Etiket arşivi: İslam Birliği

Hicret Emri İle Vatanseverlik Birbirine Mani Mi?

Kur’an’da hicret emrediliyor. Bununla birlikte, Hadis olduğu rivayet edilen “Vatan sevgisi imandandır” şeklinde bir ifade de mevcut. Bu iki ifade arasında bir çelişki yok mu?

İnsan dediğimiz varlığın pek çok özelliklerinden biri, hatta birincisi yaratılmış ve kul olmasıdır.

Kul olması nedeniyle de kendisini yaratana karşı olan görev ve sorumlulukları, hayatında birinci derece öneme sahiptir. Daha açık bir ifade ile kulluk görevleri, insanın var edilme sebebidir.

Hicret konusunda da birinci belirleyici etken, içinde bulunulan durumun bu görevlerin yerine getirilmesini engelleyip engellemediğidir.

Bu ölçeğe göre bir belde dört durumda bulunabilir.

1. Eğer İslam’ın asgari şartlarını bile yaşamaya imkân olmayan, bu durumun düzelmesi konusunda bir umut da bulunmayan bir beldede isek, oradan hicret etmek şarttır. Üstelik bunun için elinden geleni yapmamanın vebali vardır.
2. İslam’ın asgari şartlarını yerine getirmede o an için sorun yaşanmasa bile, bu hakkı kaybetmek kaçınılmazsa, yine inancını özgürce yaşayabileceği bir beldeye hicret etmek daha uygundur.
3. İçinde İslam’ın gerektirdiği gibi yaşamanın mümkün olduğu ve Müslüman olmayanlara örnek olunarak İslam’ın yayılmasına vesile olma ihtimalinin de bulunduğu beldede ise kalmak, oradan hicret etmemek daha uygun olur.
4. Son olarak da inancımızın gerektirdiği gibi yaşayabildiğimiz bir beldeden hicret etmemiz, o beldede Müslümanların zayıflayıp zor durumda kalmalarına yol açacak, İslam’ı yaşamalarına mani olacaksa, buradan ayrılmak ihanettir. Asla ayrılmamak gerekir.

Hicretin, insanların İslam’ı rahatça ve huzur içinde yaşamalarını sağlamaya yönelik bir uygulama olduğu görülmektedir. Fakat tek amacın bu olduğunu söylemek konuya biraz dar açı ile bakmak olur.

İslami bir hayatı yaşamakta zorlanan insanlar, hicretle, bunu daha rahat yapabilecekleri yerlere yönlendirilir ve oralarda toplanmaları sağlanır. Bunun sonucunda orada bir birliktelik, bir güç meydana gelir. Yani hicret aslında zor durumdaki Müslümanların bir araya gelip güçlenmesini sağlayan bir mekanizmadır.

Bir başka açıdan düşününce de belki Müslümanları “İslâm Birliğine” yönlendiren İlahî bir sır olabilir.

Rabbimizin emir ve yasaklarını bize uygulamalı olarak gösteren sevgili Peygamberimiz (sav.), hicreti de kendi hayatında yaşamış, bize bununla ilgili ipuçları bırakmıştır.

Sevgili Peygamberimizin hicretine baktığımız zaman, hicretin hangi şartlarda ve nasıl yapılacağını açıkça görebilmekteyiz:

Baskılar iyice artıp cinayetler başlayınca, o öncelikle daha zayıf ve dayanma gücü az olanları gönderdi. İlk hicret de henüz Müslüman olmamasına rağmen, kendilerine zulmetmeyeceğine inanılan Habeş Necaşisinin yanına yapıldı.

Baskı arttıkça, Müslümanlar yavaş yavaş Medine’yi yurt tutmaya başladılar. Bu onlara hem dinlerini gereği gibi yaşayabilme imkânı sağladı hem de birleşerek bir güç meydana getirmelerine yol açtı.

Hazreti Peygamber (sav.) ise kendisine yapılan türlü türlü zulümlere rağmen son ana kadar bekledi. O kadar ki, sahiplerine teslim edilecek emanetleri Hz. Ali’ye bırakıp evinden çıktığı sırada, kapıda suikastçılar bekliyordu.

Hem kulluk ve peygamberlik görevlerini rahatça yapabileceği, hem de Müslümanların bir araya gelip güçlenecekleri bir beldeye yani Medine’ye hicret etti. On yıl sonra da gelip Mekke’yi, hatta savaşmadan alabilecek bir güce kavuştu Müslümanlar. Orada zulüm altında kalanlar da kurtarıldı.

Bu süreç içinde Medineli Müslümanlara da ayrı bir parantez açmak gerekir. Hicret mekanizmasının işlemesi için gerekli şartlardan biri olan “hicret edilecek belde” tarifine, mükemmelden öte bir örnek getirmişlerdir. Elbette kendilerine hicret eden zatın değeri ile doğru orantılı olarak, beraberinde gelenlere de, bugün sahip olduğumuz kültür ile akıl ve mantığımıza sığdıramadığımız boyutta fedakârlıklar sergilemişlerdir. Bunun sonucunda da İslam tarihi boyunca gıpta ile bakılan “Ensar” olmuşlardır.

Burada, yazının başındaki sorunun içinde kullandığımız “Vatan sevgisi imandandır.” ifadesi ile ilgili de bir not iletelim. Bu ifade pek çok yerde hadis olarak karşımıza çıkmasına rağmen hadis değildir. Ancak güzel bir sözdür.

Sonuç olarak:

Vatan insanın özgürce yaşayabileceği yerdir. Bir şekilde zayıflayarak, başka güçlerin gelip bizi vatansız bırakmasını istemiyorsak, güçlü olmalıyız.

Yukarıda saydığımız, hicreti teşvik eden ilk iki madde, vatanını savunmaktan aciz kalmışlara yöneliktir.
Allah Resulü (sav.) Mekke’nin fethedildiği gün artık Mekke’den Medine’ye hicreti yasaklamıştır.
Aslolan, inançlarımızı ve özgürlüklerimizi kısıtlamak isteyenlerin boyunduruğu altına girmemek, içinde bulunduğumuz toplumun da girmemesi için her türlü fedakârlığı yapmaktır.

Hicret mekanizması ise azıcık sıkışınca vatanını terk edip kaçma emri değil, zaten bir şekilde özgürlüğü elinden alınmışların, birleşip güçlenerek yok olmaktan kurtulmalarını sağlayan bir sistemdir.

Muhiddin YENİGÜN

Birlik ve Beraberliğin Önemi

İSLAM DİNİ, yardımlaşma, dayanışma, birlik, beraberlik ve kardeşliğe büyük bir önem vermiş ve bunun için önemli prensipler ortaya koymuştur. İslam kardeşliğinden meydana gelen dayanışma ve birlikten, büyük bir kuvvet kazanılır. Bu kuvvetle de her türlü terör ve tehlikenin üstesinden gelinir ve böylece huzur ve barış ortamı sağlanır.

“İttifakta kuvvet, ittihadda hayat, uhuvvette saadet vardır” diyen Bediüzzaman Hazretlerinin, İslam âleminin birlik ve beraberliği hakkındaki bu tespiti de bizi birlik ve kardeşliğe davet eder.
 
Avrupa Birliği’nin, geçmişte birbirine düşman olan devletlerinin bugün ortak menfaatleri uğruna, aralarında vizeyi kaldırmaktan, paralarını birleştirmeye kadar birçok sahada birlikte hareket etmeleri, öte yandan bu birliği bir Hıristiyan kulübü haline sokup, Türkiye’yi içlerine almamak için sudan bahanelerle direnmeleri, Üstad Bediüzzaman’ın bir asır önce üzerinde önemle durduğu İttihad-ı İslam (İslam Birliği) fikrini milletimizin ruh dünyasında yeniden canlandırdığı gibi, yöneticilerimizin de sadece Batı’ya bağlı kalmayıp, kendileriyle çok yönlü bağlarımız bulunan İslam alemine de yönelmelerine yol açmıştır.
 
islam barisBEDİÜZZAMAN Hazretleri, bu birliğin gerçekleşmesine en büyük engelin, Avrupa’nın Müslümanları birbirine düşman etme, onları bölme ve yutma politikası olduğunu tespit etmiş ve bu tehlikeyi şöyle dile getirmiştir:
“Fikr-i milliyet, şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zalimleri, bunu İslamlar içinde menfî bir surette uyandırıyorlar; tâ ki, parçalayıp onları yutsunlar.” 
Öyle ise bütün Müslümanlar, hep birlikte Kur’an-ı Mübin’e, İslam dinine sarılmalı, onun hükümleri ve emirleri doğrultusunda hareket etmeli ve asla ayrılığa düşmemelidirler. Müminler birbirine sırt çevirmemeli, birbirine karşı düşmanca davranmaktan, hak ve hakikate aykırı hareketlerde bulunmaktan sakınmalıdırlar.
 
GEREK fertlerin, gerekse devletlerin birbirine karşı kin beslemesi düşmanlığı doğurur, o toplumu yaşanmaz hale getirir, huzur ve saadeti ortadan kaldırır. Muhabbet ve kardeşliğin olduğu bir toplumda ise, huzur ve saadet vardır. Böyle bir toplumda hariçten gelebilecek her türlü fitnenin de fazla etkisi olmaz. Memleketimizde de bu fitnelerin etkisiz kalmasının tek ve yegâne çaresi, insanımızın din ve mukaddesatına olan bağlılığıdır. Ölçümüz iman ve vicdan olmalıdır.
Şunu hemen ifade edelim ki, insanlarda istismara en müsait ve en zayıf damar “ırkçılık” damarıdır. Bugün birtakım iç ve dış güçler, insanımızın bu damarını kendi kötü emellerine alet etmek istemektedir. Bu maksatla sistemli ve plânlı bir şekilde ırkçılık duygularını körüklemektedirler. Bu bakımdan, insanları birbirine düşman eden bu fitneye karşı çok uyanık olunmalı ve bu oyunlara gelinmemelidir. Tarihin acı ve hazin tablolarından ibret almalıyız. Aksi halde, telâfisi mümkün olmayan pişmanlıklar yaşarız.
 
BU VATANDA yaşayan vatandaşlarımız, özellikle de Türkler ile Kürtler, İslam kardeşliği sayesinde böyle bir hataya düşmeyeceklerdir inşaallah. Çünkü onlar çok iyi biliyorlar ki, bütün bunlar, Türkiye’nin gelişmesini istemeyen ve bizi bölmeye çalışan güçlerin ve gizli zındıkların planlı ve sinsi oyunlarıdır. Bugün Irak, Suriye ve Mısır’da ve birçok İslam ülkesinde yaşanan elim hadiseler hep bu oyunların bir sonucudur.
 
EVET, ırkçılık, İslam âlemine bulaşmış kanserden daha tehlikeli bir hastalık ve büyük bir musibettir. Buna karşı dayanak noktamız, muhabbet ve birliği emreden İslamiyet’e sarılmaktır.
İslam dini ırkçılığı şiddetle yasaklamıştır. Irkçılık, bir ırkı veya bir grubu üstün sayarak diğerlerini hakir gören, kendinden olmayanları kötüleyen, saldırgan, istilâcı ve zulümkâr bir hastalıktır. Irkçılık, dinî bağları gevşeten, terör ve vahşeti doğuran ve toplum bünyesinde bozulmaya yol açan bir mikroptur. Çünkü ırkçılık, hayata düzen veren dinî ve ahlâkî esaslar yerine, ırkçı düşünce ve bağları esas aldığı için tahripkârdır.
Bu bakımdan her türlü fitnelerden ve özellikle ırkçılıktan, vatanın bekası, milletin saadet ve selameti adına şiddetle sakınmamız ve bu konuda çok hassas davranmamız gerekmektedir. Zaten ırkçılık dinimizde “cahiliye âdeti” olarak görülmüş ve reddedilmiştir. Irkçılık, İslam’ın bekasına, Müslümanların huzur ve saadetlerine en büyük bir darbedir.
 
BEDİÜZZAMAN Hazretleri ırkçılık hastalığına yakalanmamak ve Avrupa’nın oyunlarına gelmemek ve Müslümanların birliğini tesis etmek için, bir taraftan eserlerinde imana ait şüphe ve vesveseleri giderici deliller sunarken, diğer taraftan da millet ve memleketin birlik ve beraberliğini, kardeşlik ve muhabbetini perçinleyici kuvvetli ve ikna edici dersler vermiş; görüşlerini her vesileyle dile getirmiş, yetkilileri, bir din ‚limi olarak uyarmış, ancak problemlerin çözümünde milletin daha önemli olduğunu çok iyi bildiği için onları irşad etmeyi esas almıştır.
Evet, Bediüzzaman Hazretleri, Avrupa’nın fen ve sanat silahıyla Müslümanları esaret altına almasının acısını ruhunun en derinliklerinde hissetmiş ve Müslümanların da bu sahada terakki etmeleri için din ilimleriyle fen ilimlerinin birlikte okutulacağı, Doğu’nun maddi ve manevi kalkınmasında zaruri olduğuna inandığı ve ismine Medreset-üz Zehra adını verdiği bir üniversitenin kurulması için büyük çaba göstermiştir.
Dünyanın neresinde bir Müslüman varsa kardeşimizdir. Dili ve ırkı ne olursa olsun onu sevmemiz dinimizin emridir.
 
ÇÜNKÜ onlarla dinî bağlarımız vardır. Aralarında din, tarih ve vatan bağları bulunan ve aynı vatanda yaşayan Müslümanların bu bağlarından dolayı birbirlerini daha da çok sevmeleri lazımdır. Öyle ise aynı vatanda yaşayan, asırlarca cihad arkadaşlığı yapan, bu vatanı beraber kurtaran ve muhafaza eden; birbirlerinden kız alıp kız vermek suretiyle aralarında akrabalık bağları kurulan, âdeta et ile kemik mesabesine gelen Türkler ile Kürtlerin birbirlerini daha çok sevmeleri aklın ve vicdanın gereğidir.
Bediüzzaman Hazretleri, “Milliyetimiz bir vücuttur; ruhu İslamiyet, aklı Kur’an ve imandır” buyurarak birlik ve beraberliğin reçetesini ortaya koymuş, hayatın devam ve bekasının, huzur ve saadetinin ancak İslam kardeşliği ile, birlik ve dayanışma ile mümkün olacağını ifade etmiştir.
 
BU bakımdan her mümin, Müslümanlar arasındaki kardeşlik, muhabbet, birlik ve beraberlik bağlarını kuvvetlendirmeli; düşmanlıkları netice verecek her türlü fitne ve fesadın, bozgunculuk ve terörün kapısını kapamak için gayret etmelidir.
Şimdi bize düşen en önemli görev, her güzelliğin esası olan iman-ı tahkikiyi kalplere yerleştirmek için azamî gayret göstermektir. Bu sayede hem müminler arasındaki kalbî bağlar güçlenecek, kardeşlik şuuru kuvvet bulacak, hem de her konuda ortak hareket etme ve yardımlaşma ruhunun gelişmesiyle Müslümanların maddi terakkileri de sağlanmış olacaktır. Bu ruh ve bu şuur yaygınlaştıkça Müslüman milletler arasındaki kardeşlik bağları, ülkeler arasında da tesis edilecek ve ittihad-ı İslam böylece gerçekleşmiş olacaktır.

Mehmed Kırkıncı

zaferdergisi.com

Din Stratejileri – Din Birliği ve Küresel Barış

Hutbe-i Şamiye Ekseninde İslam Birliği ve Küresel Barış Konferansı Tebliğidir.

Arabistan yarımadasında doğmaya başlayan İslam Güneşi, Hz. Ömer devrinde Ortaasya ve Kafkaslardan Bizans hudutlarına kadar çok büyük bir alanı aydınlatıyordu. Onlarca Arap olmayan kavim İslam dairesine girmiş Muhammedî hakikati ikrar etmekteydi.

Hz. Ali’nin Halifeliğine, iktidar hırsı yanında, aşiret ve kavmiyet taassubuyla karşı çıkılmasıyla başlayan fitne, “ittihad-ı İslam”ı parçalamaya başladı. Hz. Hasan’ın zehirlenmesi ve Hz. Hüseyin’in şehâdeti ile zirveye ulaştı.

Kutlu Nebi’nin beyanı ile İslam hilafeti 30 yılı zor da olsa tamamladı ve “ittihad-ı İslam” da unutulmaya başlandı.

Abbasi Halifesi Kâim Biemrillah’in çağrısı üzerine 15 Aralık 1055’te Bağdat’a girerek. Halife üzerindeki baskıyı kaldırıp, Büveyhoğulları’nın zulmünü sona erdiren Büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul Beyin, İslam’ın Sancağı’nı eline alarak başlattığı İslam’ın Sancaktarlığı görevi yaklaşık 900 yıl sürdü.

16. yüz yıla geldiğimizde, İstanbul’daki medreselerde, bundan daha büyük, daha güçlü daha zengin devlet yok. İlimde, sanatta ve medeniyette daha büyüğü nasıl olabilir? “Bundan sonra okumaya ne gerek var” mantığı ortaya çıkmaya başladı. Süleymaniye ve Selimiye’nin yapıldığı sıralarda, “Medrese”lerde “geometri okumaya gerek yok” gibi, tartışmalar başladı.

Kâtip Çelebi’nin “Mizanü’l Hak” adlı kitabında eleştirdiği tartışmalarla başlayan ilimde gerilemeler, fen alanında da kendisini gösterdi. Asıl gerileme ilim ve fende oldu.

Bir zamanlar Haçlı Seferleri’nde başarılı olamayanlar, zenginliğini kaybetmeye başlayan Müslümanlardan yandaşlar, destekçiler bulmaya başladı.

Hırsız içerden olunca, öküz bacadan bile çıktı. Etnik milliyetçi, ırkçı düşünceler yanında farklı Müslümanlık anlayışları arttı ve batı Hıristiyan dünyasından bulduğu desteklerle güç kazandı.

Osmanlı küçülmeye başladı. 19. yüzyıla gelindiğinde, “bu kötü gidişe nasıl dur diyebileceğimiz”, soruları aklımıza geldi. İşte “ittihad-ı İslam” yani “İslam Birliği” fikri de bu arayışlardan biridir ve doğru bir taleptir.

Bu günlerde “üç kıtada toprakları bulunan son hükümdar” olarak anılan Sultan Abdülhamid Han “İttihad-ı İslam” için en çok çalışan ve bu fikri savunanlara en fazla destek vermiş “Hakan”dı.

İslam birliği konusunda Üstad Said Nursi’nin sözlerini hatırlayalım:

İki Mekteb-i Musibet Şehadetnâmesi” ismindeki eserimde tarif etmişim. Şimdi o kasr-ı muallânın bir taşını, bir nakşını göstereceğim. İşte, kâbe-i saadetimiz olan ittihad-ı münevver-i İslâm’ın Hacerül-Esved’i, Kâbe-i Mükerreme’dir; ve dürret-i beyzâsı Ravza-i Mutahhara’dır; Mekke-i Mükerremesi, Ceziretü’l-Arap’tır; medine-i medeniyet-i münevveresi, tam hürriyet-i şer’iyeyi tatbik eden Devlet-i Osmaniye’dir.

Eğer İslâmiyet milliyetini ve İttihad-ı İslâm’ın taşını ve nakşını istersen, işte bak! …”[2]

Tekraren söylüyorum ki, ittihad-ı İslâm hakikatında olan ittihad-ı Muhammedî’nin cihetü’l-vahdeti Tevhid-i İlâhîdir. Peyman ve yemini de Îman’dır. Müntesibîni umum müminlerdir. Nizamnâmesi, sünen-i Ahmediye’dir. Kanunu, evâmir ve nevâhi-i şer’iyedir. Bu ittihad âdetten değil, ibadettir. İhfa, havf; riyadandır. Farzda riyâ yoktur.

Bu zamanın en büyük farz vazîfesi, ittihad-ı İslâmdır.

İttihad–ı İslâm’ın bütün müminlere şâmil olduğunu, bunun tahsis ve tahdit kabul etmediğini ısrarla anlatan Bediuzzaman, Yavuz Sultan Selim’in, Arabistan’ı Osmanlı topraklarına katmasını bu mânâdaki İttihad–ı İslâmı hedef alıp tesis etme amacına yönelik bir çalışma olduğunu ve kendisinin de buna ittibâ ettiğini beyan eder.

19. asrın son çeyreğinde başlayan siyasi partiler serüveni, meşrutiyet ve Cumhuriyet’le devam etti. Birinci ve ikinci dünya savaşlarından sonra özellikle batıda yaygınlaştığını gördüğümüz demokrasi ve insan hakları uygulama ve iddiası İslam milletlerinin yaşadığı coğrafyaya ya eksik geldi, ya da hiç uğramadı.

Aslında bu iki kavram da Müslümanlara aitti. Kur’an ve Sünnet bunu tevsik etmekte; Veda Hutbesi tescil etmekte; “Raşit Halife”lerin seçimleri bunu tasdik etmekte iken bunları kaybettiğimiz veya unuttuğumuzu bile hatırlayamadık.

İsyana kalkışan Şeyh Said’e; “İttihad-ı İslam”ın yaşandığı 900 yıllık geçmişi hatırlayarak, “Türk milleti asırlardan beri İslamiyet’e hizmet etmiş ve çok veliler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılıç çekilmez. Siz de çekmeyiniz, teşebbüsünüzden vaz geçiniz. Millet irşad ve tenvir edilmelidir”[3] diye mektup yazmıştı.

Allah’ın son Peygamberi Hz. Muhammed ve O’nun ümmetinin yaşadığı bölgelere bol bol lütuf ve ihsanı olarak görülen yer altı kaynakları, özellikle petrol bulunduran bölgeler başta olmak üzere, küresel emperyalizmin ana hedefi olmaya başladı ve devam ediyor.

Halen yaşamakta olduğumuz 21. yüzyılın başında küresel emperyalizm, bizim dünyamızda, Müslümanlar arasında çatışmalar ve savaşlar çıkartma peşindedir.

Böyle bir zamanda “İttihad-ı İslam” yani İslam Birliğini konu alan bu toplantı, inşallah önce bizim, sonra da bütün İslam dünyasının uyanışına vesile olur.

İlk yıllarında siyasete olumlu bakan Bediuzzaman, daha sonra bu görüşünü değiştirir ve “Bu zamanda ehl-i İslâm’ın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalplerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi nurdur, nur göstermektir ki, kalpler ıslah olsun, imanlar kurtulsun.”[4] der. Nur Allah’ın nuru’dur. Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği Kur’an’dır, İslam’dır.

Ancak batı destekli güzel süslenmiş yalan ve maddi menfaatle kamufle edilmiş sapık fikirler; ırkçı görüşler ve ayrılıkçı düşünceler ortalığı kaplamış; siyaset, dinin önüne geçmiştir.

Hâlbuki “siyaset bir nur değil, aksine bir topuzdur”. “Eğer siyaset topuzuyla hareket edilse, galebe çalınsa, o kâfirler münafık derecesine iner. Münafık, kâfirden daha fenadır. Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslah etmez. O vakit küfür kalbe girer, saklanır, nifaka inkılâp eder.

“Hem nur, hem topuz-ikisini, bu zamanda benim gibi bir âciz yapamaz”[5] diyor.

Üstad gibi birinin yapamayacağını kim veya kimler başarır veya başarmaktadır?

Günümüzde en fazla üzerinde durulması gereken “imanî hakikat” budur.

Buraya bir bal mumu yapıştırarak meselenin günümüzle ilgili boyutuna da dikkatlerinizi çekmek istiyorum:

George Walker Bush’un Amerika Birleşik Devletleri’nin 43. başkanı olduğu 20 Ocak 2001 tarihinden sonra geliştirdiği ve ABD tarafından halen uygulanmakta olan bir anlayış ve siyaset var.

Bu siyaset, Haçlı zihniyetinin çağdaş versiyonu ve/ya bilimsel olanıdır denilebilir bir stratejidir.

Beyaz Saray çevresindeki uzmanlar, dünyanın en büyük ve güçlü devleti ABD olduğundan, dünyanın tek hâkiminin Tanrı gibi algılanması gerekir. Bunun için de Tanrı dünyayı ve insanları ne ile nasıl idare ediyorsa, ABD başkanının da öyle idare etmesi gerektiği şeklinde bir algıyı bilim ve strateji dünyasına ve ABD politikalarına taşıdı.

Sırf bu amaçla geliştirilen “strategy of Religion” Din Stratejisi, “strategy God ”Tanrı Stratejisi” çalışmaları, asıl hedefin, sömürülecek ve kullanılacak ana kitlenin Müslümanlar olduğunu ortaya koydu. Bu defa Müslümanların yaşadığı bölgelerdeki menfaatlerini koruyabilmek ve geliştirebilmek adına, İslam’ı nerede, kime karşı, nasıl kullanacağı araştırmalarına yönelmiş ve böylece “strategy of İslam” orta çıkmıştır.
Bu konuda ABD’de onlarla kitap ve makale yayınlanmıştır.

İslam’ın hangi mezhebini, hangi tarikatını, hangi cemaatini, ne zaman, kime karşı, nasıl kullanacağını ortaya koyan çalışmalardan İslam dünyasında kaç kişi haberdardır?

Unutmayalım ki, Küresel emperyalizmin hedefi, Müslümanların yaşadığı “İslam Dünyası”dır.

Küresel emperyalizm, tıpkı Sovyetlerin çöküşünün, bir tek mantar tabancası patlatılmadan başarılması gibi, -hiç masraf etmeden- Müslümanı Müslüman’a kırdırarak amacını gerçekleştirmek istemektedirler.

Bunu ortaya atanlara göre İslam aşırı, marjinal, anarşi ve terörü besleyen bir dindir. Onun için de bunun terbiye edilmesi ve aşırılıklarının törpülenmesi gereklidir.

Müslümanların yoğun olarak yaşadığı Ortadoğu için icad edilip uygulamaya konulan ILIMLI İSLAM bu stratejinin en önemli uygulama bölümüdür.

21. yüzyılın başında içinde yaşadığımız tarih diliminde, İslam dünyasında çıkartılmak istenen Şii- Sünni ihtilafı veya çatışmasının kaynağı da aynı stratejidir.

– Çağın ilmini, fennini, sosyal, kültürel, siyasi ve diğer alanlardaki gelişmelerini bilmeden “ittihad-ı İslam” demekle bu birlik gerçekleşseydi, yaklaşık iki yüz yıldır çoktan gerçekleşmez miydi?

Alınız ilmini Garb’ın, alınız san’atını
Veriniz mesainize hem de son sür’atını

– Diyen Mehmet Akif’i can-ı gönülden dinlemiş ve yeteri kadar çalışmış olsaydık, bu durumlara düşer miydik?

2006 sonu haccıydı. Mekke’de, Türkçe adı ile ”Hz. Ali Evlatları Aile Önderleri Vakfı”nda, Vakfın o zamanki başkanı, Ummü-l Kura Üniversitesi Hukuk Profesörü Seyyid Abdullah ATTAS ile üç yarım gün süren “Ehlibeyt Sevgisinin, İslam kardeşliğinin ve İslam dünyasının güçlenmesindeki rolü” konulu konuşmamız sırasında demişti ki;

“- Şu anda reel olarak bir İslam dünyasından bahsedemeyiz. İslam ülkeleri gibi görülen devletler, emperyalizm denizine batmışlardır, sadece Türkiye’nin başı emperyalizmin dışındadır. Onun da bedeni emperyalizme batmış görünüyor.

Emperyalizmden kurtulma umudu olan tek İslam ülkesi Türkiye’dir.

– Bir Müslüman, dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, hangi dili konuşursa konuşsun, kendisini koruyacağına inandığı bir güç olmasa, yüksek sesle ne “Müslüman’ım” diyebilir, ne de “Kelime-i Şahadet” veya “Kelime-i Tevhid”i okuyabilir. Mesela biz, Mekke’de, Kâbe’nin yanında bile bunu söyleyemeyiz. Emperyalizm bu derece etkilidir” dediğinde,

– Peki bu güç nedir, kimdir, bölgesel mi, küresel mi, diye heyecanlanmıştım. Cevap verdi:

– Bu güç sadece bir tanedir. Gücü, tarihi ve kültürel geçmişinden geliyor, dedi. Adı var mı diye sordum.

70 yaşındaki Seyyid cevap verdi:

– “Bu gücün adı, “ceyşu-l etrak” Türk Ordusu’dur. Kadere bakınız ki, Türkiye’nin İslamcıları bunun farkında değiller!

O, Hakk’a erdi.

Son din ve son peygamber, “”güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim“[6]

Ahlâk, Yaradan’dan başlayarak yaratılanı da sevmeyle başlayan, davranışlar bütünüdür.

Müslüman olarak diğer Müslümanları ne kadar seviyoruz?

Kutlu Peygamberin Eşi Hz. Marya Validemizin akrabaları olan Çingeneleri, Nakşilerle aynı silsileleri paylaşan Alevileri, en az bin yıldır beraber olduğumuz ve bölgede kurulmuş Türk devletlerinin vatandaşları olmuş Kürtleri, Arapları, Zencileri, Aptalları ve İslam’ın Sancaktarı olan büyük Türk Milletini ne kadar seviyoruz?

Sevgi olmadan birlik, ittihad, ne diyorsak, o nasıl olacak?

Şimdi, günümüzde, din adamları başta olmak üzere, hepimiz ahlâki problemler yaşamıyor muyuz?

Şimdi küresel emperyalizm, Müslümanlar arasında teslim alamadığı kaç şahıs ve organizasyon kalmışsa, onların peşinde koşmuyor mu?

– Müslüman olarak, diğer Müslüman’ın aleyhinde bulunmayı en önemli “tebliğ” zannedenlerimiz yok mu?

Mü’minler kesinlikle kardeştirler, (kardeşler arasında ihtilaf olduğunda) kardeşlerinizin arasını bulun, barıştırın, uzlaştırın onları. Ve Allah’tan çekinin ki, merhamet olunanlardan olun”[7] (Hucûrat:10). Ayetini başımız derde girmeden, toplumsal facialar ortaya çıkmadan hatırlıyor muyuz?

Kur’an Müslümanların temel kitabıdır ve Ahlâk, Kur’an ve Kutlu Nebi Hz. Muhammed’in örnek ahlâkı ile tamamlanmıştır.

Kendisini, misafir olarak hacca davet etmek için görevli olarak gittiğim bir Alevi vatandaş bana sordu:

– Davetinizi kabul edersem, bana harcayacağınız para, bana helal para mıdır? Helal değilse ve gitmeye karar verirsek, son kuruşuna kadar bütün paramızı ödemek şartıyla bizi misafir sayar mısınız?

Hacca misafir olarak davet edilmiş binlerce insan içinde, sadece bir kişinin sorduğu ve sorulanı donduran bu soruyu, her yediğimiz lokmada, hepimiz sorduğumuzda, İslam birliği kendiliğinden kurulacaktır. Buna kesinlikle inanıyorum.

Bu ahlaki olgunluğa ulaşmak için, nefsimizden başlayarak, “Allah” diyen, “lailahe illallah” diyen, “Muhammedün Rasulullah” diyen herkesle barışmadan; paraya, ideolojiye; siyasete ve güce karşı zaaflarla “ittihad-ı İslam” lafta kalmaya mahkûmdur.

İslam’ı, elinde tutuyor gibi göstererek siyaset yapanlara ve İslâmî hassasiyetleri olanları da içlerine katmaya çalışanlara, hep birlikte Bediuzzaman gibi seslenmeliyiz:

İki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa, ancak nura kâfi gelir. Topuzu tutacak elimiz yok!”[8] demeliyiz.

Bunu diyebiliyorsa, mesele yok.

Hayır, bir elimle “nur”u, diğeri ile de ”topuz”u tutmaya devam edeceğim, diyorsak,

Acaba nurla beni celbedip, topuzla dövmek mi istiyorsun” diyenlere, verilecek cevabımız var mı?

Euzü billahi mineşşeytani ves siyaseh”.

Dr. Abdülkadir Sezgin / Risale Akademi

________________________________________
[1] Sosyolog (Soysal yapı ve Sosyal değişme Uzmanı), Diyanet Denetim Elemanları ve Uzmanları Derneği Genel Başkanı
[2] Münâzarât, s. 113

Arap Baharı (Rebîu’l Arabî)

Dünyanın dengeleri yeniden kuruluyor.

Yıllardır emperyalist batı sömürgesinin kıskacındaki İslâm âlemi bir bir zıncirlerini kırıyor, ayağındaki prangaları darmadağın ediyor.

Emperyalist güçlerin son payandası, gönüllü kuklaları müstebid liderler, halkın nazarında bir bir değerini kaybediyor…

Bunlar zalimler güruhunun son halkaları…

Bunlar totaliter rejimlerin, uydu sistemlerin son aktörleri…

Ülkelerini şunun bunun bilmem kaçıncı eyaleti yapmanın vebalini ödemek zorunda kalıyorlar… Ve alacaklar…

Şişirilen batınlar, şatafatlı ve gösterişli muhteris hayatlar, hak ettikleri azaba düçar olacaklardır.

Yetimin, mazlumun, şehid Furkanların hesabı bir gün görülecektir elbet…

İslâm âlemi; büyük uyanışın, yeniden dirilişin, ümmet olma şuurunun baharını yaşamaya hazırlanıyor.

İslâm Birliği’nin (İttihad-ı İslâm) kutlu beşareti yüzünü çıkarmış, İ’lâ-yı kelimetullah dâvasının adalet, hak/hukuk, hürriyet, kalkınma, ümran ekseninde yükselişinin seyrine hazırlıyor dünya insanını…

Hz. Mehdî’nin önderliğinde, Hak ve adaletin hâkim olacağı bir dünyaya doğacak güneşin huzmeleri yavaş yavaş tulû’ etmeye başlıyor biiznillah…

Geçmişte azametli kıtaların yeniden dirilişini fısıldıyor tüm âleme…

Dostlar seviniyor, düşmanlar mahzûn…

İnşâallah bu ittihadın neticesinde zulümler bitecek, mazlum milletler hak ettikleri yeri alacaktır.

Sömürgeci emperyalizmle omuz omuza Müslüman kıyımına destek veren, kendine gelince özgürlük nâraları atan, ama Müslümanları terörist ilân eden kokuşmuş batı zihniyeti, deccal ruhlu habis aktörler, onun uzantıları, şakşakçıları ve tek dişli canavar can çekişiyor biiznillah…

Uyuyan dev uyandı artık, uyanıyor inşallah… Haklarına, İslâm’ın, Kur’ânın, Resûlü’nün öngördüğü ve deklare ettiği haklara koşuyor. Koşuyor, çünkü; tek çıkışın İslam kardeşliği, tesanüd, ittihad ve ittifak ruhunun olduğunu artık anlıyor.

Bediüzzaman’ın Yüz yıl önce Şam Emevî Camiinde, tüm İslâm âleminin eline tutuşturduğu meş’âle, elhamdülillah gönüllerde ma’kes buluyor, dalga dalga özgürlük dalgaları, şirkin, küfrün, istibdadın, tahakkümün, sömürünün belini kırıyor ve kırmaya da devam edeceğe benziyor inşâallah…

Son firavunlar devrini tamamlıyor, gönüllerdeki uyanış, Kur’ânın hâkimiyetine doğru hızla ilerliyor.

Hamanlar, Karunlar, Ümerâ-i sû’, mutrefîn-i sû’ ve işbirlikçileri gazab-ı İlâhînin pençesinden kendilerini kurtaramayacaklardır hiç kuşkusuz…

Bu uğurda çaba sarfeden tüm mücahid ve kahramanlar, devlet adamları, hizmet erbabı, şehâdet şerbetini içen kutlu şehidler, gönül erleri, hayırla anılmayı ve gerekli övgüyü fazlasıyla hak ediyorlar.

Başlar, eninde-sonunda Âlemler Sultanının emrine boyun eğecek, zalimlerin iradesi yerine Hakk’ın iradesi hâkim olacaktır.

Gözleri kapamak çare değildir. Gözünü kapayanlar kendilerine gece yaparlar.

Yaşasın İttihad-ı İslâm… Yaşasın sıdk, ölsün yeis ve karamsarlık…

Selam, dua ve muhabbet Hüdâya ve hidâyete tâbi olanlara olsun.

İsmail Aksoy / NurNet.Org