mübarek saydığı şeylere bizim de saygı göstermemizdir. Mübarek olan mekânlara indirilen rahmet ve bereketten istifade ederek bolca dua etmek,  batıl ve hurafe şeylerden uzak kalmaktır. Saygılarımla,

16.5.2013

Rüstem Garzanlı / Diyarbekir

Kamu Yöneticisi

 

ALINTI LAR:

 

1- 23. Söz, 1.mebhas,

2- 24. Mek.1.zeyl.

3- İsrâ,82/ Diyanet yay.

4- Fatiha,5.  “

5- Tecrid-i Sarih terc.