Etiket arşivi: iskilipli atıf hoca

İskilipli Atıf Hoca Kimdir?

Atif Hoca, İskilip’in Tophane köyünde doğdu. İlk tahsilini köyde yaptı. 1893’te İstanbul’a gelip medrese tahsili yaptı. 1902’de icazet alarak Darü’l-fünunun ilahiyat Fafültesine girdi. 1903’te fakülteyi bitirip Fatih Camiinde Ders-i Amm olarak kürsüye çikti.

31 Mart vakasından sonra Sinop’a sürüldü. Oradan Sungurlu’ya gönderildi  ve daha sonra yanlışlık olduğu söylenerek serbest bırakıldı.

Yunanlılar İzmir’e çıktığında ilk tepkiyi, kurduğu ‘teal-i islam cemiyeti’ vasıtasi ile yaptı. Kısa zamanda toparlanan Anadolu, işgalcileri; halkça “gavur-islam dışı” olan insanlari çıkarmayı başardı.

Osmanlı tarihi kara bir leke ve bitişle karşılaşıyordu. Yanlış eğitilmelerine neden olduğu çocukları onların yıkılmasına neden oluyor, burada ilk hedefte imparatorluğun oluşumuna zemin hazırlayan islam ve müslüman halk oluyordu.  Bir devlet bitiyor yeni bir devlet kuruluyordu.  Müslümanlar şaşkındı bir o kadar da cahil.

İskilipli Atif Hoca da islam’a bağlı örnek bir şahsiyet olarak bu dönemin sıkıntılarından payını alıyordu.  Sürgün ve hapis….

Ülkedeki ‘batılılaşma’ hareketine karşi “firenk mukallitliği ve şapka” adlı eserini  1924’te yazar. Kitapta, batının iç yüzünü çevresindekilere anlatıyordu. Daha sonra yeni bir kanunla vatandaşlara ülkeden kovduklari İtalyan’lardan üç gemi dolusu satın aldıkları şapkaları giyme mecburiyeti geliyordu. Buna halk ve ulemadan büyük tepki geldi. Ve her kanuna savunuculuk yapanlar kanun tanımazlara haddini bildirmeliydi. İnsanlar başına şapka takmadığı için katlediliyordu.

İskilipli Atif Hoca da birbuçuk sene önce yazdığı Firenk Mukallitliği isimli kitabı bahane edilerek tutuklandı. Giresun istiklal mahkemesinde yargılanarak suç bulunamamasi nedeni ile İstanbul’a gönderildi. Ancak bir süre sonra yeniden tutuklandı. 26 Aralik 1925’te arkadaşları ile beraber 13 kolluk kuvveti gözetiminde Ankara’ya gönderildi. 26 Ocak 1926 Salı ünlü Ankara istiklal mahkemesinde yargılandi. Savcı, İskilipli Atif Hoca için 3 yıl hapis cezası istedi. Mahkeme müdafaa için bir gün sonraya bırakıldı. Ertesi gün mahkeme reisi Kel Ali, müdafaa yapmaya gerek görmeden İskilipli Atıf Hoca için alınan kararı açıklar: İDAM, Yani ŞEHADET.

İskilipli Atif Hoca vakarla ve dudağında ayetlerle gittiği idam sehpasında şunu söylüyordu: “zalim ve katillerle elbette mahşer günü hesaplaşacağız“.

ŞEHADETİ
4 Şubat 1926 Perşembe… Sabahın ilk saatleri… Eski meclis binası yakınlarındaki Karaoğlan çarşısı… Metin bir şekilde, dilinde dualarla idam sehpasına gelen Atıf efendi kelime-i şehadetle bu dünya defterinin kapısını kapıyor ve “yevme tüble’s serair”( bütün sırların açığa çıkacağı gün) olarak Kur’an’da bildirilen dar-ı ahiretin özel bir bekleme salonu olan şehadet kapısını çalıyordu. Allah Rahmet eylesin. (Amin)

Ali Tahmilci bey, Hocaefendi ile aynı cezaevinde yatan amcası Hasan Tahmilci beyin anlattıklarını şöyle naklediyor:
“Mahkemeler bitmiş, kararlar verilmiş, her şey belli olmuştur. Hücrelerine çekilen hükümlüler, infaz anını bekliyorlar. Sırası gelenlerin kimisi kapıyı şaşırır, bacakları titrer, yürümekte güçlük çekermiş. Derken, sıra merhuma gelmiş. “İskilipli Mehmed Atıf” diye bağırmış bir görevli. Hoca metin ve mütevekkil… Ağır adımlarla, vakar içinde, dualar mırıldanarak yürümüş sehpaya.

O gece hanımının gördüğü rüya şöyledir: “Bahçemizde kızı ile birlikte dikmiş olduğu çam ağacının dibinde hoca abdest almakla meşguldü. Kızı Melahat ona su döküyordu. Abdestini aldıktan sonra doğrulan hoca bize; “Ben artık gidiyorum. Sakın ağlamayın. Yalnız bana yedi Yasin okuyun” diyordu…

Nuri Saraç bey Atıf efendinin mübarek nâşını idamının ertesi günü görenlerden: “Garip bir tesadüf ki, Hocanın muhakemesinin bittiği günün ertesi günü onu asılmış vaziyette eski Meclis’in avlusunda, iri yarı gövdeleriyle ve normal ebattan daha uzun bir darağacında sallandığına şahit oldum. Tesadüfen oradan geçiyordum. Hoca pırıl pırıl parlayan sakallı ve nurani yüzüyle, sanki hiçbir şey yokmuş gibi sallanıyordu.”

Onu İdam sehpasında görenlerden biri de, yakın arkadaşı Tahir ül Mevlevi’dir. Mahkemeden beraat alan Tahir bey o gün Ankara’da kaldığı otelde geceyi üzüntü ile geçirir ve sabah namazı sonrası dışarı çıktığında eski Meclis binasının önüne gelince ciğer parçalayan manzaraya o da şahit olur. Gerisini kendi kaleminden takip edelim:

“Birdenbire gözüme ilişen bir manzara, beni olduğum yere mıhladı. Evet, eski Meclis önündeki meydanın ortasına iki tane sehpa dikilmiş, onların arasına da beyazlar giydirilmiş iki vücut çekilmişti. Yüzleri diğer tarafa müteveccih olan (yönelmiş) bu cesetlerden birinin Atıf efendi olduğu, boyunun uzunluğundan ve hala görünen metin vaziyetinden anlaşılıyor, o refi (yüksek) vaziyetiyle merhum hayatındaki halinden yüksek görünüyordu. Bilâ ihtiyar (elinde olmadan) gözlerimden yaşlar akarken dudaklarımdan da meşhur bir mersiyenin matlaı (taziye konulu kaside beyti) dökülüyordu:

“Biz öldükten sonra kabrimizi arama. Bizim mezarımız Ariflerin gönüllerindedir.” Mevlana

www.davetci.com

Kadınların Şer’i Tesettürü Yozlaştırılmamalıdır!

Son zamanlarda küreselleşmenin bazı zararları, iletişim teknolojilerinin ekseriya kötülüğü yaymak için kullanılması, bazı moda cereyanlar ve zararlı medyanın da tesiriyle, kadınların şer’î tesettürü (İslâm’ın emrine göre örtünmesi) bilhassa manevî bakımdan çok tehlikeli bir şekilde yozlaştırılmağa ve aslından saptırılmağa çalışılmaktadır. Bunun çok kötü misalleri, Bahar mevsiminin gelmesiyle daha da çok görülmektedir. Hatta, tesettürü evi ve mahremleri dışında, gözalıcı renk ve desenlerde başörtüler örtmek (bir nevî süslenmek) zannedip uygulayan “altı kaval, üstü şişhane” deyimini hatırlatır şekilde sokaklarda, hatta cami ve türbelerde boy gösterenlere de çok rastlanmaktadır.

İslâm’da tesettürün aslı ve esasının, sağlam Kur’anî deliller ile sabit kesin bir ve hüküm olduğu hususunda İslâm âlimleri ittifak etmişlerdir. Merhum şehîd İskilipli Âtıf Hoca’nın 1ve 339 tarihinde bastırdığı ve üzerinde “Ahkâm-ı tesettüre vâkıf olmak isteyen her erkek ve kadın Müslüman’ahatta bir nüsha lâzımdır” yazısı bulunan “Şer’î Tesettür” adlı risalesinden bazı mühim hususları nakletmek; şer’î tesettürün yozlaştırılmasına karşı İslamî gerçeği bilenlere hatırlatmak ve bilmeyenlere de bildirmek için faydalı olabilir.

Hicret-i Nebeviye’nin 4. senesinin Zilkade ayına kadar cahiliye (İslâm’dan önceki) devrinin iki âdetinin devamıyla, Müslüman kadınlar da iki omuzları arasından arkaya sarkıttıkları fakat tamamen gerdanlarıyla göğüslerinin bir kısmını açık bırakan “çar” denilen örtüyle başlarını örterlerdi ve her kim olursa olsun, namahrem (İslâm’da evlenmelerinde engel teşkil edecek akrabalığı olmayan) erkeklerle zaruretsiz karışıp görüşerek konuşurlardı. Hicret-i Nebeviye’nin 4. senesinin Zilkade ayında tesettür âyetleri (Ahzâb Sûresi, 59 ve Nûr Sûresi, 31) inerek, bu cahiliye âdetlerini kaldırmış ve içinde birçok faydalar bulunduran iki çeşit tesettür farz kılınmıştır.

Kadınların tesettürünün birinci çeşidi, buluğa erdikten sonra “cilbab” ile, yani başından itibaren bütün bedenini başından topuklarına kadar bürüyecek geniş bir “dış elbise” ile örtüp, (kocası ve kendileriyle evlenmeleri yasak bulunan) mahreminden başka hiç kimseye, azasını İslâm’ın (gösterilmesine) izin verdiğinden fazla göstermemektir. Bu “dış elbise”nin azayı belli edecek şekilde dar ve ince olmaması da gerekmektedir. Sadece vücudunun tenini örtüp hattını belli eden “dış elbise”, şer’î tesettüre uygun değildir. Peygamberimiz (s.a.s.): “Suretde elbiseli, hakikatte çıplak kadınlara, Allah lânet etsin” buyurmuştur.

Diğer bir hadis de şöyledir: “Ehl-i cehennem’den iki zümre var ki, bunları (dünyada henüz) görmedim: Birisi, sığır kuyrukları gibi kırbaçlar tutarak onlarla insanları döver(ta’zir ve ta’zib eder)ler. Diğer bir kısmı kadınlardır ki; gerçi giyinmişlerdir, fakat çıplak görünürler (zînet yerlerini açarlar, vücut hatlarını belirtecek şekilde ince ve dar elbiseye bürünürler). Başka kadınları kendileri gibi yapmaya teşvik ederler. Bunların başları, içine doldurdukları bezler ve saçlarla deve hörgüçlerine benzer. İşte bunlar ne cennet’e girerler, ne de pek uzak mesafeden intişar eden (yayılan) râyihasını koklarlar.” (Riyâzüssalihin Tercümesi, c. 3/198)

Tesettürle ilgili “Ancak bunlardan görünmesi zarurî (yerler) müstesnâdır” âyet meali gereğince, kadınların yalnız zînet-i zâhire yerlerine, yani yüzleri ile ellerinin açılıp görünmesine İslâm’da izin verilmiştir. Bir hadise göre de, ayak bileklerinden aşağısı hem namaz, hem de bakmak hususunda avret değildir. Mahrem olmayan kadınların bu uzuvlarına şehvetsiz bakmak, haram ve yasak değildir. Şehveti tahrik edeceği muhakkak veya muhtemel bulunursa, mahrem olmayan kadınların bu azalarına bakmak da İslâm’a göre haram ve yasaktır. Zira “Gözler zina ederler” hadis-i şerifi mucibince, şehvetle bakmak, bir nevi zinadır.

Hz.Âişe (r.a.) validemiz “Ancak bunlardan görünmesi zarurî (yerler) müstesnâdır” âyet mealine göre, kadınların yüzlerinde açılmasına izin verilen yerlerinin ancak birer gözleri olduğu içtihadında bulunmuş ve bunun gerekçesini açıklamıştır; tesettür hususunda İmam-ı Şâfii hazretlerinin mezhebi de, Hz.Âişe’nin (r.a.) içtihadına dayanmıştır. Yüz meselesi hakkında Şâfii’nin sözü-görüşü azimet, Hanefî’nin sözü-görüşü ise, ruhsat ve genişliktir. Ancak, ihtiyar kadınlar bu hükümden hariçtir.

Bu mevzudaki diğer bir hadis-i şerif gereğince, kadının elbisesinin topuk kemiklerinden kısa olması ve yerde sürünecek derecede uzun olmaması da şarttır. İlgili âyetteki “cilbab” kelimesinin manâsına uygun “dış elbise”nin biçimi konusunda ise, açıklık yoktur ve belirtilen şartlara uygun değişik elbiseler olabilir.

Kendilerine mahrem olmayan genç kadınların ellerine dokunmak veya onlar ile tokalaşmak, İslâm’da haramdır. Dokunmak, şehveti tahrik hususunda bakmaktan daha kuvvetlidir. Ancak, mahrem olmayan erkeklerin ihtiyar kadınlar ile tokalaşmasında sakınca yoktur.

Kadınların tesettürünün ikinci çeşidi Ahzâb Sûresi 33. ve 53. âyetlerinde açıklanmıştır: Zarurî bir ihtiyaçları olmadıkça, evlerinden çıkıp, kendilerine mahrem olmayan erkeklerle karışıp görüşmemektir.

Bu tesettür âyetleriyle, İslâm tarafından cahiliye âdetlerinden ikisi daha ortadan kaldırılmıştır. Bu âyetlerle, İslâm’dan sonra fısk ve fücur (gayr-i meşru günah) sebebiyle cahiliyet devrindeki çirkin âdetleri diriltmekle yeni bir “cahiliye” devrinin açılması ise, şiddetle yasaklanmıştır.

Kadınların şer’î tesettürü bahsedildiği şekliyle kat’î farzdır ve bu farz asırlar geçmekle, bahsedilen şeklinden farklı bir şekle girmez. Bu farzı inkâr edenler, İslâm dairesinden çıkar ve kâfir olur. Onu inkâr etmeden aykırı hareket eden kadınlar da günahkâr olup, fiillerine göre ceza ve ilahî azabı hak ederler.

Kadınların şer’î tesettürü hakkında beyan olunan Kur’anî delillerin bazıları zahiren Peygamber (s.a.v.)’in mübarek zevcelerine tahsis olunmakta ise de; ya Peygamberimiz (s.a.v.)’in mübarek zevcelerine uyarak veyahut “hususî”yi zikredip “umumî” yi irade kabilinden, mecaz olarak hükmü sair Müslüman kadınlara da şâmildir. Bu sebeble, İslâm dinini kabul eden her kadın, İslâmî tesettürle ilgili şer’î delillerin tümünün hükmü altına girer.

İskilip’li Âtıf Hoca’nın “Şer’î Tesettür” adlı risalesinde, asrımızın bazı kadınlarının tesettüründeki İslâm’dan uzaklaşma ve yozlaşmalara karşı İslâmî gerçeklerden bahseden yukarıdaki kısımlardan başka; “Müslüman hanımlara yabancı olmayan erkekler (13 sınıf) – Kadının çalışma durumu – Tesettürün İslâmî hikmetleri – İslâmî tesettürün faydaları – Kadınların öğrenmesi gereken ilim ve sanatlar” başlıklı bahisler de bulunmaktadır.

Prof. Dr. Mustafa NUTKU