Etiket arşivi: İslam Tasavvufu

Biz hayal miyiz? (1)

Maddenin hayalden ibaret olduğu yolunda, tarih boyunca Doğuda ve Batıda pek çok defalar tartışma konusu teşkil etmiş bulunan bir eski iddia, son birkaç senedir bizim toplumumuzda yine gündeme getirilmiş bulunuyor. Bu defa, iddia, bilimsel bir buluş, ispatlanmış bir gerçek, bir tevhid delili ve bir inanç esası olarak sunuluyor ve bu kimliğiyle, girdiği zihinlerde pek çok soruya yol açıyor:

Biz bir hayal miyiz? Dünyamız hayal mi? Gördüklerimiz  hayal mi? Okuduklarımız hayal mi? Dostlarımız, düşmanlarımız birer hayal mi? Yiyip içtiklerimiz, gezip gördüklerimiz birer kuruntu mu? Şimdiye kadar bildiğimiz ve inandığımız şeyler temelinden yanlış mıydı?

Daha yüzlercesi, daha binlercesi—ve bütün bunların yanı sıra, bir de can alıcı soru:

Herkes ve herşey bir hayal ise, hakikat olan ne?

Ayrıca belirtmeye belki hiç gerek yok; ama, eğer herşey bir hayalden ibaretse, bu konuyu tartışmak da bir hayalin ötesine geçemeyecek demektir. Ancak biz bu görüşü peşin peşin benimsemiş olmadığımız için, hayal peşine düşme endişesine kapılmaksızın, konunun hakikî ve ciddî bir biçimde tartışılması gerektiğini düşünüyoruz.

Böyle bir tartışma, bütün ayrıntılarıyla ve tarihsel seyriyle birlikte ele alınacak olursa, elbette ki bir dergi sütunlarına sığmaz. Ancak konunun temel noktalarını aydınlığa kavuşturmak ve “Bu iddialarda bir gerçeklik payı var mı, yok mu?” şeklindeki bir soruya net bir cevap ortaya çıkarmak için, bu sütunların o kadar da dar gelmeyeceği düşüncesindeyiz.

FELSEFE Mİ, TASAVVUF MU, KELÂM MI?

İçinde yaşadığımız dünyanın gerçek bir varlığa sahip olmadığı yolundaki düşünce, insanlık tarihinin yabancısı değildir. Bu konudaki tartışmalar, bir tarafta Batının, diğer tarafta Doğunun eski din ve felsefelerine kadar uzanır. Tarih boyunca da çeşitli inanç ve felsefe mensupları, eşyanın gerçek bir varlık olmadığı yolunda görüşler ileri sürmüşlerdir. İslâm kültürü içinde ise, bu iddiaların, İslâmın ortaya çıkışından asırlarca sonra, “vahdet-i vücud” ve “vahdet-i şuhud” kavramlarıyla birlikte, tasavvuf akımları içinde ciddî biçimde taraftar bulduğunu görüyoruz. Felsefe ve tasavvufun yanı sıra, kelâmcılar arasında da bu konu, akaidle ilişkisi yüzünden, uzun uzun tartışılmıştır. Böylece, varlıkların hayal ve vehimden ibaret olduğu yolundaki görüşlerin felsefe, tasavvuf ve kelâm (veya akaid yahut usulüddin) olmak üzere üç ayrı alanla ilgisinin bulunduğunu söyleyebiliyoruz. Ancak, her üç açıdan yaklaşım da, diğerlerinden kesin biçimde ayrılan bakış açısı, yöntem ve sonuçları ortaya çıkardığından, bugün tartışılmakta olan hayal modelini incelemeden önce, onun ait olduğu yeri belirlememiz gerekecektir.

Bu konu, gündemimize bir akaid meselesi olarak getirilmiştir; kamuoyunda yol açtığı sorunlar da inançla ilgili tereddüt ve tartışmaları içermektedir. Onun için, söz konusu modelin felsefî dayanakları bulunsa bile, pratikte bizi çok fazla ilgilendirmeyeceği ortadadır. Bu durumda, geriye kelâm ile tasavvuf alanları kalmaktadır. Ancak, tartışılan şeyin bu ikisi arasında nereye oturduğunu kesin sınırlarla belirlemek, göründüğü kadar kolay bir iş değildir.

Bir açıdan bakıldığında, konunun bir tevhid ispat aracı olarak gündeme getirildiğini görüyoruz ki, bu durumda yerini de kelâm ilmi olarak belirlemek gerekiyor. Diğer yandan, iddiaların kaynağına ve ispat biçimine baktığımızda, kelâmın kaynaklarının terk edildiğini görüyoruz. Konunun tasavvufla ilişkisini incelediğimizde ise, bu defa tasavvufun yöntemlerini göremiyoruz. Ve sonunda, kendimizi, felsefe-tasavvuf-kelâm karışımı bir model karşısında buluyoruz.

HAYAL MODELİ VE TASAVVUF

Önce, maddenin bir hayalden ibaret olduğu yolundaki görüşün, İslâm kültüründe, tasavvufa dayandığını dikkate almamız gerekir. Zaten iddia sahipleri de bu konuda delil olarak iki İslâm mutasavvıfını, Muhyiddin ibnü’l-Arabî ile İmam Rabbânî’yi göstermektedirler. Ancak bu iddianın bir doğru, bir de yanlış tarafı vardır. Muhyiddin ibnü’l-Arabî’nin, Allah’tan başka bir varlık kabul etmeyen “vahdet-i vücud” görüşüne sahip olduğu doğrudur; İmam Rabbânî ise, yaratılmışların da haricî bir varlık sahibi olduğunu net bir şekilde ifade etmektedir. İmam Rabbânî’nin tevhidi, vücuda değil, şuhuda dayanan bir tevhiddir ki, vahdet-i şuhud adıyla anılır. Bunu, İmam Rabbânî şu şekilde açıklamaktadır:

Meselâ bir kimse güneşin varlığına ilmî bir yakınlık peyda etse, bu yakınlık diğer yıldızların o anda yok kabul edilmesini gerektirmez. Fakat güneşi temâşâ eden bir insan, yıldızları göremez. Çünkü o anda, onda, güneşi görme isteğinin dışında bir arzu yoktur. Buna rağmen, bu insan mutlaka bilir ki, yıldızlar yok değildir; güneşin parlak ışığından dolayı görünmezler. … Güneş doğduktan sonra yıldızları yok bilmek başka, o anda görmemek başkadır.[1]

İmam Rabbânî’nin, Muhyiddin ibnü’l-Arabî’yi birçok mektubunda bu açıdan tenkit ettiği de bilinmektedir. Meselâ, Mektubat’ının ikinci cildinin birinci mektubunda, “Şeyh Muhyiddin ve izinden gidenlerle aranızdaki fark nedir?” şeklindeki bir soruyu Rabbânî şöyle cevaplandırıyor:

Bu ikisi arasında ne büyük fark vardır! … Onlar gölge varlığın ancak vehim ve hayalde var olduğunu ileri sürüp mücerred teklikten başka hariçte bir mevcudun varlığını kabul etmezken, bu fakir, bu gölgeye ait varlığın hariçte varlığını sabit görüyor. … Eğer bu büyükler, hariçte gölge varlığın, hariçteki asıl varlığın gölgesi olduğunu bilselerdi, hariçte âlemin var olduğunu inkâr etmez, bunu yalnızca vehim ve hayalde var saymazlardı.[2]

Bu durumda, âlemin bir hayal ve vehimden ibaret olduğu yönündeki görüş, iddia edildiği gibi İmam Rabbânî ile Muhyiddin ibnü’l-Arabî’nin ortak görüşü değil, bunlardan sadece Muhyiddin ibnü’l-Arabî’ye ait olan ve diğer İslâm âlimleri gibi İmam Rabbânî tarafından da ciddî şekilde tenkide uğramış bir görüş olarak kalmaktadır.

Bununla birlikte, kim tarafından savunulursa savunulsun, vahdet-i vücud modelinin bir tasavvufî görüş olduğunu dikkatten uzak tutmamak gerekir ki, bu durum, birtakım hususları sağlıklı bir incelemenin vazgeçilmez şartları haline getirmektedir.

Birincisi: Bu model, İslâm tasavvufunun bir ürünüdür ve Doğunun veya Batının diğer din ve felsefeleriyle bir ilişkisi yoktur.

İkincisi: Tasavvuf, kendi özellikleriyle, kendi yöntem ve ıstılahlarıyla, başlı başına bir kültürdür ve bu kültürün terimlerini ve olgularını, kendi şartları içinde değerlendirmek icap eder. Seyr, sülûk, zıll, gölge, hayal, vehim, esmâ, sıfât, şe’n, fenâ, keşif, zevk, müşahede, cezbe, tecelliyat, mülk, melekût, misal gibi yüzlerce tasavvufî kavram vardır ki, bir tasavvuf ehlinin hayalden, gölgeden, vehimden, tevhidden söz ettiği zaman neyi kast ettiğini kavrayabilmek için, herşeyden önce, bu kavramlara âşinâ olmak ve onları kendi muhtevâları içinde yerli yerine oturtmak gerekir.

Üçüncüsü: Tasavvufî görüşler teorik bilgileri değil, yaşanan bir hali yansıtırlar. İster vahdet-i vücud olsun, isterse vahdet-i şuhud, bunlar, manevî âlemlerde bir seyir izleyen yolcunun, nice mertebeler kat ettikten sonra erişeceği bir menzili ifade etmektedirler. Öyle bir mevkide bulunanlar, baktıkları yere kâinatın gerisinden değil, kâinatı kendi arkalarına almış olarak bakmaktadırlar; dolayısıyla, şu veya bu seviyede dünya ile herhangi bir bağı bulunan kimselerin böyle bir konuda onları anlamaya veya anlatmaya çalışmaları yahut felsefe ekollerinde bu görüşlerin benzerlerini araştırmaları kadar beyhude bir çaba düşünmek mümkün değildir.

Dördüncüsü: Yukarıdaki maddeden de çıkarılabileceği gibi, tasavvuftan alınan bir görüşün ispatı da, açıklanması da tasavvufun kendi yöntemleri içinde cereyan etmelidir. Bu yöntemler ise, seyir, keşif, zevk, şuhud yöntemleridir. Bu ise, kelâmın, tefsirin, hadisin yahut fıkhın yöntemlerinden çok farklıdır. O yüzden, “Madde hayaldir” şeklinde bir iddia ortaya atıldığı ve bu iddianın kaynağı olarak tasavvuf gösterildiği zaman, bu iddia sahiplerinin, böyle bir deneyimi yaşamış, keşif ve gözlemini gerçekleştirmiş olarak ortaya çıkmış olması ve iddialarının ispat ve açıklamasını da aynı kaynağın tabiatına uygun yöntemlerle yapması beklenmelidir. Yoksa Muhyiddin ibnü’l-Arabî’nin yahut İmam Rabbânî’nin yaşamış olduğu olağanüstü deneyimler üzerinde bizim yirmi birinci yüzyılın dünyasında oturduğumuz yerden ahkâm kesmemiz ve bunları yorumlamaya kalkmamız bir değer taşımayacaktır.

Bugün maddenin hayaliyetiyle ilgili iddiaları savunanlara gelince:

Bunlar, iddialarının İslâm literatüründeki delili olarak tasavvuf kaynaklarını göstermektedirler. Ancak kendilerinin aynı yolu izledikleri ve seyr ü sülûk, keşif ve müşahede yoluyla bu gözlemleri paylaşmış olduklarına dair bir iddiaları yoktur. Hattâ, yapılan nakillerin de ortaya koyduğu gibi, bu kaynakların ve içerdikleri terimlerin doğru bir şekilde anlaşılmış olduğuna dair ciddî bir belirti de yoktur. Bu kaynaklara, daha ziyade, “İslâmî bir dayanak” bulabilme kaygısıyla başvurulduğu anlaşılmaktadır. Daha net bir şekilde ifade etmek gerekirse, iddialar hem nitelik, hem de yöntem itibarıyla, felsefî bir görünüm arz etmekte ve tasavvufla herhangi bir ilişki ortaya çıkarmamaktadır. Bununla birlikte, akaid alanına girdiği ve—görüş sahiplerinin iddiasına göre—tevhid hakikatinin bir ispat aracı olarak kullanıldığı için, konu ister istemez kelâm disiplininin sahasına taşmakta ve bir de meseleye bu yönden bakmamızı gerekli kılmaktadır.

KELÂM AÇISINDAN

Kelâm ilmi açısından incelendiğinde ise, konuya, bu disiplinin kapsamı, yöntemleri ve kaynakları açısından yaklaşmamız gerekecektir. Önce kelâm ilminin kapsadığı konulara bakalım.

Kelâm ilmi, (1) Allah’ın zâtını ve sıfatlarını, (2) peygamberliğe ait meseleleri, (3) ilk yaratılış ve diriliş itibarıyla mahlûkatın hallerini kapsayan “usul-ü selâse,” yani, üç aslı İslâm kanunu üzere inceleyen bir disiplin olarak tanımlanır.[3] Kâinatın yaratılışını ve mahiyetini ilgilendiren bir model, en azından, usul-ü selâsenin üçüncüsünü ilgilendirdiği için, kelâm ilminin alanında incelenebilir. Ancak, tanımdaki “İslâm kanunu üzere” kaydı bu konuda önemli bir şart olarak durmakta ve meselenin İslâmî bir çizgide ele alınıp alınmadığı hususunda bizi ihtiyata davet etmektedir.

İkinci olarak, kelâm ilminde ispat amacı söz konusudur. Zira, İmam Gazalî’nin ifade ettiği gibi, kelâm ilminin gayesi, “Ehl-i Sünnet akidesini, bid’at ehlinin sebebiyet vereceği zihin karışıklıklarından korumaktır.” Maddenin hayalden ibaret olduğunu öne sürenler, bu iddialarıyla, maddeye tapanların sığınaklarını yok ettiklerini savunmakta ve böylece tevhid inancını ispatlamaya çalıştıklarını öne sürmektedirler. İşte bu yönüyle, konunun kelâm disiplini içinde incelenebileceğini söyleyebiliriz; ancak, burada da Gazalî’nin dikkat çektiği husus ciddî bir soru ortaya çıkarmaktadır: Bu modelin, gerçekten zihinleri karışıklıklardan koruma ihtimali mi daha yüksektir, yoksa sükûn ve selâmet içindeki zihinleri karıştırma potansiyeli mi?

Kelâm ilminin üçüncü özelliği ve şartı ise, Kitap ve Sünnete dayanmasıdır. Bu ilim, ancak Kitap ve Sünnete uyması halinde şer’î ilimlerden sayılmaktadır.[4] İşte burada, maddenin hayaliyeti iddiası en büyük açığını vermektedir. Çünkü, ne Kitapta, ne de Sünnette, remiz veya ima ile dahi olsa, böyle bir modeli destekleyecek bir ifade bulmak mümkün değildirTam tersine, biraz ileride de temas edileceği gibi, Kur’ân’ın muhkem âyetleri, hiçbir hayal ihtimaline açık kapı bırakmayacak netlikte, böyle bir modelin karşı delilleriyle doludur.

Böylelikle, maddenin hayaliyetine dair son zamanlarda İslâm inancı hesabına ileri sürülen model, ne tasavvuf, ne de kelâm ekolleri içinde kendisine bir yer edinememiş bulunuyor. Bu model her ne kadar kendisine tasavvuftan referans almaya çalışsa da, onun yolunu ve yöntemini izleyerek bu noktaya varamıyor; kelâmın yöntemlerini izlemeye kalksa da onun dayandığı yere dayanmıyor. Bu durumda, modelin sığınacağı tek yer olarak felsefe kalıyor ki, bunu da biz tartışma alanımızın dışında tutuyor ve “Gerisini sofistlerle felsefeciler düşünsün” diyerek, konuyu asıl incelenmesi gereken açıdan ele almak ve “Maddenin hayaliyeti iddiası İslâm akidesine uygun düşer mi?” sorusuna cevap aramak istiyoruz.

AKAİDİN KAYNAKLARI VE HAYAL MODELİ

Bu konuda ilk ve son olarak söylenecek ve altı kalın bir çizgiyle çizilmesi gereken bir söz varsa, o da  şudur:

İslâm akaidini, sadece ve sadece Kur’ân ve Hadis belirler. Kur’ân’ın ve Hadisin dışında, İslâm akaidinin hiçbir kaynağı yoktur.

Bu iki kaynak içinde de, akaid konusunda asıl belirleyici olan, Kur’ân’dır; Kur’ân’ın ise muhkem âyetleridir, yani, anlamı açık, net ve kesin olan âyetlerdir. İlk anda çeşitli şekillerde yorumlanmaya elverişli gibi görünen müteşabih âyetler ise, Kur’ân’ın deyimiyle “kitabın anası olan” muhkem âyetlerin ışığında açıklanır. Önceliği müteşabih âyetlere vererek muhkem âyetlere dayanmaksızın onları yorumlamaya çalışmak ise, Kur’ân tarafından, “kalplerinde sapıklığa meyil olanların fitne arayışı” olarak nitelendirilmiştir.[5]

Hadislere gelince, onların akaid konusundaki rolü, genellikle, Kur’ân’ın net ve sağlam temellere oturttuğu inanç esaslarını ayrıntılandırmaktan ibarettir. Bunu da, mütevatir veya meşhur olarak nitelenen ve çok sayıda râvi tarafından rivayet edilen hadisler yapar. Bunların dışında kalan ve âhâd haberler olarak anılan hadisler ise, râvileri ne kadar güvenilir olsalar da, akaid konusunda tek başlarına belirleyici olarak kabul edilmez, ancak bunlar âyet veya mütevatir hadislerle sabit olmuş konuları açıklamakta kullanılabilir.[6]

Akaid belirleyici olarak Kur’ân ve Hadisten başka bir kaynak düşünülemeyeceğine göre, Sahabeden başlamak üzere bugüne kadar gelen ve gelecek olan İslâm âlimlerine bu konuda düşecek olan şey, belirlenmiş olan akidelerin açıklanması, ispatı, şüphe ve tereddütlere karşı korunması gibi işler olacaktır. Onun dışında, akaid esaslarına taallûk eden ve daha önce Kur’ân ve Hadiste açıkça belirtilmemiş bir hususta, ne kadar büyük ve tartışılmaz bir kişiliğe sahip olursa olsun, hiçbir İslâm âliminin görüşü, kendi başına bir belirleyici unsur olarak ileri sürülemez ve yorumlanamaz.

KUR’ÂN NE DİYOR?

Bu tesbitin ışığında, ilk olarak yapılması gereken şey, maddenin hayaliyeti ile ilgili iddiaları Kur’ân’a arz etmek olacaktır. Bu konuda Kur’ân’dan açık bir cevap almak hiç de zor olmaz; çünkü Kur’ân, yüzlerce âyetinde yaratılıştan, yaratıştan, yaratılmış olanlardan ve onların geçmiş ve gelecek hallerinden söz etmekte, açık ve anlaşılır tasvirlerde bulunmaktadır. Kur’ân’ın hangi sayfasını açsanız, içinde yaşadığımız âlemden birşeyleri somut olarak bir veya birkaç âyette bulursunuz. Bütün bu tasvirleri bir araya getirdiğiniz zaman, kendinizi dünyadan âhirete, zerreden yıldızlara, görünen âlemden görünmeyen âlemlere kadar herşeyiyle son derece canlı ve gerçek bir dünyanın içinde bulursunuz. Pek çok âyette ise, şuna benzer ifadelerle, bütün bunların hak ve hakikat olduğu ayrıca vurgulanmıştır:

Görmedin mi: Gökleri ve yeri, Allah hak olarak yarattı.[7]

Güneşi bir ışık, Ayı bir nur yapan ve yıllarınızı sayıp hesabınızı bilesiniz diye ona menziller takdir eden de Odur. Allah bütün bunları başka birşeyle değil, ancak hak ile yarattı.[8]

Biz göğü, yeri ve ikisi arasındakileri oyun oynamak için yaratmadık. Eğer bir oyun edinmek isteseydik, onu kendi katımızdan edinirdik![9]

Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri oyun oynamak için yaratmadık. Bütün bunları Biz ancak hak ile yarattık; lâkin çokları bunu bilmez.[10]

Onlar ki ayaktayken, otururken yahut yatarken, her hallerinde Allah’ı anarlar ve göklerin ve yerin yaratılışını tefekkür ederler: Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Münezzehsin, bizi ateş azâbından koru.[11]

Bütün bu muhkem âyetlerde, hak sözünün tekrar tekrar teyid edilerek geçmesi, bu sözcüğün anlamına uygun düşmeyen her türlü anlayış ve yorum için kapıyı ebediyen kapatmış bulunmaktadır. Hak kelimesiyle dünyada hiçbir zaman bağdaşmayacak iki kavram düşünmek gerekirse, bunlar herhalde vehim ve hayal olmalıdır. Tefsir ilimlerinin temel usullerinden birisi, Kur’ân âyetlerinden herhangi biri üzerinde yapılan yorumların, aksine açık bir karine olmadıkça, “âyetin zahir mânâsına ters düşmemesini” gerektirir. Eğer yapılan yorum akaid konusunda ise, âyetin zahirine ters düşmemek de yetmez; öne sürülen yoruma, Kur’ân’ın başka âyetlerinden ayrıca şahit de getirmek gerekir.[12] Çünkü, Kur’ân, İslâm akaidinin temellerini hiçbir tereddüt ve kuruntuya meydan bırakmayacak bir açıklıkla tespit etmiştir. Eğer âyetlerin bir yerinde, âlemin hayalden ibaret olduğu görüşüne imkân verecek bir ifade varsa, bu mutlaka daha başka birçok âyetle de desteklenmiş olmalıdır. Oysa gerçek bunun tamamen tersi yöndedir: Yaratılmış olanların gerçek bir varlığa sahip olduğu üzerinde bu kadar vurgu yapıldıktan başka, daha yüzlerce âyette, pek çok varlığın adı sayılarak onların yaratılışına dikkat çekilmekte, bunların hikmetleri anlatılmakta ve insanın hizmetine sunulmuş oldukları bildirilmektedir. Daha da ötesi, bir kısım hakikatlere dikkat çekerken, Kur’ân, söz konusu varlıklardan bazılarına yemin ederek sözlerine başlamaktadır. Bu durumda insan sormaz mı:

Acaba Allah, hayal ve kuruntuları mı “hak ile yarattığından” söz ediyor?

Veya hayal ürünü gökler ile hayal ürünü yerdeki hayalleri mi Allah bize “göklerin ve yerin âyetleri” diye takdim ediyor?

Veya “Sizin hizmetinize sundum” dediği hayallerle mi bizi avutuyor?

Yahut “Gökteki ve yerdekiler Onu tesbih eder” derken, Allah, kendisine sunulan hamd ve tesbihlerin de birer vehimden olduğunu mu söylemek istiyor?

Yoksa Allah, hakikî bir varlığı olmayan hayaller üzerine mi yemin ediyor da Ulûhiyetinin izzet ve celâlini—hâşâ—bir vehim oyuncağı yapıyor?

BİR GARİP HAYALPERESTLİK

Maddenin hayaliyetiyle ilgili iddiaların en ilginç yönlerinden birisi, bu iddiaların bir tevhid delili olarak sunulmak istenmesidir. Madde diye birşey olmadığı anlaşılınca maddenin bir gücü de kalmayacak, böylece bütün kudret ve kuvvetin Allah’a ait olduğu kabul edilecektir! İyimser bir görüşle, bu bir çözüm olarak telâkki edilebilirdi. Nihayet, arabalar olmazsa trafik sorunu, okullar kapanırsa eğitim sorunu olmaz. Aynı mantığı izleyerek, maddenin olmadığı yerde, maddenin yaratıcılığından da söz etme imkânının kalmayacağı öngörülebilir. Keşke iş bu kadarla kalsaydı! Ama herşeyin bir vehim olarak algılandığı bir hayalî âlemde, olmayan şeyin yaratıcıya ihtiyacını kim nasıl ispat edecek? Veya bu yaratıcı, vehmî bir yaratıcı yahut vehimlerin yaratıcısı olmaktan öteye gidebilecek mi?

Herşeyin bir hayalden oldğuunu ispat etmeye çabalayan şu tasvirlere bir göz atalım:

“Çay içerek yakın bir dostu ile sohbet eden bir insan, sıcak çay bardağından eli yanınca hemen bardağı elinden bırakır. Ancak burada da söz konusu kişi, bardağın sıcaklığını gerçekte elinde değil beyninde hisseder. Aynı insan çayın tadını ve kokusunu da beyninde algılar, görüntüsünü ise beyninde seyreder. Fakat insan, zevkle içtiği çayın aslında beyninde bir algı olduğunu hiç fark etmeksizin, bardağı kendi dışında ve maddesel bir gerçek zannederek yine görüntüsü beyninde oluşan arkadaşı ile sohbet eder. … Bugüne kadar hiçbir insan nanenin aslının tadına bakmamıştır. Nane olarak algıladığı tat, beyninde oluşan bir algıdır sadece. Çünkü nanenin aslına ne dokunabilir, ne onun aslını görebilir, ne aslının kokusunu veya tadını alabilir.[13] Sonuç olarak, biz hayatımız boyunca bize gösterilen kopya algılarla yaşarız. Ancak bu kopyalar o kadar gerçekçidir ki, hiçbir zaman kopyalarını yaşadığımızı fark etmeyiz. Örneğin, şu anda başınızı kaldırın ve bulunduğunuz odada gözünüzü gezdirin. Kendinizi içinde mobilyalar bulunan bir odanın içinde gibi görüyorsunuz. Oturduğunuz koltuğun kollarına dokunduğunuzda, sanki gerçekten bu kolların asıllarına dokunuyormuş gibi sertliğini hissediyorsunuz. … Algıladığımız herşeyin beynimizde meydana geldiği bilimsel olarak kanıtlanmış bir gerçek olmasına rağmen, insanların çoğu, beynimizin dışında bu görüntülerin asılları olduğunu zan ve iddia ederler. Bu, hiçbir zaman ispatlayamayacakları bir iddiadır. Ayrıca, maddeyi dışarıda var zannetseler bile, daha önce de belirtildiği gibi beynimizin dışında ne ses, ne ışık, ne de renkler bulunmaktadır. Işık, dışarıda enerji dalgaları veya enerji paketçikleri şeklinde bulunur ve ancak retinaya çarptığında bildiğimiz ışık kavramı ile karşılaşırız. Benzer şekilde dışarıda ses de yoktur.”

Kuruntu bir kere kurulmaya başladıktan sonra nerede duracağını kimse kestiremiyor. “Bardak gerçek değil; beyindeki görüntüden ibaret.” Peki, beyin? O da gerçek değil. “Tadı, kokuyu, sesi, ışığı, gerçek olmayan beyin algılar.” Ya tad, koku, ses, ışık? Onlar da gerçek değil. Özetle, vehim diyen dilimizin, hayal gören beynimizin kendisi de dahil olmak üzere, hiçbir şey yok âlemde. Hattâ âlem de yok; hattâ “şey” de yok. Var denecek ne varsa, hepsi bir hayalden, bir kuruntudan ibaret. Muvahhid sofistlerimiz bize böyle bir kâinat modeli tasvir ediyorlar.

Eğer “Bundan ne çıkar?” diyorsanız, bu kafayla akaid sorunlarını çözmeyi ve bu dini yaşamayı bir deneyin isterseniz:

Vehimden ibaret bir dünyada, bize inen Kur’ân’ın gerçekliğinden nasıl emin olabiliriz?

Haydi, bu sorunu aştık ve vehim sıfatını, sadece elimizdeki mushafın maddesine yakıştırmakla kurtulduk diyelim. Daha ilk sayfasını çevirdiğimiz zaman, kendisini bize Rahmân, Rahîm, Âlemlerin Rabbi isimleriyle tanıtan Allah, acaba bu isimlerle neyi murad etmiş olabilir dersiniz?

Hayalden ve vehimden ibaret bir dünyada, bu isimlerin tecellîlerinden ve mazharlarından söz etmek hiç de kolay olmayacaktır. Eğer—Allah Resulünün yaptığı gibi—bağrına yavrusunu basmış bir anneyi bir rahmet nümunesi olarak gösterecek olursanız, bu, iki kuruntusal varlık arasındaki vehmî bir ilişkiden başka neyi ifade edebilir? Eğer “âlemler” lâfzı hayalî âlemleri ifade ediyorsa, “Âlemlerin Rabbi” neyi anlatır?

İsterseniz, şöyle bir âyeti, bu hayal kuramı ışığında anlamaya çalışalım:

Gökten bir su indiren de Odur. Biz herşeyi o suyla bitirdik; sonra ondan yeşillikler bitirdik; o yeşilliklerden de daneleri üst üste dizili başaklar çıkarırız. Hurma ağacının tomurcuğundan ise birbirine bitişik, bol salkımlar, üzümlerden bağlar olur; zeytin ve nar yetişir ki, onlardan kimi birbirine benzer, kimi benzemez. Onlara bir meyve vermeye başlamışken bakın, bir de olgun hallerine. İşte bunda, inananlar için âyetler var.[14]

Bütün varlığın vehim haline dönüştüğü bir dünyada, âyetin bize gök, yağmur, yeşillik, dane, başak, üzüm, hurma, zeytin, nar, ham ve olgun meyve olarak tasvir ettiği şeyleri de ister istemez birer hayal ve kuruntu olarak anlamamız gerekecekse eğer, Kur’ân’ın hak kitap oluşu ve hak ile nazil oluşu neyi ifade edecektir?

Kur’ân, Kâbe’yi ziyaret etmeyi emrederken bizi hangi hayalî binanın peşine düşürdü? Hayalî bedenlerimizle kıldığımız namazlarda bizi Beyt-i Haram yerine hangi vehme yöneltiyor?

Kur’ân’ın anlattığı kıssalar da mı hayal? İsâ, Mûsâ, Lukmân, İmrân, İbrahim, İshak, Meryem, Sâmirî, Firavun, sihirbazlar, Ebu Leheb, Âd Kavmi, Salih’in devesi, Lût Kavminin başına yağan taşlar, Bedir’de mü’minlere gönderilen melekler, Uhud’daki şehidler, hep beynimizde olup biten hayallerden mi ibaretti?

Ya hergün salât ü selâm gönderdiğimiz Peygamber?

Yoksa o da Allah’ın elçisi olarak algıladığımız bir hayaletten başka birşey değil miydi?

Yoksa—yoksa, Kur’ân’daki Allah’ı tanıtan ifadeler, bize hayal ve kuruntudan başka birşey olmayan âlemleri gerçekmiş gibi algılatan illüzyonist bir tanrı modeli mi resmediyor?

***

Konunun “bilimsel” yönü ise bir sonraki yazıda inşaallah!

ÜMİT ŞİMŞEK

***

[1] Dr. Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar (İstanbul: M. Ü. İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 1997), s. 295-6.

[2] Hayreddin Karaman, İmam Rabbânî ve İslâm Tasavvufu (İstanbul: Nesil Yayınları, 1992), s. 265.

[3] Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmi (İstanbul: Damla Yayınevi, 1991), s. 48.

[4] Talât Koçyiğit, Hadisçilerle Kelâmcılar Arasındaki Münakaşalar (Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı, 1988), s. 89-90.

[5] Kur’ân, 3:7.

[6] Bu konuda tafsilât için, bk. Muhammed Gazalî, Kur’ân’ı Anlamada Yöntem (Ankara: Sor Yayıncılık, 1993), s. 190-2.

[7] Kur’ân, 14:19. Benzer ifadelerin, “hak” kelimesiyle tekrarlandığı diğer âyetler için, bk. 6:73; 15:85; 16:3; 29:44; 30:8; 39:5; 44:39; 45:22; 46:3; 64:3.

[8] Kur’ân, 10:5.

[9] Kur’ân, 21:16-7.

[10] Kur’ân, 44:38-9.

[11] Kur’ân, 3:191.

[12] Cemaleddin el-Kasımî, Kur’ân’ı Anlamak: Tefsir İlminin Temel Meseleleri (İstanbul: İz Yayıncılık, 1990), s. 58-9; Ali Turgut, Tefsir Usulü ve Kaynakları (İstanbul: M. Ü. İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 1991), s. 286-7.

[13] “Biz nane yemedik” demek için bu kadar tekellüflü tevillere hiç de ihtiyaç yoktu!

[14] Kur’ân, 6:99.

Tasavvuf Nedir? Tarikat Nedir? İslamda Yeri Nedir?

Mutasavvıflar, tasavvufu kendi meşreplerine göre farklı şekillerde tarif etmişlerdir. Onlardan bazıları aşağıda takdim edilmiştir.

        Tasavvuf, farz ve vacibleri hakkıyla edadan sonra nafi­lelerle manevi makamatta kat-ı meratip ile Allah’a yakınlık kesbetmektir.

        Tasavvuf, Kur’an ve sünnetten süzülmüş bir sızıntı ve bir hakikattır. İslam’ın özü ve ruhudur.

        Tasavvuf, kitap ve sünnete tam ittiba ile ahlak-ı İlahîyye ile tahalluk; yani. Kur’an ahlakıyla ahlaklanmak, masivayı terk ederek rıza-i Bârî’yi tahsile müteveccih olmak ve bu âli maka­ma ermek için  süfli hisleri terkederek yüksek ahlaka bürünmek ve Allah’ın iradesine tam teslim olmaktır.

        Tasavvuf, hayatı nefs namına değil Hak hesabına yaşa­mak, özü su gibi duru, kalbi elmas gibi şeffaf ve düşünceleri bulutsuz hava gibi berrak olmaktır.

         Tasavvuf, İslamı derûnî bir şekilde yaşamak, şekilden mânaya geçmektir.• Tasavvuf, şeriata riayetle hakikate vüsuldür.

         İmam-ı Gazalî, tasavvufu; “Kalbi, Hakk’a bağlayıp masiva ile ilgiyi kesmektir,” diye tarif eder.

        Cüneyd-i Bağdadi’ye göre ise tasavvuf; “Hakk’ın seni sende öldürmesi ve kendisiyle ihyasıdır.”[1]

         Tarikat; Arapça’da “yol” manasına gelmektedir. Tasavvuf da ise; Allah’a yakın olmak ve O’nun rızasını kazanmak maksadıyla takip edilmesi gereken yol demektir.

            Hicrî III. Asırda, Cüneyd-i Bağdadi, Ebû’n-Nasr es-Serrac et-Tusi, tasavvufu, fikri hayata sistemli bir şekilde intikal ettir­mişlerdir. Tarikatların fiilen teşekkülü de böylece tahakkuk etmiştir.

           İslam’daki tasavvufa gelince bunun esas menbaı ve me’hazi Kur’an-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerdir. Evliyâ ve mürşitler Kur’an ve hadisten aldıkları feyz ile İslam tasavvufunu vücuda getirmişler ve bu sahada birçok kitaplar yazmışlardır. Kuşeyri’nin Risale’si, Ebu Nasr’ın el-Lüma’ı Suhreverdi’nin Avarifü’l-Maarifi, İmam-ı Rabbani’nin Mektubat’ı, İmam-ı Gazalî’nin İhyau Ulumi’d-Din’i bunlardan sadece bir kaçıdır.

            İslam tasavvufu, İslamiyet’ten önceki milletlerden intikal etmiş değildir. Bilakis İslam tasavvufunun kaynağını, Kur’an’da zikredilen zühd, takva, zikir, tefekkür ve verâ gibi insanın ruhunu terakki ettiren ve kalbini tasfiye eden güzel haller teşkil etmiştir. Bu temel kaynağı, Hz. Peygamber (sav.)’in ve sahabe-i kiram efendilerimizin hayatları takip eder. İslamdaki tasavvuf, bazılarının zannettiği gibi, şeriâtten ayrı bir şey de değildir.

          Ahmed-i Rufai Hazretleri’nin dediği gibi, “Tasavvuf ayn-ı şeriattır. Şeriat da ayn-ı tasavvuftur. İkisinin arasındaki fark sa­dece lafzîdir. Maddeten ve manen neticesi birdir.”

           Evet, tarikatlardan maksat, esma-i İlahînin zikrine devam ile maneviyat sahasında ruhen tekâmül ve terakki etmek, Şeriat-ı Muhammediye ve sünnet-i seniyyenin ihya ve ibkasına gayret göstermektir. Bu terakki ve tekâmüle vesile ise tarikat pirlerinin himmetleri yani, müritlerini salahat ve takva ile teçhiz etmele­ridir. Hak tarikatlar müteselsilen Hazret-i Peygamber (sav.)’e vâsıl olur. Şimdiye kadar ne kadar evliya ve mürşit gelmişse, terakki ve tekâmüllerinde bir feyiz menbaı olan Peygamber Efendimiz (sav.)’in koyduğu düsturlardan istifade etmişlerdir. Çünkü her türlü hareket ve amellerde en mükemmel rehber ancak odur. (sav.)

          İnsanların ekserisi, ilim tahsil ederek doğrudan doğruya Kur’an ve sünnete muhatap olmaları mümkün olmadığından, böyle kişiler, noksanlarını sünnet-i seniye dairesindeki bir tarikatla ve şeyhe intisap etmekle telafi edebilir, noksanlarını ikmal ederek kemalata vasıl olurlar. Zaten, hakiki bir mürşidin en önemli vazifesi, müridini Kur’an ve sünnet dairesinde yaşatmasıdır. Şu tespit bu manayı mükemmel bir tarzda izah etmektedir;

         “İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Fârûkî (ra.) demiş ki: ‘Ben seyr-i rûhanîde kat-ı merâtib ederken,  tabakat-ı Evliyâ içinde en parlak, en haşmetli, en letâfetli, en emniyetli; Sünnet-i seniyeye ittibaı, esas-ı tarîkat itti­haz edenleri gördüm. Hatta o tabakanın âmî evliyâları, sair tabakatın has velilerinden daha muhteşem görünüyordu.’ Evet, müceddid-i elf-i sâni İmam-ı Rabbanî (ra.), hak söylüyor. Sün­net-i seniyyeyi esas tutan, Habibullah’ın zilli altında makam-ı mahbubiyete mazhardır.”[2]

         Tasavvuf ehlinin bütün hedefi Kur’an ve sünnetin, nefsani arzulara göre değil, ilahî iradeye göre izahı ve yaşanmasıdır. Allah’ı görüyormuşçasına ibadet etmek ve O’na bağlanmak, aslında, İslam’ın tam anlamıyla içinde olmak demektir. Onlar, “Sen de sabah-aksam Rablerinin rızasını isteyerek O’na yalvarmakla beraber sakın (onlarla birlikte bulunmağa candan sabret). Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini o kimselerden ayırma. Kalbine bizi anmayı unutturduğumuz ve işinde aşırı giderek hevâ ve hevesine uyan kimseye uyma”[3] emrince, kendilerini Allah’a, şeklen değil, asıllarıyla, yani kalben bağlamanın yüceliğine ermiş bahtiyarlar kafilesidir.

           Bunun içindir ki, Anadolu’ya hâkim olan Selçuklular, birlik ve beraberliğin, huzur ve saadetin, maddi ve manevi terakkinin sadece maddi güçle olmayacağını çok iyi bildiklerinden, Ahmet Yesevi’den milletin irşadı için mürşitler göndermesi hususunda istimdat ederler.  Ahmet Yesevi de binlerce müridini Anadolu’ya gönderir. Fuat Köprülü bu rakamın doksan bin olduğunu ifade etmektedir. Horasan er ve erenleri namı ile şöhret bulmuş olan bu Allah dostları Anadolu’nun dört bir yanına dağılarak insanların irşadına, maddi ve manevi terakkilerine vesile olmuşlardır. Ahi Evran’ın kurduğu ‘Ahi Teşkilatı’ insanların maddi terakkisinde büyük bir hizmet ifa etmiştir.

          Evet, irfan âleminde derin izler bırakan, âlem-i insaniyete şerefler bahşeden, ruhlarda ve  fikirlerde büyük tesirler bırakan Semerkant ariflerinin, Buhara mürşitlerinin ve Belh mutasavvıflarının medreselerinde, tekke ve zaviyelerinde  nice müstesna şahsiyetler yetişmiştir.

        İslam’ın ruhuna uygun olan bu müesseselerin senelerden beri milletimizin imanını, ahlakını ve manevi kemalatını takviye ve terakki ettirdiği tarihi bir hakikattir. İçtimai hayatın huzur ve asayişini temin edecek en büyük esasın Allah korkusu olmasına binaen, ferdî ve içtimaî terbiye ile meşgul olan hak tarikatlar, gönül ve vicdanlar üzerinde bu noktayı esas tutmuşlardır. Ken­dilerine intisap edenleri takva ile teçhiz etmiş ve onları feyizden saadete, saadetten kemalata erdirmişlerdir. Bunun için hak tari­katlar, hem birer fazilet membaı hem de asayişin birer manevi bekçisi olmuşlardır.

          Bediüzzaman Hazretleri ‘Telvihat-ı Tis’a’ adlı eserinde tarikat ve velayet meselesini çok harika bir surette izah etmiştir. Kısa bir bölümünü dikkatinize sunuyorum:

            “Sual: Tarîkat nedir?

        Elcevap: Tarîkatın gaye-i maksadı, mârifet ve inkişaf-ı hakaik-i îmaniye olarak, Mi’raç-ı Ahmedî’nin (A.S.M.) gölgesinde ve sayesi altında kalb ayağıyla bir seyr ü sülûk-u ruhanî neticesinde, zevkî, halî ve bir derece şuhudî hakaik-i îmaniye ve Kur’aniyeye mazhariyet; “tarîkat”, “tasavvuf” namıyla ulvî bir sırr-ı insanî ve bir kemâl-i beşerîdir.

         ÜÇÜNCÜ TELVİH: Velayet, bir hüccet-i risalettir; tarîkat, bir bürhan-ı şeriattır. Çünki risaletin tebliğ ettiği hakaik-i îmaniyeyi, velayet bir nevi şuhud-u kalbî ve zevk-i ruhanî ile aynelyakîn derecesinde görür, tasdik eder. Onun tasdiki, risaletin hakkaniyetine kat’î bir hüccettir. Şeriat ders verdiği ahkâmın hakaikini, tarîkat zevkiyle, keşfiyle ve ondan istifadesiyle ve istifazasıyla o ahkâm-ı şeriatın hak olduğuna ve Hak’tan geldiğine bir bürhan-ı bâhirdir. Evet nasılki velayet ve tarîkat, risalet ve şeriatın hücceti ve delilidir; öyle de İslâmiyetin bir sırr-ı kemali ve medar-ı envarı ve insaniyetin İslâmiyet sırrıyla bir maden-i terakkiyatı ve bir menba-ı tefeyyüzatıdır.

          İşte bu sırr-ı azîmin bu derece ehemmiyetiyle beraber, bazı fırak-ı dâlle onun inkârı tarafına gitmişler. Kendileri mahrum kaldıkları o envardan, başkalarının mahrumiyetine sebeb olmuşlar. En ziyade medar-ı teessüf şudur ki: Ehl-i Sünnet ve Cemaatin bir kısım zâhirî uleması ve Ehl-i Sünnet ve Cemaate mensub bir kısım ehl-i siyaset gafil insanlar; ehl-i tarîkatın içinde gördükleri bazı sû’-i istimalâtı ve bir kısım hatiatı bahane ederek, o hazine-i uzmayı kapatmak, belki tahrib etmek ve bir nevi âb-ı hayatı dağıtan o kevser menba’ını kurutmak için çalışıyorlar. Halbuki eşyada, kusursuz ve her ciheti hayırlı şeyler, meşrebler, meslekler az bulunur. Alâküllihal bazı kusurlar ve sû’-i istimalât olacak. Çünki ehil olmayanlar bir işe girseler, elbette sû’-i istimal ederler. Fakat Cenâb-ı Hak âhirette muhasebe-i a’mal düsturuyla, adalet-i Rabbaniyesini, hasenat ve seyyiatın müvazenesiyle gösteriyor. Yani hasenat racih ve ağır gelse, mükâfatlandırır, kabul eder; seyyiat racih gelse cezalandırır, reddeder. Hasenat ve seyyiatın müvazenesi, kemmiyete bakmaz, keyfiyete bakar. Bazı olur, birtek hasene bin seyyiata tereccuh eder, afvettirir. Mâdem adalet-i İlâhiye böyle hükmeder ve hakikat dahi bunu hak görür; tarîkat, yani Sünnet-i Seniye dairesinde tarîkatın hasenatı, seyyiatına kat’iyen müreccah olduğuna delil: Ehl-i tarîkat, ehl-i dalaletin hücumu zamanında îmanlarını muhafaza etmesidir. Âdi bir samimî ehl-i tarîkat; sûrî, zâhirî bir mütefenninden daha ziyade kendini muhafaza eder. O zevk-i tarîkat vasıtasıyla ve o muhabbet-i evliya cihetiyle îmanını kurtarır. Kebairle fâsık olur, fakat kâfir olmaz; kolaylıkla zındıkaya sokulmaz. Şedid bir muhabbet ve metin bir itikad ile aktab kabul ettiği bir silsile-i meşayihi, onun nazarında hiçbir kuvvet çürütemez. Çürütmediği için, onlardan itimadını kesemez. Onlardan itimadı kesilmezse, zındıkaya giremez. Tarîkatta hissesi olmayan ve kalbi harekete gelmeyen, bir muhakkik âlim zât da olsa, şimdiki zındıkların desiselerine karşı kendini tam muhafaza etmesi müşkilleşmiştir.

          Bir şey daha var ki: Daire-i takvadan hariç, belki daire-i İslâmiyetten hariç bir suret almış bazı meşreblerin ve tarîkat namını haksız olarak kendine takanların seyyiatıyla, tarîkat mahkûm olamaz. Tarîkatın dinî ve uhrevî ve ruhanî çok mühim ve ulvî neticelerinden sarf-ı nazar, yalnız âlem-i İslâm içindeki kudsî bir rabıta olan uhuvvetin inkişafına ve inbisatına en birinci, te’irli ve hararetli vasıta tarîkatlar olduğu gibi; âlem-i küfrün ve siyaset-i Hıristiyaniyenin, nur-u İslâmiyeti söndürmek için müdhiş hücumlarına karşı dahi, üç mühim ve sarsılmaz kal’a-i İslâmiyeden bir kal’asıdır. Merkez-i Hilafet olan İstanbul’u beşyüz elli sene bütün âlem-i Hıristiyaniyenin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul’da beşyüz yerde fışkıran envar-ı tevhid ve o merkez-i İslâmiyedeki ehl-i îmanın mühim bir nokta-i istinadı, o büyük câmilerin arkalarındaki tekyelerde “Allah Allah!” diyenlerin kuvvet-i îmaniyeleri ve marifet-i İlâhiyeden gelen bir muhabbet-i ruhanî ile cûş u huruşlarıdır. 

        İşte ey akılsız hamiyet-füruşlar ve sahtekâr milliyetperverler! Tarikatın, hayat-ı içtimaiyenizde bu hasenesini çürütecek hangi seyyiatlardır, söyleyiniz?”       

        Evet tarihe atf-ı nazar edildiğinde milletin fazileti, ahlakı ve irfanı için gayret gösteren, kalplere hayat bahşeden ve ruhlara nesim-i hidayet estiren bu ilim ve irfan yuvaları vasıtasıyla bu millete insaniyet semasında yıldız gibi parlayan başta aktab-ı Erbaa olan Abdülkadir Geylani,  Ahmed er- Rüfai, Ahmed Bedevi, İbrahim-i Dusuki olmak üzere Şah-ı Nakşibendi gibi kutuplar, gavslar, arifler, evliyalar ve sayısız mürşid-i kâmillerin, Mevlânâ, Yunus Emre ve Ahmet Yesevî gibi ali şahsiyetlerin olduğu  görülecektir. Bu müstesna zatlar,  kalp ve gönül âleminde hakiki mürşitler yetiştirerek İslam dininin kayyumu olmuşlardır. İnsanlara marifetullah ve muhabbetullahın hakiki zevkini tattırmışlardır. Bu hâl yaklaşık bin yıl devam etmiştir. Evet, irfan âleminde derin izler bırakan, âlem-i insaniyete şerefler bahşeden, ruhlarda ve fikirlerde büyük tesirler bırakan Semerkant ariflerinin, Buhara mürşitlerinin ve Belh mutasavvıflarının medreselerinde, tekke ve zaviyelerinde nice müstesna şahsiyetler yetişmiştir.

         Evet, tarihin yaprakları çevrildiğinde, bu necip milletin fazileti, ahlakı ve irfanı için çalışan sayısız mürşid-i kâmiller görülecektir. Tarikat düşmanlı­ğı yapan bazı mihrakların iddia ettiği gibi, tarikatların asli ruhunda bidatler ve hurafeler olsaydı, bu caddede, Bağdat’ta Abdülkadir Geylani, Buhara’da Şah-ı Nakşibendi, Anadolu’da Mevlana, Yunus Emre, Orta Asya’da Ahmet Yesevi, İstanbul’da Akşemsettin gibi münevver zatlar yetişebilir miydi? Tarih bu gibi irşat ve irfan erbabını pek parlak bir surette tasvir ederek yazmaya mecbur kalır mıydı?

        Hakikaten,  ulvi sırların ilhamına mazhar olan, Hasan-ı Basriler, Cüneyd-i Bağdadiler, Bâyezid-i Bistamiler, Ahmed-i Bedevîler, Rabiatü’l-Adaviyyeler ne kadar faziletperver ve necib simaların yetişmesine vesile olmuşlardır. İrfan âleminin bir sul­tanı olan Mevlana Celaleddin’in bu millete yaptığı hizmetleri ifade için ciltlerle kitap yazmak lazımdır. Mevlana Cami Haz­retleri, onun ne kadar feyyaz ve büyük bir mürşit olduğunu ifade sadedinde; “O peygamber değildi, ama kitap sahibiydi.” demiştir.

          İşte bu necip simalar, vaktiyle tesis ettikleri müesseseler, açtıkları tekkeler ile insanları terbiye ederek, sayılamayacak ka­dar hassas ruhlar, fazıl dimağlar ve ateşin kalpler yetiştirmiş­lerdir.

         Tarihe adalet, hürriyet, merhamet, civanmertlik ve yiğitlik gibi yüksek seciyelerle damga vuran, Selçuklular ile Osmanlıların, destanlaşan bir devlet hâline gelmelerinde Ahmet Yesevi, Mevlana, Yunus Emre,  Dursun Fakih, Şeyh Edebali,  Hızır Çelebi,  Molla Gürani, Akşemsettin, Kemal Paşazade ve Zembilli Ali Efendi gibi nice büyük âlimlerin ve manevi sultanların katkısı çok büyüktür. Çünkü bir devleti devlet yapan, onun temelini ve esasını oluşturan ve medeniyetin zirvesine çıkaran,  sadece, askerî ve siyasi gücü değildir.  Onlar, bu gibi ahlak-ı hasenelerden mahrum olan bir milletin asla payidar olamayacağının şuurundaydılar.

         Bunun içindir ki, Anadolu’ya hâkim olan Selçuklular, birlik ve beraberliğin, huzur ve saadetin, maddi ve manevi terakkinin sadece maddi güçle olmayacağını çok iyi bildiklerinden, Ahmet Yesevi’den milletin irşadı için mürşitler göndermesi hususunda istimdat ederler.  Ahmet Yesevi de binlerce müridini Anadolu’ya gönderir. Horasan er ve erenleri namı ile şöhret buluş olan bu Allah dostları Anadolu’nun dört bir yanına dağılarak insanların irşadına, maddi ve manevi terakkilerine vesile olmuşlardır.

          Selçuklulardan nöbeti devralan Osmanlılar da manevi bir kuvvet olan İslamiyet’e sımsıkı sarılmış, din-i İslam’ı akıl ve mantığın mizanıyla tetkik ve tahkik etmiş, İslam dininin bütün beşerin hayır ve saadetine, vahdet ve uhuvvetine vesile olan bir din-i fıtri ve umumi olduğunu yakinen anlamış, vifak ve ittihadı, nezahet ve nezafeti, hürriyet ve adaleti, şefkat ve merhameti, mürüvvet ve ihsanı, maddi ve manevi terakkiyi onda görmüş ve bu sayede nice fütuhat yapmışlardır.

        Osmanlılar bir taraftan sanayi ve ticaret gibi maddi sahada terakki ederken, diğer taraftan da ilim, marifet, fazilet ve maarifte ilerlediler ve bunların zirvesine çıktılar. Azami bir gayretle başta İstanbul olmak üzere birçok şehirde beşer takatinin fevkinde ecnebilerin gözlerini kamaştıran Süleymaniye ve Selimiye gibi haşmetli ve müzeyyen camiler, mescitler, kışlalar ve saraylar inşa edip, asırlar boyunca dünyada eşine rastlanmayan ve her yönüyle mükemmel olan muhteşem bir medeniyet tesis ettiler.  Onlar huzur ve saadetin, birlik ve beraberliğin sadece maddi terakkiyle mümkün olamayacağını çok iyi bildiklerinden, her iki üç köy arasına bir müderris ve onun yanına da bir mürşit yerleştirdiler. O büyük ve müstesna müderrisler medreselerde ders okutarak insanları cehaletten kurtarıp, İslam dinini hakkıyla anlayan ve anlatan binlerce âlim, ilim ve irfan erbabı yetiştirdikleri gibi,  mürşitler de  ilim ve irfanın inkişaf mahalli olan tekke,  zaviye ve hangâhlarda nice insanlara  İslamiyet’in ulviyetini ve kutsiyetini anlatarak onların  nefislerini tezkiye, kalplerini tasfiye ettiler. Onların ruhlarını tenvir ve inkişaf ettirip, akıllarına istikamet vererek sayısız insanların irşadına vesile oldular ve birçok feyyaz mürşit yetiştirdiler. O zamanki fikir erbabı İslam’ın ulviyetine hayran, avam tabakasındaki insanlar ise onun güzelliklerine meftun idiler. Ümerada hak ve adalet, ulemada vera ve takva,  müminlerde de sa’y ve gayret vardı.

        Tarikatlar bütün insanlık karşısında, kendilerine düşen vazifeleri hakkıyla yerine getirmişler, tarifte derin izler bırakarak onun şerefli levhalarında hak ettikleri yüksek mevkii ihraz etmişlerdir. Hak tarikatlar İslam âleminin hemen hemen her tarafında mühim vazifeler yapmışlardır. Bu hizmet ve himmetleri sadece dinî sahada kalmayıp, askerî, içtimai, ahlaki ve kültürel alanları da kuşatmıştır. O hizmetlere bugünün değil o günün şartlarıyla bakmalı, muhakemeyi bu noktadan yürütmeliyiz. Bir zamanlar tarikatlar İslam dininin en büyük şubesiydi. Tarikatların, Anadolu’nun kültür ve medeniyet müesseseleriyle imar edilmiş bir vatan haline gelmesindeki hizmetleri, bilhassa Osmanlı Devleti’nin asırlarca adaletle hüküm sürmesinde payları büyüktür.

          Bir kısım kimselerin tasavvufun İslam dininde olmadığını iddia etmeleri doğru değildir. Tasavvufun İslamî olmadığını söyleyebilmek, her şeyden önce İslam’ın, yani Kur’an ve sün­netin “künhüne” nüfuz edememek ve bunları, vazgeçilmez hayat unsurla­rı olarak kabul edip emanet bir mal gibi görmek demektir.

        Tasavvuf, insanı Kur’an ve sünnetin temel hedefi içinde en iyi, en güzel ve en mü­kemmel şekilde anlamış ve böylece onun, Allah’la, kendi kendisi ve diğer insanlara münasebetini fevkalade yüksek bir seviyeye yükseltmiştir. İlim­lerin medresesiz düşünülemeyişi gibi, tasavvufun da tekkesiz düşünülmesi mümkün değildir. Bu bakımdan dinin yayılışında ve özellikle bizim tari­himiz açısından, Anadolu’nun İslamlaşmasında mutasavvıfların ve tekke­lerin yapmış oldukları o büyük hizmeti hiç kimse görmezlikten gelemez. Sanat, musiki, edebiyat, ahlak, cesaret, doğruluk hususunda en mükemmel ör­nekleri sunan tekke, aynı zamanda; “Halka hizmet, Hakk’a hizmet demek­tir” anlayışını kitlelere  sunmuş ve İslam’ı yaşanan ve yaşayan bir ahlak ve nizamı hâlinde teşahhus ettirmiştir. Bütün müesseselerimiz gibi, tasavvuf ve tekkenin de içinde yaşadığı cemiyetin şartlarından tecrit edilmesi elbette düşünülemezdi. Cemiyetin diğer müesseselerinde görülen duraklama, gerileme ve hatta çöküş, tekkelerde de görülmüş; bir zamanla­rın bu canlı ve şuurlu kuruluşları, cehalet ve ataletin pençesine düşmüş­tür. Bir müessesenin belli bir devresindeki hatalı tatbikata takılarak, onu bütünüyle kötülemeye kalkışmak, ancak cehaletin ve hatta bu muhteşem kuruluştan korkunun bir tezahürü değil de nedir? Aslolan insanın daim Allah’ın huzurunda olduğunun şuuruna ermesidir; bunun pratiğini veren de tasavvuftur, tekkedir, zaviyedir, hangâhlardır.

         Tarikatların,  âlem-i İslam’ın her tarafında hiz­metleri olmuştur. Bilhassa; Hindistan’da, Afrika’da, Anadolu’da ve Orta Asya’da dinî ve millî birliğin muhafazasında mühim rolleri görülmüştür.

         Tarikatların ferdi ve içtimai hayatımızdaki derin izleri asla inkâr edilemez. Tarikatlar, ahlaka, ubudiyete ve İslam kardeşliğine dair son derece mühim hizmetler ifa etmişlerdir. Bu dinî ve ahlaki müessese tâ asr-ı saadete kadar dayanır. O tarihten beri dinî ve millî hayatımız üzerinde fevkalade güzel tesirleri olmuştur. Fertler arasında uhuvvet ve muhabbeti ahenkli bir surette takviye etmişler, milletin terbiye ve tenvirinde, iffet ve ahlakında pek büyük rol oynamışlardır. İslamî hayatın tekâ­mül ve intizamında; Bâyezid-i Bistami, Cüneyd-i Bağdadi, Şah-ı Geylanî, Ahmed-i Bedevi, İmam-ı Rabbani, Şah-ı Nakşibendi, Ahmet Yesevi ve emsali mürşitlerin büyük hisseleri vardır.

         Tarikat,  Müslümanlar arasında ittihad rabıtalarını temin eden en kudsî ve en metin bir bağdır. Zira, bir Medineli ile bir İstan­bullu, bir Buharalı ile bir Bağdatlı arasındaki samimî muhabbet ve daimî uhuvveti hiçbir felsefi cereyan temin edemez. Muhab­bet ve uhuvvetin tesisinde olduğu gibi, İslamiyet’in neşr ve tamiminde de tarikatların büyük payı olmuştur. Bu husus ecne­bilerin bile dikkatini çekmiş ve onları hayrete düşürmüştür.

         Bu konuda, darü’l-fünun müderrislerinden Muhammed Ali Ayni, hülasaten şu satırları naklediyor: “Bidayetten beri din-i mübin-i Ahmediye’nin neşr ve tamiminde, sofiyanın ne büyük hizmetleri geçmiş olduğunu, 19. Asrın en yüksek bir müsteşriki olan Mansignon şöyle ifade ediyor; ‘Din-i İslam’ın, âlem-şûmül bir din olmasında ehl-i tasavvufun hizmeti büyüktür. Şöyleki; Çeştiye, Şattariye, Nakşibendiye dervişleri, Hindistan’a ve Mala Adaları’na giderek ahali arasında İslamiyet’i neşr etmişlerdir.” Bilhassa Abdulkadir Geylani, Ebu’l Hasan-ı Şazelî, Ahmedi Ticani ve Sünusi Hazretleri, Afrika’nın ortasına kadar İslamiyet’i neşr etmişlerdir.

         Mutasavvıflar, İslam Dini’nin bilhassa Anadolu’ya ve Balkanlara yayılmasında, devletlerin kuruluş ve yükselişinde fevkalâde müessir olmuşlardır. Memleketin her yerinde camiler, tekkeler ve zaviyeler açarak, milleti, İslam’ın ziyası altında top­lamışlardır. Müslümanları dış tehlikelere karşı daima uyanık tutarak gazi derviş’leriyle içte ve dışta asayişi muhafaza etmiş­ler, devlet güçlerinin yanında milis kuvvetler tesis ederek vatan, din ve namusun muhafazası için mal ve canlarını feda etmişlerdir. Millî birliğin muhafazasında hatta esnaf ve sanat­kârların teşkilatlandırılmasında, mesailerin tanziminde, içtimaî ve iktisadi sahalarda büyük gayretleri olmuştur. Sulhta mürşit, muharebe zamanında mücahit olmuşlardır.

         Tarikatların, dinî, ahlaki, içtimai ve askerî alanlardaki hizmetlerini bir kenara atmak, insanlık âleminde ve medeniyet alanında yaptığı hizmetleri gizlemek acaba mümkün müdür? Bu günün varlığında dünün payı yok mudur? Elbette ki, zamanlarımızdan uzak olma­ları, gönüllerimizden ırak olmalarına sebep olamaz. Tasavvufun zevkini alan ve onu yaşayanlar her devirde olduğu gibi, zamanı­mızda da mevcuttur. Asırlardan bu yana, ruh ve kalplere sinen bu neşe ve neşve kolay kolay silinemez, perdelenemez, perdelense bile koparılıp atılamaz.

         Bazı çevrelerin, tarikatların değerli hizmetlerini göz ardı ederek, mürşitlik taslayan bazı ehliyetsiz belki de kasıtlı kimselerin birtakım yanlış sözlerini ve hareket­lerini bahane ile, tasavvuf ve tarikat aleyhtarlığına girdiklerine üzülerek şahit oluyoruz. Tarikat aleyhtarlarını iki grupta mütalaa etmek gerektir. Birinci grup; gerçekte maneviyat düşmanı oldukları halde, bu gayelerini saklamakta ve tarikatlar içerisin­de kendilerince tespit ettikleri bazı noksanlıkları ve hataları ba­hane ederek tarikata saldırmakta, maneviyat düşmanlıklarını bu perde altında icra etmektedirler. İkinci grup ise; güya dinin asliyetini muhafaza niyetiyle tarikat düşmanlığı yapmakta ve bilmeden birinci grubun gizli emellerine hizmet etmektedirler. Bu her iki grup içinde de akademik kariyeri olan bazı kişilerin bulunması ilim adına acı bir vakıadır.

       Ben, ifa ede geldiğim hizmetim itibariyle, herhangi bir tari­kata müntesip değilim. Ancak, vicdanımdan gelen bir hamiyet ile bu hak tarikatlara gelen itham ve itirazlara cevap vermeyi dinî bir vecibe ve vicdani bir vazife telakki ettim.

       Evet, temeli güzel ahlaka bina edilen, fazilet ve istikameti, insaf ve merhameti imanın kemâlinden sayan, ferdin tekâmül ve saadetine, cemiyetin ahenk ve intizamının muhafazasına hizmet eden,  beşeriyetin muhabbet ve uhuvvetini temin eden bu müesseseler, tarikata intisab ettiği iddiasında bulunan bazı ehliyetsiz şahısların hatalarıyla ve kusurlarıyla lekedar olamaz ve mahkûm edilemez.    

       Bu gibi insanların kusurlarını nazara alarak, tarikatları mahkûm etmeği akıl da, vicdan da reddeder. Bu yanlış hareketler araştırılırsa hak tarikatlar ile hiç bir münasebetlerinin olmadığı açıkça görülür. Bu yanlışlıkların, bu bidatların sebepleri, tarikatların aslında değil; tarikata birtakım dünyevi maksatlar için giren ve şeyh libasına bürünen, ilim ve faziletten habersiz bir kısım ehliyetsiz veya kasıtlı kişilerin hareketlerinde aranmalıdır. Böylelerin hataları ile ‘Hak için hareket’ eden dervişleri, dimağı ilim ve irfan ile tenevvür etmiş hakiki mürşitleri, faziletli âlimleri, kalbi envar ile dolu şeyhleri ittiham etmek hakikat ve insaf ile asla bağdaştırılamaz.

       Ehliyetsiz bazı tabiplerin hataları yüzünden, tıp ilmine cephe almak insaf ve mantıktan ne kadar uzak ise; ilim ve irfandan habersiz birtakım kimselerin sözlerini ve davranışlarını bahane ederek tarikatlar hakkında yanlış hükümler vermek de o kadar büyük bir hatadır.

       Ehl-i tarik olanlar,  sefahatin, cehaletin meydan aldığı ve etrafı kasıp kavurduğu bir ortamda, dalalet ve bidatlerin revaç bulduğu bir zamanda, fazilet ve irfanın kapılarını kapatan, parlak zekâların,  ulvi istidatların, inkişafına mani olarak bu milletin selamet ve saadetine sed çeken cehalet, sefahat ve ihtilafla cihad etmelidirler ve etmektedirler. Bunun yolu, dimağları düşünmekten, fikirleri ilimden men eden, akıl ve muhakemeyi tazyik altına alan sefahat ve rezaletle şuurlu ve sistemli bir şekilde mücadele etmektir. Her adımda dalalete biraz daha saplanan, kıvrandıkça inkıraz ve hüsrana daha fazla gömülen neslimizin elinden ancak böylece tutulabilir.

       Yine bu kimseler, namus şakilerinin ve din düşmanlarının yılan dişli kalemleriyle milletimizin şeref ve haysiyetlerini soymalarına karşı, elmas kılıç hükmündeki kalem ve fikirleri ile cihad yapmalıdırlar.

 Mehmed Kırkıncı

mehmedkirkinci.com


[1] Kuşeyrî, Risalesi, Terc. Uludağ Süleyman, İstanbul, 1978, s.392

[2] Nursî, B. S Lem’alar

[3] Kehf Suresi 18/28