Etiket arşivi: irşad

Bu Millet İçtihaddan Ziyade İrşada ve İkaza Muhtaçtır

Bu dehşetli asırda gençlerimiz hariçten gelen menfi cereyanların, dalâlet ve sefâhetlerin tesiriyle, millî ve dini seciyelerinden her gün biraz daha ko­parak inkıraza doğru yuvarlanırken, bütün hamiyetperverlerin bu azim tehlikeyi görüp, bu gençlerin imdadına koşmaları gerekirken, bazı içtihad heveslilerinin bütün bu tehlikelere göz kapayarak, sanki milletimizin en büyük meselesi“içtihad” imiş gibi nazarları bu sahaya çekmeleri büyük bir basiretsizlik olsa gerektir.

Kur’an-ı Kerim’i okudukça mazide asi ve azgın kavimlere Cenâb-ı Hakk’ın vurduğu tedip ve tazip tokatları sık sık hatırlıyor ve bugünkü pes­paye gidişe ‘dur’ demediğimiz takdirde bu halin Allah korusun, gadab-ı İlâhi’nin celbine vesile olacağından fevkalade endişe duyuyorum. Nitekim, Cenâb-ı Hakk, Enfal Suresi’nde bizleri ikaz sadedinde şöyle buyuruyor:

“Herhangi bir kavim kendi nefislerini (kendi seciyelerini) tağyir etme­dikçe Allah Teâla onları (nimetlerini, afiyetlerini, huzur ve ahenklerini) değiştirmez.” 178

Yukarıdaki âyet-i kerimeyi teyid eden bir çok vak’alar tarihte zuhur etmiştir. Lut ve Salih (a.s.)’in kavimlerinin ve daha birçoklarının başına gelenler hep ahlâksızlığın, sefahatin, manen çöküşün neticesi olarak gel­miştir. Evet tarihin şehadetiyle tahakkuk etmiştir, ki sefahata maruz ka­lan millet ve kavimlerin kuvvet ve saltanatları zail olup gitmiştir. Her nevi saadet ve refahın varlığı ve devamı güzel ahlak ve âli seciyeler iledir. Fert ve cemaatin huzur ve ahengi, ittihâd ve ittifakı, intizâm ve adaleti bu me­ziyetler ile tecelli eder. Asayiş berkemâl olur, umumi nizam tahakkuk eder. Millet ve devletimiz inkıraz ve izmihlalden mahfuz olur. Güçlü kavim ve imparatorlukların kudretleri dahi sefahata karşı dayanamamıştır. Sefahat bir kanser mikrobu gibidir. Bir cemiyete girdi mi, bünyeyi kısa zamanda kemirir, güçsüz bırakır ve sonunda çökertir. Bunun, tarihte sayısız misalle­ri vardır. Meselâ, şevket ve saltanatlarıyla cihanı tahakkümü altına alan o azametli Roma İmparatorluğu acaba şimdi nerede?

Roma İmparatorluğu bir hukuk devletiydi. Kanun hakimiyeti fevkalâde güçlüydü. İnsanlar da bir o kadar şeref ve haysiyet sahibiydiler; fazilet ve iffetin, terbiye ve edebin mücessem bir numunesiydiler. Kalpleri vatan sev­gisiyle dolu idi. Kadınları iffetliydi. İffet ve namusa o kadar itibar edilirdi ki, Roma’da fahişe, lakırdısı dahi işitilmezdi. Fakat ne zaman ki, iffetlerini yi­tirmeye başladılar, israf ve sefaletin kucağına düştüler. Edep ve hayayı terk ettiler, işte o zaman o koca imparatorluk inkıraz dönemine girdi. Rüşvet, bir salgın hastalık gibi devletin bünyesini sardı, kemirmeye başladı. Artık şeref ve haysiyet, namus ve iffet duygusu kalmadı. Ne hukuk hakimiyeti, ve ne de devlet kuvveti Roma’yı kurtaramadı. Sefahat ve sefaletlerde boğuldular, iktidar ve itibardan düştüler. Nihayet o yüz milyon nüfuslu muhteşem sal­tanat hak ile yeksan oldu. Kuvvet ve saltanatla, kanun hakimiyetiyle bu mikrobun karşısında duramadılar.

Yunan medeniyetine gelince, o akla ve fikre fevkalade itibar eden bir medeniyet idi. Öyle ki, herkes bir derece mütefekkir ve edipti. Biz bugün XX. asırda başörtülü kızlarımızı üniversite kapılarından geri çevire duralım, Eflatun Milat’tan dört asır önce, akademisinin kapısına “Matematik bilme­yen buraya giremez.” levhasını koymuştu. Akla ve hakikate o kadar itibar edilmekteydi.

Nihayet, Epikür çıktı. Şehevî arzuları tervic ederek gençliği dejenere etti. Artık, millet süfli arzuların zevk ve neşesiyle sarhoş oldu. İda­reyi elinde tutan bir takım cahil ve ehliyetsiz kimseler, fikir ve ilim erbâbını zindanlara tıktı, zehirledi, vatanlarından sürdüier. Sefahet, medeniyet diye takdim edildi. Şehvet, aklı esir etti ve ahlâkı çökertti. Şeytanları dahi şaşır­tan cinâyetler sergilediler. İnsaniyetperver ve faziletli, âlicenap vicdanlara kilit vurdular.

Bunun bir başka misali de Endülüs’te yaşandı. İslâm’ın yaşanması ve hayata hakim kılınmasıyle, servet ve ihtişamın zirvesine çıkan ve Avrupa’ya ilim ve irfanda üstadlık eden Endülüs Emevî Devleti’nin de en önemli inkı­raz sebebinin, yine ahlaksızlık ve sefahat olduğunu görüyoruz.

Emeviler, Avrupalıların desiselerine kapıldıktan sonra, fazilet ve ahlâklarını tedricen kaybetmeye başladılar, kuvve-i şeheviye haddini teca­vüz etti; rezalet fazilete üstün geldi ve sekiz asır boyunca tealiden tekâmüle, tekamülden saadete ulaşan bu millet, işte bu sefahat mikrobu sebebiyle inhizamdan sefalete, sefaletten inkıraza yuvarlanıp gitti. Ve nihayet, o ta­lihsiz akibet gelip çattı, tarihin solgun yaprakları arasına, bedbaht ellerle izmihlali yazıldı.

Evet, ruh ve ahlâk cihetiyle tefessüh etmiş ve çürümüş batı, bu necip milletin gençlerini de hayvani ve şehevî duyguların esiri edip dalâlet ve sefâhette boğmak için bütün gücü ile çalışırken, gençlerimizin iman ve ah­lakını sarsacak bu dehşetli tehlikeye karşı âlicenap, âlim ve mütefekkirle­rimizin gençlerimizde dini ve milli şuuru inkişaf ettirmek, onları ahlak ve fazilet ile mücehhez kılmak için çalışmaları en büyük vazifedir.

Malumdur ki, her zamanda olduğu gibi, hususan bu zamanda iman ve Kur’an’a hizmeti çok mühimdir. O hizmeti yapmak her şeyin başında gelir. Çünkü gençlerimizin kalpleri iman hakikatleri ile tenvir ve tahkim edilmez­se, ahirette ebedi saadeti kaybedecekleri gibi dünyada da cemiyet hayatı için bir zehir hükmüne geçer. Evet imansızlık ve sefahet huzur ve refahı değil, anarşiyi tevlid eder. Ebnayı cinsine merhamet ve şefkati olan himmet ehli bu tehlikeye karşı çare aramayı her işin üstünde görür.

Hakikat bu iken iman hizmetini bırakıp, buna nispeten yüz derece aşağı olan meselelerle meşgul olmak ne derece doğrudur!?. Akıl sahiplerinin id­rakine havale ederiz.

Bediüzzaman Hazretleri bu meseleyi şöyle ifade ediyor:

“Dinin zaruriyatı ki, içtihad onlara giremez. Çünki kat’î ve muayyendirler. Hem o zaruriyat, kut ve gıda hükmündedirler. Şu zamanda terke uğruyorlar ve tezelzüldedirler ve bütün himmet ve gayreti, onların ikamesine ve ihyasına sarfetmek lâzım gelirken, İslâmiyet’in nazariyat kısmında ve selefin içtihadat-ı safiyane ve hâlisanesiyle, bütün zamanların hacatına dar gel­meyen efkârları olduğu halde, onları bırakıp heveskârane yeni içtihadlar yapmak, bid’akârane bir hıyanettir.” 179

“Hayat-ı ebediyeyi kazanmakta en birinci vasıta ve saadet-i ebediyenin anahtarı imandır; ona çalışmak lâzım geliyor.” 180

Bu gün, hariçten gelen menfi cerayanlar, sefahat ve dalaletler, alem-i İslâm’ı pek ziyade mütezarrır etmektedir. Her insan gücü nisbetinde bu teh­likeleri bertaraf etmek için gayret etmek mecburiyetindedir. Bu hem dinî, hem de insanî ve vicdanî bir mükellefiyettir. Bu mükellefiyeti deruhte ede­cek âlicenab insanlar semadan inmeyeceğine göre elbetteki bu milletin si­nesinden doğacaktır. Yani bu vazife millet olarak hepimizindir.

Fertleri tenvir etmek, namus ve iffetlerini, haysiyet ve şereflerini maddî­manevî zararlardan muhafaza etmek, saadet ve selametlerine çalışmak va­zifesi hükümetlerden ziyade bu milletin âlicenap, fedakâr, ğayyur ve hami­yetperver fertlerine ve bilhassa ilim adamlarına aittir.

Bu millet, bugün içtihadtan ziyade îrşad ve nasihate muhtaçtır, zâten irşat umumî bir ihtiyaçtır. İnsan, kusur ve hatadan beri olamaz. Evet, tebliğ ve halisane nasihatin ehemmiyeti pek büyüktür. Mü’min, İslâm kardeşli­ğinin lâzımı olarak kardeşinin eksik ve hatasını münasip bir lisanla tamir etmelidir. Aksi halde onu ikaz ve irşat etmezse, onu boynundaki akrepten haberdar etmezse, kardeşine hıyanet etmiş olur.

Ehl-i himmet, âlicenap ve fedakâr zâtlara düşen vazife ise, içtihad dava­sından ziyade, sefahat ve dalaletin içinde yuvarlanan milletin ve gençliğin elinden tutmak olmalıdır.

Akıl ve kalbi marifet nurlarıyla tenevvür etmiş fertlerden mürekkep bir millet, dâima tekemmüle doğru huzur ve temkin içinde adım atar. İrfan ve faziletten nasibi olmayan bir kavmin tarihi, şan ve şerefi ne olursa olsun hariçten gelen menfi cereyanlar ve sefahat rüzgarlarıyla yıkılır gider, ya­şama hakkını kaybeder. Evet bir milleti teşkil eden fertlerin hayatlarının ahenktar bir surette tanzim edilmesiyle umumi saadet teminat altına alına­bilir. Malumdur ki, hayatın esası, rüknü, menbaı ilimdir, irfan ve fazilettir.

Her millet kendine mahsus bir takım örf, âdet, anane ve seciyelere mâliktir ki, o milletin diğer milletlerden temayüzü, bekası, terakki ve teâlisi  bunlara bağlıdır. İnkırazını da mezkur meziyetlerin bozulmasında aramak icap eder. Binaenaleyh bir millet yabancı kültür ve cereyanların tesirinde kaldığı müddetçe milli ruhundan, kültüründen, dininden, faziletinden ve necabet-i milliyesinden yavaş yavaş koparak, yıkılmaya mahkûm olur.

Bu asırda müslümanlar dalalet ve sefahetin ve bunların neticesi olan zillet ve sefaletin pençesinden kendilerini muhafaza etmek için bu gibi ehl-i himmet alimlere muhtaçtır. Bu ulvî hizmet için öyle kudsî himmet sahipleri lâzım ki, gençlerin kalblerini hakikatlere celbetsinler. Öyle ulvî dehalara ve fedakar mücahitlere ihtiyaç var ki, akılları teshir edip nefs-i emmarenin şehvani arzularından kurtarsınlar. Evet himmetini yüksek tutmak imanın en şanlı bir tecellisidir.

Evet, bu zamanın en büyük iki tehlikesi iman zafiyeti ve ahlaksızlıktır.Bediüzzaman Hazretleri, Hazret-i Eyüb (a.s.) bahsinde, milletimizin maruz kaldığı bu büyük hastalığı şöyle tasvir ediyor:

“Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm’ın zahirî yara hastalıkla­rının mukabili, bizim bâtını ve ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevrilsek, Hazret-i Eyyüb’den daha ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz. Çünki işlediğimiz her­bir günah, kafamıza giren herbir şüphe, kalb ve ruhumuza yaralar açar. Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm’ın yaraları, kısacık hayat-ı dünyeviyesini tehdit ediyordu. Bizim manevî yaraları­mız, pek uzun olan hayat-ı ebediyemizi tehdid ediyor.” 181

Eşref Edip ile yaptığı mülakatta bu endişesini,

 “Dünya, büyük bir manevî buhran geçiriyor. Manevî temelleri sarsılan garb cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir taûn felâketi gittikçe yeryüzüne dağılıyor.”

sözleriyle dile getirir. Bu büyük tehdit ve tehlike karşısında,

“Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, îmanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeğe, îmanımı kurtarmağa koşuyorum…”

182 diye feryat etmiş ve bütün ömrünü bu hastalığın tedavisine hasretmiştir.

İşte hepimize, bilhassa ilim adamlarına düşen vazife bu hastalığın teda­visine çalışmaktır. Zira bu mesele içtihad mes’elesinden binlerce defa ehem­miyetlidir. Her şuurlu insanın bunu idrak etmesi gerekir.

Gençlerimizin imansızlık ve sefahet belalarından kurtarılması, ancak ilim ve hikmet dairesinde yapılacak umumi bir irşad hareketiyle mümkün­dür. Evet insanları ikaz ve irşad etmek dinen vacip olduğu gibi, akıl nokta-i nazarından da lâzımdır. Zira, mârufu emr ve münkeri nehyetmek vazifesi hepimizin en büyük vazifemizdir. İman ve ahlâkı tahrip faaliyetleri organi­ze olmuş komitelerce icra edildiğinden, bu tehlikeye karşı her müslümanın uyanık olması ve ıslah hususunda elinden gelen gayreti göstermesi gere­kir. Ancak bu vazifeyi deruhte ederken, evvela emrettiği şeyleri kendisinin yaşaması, nehyettiği şeylerden de yine öncelikle kendisinin içtinap etme­leri gerekir ki, nasihatleri tesir etsin, insanlara faydalı olabilsin. Onların akıllarında hikmet, kalblerinde marifet uyandırmaya vesile olsunlar. Böyle olmadığı takdirde edilecek nasihat, söylenecek söz, hadd-i zâtında hikmete muvafık olsa bile te’siri mahdut kalır.

Şu da unutulmamalıdır ki, nasihatin ruhu hüsn-ü niyet, şartı da hüsn-ü tabirdir. Zira, güzel tabir hüsn-ü tesirin lâzımıdr. Halis bir niyet ile yapılan nasihat Allah’ın izniyle te’sirini gösterecektir.

İnsanların seviyesine uygun ve muvazeneli bir şekilde tatlı beyan ve güzel ifade ile edilen nasihatlar, herzaman te’sirini gösterir. Güzel bir fikir, tatlı bir ifade ile insana sihir gibi te’sir eder.

Son olarak şunu da ifade edelim ki, milletimizi manen çökertmeye çalı­şan dahili ve harici düşmanlar, gençlerimizin bir kısmını sefahetin kucağı­na atmışlarsa da imanlarını sarsamamışlardır. Çünkü bu milletin kalbinde ezelden beri Allah’a karşı bir muhabbet mevcuttur. Bunun izalesi mümkün değildir. Günah ve isyanlar ile zedelense bile, bir himmet ve gayret ile teda­visi mümkündür. İçtihâdî dedikodularla vakit geçirmek yerine, himmet ve gayretler bu noktaya hasredilmelidir.

Mehmed Kırkıncı

Dipnnotlar:

178 Enfal Sûresi, 8/51.
179 Sözler.
180 Mektubât.
181 Lem’alar.
182 Tarihçe-i Hayat.

Başkalarını kurtaralım derken, kendimizi unutuyoruz..

İnsan evvela kendini kurtaracak ki sonra başkalarını kurtarabilsin. Yüzme bilmeyen bir insan boğulmakta olan birini kurtarmaya çalışırsa ikisi de birbirine sarılarak boğulur.

Bu sebepten, insan evvela kendini kurtarmalı. Bu kurtarmada maneviyat ve maddiyat vardır. Bir şahıs, manevi şüphelerden kendini kurtarabilmek için okuyacak, araştıracak, şüpheden şüphesizliğe geçecek. Sonra öyle bir hayat yaşayacak ki onu tanıyanlar onun hayatına gıpta edecek.

Mesela makam sahibi olan dindar bir fabrika müdürü namaz kılmayı serbest bırakabilir, talebe yetiştirebilir.

Bir öğretmen öyle cümleler kullanır ki öğrencileri kurtulur.

Bir tüccar zekâtını isabetli yerlere vererek pek çok kimsenin kurtulmasına vesile olabilir.

Baktım ki romanla kendi davalarına hizmet eden insanlar var, ben de Minyeli Abdullah’ı yazdım. Kalemi elime aldığımda şöyle düşünürüm: Acaba okuyuculara nasıl faydalı olabilirim? Her şey zıddıyla bilinir. Ehli dalalet batıl davalarına hizmet etmek için çok büyük gayretler sarf ediyorlar. Servetlerini, makamlarını o yöne yönlendiriyorlar. Müslüman da aynı şeyi yapabilmelidir.

Bir arkadaş Zübeyir Gündüzalp Ağabey’e geliyor diyor ki: “Üstadımız altıncı sözde, ‘Organlarını Allah’a sat, O’nun adına çalıştır. Karşılığında Allah sana cennet gibi bir ücret verecektir.’ buyuruyor. Ben de böyle yapacağım.” Zübeyir ağabey de bunun üzerine o arkadaşa demiş ki: “Neyin var ki, neyini feda edeceksin? Evvela bir şeylere sahip ol, ondan sonra onları feda et.” O arkadaş evvela tahsilini tamamladı, doktor oldu. Muayeneye gelen hastalarına iman hakikatlerini anlattı.

Bir insanın ya mesleği, ya serveti ya da ilmi olacak… Onları Allah için, İslamiyet için kullanacak.

Kendini kurtarmayan başkalarını da kurtaramaz ve ümitsizliğe düşer. Fakat Allah rızası için çalışanlar asla ümitsizliğe düşmez, vazifesini yapar.

Şunu kati olarak bilmeliyiz ki, İslamiyet’i öğrenmek yaşamak ve anlatmak bizim vazifemiz; fakat ana-babamız, çocuğumuz, eşimiz de olsa başkalarının İslam’ı öğrenip yaşamaları Allah’ın takdir edeceği bir şeydir. Vazifemiz tebliğdir, irşad Allah’a aittir.

Bazı kimseler yakınlarını mutlaka İslam esasına uydurmaya çalışırlar. Bu kimseler İslamiyet’i anlayamamış. Zira birçok peygamber, yakınlarını irşad edememiştir.

Geçtiğimiz günlerde bir hanım geldi, dedi ki: “Sorumlu olduğum kişilere sözüm tesir etmiyor. Beni dinlemiyorlar. Vazifemi hakkıyla yapamıyor muyum?” Ona dedim ki: “Bu din, sahipsiz değildir. İslamiyet’e hizmet etmek vazifesini size kim verdi? Siz kendinizi kurtarmaya çalışın. Bir Müslüman’ın kendini yetiştirmesi, milletinin kurtulması derecesinde mühimdir. Siz susabildiğiniz kadar susun, İslamiyet’i yaşayabildiğiniz kadar yaşayın.

Kendi hayatımdan bir misal vereceğim. İslamî çalışmalara başladığımda milleti kurtarmak için işe başlamıştık. Anlattıklarımızı tamamen doğru ve kabule değer şeyler görüyorduk. Bizleri dinleyenlerin bunları kabul etmemesine kızıp, üzülüp ümitsizliğe düşüyorduk. Hatta hasta olduğumuz devirler bile oldu. Bir doktor, “Sen bu beyninden ne istiyorsun?!” diye kızmıştı bana. Bütün meselemiz milletin kurtulmasıydı.

İslamiyet’i zamanla öğrendikçe bizim vazifemizin sadece ve sadece İslamiyet’i öğrenmek, anlamak ve yaşamaktan ibaret olduğunu anladık, çok rahatladık.

Nefis şöhret ister. O zaman adam istiyor ki etrafında insanlar toplansın, sözü dinlensin. Halbuki hubbu cahtan, hubbu riyasetten şiddetle kaçınmak lazım. Yani reis olmak, baş olmak sevdası…

Ben şöyle yüksek yerlere geleyim, şöyle yüksek makamlar edineyim diyerek hizmet etmek… Bu kişide ihlas yoktur. Bana göre yaptığı bütün ammeler havaya gidiyor.

İslamî hizmetlerde başkan olma, sözüm dinlensin sevdası olmayacak.

Hekimoğlu İsmail

Abdurreşid İbrahim Kimdir? (1857-1944)

Abdürreşid İbrahim, bir asra yakın ömrünü İslam’ın ihyasına, İslam dünyasının kurtuluş ve uyanmasına, Müslümanların dert ve meselelerine harcamış bir isim. Avrupa, Asya ve Afrika’yı gezen Abdürreşid İbrahim özellikle Japonya’da İslam’ın tanınması ve yayılması konusunda önemli hizmetler yapmıştır.

Bir asra yakın ömrünü İslam’ın ihyasına, İslam dünyasının kurtuluş ve uyanmasına, Müslümanların dert ve meselelerine harcayan Abdürreşid İbrahim, Sibirya bölgesinde yaşayan Rusya Türklerindendir. 1857 yılında Tobolsk vilayetinin Tara kazasında dünyaya geldi. Babası Ömer Efendi, Tara’nın eski Özbek ailelerinden İbrahim Ahond’un oğludur. Abdürreşid İbrahim soy isim olarak dedesinin ismini almıştır.

Abdürreşid İbrahim, o devirde takip edilen eğitim usullerine göre düzenli bir dinî ve ilmi eğitim gördü. O zamanın meşhur medreselerinden sayılan Kışkar’da okudu. 20 yaşına varıncaya kadar memleketindeki medreselerde temel eğitimini tamamladı. Bir müddet Kırgız bölgesinde dolaşarak dinî dersler verdi, halkı aydınlatıcı irşat hizmetinde bulundu.

Bilgi ve görgüsünü arttırmak ve tahsilini ilerletmek maksadıyla İslam memleketlerindeki ilim ve irfan merkezlerine gitmek üzere yola çıktı. İlk defa 1877’de İstanbul’a geldi. Burada bir müddet kaldıktan sonra Mekke ve Medine’ye geçti. Dinî tahsilinde esas teşkil edecek ilmi bu mübarek topraklarda elde etti.

Abdürreşid İbrahim zihin ve hafızasına yerleştirdiği ilim ve irfan; duygularını doldurduğu yiğitlik ve cesaretle mukaddes beldelerden ayrıldı. 1881’de tekrar İstanbul’a geldi. Sadece bilgi ve görgünün kâfi gelmeyeceğinin farkındaydı. Memleketinde daha faydalı olabilmek, Rus tahakkümü altında mazlum bir vaziyette bulunan milletine hizmet edebilmek ve bütün Müslüman Türkler arasında daha verimli çalışabilmek için tecrübeye de ihtiyacı vardı.

O zamanlar İstanbul’da çeşitli Türk oymaklarından gelmiş, Müslüman Türkler arasında dil ve kültür birliğini kurmayı hedef edinmiş seçkin bir heyet de bulunuyordu. Bu heyetle birlikte bir çalışma ve ziyaret programı tertip ederek İstanbul’da mevcut eğitim kuruluşlarında incelemeler yaptı; ilim, fikir, edebiyat, eğitim ve kültür sahasında isim yapmış şahsiyetlerle görüştü. Namık Kemal, Ahmed Vefik Paşa, Muallim Naci, Cemaleddin Efganî, Ahmed Mithat Efendi gibi kişilerin çeşitli konulardaki tecrübe ve çalışmalarından istifade etti, bilgi aldı. Bilhassa eğitim ve öğretim programlarının tanzim, tertip ve ıslahı; müspet ilimlerle dinî ilimlerin birlikte okutulup öğretilmesi hususunda yaptığı incelemeler sonunda tatbike yönelik kararlar aldılar. Varılan bu kararları bütün Türk bölgelerinde, daha çok Sibirya Türkleri arasında tatbik yollarını araştırdılar.

Bu inceleme ve araştırmalardan sonra düşüncelerini ve alınan kararları kendi memleketinde ve esir Türkler arasında tatbik etmek gayesiyle memleketine döndü. Genç neslin yetişmesi, halkın irşadı ve uyanması, ortak düşmana karşı Müslümanların güç birliği içinde bulunmaları için mühim teşebbüslere geçti. Okullar açtı, tasarlamış olduğu eğitim programını tatbik etme imkânı buldu. Camilerde vaaz vererek, çeşitli toplantılar tertip ederek Müslümanların uyanmasına çalıştı.

“Reşid Kadı”

Dinî ilimlerde derin bir bilgiye sahip olan Abdürreşid İbrahim, Rusya Müslüman Türkleri arasında “Reşid Kadı” olarak da tanınırdı. Resmen de kadılık vazifesi yapmıştı. 1787 tarihinde II. Katerina, Müslümanlara şirin görünmek maksadıyla Orenburg’da şer’î bir mahkeme kurdurmuştu. Bir art niyete âlet gayesiyle kurulan mahkeme Müslümanlara büyük hizmet etti. Milyonlarca Müslüman’ın mercii oldu. Fakat daha sonra Rusya hükümeti, Müslümanları buradan soğutmak için mahkemenin başına cahil ve ehliyetsiz kimseleri getirdi.

1890’lı yıllarda bu mahkemeye aza olarak seçilen Abdürreşid İbrahim, reisin bulunmaması üzerine sekiz ay kadar da mahkemenin reisliğini yaptı. Hükümetin nasıl bir tuzak kurarak mahkemeyi kendi emellerine âlet ettiğini anlayınca daha fazla dayanamadı. Zaten elinden gelen bir şey yoktu. İstifasını vererek 1895’te İstanbul’a geldi.

İstanbul’da bulunduğu sırada Rusya Müslümanlarının geleceğini, Orenburg Şer’î Mahkemesi’nin durumunu, idarî şeklini, mahkemenin ıslahı için yapılması gereken hususları anlatan Çolpan Yıldızı adında bir kitap yazdı. Kitabı gizliden bastırarak Odessa’ya ulaştırdı ve Rusya Müslümanları arasında yayılmasını sağladı.

İstanbul’da daha fazla kalmayan Abdürreşid İbrahim 1897 Nisan’ında başlayıp 1900 yılı Ocak ayının 4’ünde sona eren, Avrupa, Kuzey Afrika ve Asya’yı içine alan üç senelik uzun bir seyahate çıktı. İstanbul’dan Mısır’a, oradan sırasıyla Tihame (Sina çölünden Kızıl Deniz boyu uzanan bölge), Filistin ve Hicaz bölgelerini dolaştı. Buradan Avrupa’ya geçti. Fransa’dan başlayan bu seyahat, daha sonra İtalya, Avusturya, Sırbistan (Yugoslavya), Bulgaristan ve Batı Rusya’dan Kafkasya tarafına, oradan Hazar Denizinin üst bölgelerinden Buhara, Batı ve Doğu Türkistan, Yedisu ve Sibirya yoluyla asıl vatanı olan Tara’da son buldu. Fakat bu seyahati esnasında tutmuş olduğu notları daha sonraki yıllarda yayınlamaya fırsat ve imkân bulamadı.

1900’de yeniden İstanbul’a geldi. Fakat 1905 yılında Rusya’da meşrutiyetin kabulünden sonra Müslümanları uyandırmak ve birleştirmek hususunda daha serbest çalışma imkânı doğdu. Bunun üzerine Sibirya’ya döndü. Birkaç yoldan faaliyete geçti.

Bu sahadaki hizmetlerini teşkilat kurarak, kongreler tesis ederek, hatta partilerde vazife üstlenerek yaptığı gibi, basın ve yayın yoluyla da ayrı bir cepheden İslamî potansiyeli muhafazaya, aktif hale getirmeye, Müslümanların gasp edilen hak ve hukuklarını elde etmeye, Rusya idaresine karşı varlıklarını kabul ettirmeye gayret etti.

Fakat 1907 yılı ortalarında Rus idaresi başlatmış olduğu hürriyet havasını kıstı, bilhassa Müslümanlar tarafından yapılan bütün faaliyet ve çalışmalara yasaklama getirdi. Matbaaları kapattı, gazetelerin yayınına son verdi, kurulan teşkilatları lağvetti, dağıttı. Bu arada Abdürreşid İbrahim’in Ülfet Matbaası ve aynı adla çıkarmış olduğu gazetesi de kapatıldı. Artık yıllar önce düşünmüş olduğu seyahate çıkmaktan başka yapacak bir şey kalmamıştı. Bunun için 1907 sonlarında Batı Türkistan bölgesini, Buhara, Semerkand, Yedisu ve civarını içine alan bir seneyi bulan bir seyahate çıktı. Evinin bulunduğu Tara’ya geldikten sonra ailesini ve çocuklarını Kazan’a yerleştirdi. 1908 Eylül’ünde Sibirya, Moğolistan, Mançurya, Japonya, Kore, Çin, Hindistan ve Orta Doğu’yu içine alan ve 1910’da İstanbul’da nihayet bulan bu uzun ve yorucu seyahate başladı.

Büyük seyahat

Abdürreşid İbrahim, gayesini ve seyahate çıkış maksadını kendisi şöyle ifade eder: “Ben tiynet ve yaratılış icabı olarak millî hayatım demek olan şu İslamî hayata hizmet yolunu tuttum. Bu uğurda türlü zahmetlere göğüs gerdim. Çoluk çocuğumu feda ederek İslam düşmanlarına karşı ne gibi teşebbüsler münasip görüldüyse, sebeplerine yapışmakta kusur etmedim.”

Bu seyahati esnasında Asya kıtasına serpilmiş vaziyette bulunan, Rusya ve Çin gibi mütehakkim devletler tarafından hak ve hukukları gasp edilmiş, ikinci sınıf vatandaş muamelesine tâbi tutulmuş azınlık halde yaşayan, çoğu Türk olan Müslümanların yurtlarına uğradı. Hayat tarzlarını yerinde gördü, maddî ve manevî meselelerini dinledi, hal çareleri araştırdı. Dinî hayatlarını, İslam’ı nasıl tanıdıklarını, yaşadıklarını, millî ve İslamî hüviyetlerini muhafaza edip edemediklerini müşahede etti. Netice şuydu: Rusya ve Çin idaresi altında yaşayan Müslümanların hem dünya hayatları, hem de dinî hayatları içler acısıydı, eksikti. Birçok hurafe ve batıl âdetlerin, inançların tesiri altında kalmışlardı. Sevindirici tarafı da vardı: Bu kadar baskılara rağmen bütünlüklerini korumuşlar, dinlerini bırakmamışlardı. Az bir gayret ve yardımla uyanabilir, düzelebilirlerdi.

Malezya ve Hindistan gibi birer İngiliz sömürgesi olan ülkelerdeki Müslümanların durumunu da gören Abdürreşid İbrahim, aynı problem ve sıkıntılarla onların da karşı karşıya olduklarını gördü. Buradaki Müslümanların daha çok cehaletlerine kurban gittikleri açıkça belliydi.

Üzerinde durduğu ve ihmal etmediği bir husus da, uğradığı her devlet, her şehir ve hatta en küçük bir yerleşim merkezinde dahi orada bulunan okul ve medreselere uğrayıp hocalarıyla görüşmesi, talebelerini imtihan etmesi, program ve müfredatını tetkik etmesiydi. Bilhassa İslam beldelerinde bu meselenin üzerinde çok durdu. Müslümanların terakkisinin eğitimden geçtiğinin farkındaydı. Hatta bu ihtiyacı hissettiği için, Türkistan’da bir kasabada bir müddet kalıp ders bile verdi. 6-7 ay kadar Japonya’da kaldığı müddetçe en çok meşgul olduğu, alaka duyduğu ve incelediği meselelerden birisi de Japon eğitim usulüydü. Okulların tertip ettiği merasimlere katılıyor, konuşmalar yapıyor, her sahada kurulan okulları geziyor, incelemelerde bulunuyor, teftiş ediyordu.

Japonya’da İslam

Japonya’da bulunduğu sırada bir işçiden, bir köylüden milletvekiline, bakana ve hatta prense varıncaya kadar her kesimden ve seviyeden insanlarla görüştü, fikir alışverişinde bulundu, Japonya’nın tarihi, kültürü, geleceği ve millî hususiyetleri hususunda bilgiler aldı. Yeri geldikçe, münasip bir zemin buldukça da, kendisi İslamiyet hakkında bilgi veriyor, İslam’ın hususiyetlerini anlatıyor, İslamiyet’i onlara tanıtmak ve hoş göstermek için çok ihtiyatlı hareket ediyordu. Nitekim bu çalışmasının neticesini de gördü. Görüştüğü bu kimselerden bir kısmı Müslüman olmuş, büyük bir kısmı İslamiyet hakkında sağlam ve sıhhatli bilgilere sahip olmuştu.

Bu seyahatte dikkate değer başka bir husus da, Abdürreşid İbrahim’in Japonya’yı Japonya yapan millî âdet, ahlâk ve değerleri incelemesi, Japonya’nın terakki sırrını araştırması, yerinde görerek tespit etmiş olmasıydı.

Japonya’da bulunduğu zaman teşebbüs edip tahakkukuna çalıştığı hedeflerden birisi de Japonya’da İslamiyet’in yayılmasına hizmet edecek bir cemiyetin kurulmasıydı. Kurulan cemiyete Asya Gı Kay adını verdi. Bu, Asya Savunması Gücü manasında Asya Kuvve-i Müdafaası demekti. Bu ismi verirken ihtiyatlı ve tedbirli olmayı düşünmüştü. Şayet ilk anda “İslam’ı Yayma Cemiyeti” diyecek olsaydı, pekçok hücumlara maruz kalabilirdi. Cemiyetin başına meşhur Japon diplomatlarından ve Müslüman olarak Ebu Bekir ismini alan Ohara getirilmişti.

Abdürreşid İbrahim seyahati esnasında yapmış olduğu tetkikleri, gezip gördüğü yerleri kaleme alıyor, yazdıklarını Kazan’da yayınlanan ve oğlu Ahmed Münir’in idare etmiş olduğu Beyanülhak gazetesine gönderiyor, orada yayınlatıyordu. Meşrutiyet’in ilanından sonra da seyahat intibalarını İstanbul basınına, bilhassa Eşref Edib’in çıkardığı, başta Mehmed Akif gibi devrin mühim yazar ve şairlerinin yazılar yazdığı Sırat-ı Müstakim mecmuasına gönderdi. Bu yazılar Sırat-ı Müstakim’de yayınlandı.

1910 başlarında İstanbul’a döndü. Fazla bir ara vermeden notlarını bir araya getirdi. Aynı yıl yine Sırat-ı Müstakim aracılığıyla abone kaydı usulüyle Âlem-i İslam isimli kitabını neşretti. Kitap bölüm bölüm fasikül halinde basıldı, daha sonra bir cilt haline getirilerek, son sayfasında çıkan reklamların da yardımıyla satışa sunuldu. İkinci cilt de 1911-1913 yılları arasında yayınlanarak seyahatname tamamlandı. Daha sonra her iki cilt bir araya getirilerek tek cilt halini aldı.

Abdürreşid İbrahim Türkiye’de Meşrutiyet’ten sonra, yani seyahat notlarının mecmualarda neşrinden sonra tanındı ve şöhreti yayıldı. Seyahat dönüşü İstanbul’a geldiğinde başta eğitim olmak üzere çeşitli mevzularda konferanslar verdi, camilerde vaaz etti. “Seyyah-ı şehîr / meşhur seyyah” olarak büyük şöhret kazandı.

Abdürreşid İbrahim’in seyahati bu tarihte de noktalanmış değildi. 1911-12 yıllarında İtalyanlar Trablusgarb’ı işgal edince Afrika’daki cihat hizmetinde bulunmak üzere Trablusgarb’a gitti, bir müddet cephede çalıştı. Cihat fetvasını dağıttı, halkı işgalcilere karşı harekete geçirdi. 1915’te Rusların Sarıkamış’ı işgal etmeleri üzerine Sarıkamış muharebesinde bulundu.

Yine bu yıllarda Teşkilat-ı Mahsusa tarafından görevli olarak Almanya’ya gitti. İtilaf devletleri ordularından alınan Müslüman esirlerin durumunu yakından gördü. Orada bulunan yüz bine yakın esire nasihatte bulundu.

Rusya’da baş gösteren Bolşevik İhtilali üzerine Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Çin sınırını aşarak Doğu Türkistan’a geçti, orada yaşayan Müslümanların kızıl tehlikeye karşı uyanık durmalarını temine çalıştı, faaliyetlerde bulundu. Sonradan burada meydana gelen hareketlerde bu faaliyetin izleri göründü.

Yeniden Japonya

Dönüşünde İstanbul’a geldi. 1930-1931 yıllarında tekrar Mekke’ye gitti. Orada Hindistan İslam cemiyet temsilcileri ve Japonya’dan gelen Müslümanlarla temasa geçti. Yıllar önce Asya milletlerinin birleşmesi hususunda attığı temelleri sağlamlaştırmak maksadıyla Japonya’ya yerleşmeye karar verdi. Nihayet 1933’te İstanbul’dan yola çıktı. 1934 başlarında Japonya’ya vardı. Buraya yerleştikten sonra o zamana kadar belli bir mesafeye gelmiş olan İslamî hizmetleri yaygınlaştırmaya, civar ülke ve adalara uzanmasına çalıştı. Daha önce kurmuş olduğu Asya Kuvve-i Müdafaası Cemiyetinin faaliyetini hızlandırdı. Hindistan, Malezya ve Endonezya gibi mühim İslam muhitlerine kadar tesir sahasını arttırdı. İkinci Dünya Savaşı’nda bu milletlerin bağımsızlıklarına kavuşmaları için Japonlarla işbirliği yapmak hususundaki ortak hareketleri bunun canlı bir deliliydi. Bir zamanlar hayal gibi görünen şeylerin sonunda hakikat sahasına girmekte olduğunu sağlığında görmesi o uzun ve yorucu çalışmasının mükâfatıydı.

Japonya’ya İslam’ın kökleşmesine, yerleşmesine yönelik hizmetleri önemli bir gelişme gösterdi. 1937’de Tokyo Camii’nin açılmasını, 1939’da İslamiyet’in Japonya’da resmen tanınması izledi. Bu camide vazife yaptığı ve Japonya’da bulunduğu sıralarda pek çok talebe yetiştirdi. Nihayet 17 Ağustos 1944’te Hakk’ın rahmetine kavuştu.

Kızı Feyziye Hanım’la yapılan bir mülakatta ifade edildiği gibi, vefatı Japon radyoları vasıtasıyla her tarafa ilan edildi. Cenaze namazına iştirak etmek isteyenlerin her taraftan gelmeleri için cenaze dört gün bekletildi. Muhteşem bir cenaze merasiminden sonra toprağa verildi.

Mehmed Paksu / Moral Dünyası Dergisi