Etiket arşivi: islam

Hem Türk unsurunda ebedî kabil-i iltiyam olmamak suretinde bir inşikak çıkacak

“Hem Türk unsurunda ebedî kabil-i iltiyam olmamak suretinde bir inşikak çıkacak.” cümlesindeki “Türk unsurunda ebedî kabil-i iltiyam olmamak suretinde bir inşikak”tan maksat nedir? Detaylıca izah eder misiniz?

“Hem Türk unsurunda ebedî kabil-i iltiyam olmamak suretinde bir inşikak çıkacak.” (1) cümlesini önce lügavî olarak ele alalım. Şöyle ki;
“Hem Türk unsurunda…”
Türk kelimesinin lügattaki tanımı şu şekildedir;

«Anavatanı Orta Asya olan, Türkçe’nin değişik lehçeleri ile konuşan millet ve bu millete mensup olan kişilere denir. Türkler, Asya’nın en büyük ve en meşhur milletidir. İki şubeye ayrılırlar: Türkistan’ın doğusunda kalanları “Uygur”, batısında kalanları “Türk” ve “Türkmen” adlarıyla anılmışlardır. Orta Asya’da iken Şamanizm, Tengricilik ve Gök Tanrı inançlarına bağlı idiler. Hicretten 350 yıl sonra Tağ Han neslinden olduğu rivâyet edilen Türkmen Hükümdarlarından, Karahanlı Hakanı Salur veya Saltuk Han; İslâm dinini kabul ederek Kara Han ve Abdülkerim ismini almıştır. Halkının çoğunun da Müslüman olmasını sağlamıştır. Bu şekilde Orta Asya’daki ilk Türk-İslâm Devleti, Karahanlı Devleti olmuştur. Abdülkerim Saltuk Buğra Han, daha sonra da devletin resmi dinini İslâm yapmıştır. Bu dönemde ilk Türk-İslâm eserleri olan geçiş dönemi eserleri verilmiştir. O devirde hilafet merkezleri olan Bağdat’a gidip gelmekle askerî cesaret ve kahramanlıkları ile Abbasî halifelerinin gözdesi olmuşlardır. Askerlik hizmetlerinde istihdam olunmuşlardır. Daha sonraları diğer devlet kademelerinde de görev almışlardır. Kumandanlık ve emirlik seviyesine kadar çıkmışlardır. Bu sebeple İslâm beldelerinde büyük bir şöhret ve nüfuza sahip olmuşlardır. Oradan Anadolu’ya ve Avrupa’ya yayılarak bir çok devlet kurmuşlardır. İslâmiyet’i dünyanın bir çok yerine ulaştırmışlardır. Tarihte 16 büyük devlet kurmuşlardır. Bediüzzaman’ın tâbiriyle “İslâmiyet’in Sancaktarı” olmuşlardır.» (2)

Türklerin masadaki olduğu Âyet-i Kerîme, Hadîs-i Şerîfler ve Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin Türkler ile ilgili tahlilleri için bakabilirsiniz.

http://www.nurnet.org/dunyanin-her-tarafinda-olan-turkler-ise-muslumandir/

“Unsur” kelimesi ise “ırk ve milliyet” anlamında kullanılmıştır.
“…ebedî kabil-i iltiyam olmamak suretinde…”
“Ebedî” kelimesi, malum “Sonsuza ve ebediyete ait” (3) demektir. Yani “Daimî olan”. (4)
Ebed kelimesi de “Sonu olmamak” (5) demektir.
Istılahî olarak da; “Ebed, parçalara ayrılmayan zaman diliminden ibarettir. ‘Şu zamanda bu olay oldu’ denir. Fakat ‘Şu ebedde şu olay oldu’ denmez. Bu kelime gelecek vakit için kullanılır. Zıddı olan ezel ise geçmiş zaman için kullanılır.
Ebed, geleceğe nispetle sonsuz olarak takdir olunan zamanlarda varlığın devam etmesine denir.” (6)
Ve bir Esma dersi olarak da; “Ezel; Evvel ismine, Ebed; Âhir ismine bakar.” (7)
Ve “Ezel hadsize, Ebed nihayetsize bakar.” (8)

Devamında da “…kabil-i iltiyam olmamak suretinde…” diyor.
Kabil-i iltiyam; “İyileşebilir. Birleşme ve barışmaya meyilli.” (9) demek. Cümlede bunun olumsuzu söyleniyor, “kabil-i iltiyam olmamak suretinde” deniliyor. Yani asla iyileşemez, birleşme ve barışmaya meyli olmamak şeklinde. Ne olacak peki?

“…bir inşikak çıkacak.” Yani “İkiye ayrılma, çatlama, yarılma ve bölünme” (10) olacak.
Yani Türk ırkında, Türk milleti de sonsuza kadar hiçbir zaman birleşemeyecek, kaynaşamayacak, barışmaya meyli bile olmayacak bir şekilde ikiye ayrılma ve bölünme olacak.

Bu cümleyi birçok farklı şekilde izah edebiliriz. Bunlardan dokuz tanesi ise şunlardır;

Birinci ve kuvvetli olanı; Dikkat edilirse bu, şartlara bağlanmış bir durumdur. Böyle bir şartın meydana gelmesinin sonucunda, ortaya çıkacak belirli bir duruma bağlanmış bir sözdür. Yani ırkçılık illeti devam ederse böyle olur, demektedir. Meselâ, 11. Şua olan Meyve Risalesi’nde şöyle denilmektedir; “Eğer beraber olsa miladî bin dokuz yüz yetmiş bir (1971) olur. O tarihte dehşetli bir şerden haber verir. Yirmi sene sonra, şimdiki tohumların mahsulü ıslah olmazsa elbette tokatları dehşetli olacak.” (11) Bu cümlede de şarta bağlanmıştır. “şimdiki tohumların mahsulü ıslah olmazsa” diye kayıt düşülmüştür. Yani “şimdiki tohumların mahsulü ıslah olmazsa”, bunun sonucunda “tokatları dehşetli olacak”tır.
Üstâd Bediüzzaman Hazretleri, menfî milliyet ve unsuriyet-perverliğe bakışını şu şekilde dile getirmiştir; “eski zamandan beri menfî milliyet ve unsuriyet-perverliğe, Avrupa’nın bir nevi Frenk illeti olduğundan, bir zehr-i kàtil nazarıyla bakmışım. Ve Avrupa, o Frenk illetini İslâm içine atmış; tâ tefrika versin, parçalasın, yutmasına hazır olsun diye düşünür. O Frenk illetine karşı eskiden beri tedaviye çalıştığımı, talebelerim ve bana temas edenler biliyorlar.” (12)
Konuyla ilgili benzer ifadeler de 21. Mektûb’da şöyle geçmektedir; “Fakat tarafgirane ve garazkârane, firavunlaşmış nefs-i emmare hesabına hodfüruşluk, şöhret-perverane bir tarzdaki tesadüm-ü efkârdan bârika-i hakikat değil belki fitne ateşleri çıkıyor. Çünkü maksatta ittifak lâzım gelirken, öylelerin efkârının küre-i arzda dahi nokta-i telakisi bulunmaz. Hak namına olmadığı için nihayetsiz müfritane gider. Kabil-i iltiyam olmayan inşikaklara sebebiyet verir. Hal-i âlem buna şahittir.” (13)

İkinci olanı; Gelecek noktasında keşfen haber veriyor olabilir. Bunun hakikî mahiyetini biz bilemeyiz. Aynen 1971 muhtırasının ve birçok bizce gaybî olan haberlerin gelecekte vaki olduktan sonra insanların anlayabileceği gibi bir durum da söz konusu olabilir. En doğrusunu ancak Allah bilir.

Üçüncü anlamı da şu olabilir; “Türk Milleti dünyanın her tarafında müslüman olduğundan, onların ırkçılıkları İslâmiyet’le mezcolmuş, kâbil-i tefrik değil. Türk, Müslüman demektir. Hatta Müslüman olmayan kısmı, Türklükten de çıkmışlar.” (14)
İslâmiyet ile Türklük iç içe geçmiştir. İslâm’dan ayrılan Türklükten de ayrılıyor. “Nerede Türk taifesi varsa Müslüman’dır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi). Halbuki küçük unsurlarda dahi hem müslim ve hem de gayr-ı müslim var.” (15) hakikatince Türklüğün birlik, beraberlik ve parçalanmaması; İslâmiyet’e sımsıkı sarılmalarına bağlıdır.
Bediüzzaman Hazretleri, bu ifadeleriyle Türk milletinde ebedî birleşmemek üzere bir ayrılık olacağını haber veriyor. Böyle bir ayrılık olursa, bir daha kaynaşma ve birleşme olamayacağını da anlamak mümkündür.

Dördüncü anlamı da şu olabilir; Burada Türk milleti içinde çıkacak bir inşikak yani ayrılma ve bölünmeden bahsedilmiştir. Bunu Türk milleti içinde dindar, muhafazakar kesim ile din aleyhtarı olan muarız kesim olarak da anlayabiliriz. Bu şekilde anlamak isabetlidir. Nitekim bunu zaman da tefsir etmiştir. Yani Türk milleti içerisinde, dinsizlik ve dindarlık olmak üzere iki ayrı akım, cereyan çıkacağı haber veriliyor. Bu ortaya çıkan dalların bir daha birleşmeyeceği de anlaşılıyor. Demek kıyamete kadar bu şekliyle devam edecektir. Fakat bazı zamanlar dindarlık tarafı kuvvet bulup, dinsizlik tarafı da zayıflasa; bazen de tersi bir durum olsa da yine bu iki kesim devam edecektir.

Beşinci olarak; Tedavisi mümkün olmayacak bir bölünme olacağı anlaşılıyor. Bu bölünmeye bir çok örnek verilebilir. Meselâ; 1970’li yıllarda sağcı, solcu çatışmaları veya 1980’li yıllardaki farklı siyasî görüşlü kesimler arası vuku bulan haller örnek verilebilir. Birbirine zıt ırkçı temelli akımlara kapılan gençlerin kavgaları da bu minvalde düşünülebilir.

Altıncı olarak; Bu konuya daha kesin ve mukni bir cevap istersek, Macarlar ve Bulgarlar verilebilir. Bu iki millet, Türk asıllı oldukları halde, İslâm’a gitmediklerinden dolayı Türklükten de çıkmışlardır. Bu iki milletin tekrar eski durumlarına kavuşmaları imkansız görünüyor.

Yedinci olarak; Yine Osmanlı ile birlikte yaşayan kavimler, birer birer Osmanlı’dan koptular ve bir daha eski konumlarına da geri dönemediler. İşte Üstad Bediüzzaman Hazretleri, bu durumun bir daha tekrar etmemesi gerektiğini ifade etmektedir. Zira bu ayrılıkların ve bölünmelerin sebebi; aramıza atılan tefrika-ayrılık tohumlarıdır. Ve bunlar bir oyuna gelinerek ortaya çıkmıştır.

Sekizinci olarak; Net olarak anlaşılan şu ki; Türkler içinde iyileşmesi mümkün olmayan bir inşikak, bölünme olacak. Ve bugün böyle bir bölünme olması için yapılan planlar bilinmektedir. Bu bahsi geçen bölünme; toprak veya vatan bölünmesi değildir. Türk unsuru görüşlerine olan bir bölünmedir.
Meselâ; Ülkemizde vuku bulan terör olayları 30 yılı aşkındır vardır. Bu olaylarda on binlerce sivil insanın zarar görmesi, askerlerimizin şehîd olması ve bir kısmının da gazi olması, birçok insanımızın da memleketlerinden ayrılmasına neden oldu.
Bu terör olaylarının dehşetli sonuçlarıyla birlikte “Türk unsuru”nun parçalanacağını keşfeden Üstâd Bediüzzaman Hazretleri, “Kitleler mabeynindeki râbıtası, âheri yutmakla beslenen unsuriyet ve menfî milliyettir. O ise şe’ni, müthiş tesâdümdür.” (16) demiştir.
Ayrıca Üstâd Bediüzzaman Hazretleri, “Evet tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbü ister. Ve vahdet-i itikad dahi vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder.” (17) demektedir. İman birliği olması, kalplerin de bir olmasına vesile olur.
“Türk unsuru” arasındaki tedbire yönelik fikri bölünme ve ülkenin inşikakı yani ayrılması fikrine karşı ancak Asrın Müceddidi Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin ürettiği Kur’ânî ve Nebevî reçete olan Risale-i Nur eserlerinin eczaları ile tedavi edilebilir. “Millet, irşad ve tenvir edilmelidir!” (18)

Dokuzuncu olarak; Üstâd Bediüzzaman Hazretleri, “Türk unsuru” içinde ortaya çıkacak bir “inşikak”tan bahseder. Konu ile bağlantılı bir hadîs-i şerîflerinde Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz’in bahsettiği “yetmiş üç fırka”dan bahseden hadîs-i şerîf akla geliyor. (19)
“İkiye bölünme” ile ilgili şu şekil bir söz vardır; “Ümmet ikiye bölünecektir. Bir kısmı nifaksız (yani iki yüzlülük yapmadan) iman edenlerdir. Bir kısmı da imansız nifak (iki yüzlü münafıklık) yapanlardır.”

Yani “Türk unsuru” içerisinde çıkacak olan “inşikak” bunlar olabilir. Hattâ hepsi de olabilir. Çünkü Kur’ân Tefsîri’nden binler mânâ çıkarılabilir. Ve el-hak hepsinin de hakikat payı vardır.

Vesselâm.

Abdulkadir Çelebioğlu

Dipnotlar
1- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 498
2- Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, Türk Maddesi, s. 1048
3- Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, Ebedî Maddesi, s. 222
4- Mehmed Feyzi Pamukçu, Asa-yı Musa Mecmuasındaki Arabî Kelimelerin Kısaca Tercümelerine Dair Bir Lügatçe, Ebedî Maddesi
5- Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, Ebed Maddesi, s. 221-222
6- Muhlis Körpe, Risale-i Nur Istılahları, s. 43
7- Enfus Lügatı, Ebed Maddesi, s. 54
8- Enfus Lügatı, Ebed Maddesi, s. 54
9- Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, Kabil-i İltiyam Maddesi, s. 536
10- Bkz. Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, İnşikak Maddesi, s. 497
11- Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, s. 270
12- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 71
13- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 300
14- Risale-i Nur Hakkında Verilen Bir Konferans, s. 169
15- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 364
16- Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye, s. 124
17- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 295
18- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 148
19- Tirmizî, İman, 18; İbn-i Mace, Fiten, 17

Tevhid; hem Aklî bir İlke ve hem de Gözlemsel bir Bilgidir (1)

Bilim, her ne kadar Rabbimiz’i ve vahiyle bize bildirdiği “Tevhid Bilgisi”ni; “inanç ve felsefe, metafizik ve dinin” konusu görerek; “bilgi ve araştırma, akıl ve gözlemin” dışına çıkarsa da; yani “Bilim” ve evrenin dışına atsa da; halbuki “Tevhid;” hem mantıkî akıl yürütmeyle elde edilen bir “bilgi ve hüküm” ve hem de evren gözlemlerinden elde edilen, “ampirik bir bilgi ve keşiftir.”

Hem, zaman ve mekândan bağımsız Rabbimiz’in varlığının Sonsuz ve Sınırsız olması; yani herşeyden daha “aşikâr ve alenî ve somut” olması; yani “sonsuz zahir (Ez Zâhir)” olmasından kaynaklı (yani O’nu farkedip – görebileceğimiz gözlem ve ayırdedici kıyas noktası olabilecek “misli ve misâli, eşi ve benzeri” ve de “zıttı” olmaması nedeniyle ve gene “sonsuz–sınırsız” olması nedeniyle; “içi – dışı, sağı – solu gibi nisbetler” olmamasından kaynaklı), bize “sonsuz bâtın ve gizli (El Bâtın)” olması nedeniyle; O, biz sonlu – sınırlılar açısından metafizik olsa da; O’nun fiil ve eserleri metafizik değil, inanan – inanmayan herkes görüyor!

Gördüğümüz “fiil” ve sonuçları olan “eserlerin”, göremediğimiz Rabbimiz’e “delil” olması; (tabiri caizse) bir benzetmeyle, analojik olarak: Tıpkı, beş duyumuzla hissedemediğimiz (veya farkedemediğimiz) “yerçekimi (kütleçekimi)” gibi bir kuvvetin, “var olduğunu” ve “özelliklerini;” kütle üzerindeki etkilerine bakarak bilebilmemize benzer.

Veya uzak geçmişte olduğu için; Bilimsel olarak gözlem ve ölçme, deney ve tekrar yapmamızın mümkün olmadığı “Big Bang”in olduğuna; evrende gözlediğimiz “Kozmik Fon Radyasyonu” gibi bazı delillerden ulaşmamıza benzer.

Halbuki “Tevhid;” Big Bang gibi, zamanın bile olmadığı uzak geçmişte yaşanan bir olay da değil. Yani “tevhid;” şimdi/şurada dahi, her daim gerçekleşen bir olay. Mikrodan makroya, her zaman/mekânda, devamlı gerçekleşen bir işleyiş; “yerçekimi” gibi bir kanun.

Elhasıl “tevhid;” araştırma – gözlemlerle, doğruluk–yanlışlığı sınanabilen ve doğruluğu gösterilen bir konudur. Diğer deyişle: “Tevhid;” sadece “tasdik ve inancı” ilgilendiren bir konu olmayıp; aynı zamanda “bilgi ve gözlemin” de konusudur.

Bu kavram; sadece “itikâdî ve İslâmî” bir kavram olmayıp; (lâik, seküler deyişle; sadece “dinî” bir kavram olmayıp;) ayrıca tüm hayatı ilgilendiren ve kapsayan; insanın evrene bakışı, davranış ve amaçlarını da belirleyen/belirlemesi gereken bir kavramdır.

Mü’min bir müslümana “tevhid”in verdiği yön: Sadece Allahu Teâlâ’yı sevmesi ve sadece O’ndan korkması; sadece O’na ibadet edip ve sadece O’ndan yardım dilemesidir. Çünkü ve zaten; O izin vermedikçe, insana, hiçbirşeyin zarar veya menfaâti dokunamaz. Bunun farkında olmak ise; hiçbir kişi ve menfaât veya korku önünde eğilmemeyi getirir.

Eğer müslüman, sevgi ve korkularını “tevhid” ederek Rabbinde birleştirmezse; bu hislerin gideceği diğer mecburî yol; “kesret”tir! Yerinde ve doğru yönetilmeyen bu hislerin; kesrete, çokluğa dağılmasıdır. Kişinin, sevgi ve korkularını; kendisi gibi aciz ve zayıf; yani kendisine bile faydası olmayan mahlûkata dağıtmasıdır!

Bunun sonucu ise: Tek bir Zât’ı sevmek ve O’nun sevgi ve rızasını kaybetmek ve azabına uğramaktan korkmak yerine; başta “kendi ölümü” ve sonra “diğer sevdiklerinin ölümü” olmak üzere; sonra “istikbâl (gelecek) korkusu, yaşlanma korkusu, hasta olma korkusu, eş – çocuk gibi sevdikleri için endişelenme ve üzülme korkusu” gibi, binlerce korku ve üzüntüyü ve elim hâdiseyi, (taşıyabilecekmiş gibi) aciz beline yüklenir!…

Öyleyse mü’min için asıl olan; kendi nefsine ve mahlûkata dağıttığı sevgi ve korkularını, talep ve isteklerini, tevhid edip – birleştirerek; (kendisiyle birlikte, bütün o sevdiklerini de yaratıp – koruyan ve kendisine, ni’met olarak verip – sevdireni;) yani asıl sevilmesi ve razı edilmesi gereken Rabbini sevmesidir. Beşeriyeti icabı diğer sevdiklerini de, O’nun adına; O’nun hediye ve ni’met, rahmet ve rızkı olması cihetiyle sevmesidir.

Kişinin, böyle sevdiğinin alâmeti de; yaratılışı icabı sevdiği “eş, çocuk, para, makam” gibi şeyleri elde etmek veya sevgi ve rızalarını kazanmak için, Rabbi’nin emir ve yasaklarını çiğnememesidir. Yani: Asıl ve öncelikli olarak, O’nun sevgi ve rızasını kazanmaya çalışması ve O’nun sevgi ve rızasını kaybetmekten korkmasıdır! Yaptığı en basit işte bile, bir gözüyle, hep O’nun ilgi ve teveccühünü yoklama ve aramasıdır!

Bir sonraki aşamada ise; gördüğü herşeyin, arkasında O’nun rahmetini gösteren, şeffaf bir cam veya ayna olduğunu farketmektir! Bir nevi; varlığa, “semiyotik” olarak; yani “mana-yı ismî” (kendisini gösteren) değil, “mana-yı harfî” (başkasını işaret edip – gösteren) olarak bakmak ve görmektir. Nasıl ki, sizler burada yazılanları okurken, aslında harf ve kelimeleri değil; işaret edip – gösterdiği anlamları görüyor ve okuyorsunuz, işte öyle!

Tevhid’in, bir de “cemaât ve ittifak, uhuvvet ve kardeşliği” iktiza edip – gerektiren; bunu teşvik ve emreden yönü var ki, yazının ana konusu gereği, buraya alınmadı.

Dinimiz, dünyevî haz ve lezzetlere mâni değil

Fakat, konu dışına taşsa da; burada, yanlış bilinen iki konuyu düzeltmek gerekiyor:

Birincisi: Kişinin müslümanlığının kalitesinin artması, bu dünyada aldığı / alabileceği haz ve lezzeti, keyif ve rahatlığı yasaklamadığı gibi, azaltmaz da. Hattâ durum bunun tam tersi olup; bir müslümanın dünyadan aldığı lezzet ve keyif, en aşağı 3 sebeple daha fazladır:

  1. Sebep: Temsil olarak; cumhurbaşkanının makamına iki arkadaş giriyor. Başkan, bunlara; sevgi ve rızasının nişanesi ve başarılı işler yaptıklarının te’yid ve onayı olarak, birer kavanoz bal hediye ediyor. Arkadaşlardan birisi, balı; Başkanın hediye ve iltifatı olduğunu düşünmeyerek ve bundan gaflet ederek (afedersiniz, tabiri caizse; zihni, soyutlama yapabilecek kadar gelişmemiş, soyut kavram ve manevî değerleri bilmeyen hayvanlar gibi) yiyor. Diğeri de balı yiyor ama bu balın, Başkandan, birebir kendi şahsına verilmiş bir hediye ve iltifat olduğunu unutmayarak! Şimdi bu kişi; hediye vereni unutmamasının hazır mükâfatı olarak; (gaflet edip, unutan diğer arkadaşının, baldan aldığı aynı tadı almakla birlikte;) o baldan çok daha tatlı; balda tecessüm edip – somutlaşmış; ikinci bir manevî hediye ve tadı da alıyor!

  1. Sebep: İnsan, bu dünyadan “tam lezzet ve keyif” almak için dua ediyorsa; “tam acı” ve sıkıntı da istiyor demektir. Çünkü; bu dünyada, biri olmadan, diğeri de olmuyor. Çünkü, genel olarak; bu hayatta aldığımız haz ve lezzetler, zıtlarıyla kaim ve daim. Bunun sonucu olarak, meselâ; yediğimiz yemeğin lezzeti, açlığımızın şiddetiyle orantılı. Bunun gibi; sudan, uykudan, dinlenmekten aldığımız haz, bunlara duyduğumuz şiddetli istek ve ihtiyaca göre (yani, susuzluğumuzun veya çalışma ve yorgunluğumuzun şiddet ve yoğunluğunun, bize verdiği acı ve sıkıntıyla doğru orantılı olarak) artar.

Meselâ hiç hasta olmasak veya dişimiz hiç ağrımasa, ne dişimizin kıymetini bilirdik (hattâ o dişimizin varlığının bile farkında olmazdık) ve ne de, sağlıklı olmanın lezzetini hissedebilirdik.

İşte bu sebepten; müslüman olarak, dininin gereklerini yerine getirmeye çalışan bir kişinin, dünyevî hazlardan alacağı tat da artar. Hattâ “oturmak, konuşmak, gezmek, yemek” gibi en basit dünyevî eylerimden bile (diğer, dininin gereklerini yerine getirmeyen kişiye göre), çok daha fazla lezzet alır. Neden?:

Çünkü: O kişi; günün 5 vaktine taksim edilmiş “namaz;” yılın, Ramazan gibi bazı ay ve Pazartesi – Perşembe gibi bazı gün ve haftalarına yayılmış “oruçlar” ve “zikir, Kur’ân” gibi diğer yaptığı “ibadetler” nedeniyle; bazı dünyevî iş veya lezzetlerini ertelemiş olur. İşte bu ertelemesinden kaynaklı ve ertelediği için, o dünyevî eyleme istek veya ihtiyacının biraz daha artmasından da kaynaklı; ibadetten sonra yaptığı o işten, çok daha fazla keyif ve lezzet alır.

Zaten dünyanın haz veren en büyük  eylemi bile, kesintisiz hep devam etse; süreklilik ve yeknesaklık nedeniyle, lezzet vermemeye ve kıymetten düşmeye başlar. İşte bu sebepten; her gün, en alâ bal – kaymak yiyen; açlık saikasıyla, kuru bir ekmeği yiyen kadar, tat almaz.

Belli zamanlarda, dünyadan fişini çekip (daha doğrusu; zihnine, kesintisiz devamlı veri akışı sağlayıp, algılarının band genişliğini dolduran, “dünya internet bağlantısı”nı kesip;) “namaz” gibi uğradığı ara durak ve ruhunun teneffüs – dinlenme zamanları nedeniyle; bir mü’minin, dünyadan aldığı lezzet ve huzur da artar.

Meselâ: Kışın ortasında, soğuk suyla, titreyerek aldığı abdest ve namaz sonrası; içini kaplayan huzur ve sonra sıcacık odasında çayını yudumlamasının verdiği tat; “namaz” gibi ara durakları olmadan, hiç üşümeyip, devamlı odada oturan adamda yoktur.

Veya bir müslümanın, bütün gün tuttuğu oruçla, susama ve acıkmasından kaynaklı; akşam iftarda, içtiği su, yediği yemekten aldığı lezzet; oruç tutmayanın, bütün gün içtiği suda, yemekte yoktur.

  1. ve en önemli Sebepte: Bir müslüman için; bu dünyada aldığı lezzet ve sevdiği insanlarla yaşadığı mutluluğun; ölümle son bulmayıp, öte dünyada da, hem de asıllarıyla olacağını ve hem de ebediyen olacağını bilmesi; o insanın, bu dünyada aldığı lezzetlerin bitmesiyle veya sevdiklerinin ölümü ve ayrılığıyla yaşadığı acıyı hafifleştirir ve kolaylaştırır. Ve yaşlandığında da, öteye bir özlem olur ve ölümü sevdirir. Ölüm; o insan için, askerden terhis olup, eve, sevdiklerine kavuşmaya gitmek gibi olur…

Müslümanlığının gereğini yerine getirmeye çalışan bir mü’min, bunu başardığı ölçüde; gereklerini yerine getirmeyen, (hattâ müslüman bile olmayan kişiden) çok daha fazla huzurludur ve hayattan ve dünya ni’metlerinden aldığı keyif ve haz da, o nisbette daha fazladır dedik.

Fakat burada, hiçbir zaman unutulmaması ve üzerinde, hassas bir biçimde ve dikkatlice düşünülmesi gereken husus şu: İnsanın canı acımadan, yani acı çekmeden; hiçbir zaman, içten ve candan ve samimî olarak “Allah” demesi, Rabbine yakarması mümkün değil gibi. Galiba, Rabbimize içten ve hissederek yakarış, samimî ve gerçek iltica, ancak acı çekmekle mümkün! Uyuduğumuz uykulardan, kayıp ve acılarımızın uyandırıp, acz ve fakrımızı hatırlatmasıyla; canımız yandığı oranda; O’na, ne derece muhtaç olduğumuzu hissedebiliyoruz! Öbür türlü ettiğimiz dualar; Rabbimiz’den, susamadan su istemeye benziyor; kuru, ezbere ve sıradan! Dilimizle söylediğimiz duaları; hâlimiz, hissettiklerimiz, tasdik etmiyor ve yalanlıyor gibi! Elhasıl: Uçurumdan düşen bir insanın, Rabbinden başka tutunacak dal olmadığını anlamasına benzemiyor hâlimiz!…

Tevhid – Kesret’ten buralara geldik. Hem zaten bu 3 sebebi geçtik; devletlerin bile % 15 – 25 vergi aldığı bir zamanda, 40’ta 1, yani % 2,5 zekât vermeyi çok gören ve az bir ücretle, günde 10 – 12 saat çalışırken; karşılığı ebedî Cennet olan 5 vakit namazı (toplamı 40 rek’ât, yani 40 dakika ve 20 dakika da abdest tutsa, toplam 1 saat tutan namazı; “vaktim yok” diyerek) fazla gören ve senede 1 ay orucu çok gören bir insan; eğer mülhid değilse, ya gafil veya cahildir!

Hem zaten; birisinin bize günde 24 altın vererek, sonra bir kısmını tekrar kendisine iade etmemizi istemesi ve karşılığında 24 altından çok daha fazla mükâfat vereceğini söylemesi gibi; ibadette kullandığımız vücud, O’nun; harcadığımız vakit O’nun!… Yani kendimizden verdiğimiz birşey yok; O’nun olanı, gene O’na iade ediyoruz sadece! Öldüğümüzde, biz istemesekte, zaten hepsi O’na dönecek!…

Bir de: (Afedersiniz) İçki, hovardalık, günah için bile para lâzımken; abdest – cami, sevap bedavaysa!

Bir de Rabbimiz: “Vişne suyu iç, erik suyu iç, şeftali suyu iç, çay iç, ıhlamur iç; böyle binlerce suyu iç; sadece içki içme! İnek eti ye, koyun eti ye, tavuk eti ye; sadece domuz eti yeme!” gibi; doğru şıkları çok, yanlış şıkkı tek olan sorular sormuşsa!

Bir de, Rabbimiz, belli şartlarla, 4 kadına kadar evlenmeye izin vermişken; “Yok, ben çağdaş yaşamı destekliyorum: Evlenme gibi kayıt-kuyut, aile, çocuk gibi sorumluluk ve külfetlere girmeden; ben 10 kadınla flört edeceğim, şu kadar kadınla yatacağım!” demek!…

Elhasıl; defter – kitap açık ve doğru cevapları da gösterilmiş bir imtihanda, halâ bile bile yanlış cevaplar işaretleniyorsa! Üstelik; uyandığımız her yeni gün, telâfi ve tekrar sınav hakkı tanınıyorsa! Olmadı; tevbe – istiğfar ve pişmanlık gibi şartlarla geçerli olan, “umumî ve genel af yasası” hükümleri devreye girebiliyorsa!… Rabbimiz, sonumuzu hayır etsin! Bizi bizden çok seven Rabbimiz; bizi, bize bırakmasın!

Yanlış bilinen ikinci şey: Kişinin kaliteli bir müslüman olması, dünyadan el çekmeyi gerektirmez. Dünyalık elde etmeyi yasaklamaz; kişinin, çalışma şevk ve motivasyonunu azaltmaz. Bilâkis; “çalışıp, kazanayım ki, daha fazla kişiye yardım edebileyim; şu hayır-hasenâtı yapabileyim” gibi düşünce ve niyetlerle arttırır.

Mü’min için, “mal;” cep yerine, kalbe girdiğinde; kasa yerine, kâlpte taşındığında problem olur. Burada problem: “Dünya”nın bize, ahireti kazanmak için, “sermaye” olarak verildiğinin unutulmasıdır. Sonsuz ahiret hayatının, bu sonlu ve kısacık dünya hayatında yaptıklarımıza bağlı olduğunun unutulmasıdır. Daha kötüsü: Bunun önemsenmemesidir!

İşte bu gibi sebeplerden dolayı, bir müslüman için asıl başarı, asıl başarılması gereken: Meselâ, beş vakit namazı, bir ömür boyu, kazaya bırakmadan kılabilmektir! Dinimizde meşru görülen mazeretler hariç; “hastayım, işteyim, yoldayım, askerdeyim, uykusuzum, yorgunum, su bulamadım” demeden; (yani “kılmamaya” değil, “kılmaya” mazeret bularak;) yaz – kış, gece – gündüz; dünyaya gözünü kapatacağı o vakte kadar, kazaya bırakmadan kılabilmektir!

İşte sadece bunu başarmak bile; 3 – 5 üniversiteyi bitirmek veya falan ünvan – makama sahip olmak veya falan yarışmayı kazanmaktan; çok daha zor, çok daha meşakkâtli, çok daha yorucudur. Çünkü bu yarışma ömür boyu, yaz – kış, gece – gündüz demeden; hastalık – sağlık, ev – sefer farketmeksizin sürüyor!…

Öyleyse; dünya rekoru sayılabilecek, hattâ bu tür rekorları kıranlara verilen ödüllerden, çok daha fazlasını hakeden bu büyük başarıyı; “alışkanlık” diyerek, “bilinçsiz kılıyor” diyerek, kimsenin küçültmeye ve değersizleştirmeye ve gözden düşürmeye hakkı yok! Sonuçta herkes, imkân ve kapasitesine göre ve gördüğü derslerden sorumludur.

Tevhid: Bütün, parçalarının toplamından fazladır

Konumuza dönersek: “Tevhid ve Vahdet” Hakikâti; soyut ve nazarî, teorik ve gaybî bir “dinî bilgi” değil; evrende işleyen “fizikî bir realite” ve mantığın ulaştığı “aklî bir sonuç”, bir ilkedir. Sadece Kur’ân-ı Kerîm’de geçen “vahyî bir emir ve haber” değil; mikrodan makroya tüm kâinatta geçerli bir “yasa;” müslüman olsun olmasın farketmez, herkesin gördüğü (Fizik – Kimya Kanunu gibi) yürürlükteki bir “işleyiş”tir.

Tevhid ve vahdetin; biri varlığa, diğeri de Rabbimiz’e bakan iki ana yüzü var. Yani: Rabbimiz’in, eşyayla münasebeti ve eşyanın, kendi arasındaki münasebeti açısından, iki ayrı anlama gelir.

1) Varlığın birbiriyle etkileşim ve münasebeti açısından “Tevhid”: Kâinattaki varlık ve işleyişin, ana şemasını gösterir. Bu açıdan, “Tevhid ve Vahdet;” varlığın, üzerine bina edildiği ana matris; ana yapıştırıcı ve iskelet; birbirine bağlandığı iletişim hattıdır. Kâinatın, birlik ve bütünlüğünü; varlığın, birbiriyle iletişim ve senkronizasyonunu sağlayan; “ana işletim sistemi, ana programdır.”

Yani: İnsanın zerrelerini birarada tutup, senkronizasyon ve birlikte çalışmasını sağlayan, “ruh ve hayat” gibidir “tevhid.” Veya kâinatın her noktasına hâkim, bu ruh ve programın (kanun, emir, yasa, komut) sonucunda; kâinattaki bu tevhid ve vahdet, birlik ve bütünlük gerçekleşiyor.

Tıpkı bir insan organizması gibi; mikrodan makroya tüm varlığın, birbirine tevhid edilerek, bağlanması, şundan kaynaklanır: Rabbimiz’in isim ve sıfatlarının, “El Esmâ-ül Hüsnâ”sının tecelli ve tezahürleri ve birbirlerini sınırlamaları; [tabiri caizse; ışığın farklı frekans ve renkleri, kırılım ve birbirine girişimleri gibi; “isimler”in de, birbiri içerisinde girişim ve birbirlerini sınırlamaları (Er Rahman isminin, El Kahhar ism-i Celilini sınırlaması gibi;) bundan müteşekkil, oluşturdukları desen ve motifler; bunun varlıkta oluşturduğu şekil ve durumlar] varlıkta ve varlığın yansıdığı diğer boyutlarda, dalgalanma ve etki – tepkilere sebep olur.

Tabiri caizse; sanki herbiri ayrı bir “bilgisayar programı” gibi çalışan “isimler/esmâ;” kâinatın her bir noktasında, tesbih taneleri gibi, birbirinden kopmaz bir birlik ve bütünlüğe sebep olur. Tek bir insan vücuduymuş gibi; kâinattaki tevhid ve vahdet, birlik ve bütünlük, buradan kaynaklanır. [Bilimsellik Felsefesi’nin ürün ve sonucu olan Bilim ve Bilimsel Yöntem, evrendeki bu tevhid (birlik ve bütünlüğü) farketmişse de; bunun nedenini başka sebeplere bağlamaktadır.]

2) Rabbimiz’in, varlıkla münasebeti açısından “Tevhid”: Rabbimiz’in, varlıkla ilişki ve illiyet, münasebet ve bağlantısını gösterir. Şöyle ki: Tevhid ve Vahdet Paradigması, “Allahü Teâlâ”nın sadece “ilâh” olarak (ulûhiyyetinde) varlık ve tekliğini ifade etmez; O Allah’ın, “Rab” olarak “rubûbiyyetinde” de; (yani “rızık vermek, şifa vermek veya terkib ve inşa etmek, ihtira’ ve icad etmek” gibi tüm) “terbiye ve tedbir, icraat ve fiilleri”nde de tek olduğunu ve ortağı olmadığını ve ortaklar kullanmadığını anlatır. Yani: O’nun, yaratma ve tanrılığında ortağı olmadığı gibi; (ve zaten ortaklara ihtiyacı olmadığı gibi;) yarattıklarını aktif ve ayakta tutma, çalıştırma ve işletme, hareketlendirme ve yönetmesinde de; yani “faâliyet ve icraâtı”nda da ortağı olmadığını anlatır.

Yani: Rabbimiz, herhangi bir “sebep” veya “madde,” “mekanizma” veya “kuvvete”: “İş bölümü ve vazife olarak; bu şeyin imalât ve üretimini sana bırakıyorum. Sana verdiğim bu ufak iş ve süreçten ve sonucundan sen sorumlusun. Ben daha büyük işlere bakacağım!” dememiştir. Çünkü ve zaten, O’nun sonsuz ve sınırsız kudretine nisbetle; “küçük – büyük, az – çok” gibi itibarî nisbet ve ayrımlar yoktur. Tabiri caizse; kudretin “bir birim” tecellisiyle, zerre harekete geçip, dönmeye başladığı gibi; aynı “bir birim kudret” tecellisiyle, kürreler de dönmeye başlar. Yani atoma daha az, yıldızlara daha fazla kudret harcanmaz.

Örneğin: Aynanın bir “elmayı” yansıtması ile bir “dağı” yansıtması aynı derecede kolaydır. Yani: “Ayna; elmayı daha kolay yansıtır; aynanın, dağı yansıtması için daha fazla kuvvet harcaması gerekir” diyemeyiz. Veya: Bir komutan “hazır ol!” emriyle, bir kişiyi de hizaya sokar; aynı “hazır ol!”  emriyle 1 milyon kişiyi de. Asker sayısı artınca, emrini tekrarlaması veya daha gür söylemesi gerekmez (burada emri, mikrofon veya telsiz gibi bir cihazla ilettiğini varsayıyoruz). Veya: Terazinin iki kefesinde eşit ağırlıklar varsa, bu iki eşit ağırlık ister iki dağ olsun, isterse iki zerre; bu eşitliği bozmak için, “bir birim kudret” tecellisi yeterli olur. Veya: Güneş, timsalini ufacık bir cam parçasına yansıtması ile koca okyanus üzerine yansıtması arasında, kolaylık – zorluk farkı yoktur.

“Az – çok, küçük – büyük, uzak – yakın” gibi, “mümkün ve maddî” varlıklar için geçerli olan, bu itibarî sıfat ve ayrımların; Vacib-ul Vücud olan Rabbimiz için geçerli olmadığı ve Kudret-i İlâhî’de “zor – kolay” gibi nisbetler doğurmadığını izah sadedinde, örnekler çoğaltılabilir.

Konumuza dönersek: Rabbimiz, kendinden bağımsız, yani “otomatik” çalışan bir mahlûk veya varlık sistemi kurmamıştır. Zaten “varlık veya devamında, vücud ve bekâsında, Allah’tan bağımsız ve özerk olup, O’na ihtiyaç duymamak;” “mahlûkat ve varlık”ın, tanım ve ta’rifine de aykırı! Çünkü: “Hiçbirşeye muhtaç olmamak;” Rabbimiz’in sıfatıdır, Tanrılık sıfatıdır. “Her ân/mekân Rabbimiz’e zaruret ve ihtiyacı olmak” da, “mahlûk / mümkün”ün sıfatıdır.

Mahlûkun, “Rabbinden bağımsız ve O’na muhtaç olmaması” demek; meselâ: Nefes almaya ihtiyacı olmamak veya nefes alması gerekiyorsa, bunun için Rabbimiz’in yarattığı havaya ihtiyaç duymaması, kendi havasını kendi te’min edebiliyor olması demektir.

Meselâ: Atom ve elektronların, hareket ve yerdeğiştirmek için, O’nun kudret ve kontrolüne ihtiyaç duymaması; bütün hareketlerini, kendi tercih ve irade; kendi kuvvet ve yön bulma duygularıyla gerçekleştirebiliyor olması demektir.

Halbuki mahlûkun; Rabbinden, geçici veya kalıcı bağımsız kalabileceği, kendinden kaynaklı veya kendi fıtrat ve mahiyetine ödünç verilmiş, herhangi bir “kuvvet ve sıfatı, tabiât ve özelliği” yoktur ve olamaz. Mahlûkatın “kuvvet ve sıfatlarını” geçtik; o mahlûkatın “vücud/mevcudiyetinin” bile, Rabbi’nden bir ân bağlantısı kesilmez; aksi hâlde o mahlûk “adem”e düşer, yok olur! Bu, elektriğin kesilmesiyle, lâmbanın sönmesine benzer.

Çünkü: Varlığın, “vücud ve hareket ve eylemleri;” varlığın, içinde bulunup, yer kapladığı “zaman–mekânıyla” birlikte “ânlık var–yok”larla mevcudiyet kazandığı için; Rabbimizin bu “her ân/mekân” gerçekleşen “ol – öl” emirleriyle; varlığın “var–yok”larında; “yaratma” için ayrı bir irade, “yoketme” için de ayrı bir irade gerekmektedir.

Çalışmamızın ikinci kısmı olan, gelecek haftaki yazımızın başlığı: Fizikî varlık ve Hareketlerimiz, Ânlık Var – Yok edilişlerle Gerçekleşiyor.

Ayhan KÜFLÜOĞLU 

Kâbe’yi tavaf etmek, ona secde etmek putlaştırmak olmuyor mu?

İnsanın aklına zaman zaman çok değişik sorular takılabiliyor. Bunların bazıları herhangi bir uyaran olmaksızın akla geliyor, bazıları ise özellikle kafa karıştırmak maksadıyla belli mecralarda kotarılıp yayılan kasıtlı sorular oluyor.

Birinci gruptakiler genellikle bilgi eksikliğinden ortaya çıkarken ikinci gruptakiler çoğu çeşitli mantık hataları barındıran, yanlış bilgilerin derlenmesiyle oluşturuluyor.

İki grup arasındaki en bariz fark da; birinci grupta olanlar gerçekten sorularına bir cevap ararken ikinci gruptakilerin tüm iddialarını çürütüp sorusunu cevaplasanız bile, biraz sonra onları aynı sorularla başka birilerinin kafasını karıştırmaya çalışırken görebilirsiniz.

Birinci grupta olduğunu düşündüğümüz sorulardan biri de Kâbe ile ilgili olandır. Özellikle Mekke’de Mescid-i Haram’da namaz kılanları gören bir kişi yeterli bilgi sahibi değilse kutu şeklinde bir yapıya doğru secde eden binlerce kişinin görüntüsünü putperestlerin davranışlarına benzetebilir.

Bu nedenle akıllarda soru işaretleri olmaması adına konuya açıklık getirelim.

Putperestlikte secde edilen şey ya mabut olarak tanınmakta, yani doğrudan o nesneye tapınmak maksadıyla secde edilmektedir ya da tabiri caizse Allah katında torpil yaptırma gücü atfedilen putlara bu maksatla secde edilmektedir.

Kâbe’ye doğru yapılan secdenin ise bu iki durumla da hiç alâkası yoktur. Kâbe’ye doğru secde eden bir Müslüman asla Kâbe’yi bir mabut olarak veya Allah katında bir şefaatçi olarak düşünerek secde etmez. Daha açık bir ifadeyle hiçbir Müslüman Kâbe’ye secde etmez. Kâbe’ye doğru secde eder. Putperestlikte ise doğrudan o nesneye secde edilmektedir.

Kâbe’ye doğru secde edilmesinin bir maksadı tüm Müslümanların ibadetlerini yaparken bir noktaya yönelmesini sağlamaktır. Nasıl ki hangi din mensuplarının yaşadığını bilemediğiniz bir köyden geçerken bir ezan sesi duysanız oranın bir Müslüman köyü olduğunu bilirsiniz. O köy Dünya’nın neresinde olursa olsun fark etmez okunan ezan hep aynıdır. Ezan sesi İslâm nişanlarından biridir ve duyulduğu yerde Müslüman birileri var demektir.

Hatırlarsanız milletimizi İslâm’dan kopartma gayretine girmiş olan bir takım insanlar, vaktiyle memleketimizde Türkçe ezan uygulaması yaptırarak o nişanı ortadan kaldırmak, bizi İslâm beldesi sınıfından çıkarmak için devlet eliyle yaptırım uygulamışlardı.

İşte Kâbe’ye yönelmek de İslâm nişanlarından biridir. Dünya’nın hangi noktasında olursa olsun bir Müslüman namaz kılacağı zaman yönünü Kâbe’ye çevirir. Cenazesini mezara koyduğunda yüzünü Kâbe’ye çevirir. Dolayısıyla bir mezar görüldüğünde, mezarda yatan kişinin sağ yanına yatırıldığında yüzü Kâbe’ye yöneliyorsa, o kabrin büyük ihtimalle bir Müslüman’a ait olduğu anlaşılabilir.

Tekrar etmek gerekirse, Müslümanlar Kâbe’ye secde etmez, Kâbe’ye doğru secde eder. Kâbe’nin secde edilen yönde olması ona secde edildiği anlamına gelmez. Nasıl ki evde namaz kıldığımız sırada dolap, yatak, vitrin, koltuk gibi eşyaların secde yönümüzde bulunması bizim onlara secde ettiğimiz anlamına gelmiyorsa Kâbe’nin secde ettiğimiz yönde olması da ona secde ettiğimiz anlamına gelmez. Bu yönüyle tıpkı pusulanın kuzeyi gibi bir yön sabitleme aracıdır Kâbe.

Bütün bunlar bir yana bize namazlarımızda yönümüzü Kâbe’ye çevirmemiz Kur’an-ı Kerim’de Rabbimiz tarafından emredilmiş, namazın nasıl kılınacağı Cebrail as. tarafından Sevgili Peygamberimize gösterilmiştir.

Putperestlerin secde ettiği şeyler ise kendilerinin icatlarıdır. Onları tazim etmek için yapmış oldukları her türlü seremoni de kendi uydurmalarıdır.


İslâm’ın şartları arasında olan ve Rabbimizin maddi gücü yeterli olan her Müslüman’a farz kıldığı ibadetlerden biri de Hac’dır. Bu ibadetin yapılış tarzı da yine Sevgili Peygamberimiz tarafından bize tarif edilmiştir. Dünyadaki Müslüman milletler arasında tanışma, kaynaşma, fikir alışverişi, birlikte hareket etme gibi pek çok hikmetleri olan bu ibadet için de sabit bir buluşma noktası gereklidir ve bunun için kıblemiz Kâbe’den daha uygun bir yer olamaz.

Tavaf sırasında Kâbe etrafında dönmenin de Kâbe’ye ibadet etmekle hiç alâkası yoktur. Kâbe orada da tavaf ibadetinin mekânı olarak belirlenmiştir.

Son söz olarak;

Kâbe hiçbir Müslüman’ın putu değildir ve olamaz.

Bunun yanında para, şöhret, makam, güç ve şehvet gibi pek çok put adayı çevremizde dolanıp bizi yoldan çıkarmaya gayret etmektedirler. Asıl bu konularda gözümüzü dört açmamız gereklidir.

Muhiddin Yenigün

Bu yazı gözden geçirilerek Zafer Dergisinin 2018 Temmuz (499.) sayısında yayınlanmıştır.

Meşhur Sorular

Bir süredir ortalarda dolaşan bir soru listesi var. Lise seviyesindeki gençlerin aklına takılan sorulardan derlemiş bir liste bu. Gençleri İslâm’dan uzaklaşmaya iten sorular ismiyle meşhur olan bu liste hakkında önce kısa bir bilgi verelim.

Deizm konulu bir bilimsel toplantıda bir bildiri ile başlıyor her şey. Bildiride uzun yıllar imam hatip lisesinde öğretmenlik yapan bildiri sahibi, bu süre zarfında 11 ve 12. sınıf öğrencileriyle yaptığı görüşmeler ve onlardan gelen soruları derleyerek bir liste hazırlamış.

Öncelikle söyleyeyim bildiride soruların cevapları yok. Fakat buna gerek de yok. Çünkü bu bildiri bir bilimsel toplantıda sunulmuş ve muhatapların içinde o soruların cevaplarını bilmeyen olamaz.

Zaten bildiri sadece bu yüz küsur sorudan oluşmuyor. Hatta bildirinin maksadı bu soruları dile getirmek de değil. Bildiri oradaki akademisyenlere “Çocukların kafasında bu sorular var. Fakat yaptığınız müfredatta kelam vb. dersi gören imam hatip lisesi öğrencileri bile bu sorulara cevap bulamıyor. Bu konulara ağırlık veren yeni bir müfredat yapın, yoksa gençlik elden gidiyor.” mealinde mesajlar içeriyor bildiri.

Buraya kadar anormal hiçbir şey yok. Fakat bu aşamadan sonra hiç de iyi niyetli olduğunu düşünmediğim bir gazete ve gazeteci bu bildiriyi alıyor ve içinden 30 kadar soruyu seçerek, “İslamî bir toplantıda gençleri Deizm’e yönelten sorular listelendi” gibi bir metinle birlikte yayınlıyor. Bu haberde maksadın bildiriyi değil soruları umuma yaymak olduğu o kadar belli oluyor ki.

Soruların ortaya çıkışına kısaca baktıktan sonra gelelim cevaplara.

Öncelikle ben o gazeteci gibi cevaplamayacağım veya cevabın yerini göstermeyeceğim soruyu yazmayacağım. Hatta sorulara ulaşılmasına vesile olmamak adına o bildiri ve bildiri sahibi hakkında bilgileri de yazmayacağım. Kimsenin kafasını bulandırmanın âlemi yok.

Burada insanların kafasını bulandırmaktan içtinap etmemin sebebi bu soruların cevapları olmamasından değil. Sorulara ulaşmadaki merak ve şevkin cevaplara ulaşmakta da aynı seviyede devam edeceğine olan itimatsızlığım.

Peki, bu konuyu niye açtım o zaman?

Çünkü o gazete/ci sayesinde soruların bir kısmı ortalığa döküldü, herkese ulaştı. Bizim de elimizden geldiği kadar çözüm üretmemiz gerekiyor.

Maarifin bir parçası olmadığımız için oradaki müfredatla ilgili bizim yapabileceğimiz hiçbir şey yok.

Fakat gerek sosyal medyada gerek internet ortamında bu sorulara envaiçeşit cevaplar zaten verilmiş. Başta sorularlaislâmiyet.com ve Diyanet İşleri Başkanlığı olmak üzere pek çok ciddi kuruluş ve şahıs tarafından verilmiş olan cevaplar (moda tabirle) bir tık ötede. Dolayısıyla gece tuvalete kalktığında bile telefonundan sosyal medyayı kontrol edecek kadar interneti özümsemiş olan gençler bu sorulara cevap bulamıyorsa öncelikle kabahatli kendileridir. Bu durum, aslında bu soruların cevaplarını o kadar da merak etmediklerini gösterir.

Gençler cevabını araştırmadıkları soruları cevapsız zannetmekte, sonuçta kafalarında İslâm’ı “pek çok soruya cevap veremeyen bir din” olarak şekillendirmektedirler. Belki Deizmi popüler yapan da o sorular değil bu tavırdır.

Gelelim sorulara:

Ben söz konusu bildiriyi inceledim. Oradaki hazîrûnu ilgilendiren kısmını bir yana bırakırsak bildiride 106 tane soru listeleniyor. Bunların 15 tanesi “Hz. İsa dönecek mi?”, “18 bin âlem var mı?”, “Oruçluyken adam öldürürsek orucumuz bozulur mu?” gibi soranı İslâm’dan uzaklaştırmayacak sorular.

Kalan 91 sorunun da tekrarları ve birleştirilebilecek olanlarını bir araya topladığımızda yaklaşık olarak 52 soruluk veya 52 konuluk bir tablo ortaya çıkmaktadır. İşte bu tablo gençlere anlatmayı başaramadığımız konuların bir tablosudur.

Bu tabloyu incelediğimizde en fazla sorunun kader ile ilgili sorulduğu ortaya çıkıyor. Burada gençlerin bilmekle yaratmak arasındaki farkı anlayamadığı anlaşılıyor. Kader konusu Zafer Dergisi’nde birkaç aydır dizi yazı şeklinde ve son derece tatminkâr bir tarzda işleniyor. Ayrıca sorularlaislâmiyet’te de teferruatıyla incelendiği için şimdilik o konuyu onlara havale ettik.

Bunun dışında pek çok sorunun kaynağında Allah’ın zatî ve subutî sıfatlarının sindirilmemiş olmasının yattığı çok net anlaşılıyor. Örneğin zamandan ve mekândan münezzeh olmayı ve sonsuzluğu kavrayamamış gençler. Veya Allah’ı bir insan gibi düşünüp akıllarıyla yargılamaya kalkıyorlar. Meselâ kötülüklerin yaratılmasını kabullenemiyorlar.

Özellikle imtihan ile ilgili soruların çokluğu, imtihanın hikmetini kavrayamıyor dolayısıyla Cehennemi kabul etmek istemiyor olduklarını gösteriyor.

Bunların dışında soruların büyük kısmı yaratılış/evrim, kalplerin mühürlenmesi, ahiret, diğer dinlerin mensuplarının durumu, şeytanın varlığı konuları çevresinde yoğunlaşıyor.

Bundan sonraki yazılarımızda inşallah biz de bu soruların incelenmesine ağırlık vereceğiz.

Muhiddin Yenigün

Deistler rahmete inanmazlar mı?

Müzeyyin‘ olan Allah varlığı nasıl süslüyor? Sadece renkle, kokuyla, tatla mı? Hayır. Allah varlığı en çok ‘hayatla’ süslüyor. Nereye baksanız onun boy vermeye, varolmaya, ortaya çıkmaya çalıştığını görüyorsunuz. Tatlı bir yaramazlıkla her yerdeler. Her taşın altından, buldukları her toprak parçasından, buzdolabında uzun süre beklemiş yemekten, hatta çöplerin içinden fışkırıyorlar. Evet, biz, yani canlılar (ve özellikle de insan) kainatın en güzel süsleriyiz. Baklavanın üstündeki fıstıklar, dondurmanın üzerindeki çikolata sosu, pastanın üzerindeki krema, örtülere işlenmiş nakış, biziz.

Süsleme/tezyin öyle birşeydir ki, her ne yaparsan yap, en sonunda yaparsın onu. (Pasta bitmeden süslenmez.) İnsanın dünyaya gelenlerin sonuncusu olması, ahirinin kıyamete bağlanması, bizim de evren pastasının süsü olduğumuzu gösteriyor. Lakin karıştırmayalım: Pasta bizimle güzel ama (hâşâ) Ustası bize mecbur değil. Kemalin ‘tamamlayıcı’ parçasıyız ama Usta’nın ‘mecburiyeti’ değiliz. Samed olan O. Yani, herşey ona muhtaçken hiçbir şeye muhtaç olmayan, O. Dolayısıyla kıymetimiz bize ikram ediliyor.

Mürşidim de bir yerde işte bu nakışlar hakkında diyor: “Hayatta hissiyat suretinde kaynayan memzuç nakışlar, pek çok esmâ ve şuûnât-ı zâtiyeye işaret eder, gayet parlak bir surette Hayy-ı Kayyûmun şuûnât-ı zâtiyesine âyinedarlık eder.”

Daha kibirli zamanlarımda, yani ilkgençlik dönemimde, böyle bir varlık algısını kabullenmek tahttan düşmüş krala benzetirdi beni. Neden? Çünkü öyle olduğumu düşünmek istemezdim. İnsan ‘bağlayıcı’ veya ‘olmazsa olmaz’ olmadığını duyduğunda epey bir sarsılıyor. Öyle olduğu hissettirildikçe de huzuru artıyor. Özellikle âşıklar bu sözümü iyi anlarlar.

Kabullenmemiz lazım: ‘Olmasa da olur’ olmak ‘kendisinden daha güzel birşeyde varolma’nın güzelliğini bilmeyenler için ölümden de beterdir. Bu yüzden evladı için yaşamayı anne olmayan bir kadın anlayamaz. (Âşık bir kadının eşinden duymak istediği söz ‘Sen benim herşeyimsin’sinken sıra oğluna geldiğinde dediği şudur: ‘Yeter ki sen mutlu ol!’) Yahut da sahabilerin Aleyhissalatuvesselam için sıkça söyledikleri “Anam babam sana feda olsun ya Resulallah!” sözünü… Çünkü bu bir tür varlık sırrına eriştir. Asıl varolması gerekenin sen olmadığını kabul, adına varolduğunun ellerine kendini teslimdir, İslam‘dır. Annen ve baban değildir seni asıl vareden. Seni vareden Allah‘tır. Resul de ancak ondan dolayı kıymetlidir.

Ne diyordum? Ha, hatırladım, önceleri bu ikincil konuma iniş beni epey bir rahatsız ederdi/etti. Ne yani? ‘Olmasa da olur’ isem hakikaten bir zaman gelecek de olmayacak mıydım? O kadar önemsiz miydim? Vazgeçilebilir miydim? İnsana ‘olmasa da olur’ olduğuna inanmak, yani Samed olanın yalnızca Allah olduğuna inanmak, böylesi bir sebepten zor geliyor. Sanıyor ki, ‘olmasa da olurluğunu’ kabul aynı zamanda ‘olmayacağını’ da kabuldür. Bu, Allah’ın rahmetini unutup, sadece Samediyetine bakan bir aklın düşebileceği bir çukurdur. Bu korkuyu aşabilmekse onun Rahman ve Rahim olduğunu hatırlamakla mümkündür. Ve Kur’an-ı Hakîm 113 sûresine bu isimleri hatırlatarak başlar.

Bence ‘besmele‘nin böylesi bir fonksiyonu da var: Yani, Rahman ve Rahim isimlerini unuttuğumuz anda, Allah hakkında tefekkürümüzde bir yeis/ümitsizlik hâkim olmaya başlıyor. Bir karamsarlık. Çünkü yüceliği ‘ilgisizlik’ nedeni sanıyoruz bizler. Allah’ı ‘kendimiz gibi’ sanıyoruz. Onu bilmek için konmuş nakışların peşinden giderken ‘ona dair’ olmakla ‘onun gibi olmak’ arasındaki nüansı yitiriyoruz. Ki insan böyledir. Yüceldikçe(!) çevresindeki insanlara ayırabildiği vakit azalır. Sorunu sınırlarıdır.

Tıpkı Mesnevî-i Nuriye‘de dendiği gibi: “Evet, vâcibi mümkine kıyas etmekten, pek garip ve gülünç şeyler çıkar.” Düşünsenize: O kadar büyük ki. O kadar yüce ki. O kadar muhteşem ki. O kadar… O kadar… O kadar… Kelimelerin anlatmaya kifayet etmediği O, âlemlerin Rabbi, sizi neden kâle alsın? Sizi neden önemsesin? Sizin varlığınızla neden ilgilensin? Deistlerin işin içinden çıkamadığı yer de burası: “Var ama bizimle neden uğraşsın?”

‘Subhanallah’ın ardından gelen ‘Elhamdülillah’ biraz da bu hatırlayışın sevinci gibi geliyor bana. Evet, o Subhaniyet makamında, ama aynı zamanda Rahman ve Rahim. Merhamet etmeyi seviyor. Sizi sevindirmeyi seviyor. Sizin varlığınızı seviyor. Hamdınızı istiyor. Ne diyor Bediüzzaman: “Ebedînin sâdık dostu ebedî olacak.” Böylece yürek Allah’ın yüceliğini tefekkürü içinde yalnızlık korkusundan kurtuluyor.

Kanaatimce: Vahidiyet içindeki Ehadiyeti bize en net gösteren iki isim Rahman ve Rahimdir. Onları pek severiz. Doğrudan Allah’ın bize olan ilgisini anımsattığı için. Çünkü onlar olmasaydı Cenab-ı Hakkın büyüklüğünü bilmek, tıpkı deistlerin yanlış inancında olduğu gibi, aramızdaki mesafeyi arttıracaktı. Şimdi ise yalnız azaltıyor. Hem O kendisinin bize yakınlığını dahi bu ‘merhametli ilgisiyle’ anlatıyor: “Kullarım sana, beni sorduğunda (söyle onlara): Ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm. O halde (kullarım da) benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yolu bulalar.”

Ahmet AY – risalehaber.com