Etiket arşivi: İran

500 Bilim Adamı İstanbul’da Nübüvveti Konuşacak

risale-i nur nubuvvet sempozyumu 2013

22-24 Eylül tarihleri arasında İstanbul’da gerçekleşecek olan “Nübüvvet” konulu 10. Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumuna dünyanın birçok ülkesinden bilim adamları geliyor.

İtalya, Somali, Brunei, Güney Afrika, Suriye, Mısır, Irak, Cezayir, Fas, Tunus, Kırgızistan, Rusya, Burkino Faso, Uganda,  Nijer, Nijerya, Yemen, Suudi Arabistan, Ürdün, İran, Pakistan, Afganistan, Hindistan, Filistin, Malezya, ABD, Almanya, İngiltere, Avustralya, Romanya, Endonezya, Sudan, Azerbaycan, Malezya, Singapur, Filipinler, Lübnan, Moritanya, Kırım, Türkiye ve daha birçok ülkeden, 13 ü bayan 83 ü erkek toplam 96 tebliğci, 300 ün üzerinde gözlemci katılıyor. Ayrıca gözlemci olarak da 50 kadar bayan akademisyen geliyor.

İstanbul İlim ve Kültür Vakfı tarafından düzenlenen “Hakikat Arayışında Nübüvvetin Rolü: Risale-i Nur Perspektifi” konulu sempozyum için gelen bilim adamları Peygamberlerin insanlığın yolunu aydınlatmada üstlendikleri ilahi vazifenin önemine dikkat çektiler.

ÜRDÜN , Ehl-i Beyt Üniversitesinden Prof. Dr. Ziyad Halil Al Daghamin :

RİSALE-İ NUR NÜBÜVVETİN GEREKLİLİĞİNİ EN GÜZEL DELİLLERLE AÇIKLIYOR

Sempozyuma Ürdünden katılan  Prof.Dr. Daghamin tebliğinde Risale-i Nur’un kâinat kitabının tarifini ele aldığını bununla birlikte kâinatın varılması gereken maksatlarından Allah’a imanı, Tevhidi, Ahiret’e imanı, nübüvvetin gerekliliğini, peygamberlere imanı ve insanın şükür’e erişmesini en güzel delillerle açıkladığını ifade etti.

Bedizzaman Said Nursi’nin nübüvvet konusuna bakışı hakkında dünyanın farklı ülkelerinde bulunan akademisyenlerin görüşleri şöyle;

PEYGAMBER SÜNNETİ BÜTÜN DERTLERE ÇARE

Nübüvvet sempozyumuna Cezayirden katılan Prof. Dr. Rabah Dafrur, tebliğinde şu görüşlere yer verdi:

“Bediüzzaman Hazretleri, Peygamberimizin Sünnetinin insanın bütün hayatının bütün yönlerini şümullü bir şekilde ele aldığını ve bütün problemlerine çözüm getirerek bütün dert ve hastalıklarına çare olduğu tasavvurundadır. O; Sünnetin desturlarının ruhi, aklı, kalbi ve sosyal bütün hastalılara en güzel ilaç olduğunu ispat eder.”

GÖRDÜĞÜMÜZ GÜZELLİKLER YARATICININ GÜZELLİĞİNİN GÖLGELERİNİN GÖLGELERİDİR

 Yıldız Teknik Üniversitesinden  Rasim Soylu etrafımızdaki güzelliklerin kemal sahibi bir yaratıcıdan geldiğini belirterek tebliğinde şunları kaydetti.

“Bediüzzaman sevdiğimiz şeylerde gördüğümüz güzellik ve mükemmelliğin, sonsuz güzellik ve kemal sahibi bir yaratıcının güzelliğinin çok perdelerden geçmiş zayıf bir gölgesi, hatta gölgenin gölgesi olduğunu söyler.”

ABD Trinity Enstitüsünden Robert Owens Scott tebliğinde Bediüzzaman’ın bakış açısından peygamberliği kalema aldı.

‘‘Said Nursi egemenlik, istismar ve şiddet sistemlerine yol açan saptırmalara peygamberliği bir siper olarak görmektedir. Said Nursi’ye göre peygamberler lider ve eğitimcilerdir. Onların rolleri insanları İlahi irade doğrultusunda bir düzene getirmektir.’’

İNSANLIĞIN NÜBÜVVETE OLAN İHTİYACI YERYÜZÜNÜN GÜNEŞE OLAN İHTİYACI GİBİDİR

Sempozyuma Hindistan Jamia Millia Islamia Üniversitesinden katılan öğretim görevlisi Prof. Dr. Iqtidar Mohammad Khan tebliğ metninde Bediüzzaman’ın diğer İslam filozofları gibi karmaşık bir dil yerine kolay ve anlaşılır bir dil kullandığını kaydetti.

Khan ayrıca tebliğ metninde Kur’an’ın temel gayelerini ele alarak şunları kaydetti.

‘‘Bediüzzaman’ın nübüvvet hakkındaki görüşleri, diğer İslam filozoflarının görüşlerine kıyasla oldukça nettir. Kur’an’ın mesajını ve nübüvveti anlatırken diğer İslam filozoflarının kullanıldığı karmaşık dilin aksine kolay anlaşılır bir dil kullanmıştır. Üstad Bediüzzaman “Kur’an’ın temel gayeleri dörttür; tevhid, nübüvvet, haşir, adalet ve ibadet” der. Buradan da anlaşılacağı üzere nübüvvet Nursi’nin fikir ve eserlerinde önemli bir yere sahiptir. Nursi, insanlığın nübüvvete olan ihtiyacını yeryüzünün güneşe olan ihtiyacına benzetir. Çünkü peygamberler insanlığın önderleridirler.’’

BÜTÜN PEYGAMBERLER AYNI MESAJI VERMİŞTİR: YARATICI BİRDİR VE TEKDİR

ABD Virjinya İlahiyat Okulundan Nübüvvet sempozyumuna katılan Prof. Dr. David Scott tebliğ metninde şu önemli konuları ele aldı:

‘‘Allah’ın tüm peygamberlerinin insanlığa bildirdiği esas mesaj, Yaratıcının birliğidir. Bütün peygamberler aynı mesajı vermiştir: Yaratıcı birdir ve tektir. Bu mesaj hayatın özüdür. Bu, post modern insanlarla iletişime geçerken yararlanılacak en önemli husustur çünkü bu gibi insanlar hayatın manasını ararlar. Ve mana ve birlik temelde birbirleriyle bağlantılıdır.’’

 

NÜBÜVVET TARİHİN ŞAH DAMARINA HAYAT VE CANLILIK VERDİ

Mısır Zegazig Üniversitesinden tebliğ metnini sunan Usama Abul Abbas Şahvan kurumak üzere olan tarihin şah damarına hayat ve canlılık veren şeyin tanımını şöyle yapmaktadır.

‘‘Nübüvvet Bediüzzaman’ın fikrinde çökmek üzere olan zamanı ayakta tutan, yükselten ve ona direnç kazandıran bir güç, kurumak üzere olan tarihin şah damarına hayat ve canlılık veren, aydınlatan ışıltılı, parlak,  nurani canlı bir kandır.’’

ÜSTAD NURSİ AKLÎ DELİLLERLE NÜBÜVVETİ İSPAT ETTİ

10. Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumuna Suudi Arabistan Kral Halid Üniversitesi’nden katılan Prof. Dr. Ali Bin Hüseyin Musa tebliğ metninde Nübüvvetin ispatını kalema aldı.

Üstad Nursi aklî delillerle nübüvveti ispat etti. Bu konuya daha önce âlimler böyle yaklaşmamıştı. Beşeri hayatta birçok ilim vardır; tıp, astronomi gibi ve sair mevcut ilimler. İnsanın bu ilimleri öğrenmeden bilmesi çok zordur. Yani bir rehberden öğrenme olmadan mümkün değildir. Vahiy yoluyla Allah öğretti. O zaman bilim, vahiy ile olur.

Prof. Dr. Musa nübüvvetin Hz. Muhammed (s.a.v)’in yüksek ahlakı, güzel nitelikleri ve onun kişisel özellikleriyle ispat edileceğini üzerinde vurgu yaptı.

Nübüvvet sadece mucizelerden ibaret değildir. Kişisel örnekler ile nübüvvet ispat edilebilir. Yani Hz. Peygamberin yüksek ahlakı, eşsiz kişisel durumu, güzel nitelikleri, iyi davranışları, nübüvvetin doğru olduğunun delillerinden birkaç tanesidir. Üstat şöyle diyor:

“Zâtında gayet kemâldeki ahlâk-ı hamîdesi ve vazifesinde nihayet hüsnündeki secâyâ-yı gàliyesi ve kemâl-i emniyeti ve kuvvet-i imanını ve gayet itminanını ve nihayet vüsukunu gösteren fevkalâde takvâsı, fevkalâde ubûdiyeti, fevkalâde ciddiyeti, fevkalâde metaneti, dâvâsında nihayet derecede sadık olduğunu güneş gibi âşikâre gösteriyor.”

SEMPOZYUMA BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNİN HAYATTAKİ TALEBELERİ DE KATILACAK

Sempozyumun açılış oturumu 22 Eylül Pazar günü saat 10:00’da Ataköy Sinan Erdem Spor Kompleksi’nde yapılacak.

Sempozyumun oturumları ise 23 ve 24 Eylül günlerinde Yeşilköy Wow Hotel Convention Center salonlarında devam edecek.

Üç gün sürecek olan Uluslararası Sempozyum boyunca, dünyanın dört bir yanından gönderilen 400 tebliğ arasından seçilen 96 tebliğ sunulacak ve müzakere edilecek. Nübüvvet sempozyumuna Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin talebeleri de katılacak.

Sempozyuma 40’ın üzerinde ülkeden gelen akademisyenler tebliğleriyle katılıyor.

www.nubuvvetsempozyumu.com

İSTANBUL İLİM VE KÜLTÜR VAKFI
Kalenderhane Mah. Cüce Çeşmesi Sok. No:6 Vefa Fatih / 34134/  İstanbul
Tel :90212 527 8181 Fax:90212 527 8080
Web site: www.iikv.org     E-mail: iikv@iikv.org

Tarih, Bediüzzaman’ın Müsbet İman Hizmetini Doğruladı

Bediüzzaman’ın Şuâlar adlı eserindeki içtihadı günümüz Müslümanlar’ının hareket tarzını belirlemesi açısından hizmet metodunda bir milad hüviyetindedir. Bediüzzaman, Şuâlar’da Bakara Sûresi’nin 257. âyetindeki “Dinde zorlama yoktur” ifadesini tefsir ederken, bu ibarenin ebced ve cifir hesabıyla 1350 (miladi 1931-1932) tarihine işaret ettiğine ve bu tarihte de vicdan hürriyeti hükümetlerde siyasî bir ‘düstur’ hâline geldiğini tesbit ederek, artık yönetimin laik cumhuriyete dönmesinden dolayı, zorlama ve silahla cihad döneminin artık kapanmış olduğunu, ‘iman-ı tahkikî kılıcıyla’ yapılacak olan manevî cihad döneminin başlamış olduğunu duyurmuştur. (Şuâlar, 79)

Doğru İslâmiyeti yaşamak, başlangıcından bu yana Müslümanları düşündüren bir konu olmuştur. Hz. Peygamber (asm) zamanında çıkan herhangi bir problem, anında Allah Resûlüne (asm) sorulabildiğinden büyümeden çözülebiliyordu. Ancak sonraki dönemlerde karşılaşılan problemler İslâm toplumlarında farklı yaklaşımların yaygınlaşmasına zemin hazırladı.

Müslümanların karşı karşıya bulunduğu bu olgu Dört halife devrinin sonlarından itibaren zihinleri meşgul etmeye başladı. Fakat, Emevilerle birlikte İslâm, meliklerin veya hükümdarların icraatı şeklinde uygulandığından bu konuyu yeteri kadar tartışma imkânı olmadı. Ancak, Osmanlı Devletinin son zamanlarına doğru batılı değerlerin bütün dünyada yaygınlaşmaya başlaması Müslümanın yeni veriler karşısında yerinin belirlenmesi zaruretini ortaya çıkardı.

“İcab-ı asra intibak” reddedilemez bir vakıa olarak İmparatorluğun kurumsal yapısına olduğu gibi toplumsal yapısına da giriyordu. Bu asrın icaplarına uyma süreci, Cumhuriyet döneminde elitistlerin kendi belirledikleri kodlara uygun toplum yapısı üretmesi şeklinde anlaşıldı. Bu eğilimi modernleşme ideolojisinin yeni yeni girmeye başladığı bütün İslâm toplumlarında görmek mümkündü. Bağımsızlığını yeni kazanmış İslâm ülkelerindeki yönetici elitler “Batılı bir toplum yapısı” inşa etme çabası içine girmişlerdi.

Yirminci yüzyılın ilk yarısı, Müslümanların her açıdan çıkış noktası aradığı bir zaman dilimi oldu. Yerkürenin kuzeyinde yaşayan İslâm toplumları, Stalinizmin ağır baskısı altında ezilirken, Kuzey Afrika, Arabistan ve diğer Ortadoğu ülkeleri fakirlik ve Batının manevî istibdadı altında eziliyordu. Hilafet-i İslâmiyeyi temsil eden Devlet-i Âliye’nin yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti giderek tamamen dünyevî esaslar üzerine oturmuş, ve din ‘laiklik’ adı altında tamamen kamusal alandan uzaklaştırılmıştı.

Bu şartlarda modern dönemin verilerini dikkate alan yeni bir yaklaşım gerekiyordu. İslâm düşüncesinin yeniden inşası anlamına da gelecek bir tutumla doğru İslâm yeni görünümünü kazanacaktı. Bu amaçla farklı İslâm toplumlarının içerisinden çıkan birçok öncü yeni fikirler üretiyordu. Bu öncülerin arasındaki en temel bir fark hem içerikte, hem de metotta kendini gösteriyordu.

“Böyle bir zamanda İslâmı nasıl yaşamak gerekmektedir? Kur’ân’ın ve hadislerin gösterdiği hakikatleri nasıl anlayabiliriz?” gibi sorular bu öncü âlimler tarafından çözümlenmeye çalışılıyordu. Bu çabalar iki ana noktada düğümleniyordu:

Bunlardan ilki, devlet kadrolarının elde edilmesi ile herşeyin düzeleceğine inanan siyasî görüşlerdi. İkincisi ise iman ve insan merkezli bir yaklaşımı savunarak, gelişmenin tavandan değil tabandan olacağını savunuyordu. Bu iki görüşün en yerinde ve kayda değer örnekleri Mısır’da kurularak gelişen İhvan Hareketi ve Türkiye’deki Risale-i Nur hareketidir. Her iki hareketin de tarih içerisinde yer aldıkları süreç hemen hemen aynı zaman dilimine rastlar.

Müslümanlar geçen asrı bu iki ekolün tecrübeleriyle geçirdi. Yirminci yüzyıl adeta bir “toplumsal laboratuvar” olmuş, bu hareketlerin başarısı test edilmiştir.
Bediüzzaman’ın Emirdağ Lahikası’nda (390) İsa Abdülkadir’in Bağdat’ta yayınlanan Eddifa’ gazetesindeki yazısından yaptığı alıntıda belirttiği gibi farklılık hem içerikte, hem de yöntemde idi.

YÖNETİME TALİP OLMA/OLMAMA

İsa Abdülkadir, İhvan hareketi ile Nur Talebeleri arasındaki farkı, “Nur talebeleri siyasetle iştigal etmez, siyasetten kaçıyorlar. Eğer siyasete mecbur olsalar, siyaseti dine âlet yapıyorlar; tâ ki siyaseti dinsizliğe âlet edenlere karşı dinin kudsiyetini göstersinler. Siyasî bir cemiyetleri asla mevcut değil. İhvan-ı Müslimin ise, memleket ve vaziyet sebebiyle, siyasetle din lehinde iştigal ediyorlar ve siyasî cemiyet de teşkil ediyorlar.” şeklinde ifade eder. (390) 1928’den itibaren bütün planlarını devleti ele geçirmek üzerine yapan İhvan hareketi etkili olduğu ülkelerde sürekli baskı altında tutularak iktidara yaklaştırılmamıştır. 1966’da hareketin öncülerinden Seyyid Kutup’un yargılanarak idam edilmesi ve 1982’de Suriye’nin Hama kentinde Hafız Esed tarafından binlerce hareket mensubunun öldürülmesi olaylarından sonra, kendini yeniden gözden geçirmek durumunda kalmıştır.

Bu hareket mensupları amaç edindikleri iktidarı elde edememelerine rağmen, İran’daki mollalar 1979 Tahran baharı ile amaca ulaşmışlardı. Ancak İran devrimi, Şiî-Caferî anlayışının pratiğe dökülmesi anlamına geliyordu. İlk defa İslâm adına bir halk ayaklanması yapılmış ve iktidar elde edilmişti.

Caferî mezhebi teorisine göre, imamet (yönetim) imanın bir cüz’ü sayıldığından hilafeti ihya etmek zaten imanî bir vecibe kabul ediliyordu. Bundan dolayı iktidarın kazanılmasında dinî duygular etkili olmuştu. Yönetim müstebit şahın elinden alınmış, Mollalara teslim edilmişti. Fakat geçen zaman içerisinde, yönetimde mollalar hâkimiyetinin kurulduğunu gören insanlar, “Toplumun menfaatini dinî lider mi daha iyi bilir? Yoksa halkın ma’şeri viçdanı mı?” sorularını tekrar ederek mevcut durumu eleştirmeye başladılar. Son seçimlerde Cumhurbaşkanı Hatemî yanlılarının başarılı olması Humeyni teorisinin yara alması anlamına geliyordu. Dini lider Ali Hamaney’in sadece din adamı olmaktan kaynaklanan yetkileri (Velayet-i Fakih) tartışılmaya başlıyordu.

İran’da İslâm adına yapılan devrimi The Guardian gazetesinin İran üzerine uzman yazarı Davit Hirsti, “İslâm devrimi İranlıların sonunda yalnızca mollalar tahakkümüne karşı değil, bizzat İslâm inancına karşı da tavır almalarına yol açtı” şeklinde değerlendiriyordu. Bunun “dinî okullara gidenlerin sayısındaki azalmadan, anne babaların çocuklarına İslâm-öncesi, Fars isimlerini vermelerine kadar uzanan işaretleri her yerde görülüyor. Eğer İranlılar kendi öz kültürlerine bağlı kalma arzusunda iseler, şimdilerde bunu dinde değil milliyetçilikte arıyor.” (International Herald Tribune, 19 Şubat 00) Bu örnek dinin siyasallaştırılmasının dine zarar getirdiğini gösteriyordu.

İhvan hareketi ve buna müteakip İran devrimi Türkiye’deki Müslümanların da bu yaklaşımlardan etkilenmesine neden oldu. Seyid Kutup, Hasan El Benna, Ali Şeriatî, Mevdudî, Humeyni gibi kişilerin eserleri Türkçe’ye çevrilerek İslâm’ın siyasal yönü olarak takdim edildi. Hâlbuki, bu bağlamdaki düşünceler Caferî mezhebinin ilkelerine uygunluk arzettiği hâlde Ehl-i Sünnet anlayışına uygun düşmüyordu. Çünkü Ehl-i Sünnet’e göre yönetim meselesini imanın bir cüz’ü gibi saymak yada din adamları teokrasisinden söz etmek mümkün değildi.

Bu açıdan Bediüzzaman, devleti kutsallaştırmak yerine bir “hizmet organı” olarak kabul ediyor; yöneticileri ise hâkim yerine, hizmetçi olarak tanımlıyordu. Teknik bir kavram olarak devlet, içinde yaşayan insanların temsil yetkisini almış seçilmişler tarafından yönetilmeliydi. Bir kişinin “din adamı” veya “dindar” olması ona yönetimde söz sahibi olmak için bir imtiyaz sağlamazdı. İnsanın bozuk saatini tamir ettirmek için, mahir olmayan dindar bir kişiye götürmesinden, mahir bir gayr-i müslim ustaya götürmesi daha uygun olduğu gibi, devleti de yönetim sanatında mahareti olanlar yönetmeliydi. Aksi hâlde din, iktidarı elde etmek için siyasî bir araç konumuna düşebilirdi. Yönetimi ele geçirmek için din, hiçbir zaman araç olarak kullanılmamalıydı.

Siyasî bir parti veya cemiyet şeklinde organize olarak yönetime talip olmanın elmas hükmündeki hakikatlerin değerini düşüreceği için, din adına siyaset yapılmamalıydı. Böyle bir yaklaşım hak ve hakikatin tekel altına alınması anlamına da geleceğinden Bediüzzaman, buna şiddetle karşı çıkıyordu.

Günümüzde ise, 28 Şubat 1997’de başlayan süreç, bu ölçülerin test edildiği bir dönem oldu. Mısır’da, Cezayir’de, İran’da olduğu gibi, Türkiye’de de siyasal İslâm’ın başarısızlığını gösteren örneklere bir yenisi eklendi. Zamanın Refah Partisi’nin iktidara gelişi ile birlikte toplumun belli bir kısmı tarafından dinin siyasallaşma eğilimi tepkiyle karşılandı. Yukarıda İran için söylediğimiz gibi toplumun belli bir kesiminin İslâmiyete karşı bir tavır takınması söz konusu oldu. Toplumda laik-antilaik şeklinde bir cepheleşme meydana geldi.

Oliver Roy’un 1992’de yayınlanan “Siyasal İslâm’ın İflası” adlı eserinde siyasal İslâm’ın iktidara gelebileceği fakat tutunamayacağı tezi bir bir gerçekleşmeye başladı. Fakat, bu olgu İslâm’ın zaafı değil, Bediüzzaman’ın tanımladığı doğru İslâm’ın zaferinin habercisiydi.

CİHAD ANLAYIŞINDA MİLAD

Yakın geçmişte devleti ele geçirmeyi hedeflemiş siyasal İslâm’ı temsil eden hareketlerden önemli bir kısmı bu amaca ulaşmak için şiddet kullanımında herhangi bir beis görmemişlerdir. Bu şiddet eğilimleri İslâm toplumlarının tarihî tecrübeleriyle (özellikle Haçlı seferleri) birleştirilince İslâm ve şiddet kavramı yan yana düşünülmeye başlanmıştır.

Hâlbuki, İslâm’da sulh esastır. “Müslümanlar birbirlerinin kardeşleridir. Aralarında barışın kalıcı olmasını temin ediniz.” (Hucurat, 49/9) gibi birçok âyet-i kerîme Müslümanlar arasındaki barış ve kardeşliğe dikkat çekmektedir. (Fetih, 48/29; Hucurat, 49/9; Maide, 5/32; Nisa, 4/93)

Gayr-i müslimlerle ilişkilere gelince, Hz. Peygamber (asm) herhangi bir saldırı olmadan savaş açmamıştır. Kur’ân’daki savaşla ilgili bütün âyetler Müslümanlara karşı yönelmiş fiili bir tehdit ve tecavüzü bertaraf etmek üzere nazil olmuşlardır. İnsanlığın siyasî-sosyal tarihi boyunca kaçınılmaz olan harp hukukunu ve savaşın kurallarını tanzim etmektedirler. Hz. Peygamber’in (asm) savaşları bu prensibin ve kuralların hayata geçirilmesinden başka bir şey değildir. Bedir, Uhud ve Hendek savaşları hep müdafaa savaşlarıdır.

Mekke’nin fethi dahi Kureyşliler ve müttefiklerinin Hudeybiye Barış Antlaşması’na aykırı olarak Müslümanlara saldırmaları nedeniyle olmuştur. Huneyn Seferi de keza Müslümanlara karşı başlatılan saldırı nedeniyle yapılmıştır. Tebük Seferi ise kuzey Araplarının Bizans’ın kışkırtmasıyla Medine aleyhine birleşmekte oldukları haberinin alınması nedeniyle yapılmıştır.

Çağımızda da Bediüzzaman, dahilde ve hariçte yapılan cihadı birbirinden ayırmıştır. “Bu zamanda dahil ve hariçteki cihad-ı manevîyedeki fark pek azimdir” diyerek dahilde kuvvet kullanımını uygun görmemiştir. Ona göre, ancak ülke haricinden gelen tecavüzlere karşı kuvvet kullanılabilir ve askerlik vazifesi de bunun içindir. (Emirdağ Lâhikası, 456)

Bütün bunlara bir örnek daha verecek olursak, İhvan hareketinin öncülerinden Seyyid Kutup’un Maide Suresinin 44. âyetinin, “Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” meâlindeki kısmını yorumlayış biçimi, dahilde yöneticilere karşı kuvvet kullanımını meşrulaştırmıştır. Aynı âyet-i kerîmeyi Münazarat adlı eserinde tefsir eden Bediüzzaman ise, “…kim hükmetmezse…”den anlaşılması gerekenin, “…kim tasdik etmezse…” olduğunu belirtir. (Münazarat, 124) Bediüzzaman’ın bu yorumu, namaz kılmayan ya da İslâm’ın herhangi bir emrine uymadığına vehmedilen bir yöneticiye karşı kuvvetle müdahale eğiliminin yanlış olduğunu ortaya koymuştur. Bununla haricî refleksleriyle hareket eden kesimlerin haksızlıkları da ortaya konulmuş oluyordu.

Bediüzzaman’ın Şuâlar adlı eserindeki içtihadı yeni zamanlarda yaşayan Müslümanlar’ın hareket tarzını belirlemesi açısından hizmet metodunda bir milad hüviyetindedir.

Bediüzzaman, Şuâlar’da Bakara Suresinin 257. ayetindeki “Dinde zorlama yoktur” ifadesini tefsir ederken, bu ibarenin ebced ve cifir hesabıyla 1350 (miladi 1931-1932) tarihine işaret ettiğine ve bu tarihte de vicdan hürriyeti hükümetlerde siyasî bir ‘düstur’ hâline geldiğini tesbit ederek, artık yönetimin laik cumhuriyete dönmesinden dolayı, zorlama ve silahla cihad döneminin artık kapanmış olduğunu, ‘iman-ı tahkikî kılıcıyla’ yapılacak olan manevî cihad döneminin başlamış olduğunu duyurmuştur. (Şuâlar, 79)

Bu dönem, kılıçların kınına girdiği; aklın, ilmin ve marifetin hakim olduğu bir dönemdir. Dinin hakikatlerini gözlere gösterecek olan ‘Risale-i Nur’ ise manevî cihad vazifesini üstlenmiştir.

Bugün Bediüzzaman Said Nursî’nin vefatının elli üçüncü yılında, geriye şöyle bir dönüp baktığımızda tarihin şahitliklerine gözlerimizi kapatamıyoruz. Geçen asır Bediüzzaman’ın istikrarlı ve tavizsiz çizgisine şehadet ediyor. Her kafadan bir ses çıktığı günümüzde, zamanın doğruladığı hakikatlerı içeren Risale-i Nur Külliyatı günümüz insanının müracaat kitabı niteliğindedir.

Risale-i Nur Enstitüsü

Kurşunların İsabet Etmediği An

Bir gün Üstad, Emirdağ’da zile basar. Zübeyir huzuruna girince:

‘’Hemen acele sağlam bir sepet bul getir, kapaklı olsun’’der.

Hemen koşup Üstad’ın istediği sepeti bulup getirir:

‘’Bu kitapları içine koy, iple sağlam bir şekilde bağla!’’

Zübeyir Ağabey, kitapları sepete yerleştirip sıkıca bağlar.

Hemen ardından bir ziyaretçi çıkagelir:

‘’Ben çaldırandan geliyorum. Üstad’ı ziyaret etmek istiyorum ‘’der

Zübeyir Ağabey: ‘’Üstad’ım, böyle biri geldi; sizi selam vermek istiyor.’’

‘’Hemen gelsin’’der. Gelen ziyaretçiye:

‘’Kardeşim, tam zamanında geldin. Benim İran’da bir talebem var. Oranın en büyük alimlerindendir.

Bu sepete ona verirsin’’der. O zat ders ve talimat aldıktan sonra:

‘’Peki Üstad’ım’’ deyip ayrılır.

Epey zaman sonra bu zatın bir arkadaşı Üstad’ı ziyarete gelir. Üstad, emanetin yerine varıp varmadığını sorar. O zat, olan biteni anlatır:

‘’O arkadaş koşucu bir atı vardı. Heybesini bir tarafına Risale-i Nurları, diğer tarafına yiyecekleri yerleştirip İran’a doğru yola çıkmış. Tam hududu geçeceği sırada jandarmalar kendisini görmüş. Durması için ateş etmişler. Atını mahmuzlayıp uçar gibi gitmiş. Bu sefer yaylım ateşine tutmuşlar. Kurşunlar, sağından solundan vızır vızır geçtiği halde hiçbiri isabet etmemiş. Halbuki ölüm ihtimali yüzde yüz. İran’daki o zatı bulmuş, emanetleri teslim etmiş. O zat 70-75 yaşlarındaymış. Çok memnun olmuş. Dönüşte sınırın başka bir yerinden girmiş.’’

Nur’un Büyük Kumandanı / İhsan Atasoy

İran’da Bediüzzaman Sempozyumu

İslâmî Mezhepler Üniversitesinin ev sahipliğinde ve İstanbul İlim ve Kültür Vakfının katkılarıyla Tahran’da düzenlenen “Bediüzzaman Sempozyumu”nda konuşan İslâmî Mezhepler Üniversitesi Rektörü Abdülkerim Biazar Şirazî, “Bediüzzaman Said Nursî, sadece Türkiye’ye değil, tüm İslâm dünyasına ait büyük bir şahsiyettir” dedi. Bediüzzaman’ın mezhepler ve milletler üstü bir anlayışta olduğunu belirten Rektör Şirazî, onun İslâm dünyasının birlik ve beraberliği için çalıştığını, farklılıklar yerine ortak noktalara dikkat çektiğini bildirdi.

BEDİÜZZAMAN, EHL-İ BEYTE ÖZEL BİR MUHABBET BESLEDİ

İran Meclisi eski Başkanı Gulamali Haddad Adil ise, “İranlıların Türkiye’den Türkiyelilerin de İran’dan pek de haberdar olmadığını, birbirlerini yeteri kadar tanıyamadıklarını, bunun da bir eksiklik olduğunu” söyledi. Adil, “Bediüzzaman gibi şahsiyetlerin tanınmasıyla birçok konunun aydınlığa kavuşacağını, birçok soruya cevap bulunacağını” ifade etti. İslâmî Mezhepleri Yakınlaştırma Kurumu Genel Sekreteri Ayetullah Muhammed Ali Tezhirî de, Bediüzzaman’ın Ehl-i Beyt’e özel bir sevgi ve muhabbet beslediğini söyledi.

BEDİÜZZAMAN, İSLAM İÇİN MODEL BİR ŞAHSİYET

İslam âlimi ve Risale-i Nur adıyla anılan Kur’ân tefsirlerinin müellifi Bediüzzaman Said Nursî, İran’da ilk kez düzenlenen uluslararası sempozyumda tüm yönleriyle ele alındı. İslâmî Mezhepler Üniversitesi’nin evsahipliğinde ve İstanbul İlim ve Kültür Vakfı’nın katkılarıyla Tahran’da düzenlenen “Bediüzzaman’ın Düşüncelerini İnceleme Sempozyumu” Kur’ân-ı Kerim okunmasıyla başladı.

Sempozyumun ilk oturumunda konuşan İslâmî Mezhepler Üniversitesi Rektörü Abdulkerim Biazar Şirazi, “Bediüzzaman Said Nursî, sadece Türkiye’ye değil, tüm İslâm dünyasına ait büyük bir şahsiyettir” dedi. Said Nursî’nin mezhepler ve milletler üstü bir anlayışta olduğunu ve bu yönde faaliyette bulunduğunu belirten Şirazi, onun İslâm dünyasının birlik ve beraberliği için çalıştığını, farklılıklar yerine ortak noktalara dikkat çektiğini bildirdi.

Bediüzzaman, Türkiye’nin içinde bulunduğu zor dönemde halkı özellikle de gençleri Kur’ân-ı Kerim ile buluşturdu, barıştırdı” ifadesini kullanan Şirazî, Nursî’nin ahlâkî konulara özel önem verdiğini, bunun eserlerinde de görüldüğünü söyledi.

MÜSLÜMANLAR BİRBİRİNİ, ÖZELLİKLE DE BÜYÜK ŞAHSİYETLERİ TANIMALI

İran Meclisi Kültür Komisyonu Başkanı ve Eski Meclis Başkanı Gulamali Haddad Adil de konuşmasına böyle bir sempozyumun düzenlenmesinden duyduğu memnuniyeti belirterek başladı. Adil, Bediüzzaman’ın İran’da pek tanınıp bilinmemesiyle ilgili olarak, “İranlıların Türkiye’den Türkiyelilerin de İran’dan pek de haberdar olmadığını, birbirlerini yeteri kadar tanıyamadıklarını, bunun da bir eksiklik olduğunu” söyledi.

Müslümanlar birbirlerinin özellikle de büyük şahsiyetleri tanımalı” diyen Adil, Said Nursî’nin, İslâm ve Batı medeniyetinin karşı karşıya olduğu en hassas dönemlerden birinde yaşadığını hatırlattı. Bediüzzaman’ın, İslâmî düşüncenin ekseni olarak Kur’ân-ı Kerim’i gördüğünü belirten Adil, onun eserlerinde ayetlere ve bunların tefsirlerine sıkça yer verildiğini anlattı. Said Nursî’nin eğitim ve ilme özel önem verdiğini, Müslümanların bu alanlarda yapacakları çok şey olduğuna inandığını ifade eden Adil, “Bediüzzaman gibi şahsiyetlerin tanınmasıyla birçok konunun aydınlığa kavuşacağını, birçok soruya cevap bulunacağını” söyledi. “Bediüzzaman, din karşıtlığı ve materyalist Batı düşüncesine karşı mücadele etti” diyen Adil, onun ömrünü sürgün ve zindanlarda geçiren güçlü iradeli, doğrularda ısrarcı büyük bir düşünce adamı olduğunu belirtti.

RİSALE-İ NUR’U İRANLILAR ANLAR

Celal Bayar Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Bünyamin Duran, sempozyumun ikinci oturumunda yaptığı konuşmada dünyanın kendilerinden çok şey beklediği Müslümanların birbirini yeteri kadar tanıyamadığını söyledi. İranlı düşünürleri tanıdığını, birçoğunun eserlerini okuduğunu belirten Duran, İranlıların kültürel birikimleri ve geçmişlerinden dolayı “Risale-i Nur’u, İranlılar anlar” diye düşündüğünü söyledi. Sempozyumda sunulan tebliğlerde bu gerçeği gördüğünü belirten Duran, “Ne kadar şükretsem az, bugün onu gördüm, burada her bir İranlı kardeşimin sunduğu tebliğ, gerçekten ümit tohumları ekti. Biz sizi bilmiyoruz, siz bizi bilmiyorsunuz” diye konuştu.

EHL-İ BEYTE ÖZEL SEVGİ BESLİYORDU

İslâmî Mezhepleri Yakınlaştırma Kurumu Genel Sekreteri Ayetullah Muhammed Ali Tezhiri de konuşmasında, Bediüzzaman’ın, Türkiye ve bölgede sevilen, takipçileri olan bir şahsiyet olduğunu söyledi. Bediüzzaman’ın aşırıcılığa karşı olduğunu belirten Ayetullah Tezhiri, “O, Şam hutbesinde ve eserlerinde Müslümanları birliğe, orta yola ve itidale davet ediyor, aşırıcıları da eleştiriyor” ifadesini kullandı. Ayetullah Tezhiri, İslâmın şiarlarının ihyası için adımlar atan Said Nursî’nin, Müslümanların birliği yönünde hac ibadetine dikkat çektiğini söyledi. Bediüzzaman’ın Ehl-i Beyt’e özel bir sevgi ve muhabbet beslediğini belirten Ayetullah Tezhiri, “İran’da onun düşünceleri hakkında yeteri kadar araştırma ve inceleme yapılmadığını” söyledi. İslâmî Kültür ve İlişkiler Organizasyonu Başkanı Muhammed Bakır Hürremşad ise konuşmasında Bediüzzaman’ın İslâm dünyasının karşı karşıya kaldığı sorunlara çareler arayan çözüm önerileri sunan büyük bir düşünce ve din adamı olduğunu söyledi.

“SÖZLER” YA DA “TERCÜME-İ KELİMAT”

İstanbul İlim ve Kültür Vakfı Başkanı Prof. Dr. Faris Kaya da konuşmasına sempozyumun düzenlenmesinde emeği geçen ev sahibi ülke yetkililerine teşekkür ederek başladı. Üstad’ın, “Ben, güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim” hadisi üzerinde çok durduğunu hatırlatan Prof. Dr. Kaya, “Diyebiliriz ki hayatını o hadis-i şerifin ihyası için harcamıştır” ifadesini kullandı. Türkiye dışında 40’ı aşkın ülkede 70 kadar uluslararası sempozyumun düzenlenmesine katkı sağlandığına dikkati çeken Kaya, dünyevileşmenin bizimle Allah arasına girmesine engel olmak için Kur’ân ve sünnete dayalı bir hizmet tarzıyla hareket ettiklerini anlattı. Sempozyumun ilk oturumunda Risale-i Nur Külliyatı’ndan “Sözler”in Abdurrahman Yakubi tarafından Farsça’ya tercümesinin tanıtımı yapıldı. “Tercüme-i Kelimat” adıyla çevrilen eserin tanıtımında İran Meclisi Kültür Komisyonu Başkanı ve Eski Meclis Başkanı Gulamali Haddad Adil ve öteki yetkililer de hazır bulundu. Kapanışta tekrar söz alan İstanbul İlim ve Kültür Vakfı Başkanı Faris Kaya, sempozyumla beklenenin de ötesinde bir ilgi gördüklerini söyledi. Kaya, “İliklerimize kadar hissettik kardeşliğimizi, birliğimizi, beraberliğimizi, aramızda hiçbir farkın olmadığını” dedi. Türkiye’nin Tahran Büyükelçisi Ümit Yardım’ın da hazır bulunduğu sempozyuma Azerbaycan’dan da dinleyici olarak katılanlar oldu. Sempozyumun ardından konuşmacılar ve diğer davetliler toplu olarak hatıra fotoğrafı çektirdi.

Kaynak: iikv

İran kanalında Said Nursi filmi

Devlet Televizyonu Press TV’de Said-i Nursi ile ilgili bir tanıtım filmi yayınlandı..

Press TV’deki tanıtım filmi, başkent Tahran’da düzenlenen ve Said-i Nursi’nin yaşam öyküsü ve felsefesiyle ilgili bir konferansla bağlantılı olarak yayınlandı.

ÇAĞIN HARİKASI

Konferansa İran ve Türkiye’den çok sayıda din ve bilim adamının katıldığını belirten Press TV, “Çağın Harikası” olarak adlandırılan Nursi’nin laik okullarda dinin, dini okullardaysa bilimin öğretilmesini savunduğunu belirtti.

MÜSLÜMANLARIN BİRLİĞİ

Tanıtım filminde, Sünni Müslüman olmasına rağmen farklı mezheplerden Müslümanların birliğini savunduğu belirtilen Said-i Nursi’nin, Müslümanlar arasındaki görüş farklılıklarının düşmanlar ve sömürgecilerin İslam karşıtı politikalarından kaynaklandığına inandığı ifade edildi.

SÜRGÜNLERE RAĞMEN İNANCINDAN TAVİZ VERMEDİ

Said-i Nursi’nin gerçek bir demokrasi yanlısı olduğu kaydedilen tanıtım filminde, Said-i Nursi’nin hayatının hapis ve sürgünlerle geçmesine rağmen inancından taviz vermediği belirtildi.

Filmde ayrıca, Saidi Nursi’nin bilim ve felsefeyle ilgili çalışmalarının, 19. yüzyılın sonuyla 20. yüzyılın başlarında Osmanlı’da görülen ve bilim, materyalizm ve pozitivist felsefe adına Kuran’a saldırılan Batı etkisi çerçevesinde değerlendiririlmesi gerektiği de savunuldu.

İşte O Haber’in Videosu: