Etiket arşivi: islamda istikamet

İstikametin Ehemmiyeti

Ahlak-ı hasenenin en önemli şubelerinden biri olan istikamet; doğruluk, aşırılığın her çeşidinden, yani ifrat ve tefritten uzak durup, her işte itidal üzerine bulunmak, din ve akıl dairesinde yürümek manalarına gelir.

İslâm dinine göre istikamet, Allah-ü Teâla Hazretlerinin varlık ve birliğiyle beraber esma ve sıfatlarına iman edip, O’na şerik koşmamak ve O’nun emirlerini yapıp, nehyettiği şeylerden kaçınmaktır. Fert ve cemiyetin hukukunu muhafaza edip, Peygamber Efendimizin (sav.) sünnetine tabi oluk, özünde, sözünde ve fiilinde İslâmiyet’i hayatına tatbik etmektir. Allah’a verilen ahdi yerine getirmektir. Her an O’nun murakabe ve nezaretinde olduğunu bilmektir.

Hazret-i Osman (ra.) “İstikamet, bütün amellerde ihlasa dikkat etmektir.” diye buyurmuştur.

Akıl ve İslâmiyet dairesinde yürüyen, dünyevi ve uhrevi vazifelerini İslâmiyet’e göre yapan bir Müslüman sırat-ı müstakim üzeredir. İstikamet üzere olan bir insan toplumun en şuurlu ve en değerli bir ferdidir.

İstikamet üzere yaşayan kişinin en önemli bir özelliği sadakattir. Sadakat, insanın sözünde, fiilinde ve itikadında doğru olmasıdır. Sadakat, dinin direği, edebin rüknü, mürüvvetin aslıdır. Sadakat, bütün meziyetlerin ve güzel sıfatların kaynağı, insaniyetin şerefi ve ahlâk-ı hasenenin ziynetidir. Marifet-i ilâhiyenin reisi iman, amel-i salihin ki ise istikamettir.

Bediüzzaman Hazretleri de sıdkın ehemmiyetini şöyle ifade eder:

Bütün hayatımdaki tahkikatımla, ve hayat-ı içtimaiyenin çalkamasiyle hülâsa ve zübdesi bana kat’î bildirmiş ki: SIDK, İslâmiyet’in üssülesasıdır ve ulvî seciyelerinin rabıtasıdır ve hissiyat-ı ulviyesinin mizacıdır. Öyle ise: Hayat-ı içtimaiyemizin esası olan sıdkı, doğruluğu içimizde ihya edip, onunla mânevi hastalıklarımızı tedavi etmeliyiz. Evet sıdk ve doğruluk, İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyesinde ukde-i hayatiyesidir. Riyakârlık, fiilî bir nevi yalancılıktır. Dalkavukluk, tasannu alçakça bir yalancılıktır. Nifak ve münafıklık,muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise, Sâni-i Zülcelâlin kudretine iftira etmektir. Küfür; bütün envâiyle kizbdir, yalancılıktır. İman sıdkdır, doğruluktur. Bu sırra binaen, kizb ve sıdkın ortasında hadsiz bir mesafe var; Şark ve Garp kadar birbirinden uzak olmak lâzım geliyor. Nar ve nur gibi birbirine girmemek lâzım. Halbuki gaddar siyaset ve zâlim propaganda, birbirine karıştırmış, beşerin kemalâtını da karıştırmış.”

“Ey bu Câmi-i Emevîdeki kardeşlerim ve kırk-elli sene sonra Âlem-i İslâm mescid-i kebîrindeki dörtyüz milyon ehl-i iman olan ihvanımız! Necat yalnız sıdkla, doğrulukla olur. Urvetülvüska, sıdkdır. Yâni en muhkem ve onunla bağlanacak zincir doğruluktur.”1

Evet, insanda esas olan doğruluk ve nezahettir. Şer ve günahlar ise arızîdir, gelip geçici hallerdir. Yaratılış itibariyle insan, berrak bir su gibidir; latif ve temizdir. Bu temizlik, onun iradesini yanlış kullanması sebebiyle kirlenir ve bozulur.

Bütün hareketlerinde istikamet üzere olan ve sadakati kendisine temel prensip yapan bir kimse, hayatını daima huzur ve saadet içinde geçirir. Zira, her türlü saadet ve huzurun kaynağı ve bütün güzel meziyetlerin temeli istikamettir.

Sözün doğrusu dururken onun hilafını söylemek, insana, özellikle de bir mümine asla yakışmaz. Fakat, doğru olmak demek sadece doğru sözlü olmak demek değildir. Kişi, her halinde, her hareketinde ve her fiilinde doğru olmalıdır. Doğru olanı ve hakkı söyleyeni herkes sever ve takdir eder. Hıfz- İlahi doğruların melceidir. Doğru olanın ve doğru söyleyenin hiçbir hileye ihtiyacı yoktur.

Evet, kalbi münevver, aklı kâmil olan doğru sözlü kimse, hiçbir zaman sıkılmaz, sıkıntıya düşüp huzursuz olmaz. O daima vicdanı müsterih ve kalbi huzurlu bir şekilde yaşar. İslâm dinine muhalif söz ve fiillerden son derece sakınır ve bu gibi hallerden hacalet duyar. Çünkü fıtrat-ı insaniyede asıl olan doğruluk, sadakat, istikamet ve nezahettir. Doğru olmayanlar ise, her türlü hile ve yalan peşindedirler. Böyle kimseler ise, vicdanları daima muzdarip olarak azap içinde kıvranıp dururlar.

Peygamber Efendimiz şöyle buyurur:

“Münâfık’ın alâmetleri üçtür: Söz söylerken yalan söyler. Vaad ettiği vakit sözünde durmaz. Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hıyânet eder.”

Bir başka hadisleri ise şöyledir:

“Bir kişinin kalbinde imanla küfür, doğrulukla yalan, emanetle hıyanet birlikte bulunmaz.”2

İstikametin zıddı hıyanettir. Hain insanlar Allah’tan korkmadıkları gibi, hiç kimseden de haya etmezler.

İnsan sadakatle haysiyet ve şerefini muhafaza ettiği gibi, zillete düşmekten de kurtulur. İnsan için özellikle mümin için istikamet temel bir şarttır. Çünkü iman istikameti icap eder. Peygamber Efendimiz (sav.) istikametin ehemmiyetini vurgulamak için “Emr olunduğun gibi dosdoğru ol” 3 ayetinden dolayı “Hud suresi beni ihtiyarlattı.” buyurmuştur.

Sadakat büyük bir fazilettir. Cenab-ı Hak istikametle yaşayanları şu ayet ile müjdelemektedir:

“Rabbimiz Allah’tır deyip sonra istikamet üzere, doğru yolda yürüyenler yok mu, işte onların üzerine melekler inip; ‘Hiç endişe etmeyin, hiç üzülmeyin ve size vaad edilen cennetle sevinin!’derler.”4

Evet, necat ve selamet, itimat ve emniyet doğruluktadır. Bir ayette mealen şöyle buyrulur:

“Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve hep doğru söz söyleyin ki, Allah da işlerinizi ve hallerinizi düzeltsin, günahlarınızı bağışlasın.”5

Peygamber Efendimiz de (sav) “Kurtuluş sıdktadır.” buyurmuşlardır. Çünkü doğrunun yardımcısı Allah’tır. Yüce makam ve ali derece ancak sadakatle mümkündür. Sadık bir insan, zarar bile görse sadakat ve doğruluktan ayrılmaz.

Şairin de dediği gibi;

“İnsana sadakat yaraşır görse de ikrah,
Yardımcısıdır doğruların Hazret-i Allah.”

Her güzel haslette olduğu gibi, istikamette de örnek ve rehber Peygamber Efendimiz’dir (sav.). Hz. Peygamber (sav.), son derece vefalı, sözünde ve vadinde sadık idi. Bu bakımdan o (sav.), kendisine daha peygamberlik verilmeden evvel “Muhammed’ül Emin” olarak anılırdı. Allah Resulü, birine söz verdiğinde şartlar ne olursa olsun mutlaka onu yerine getirirdi. Abdullah b. Ebi’l-Hamsa (r.a.) şöyle anlatıyor:

Henüz Peygamberlik verilmeden önce Hz. Muhammed (sav.) ile bir yerde buluşmaya karar verdik, fakat ben verdiğim sözü unuttum. Aradan üç gün geçtikten sonra hatırladım ve buluşacağımız yere gittim ki, Hz. Muhammed (sav.) hâlâ orada bekliyor. Yanına yaklaştığımda bana şöyle dedi:

“Abdullah nerede kaldın, bak bana eziyet ettin; üç gündür seni burada bekliyorum.”

Hz. Peygamber üç gün boyunca her gün söz verdiği saatte gelip o kişiyi beklemiştir. İşte Resûl-i Ekrem’e (sav.) “El Emin” lâkabı bu çağında verildi. Evet O (sav.), sözüne, şahâdetine, ahdine, kefâletine ve sadakatine en azılı düşmanları da dahil, herkesin kesin olarak inandığı ve taktir ettiği emsalsiz bir zattı.

İstikametli kişilere herkes emniyet ve itimat eder. Kâinatın Fahr-i Ebedîsi,“El-Emin” sıfatına sahip, en kâmil, en akıllı ve güzel ahlâkında herkesin birleştiği peygamberler peygamberidir. O’nun doğru sözlü olduğunu, en azılı düşmanı olan müşrikler de çok iyi biliyorlardı. O sırada henüz Müslüman olmayan Ebu Süfyan’a, Bizans hükümdarı Hirakl’in: “Siz o kimseyi peygamberlik iddia etmeden önce hiç yalanla itham etmiş miydiniz?” diye sorunca, Ebu Süfyan: “Hayır” cevabını verir. Daha sonra da: “Şayet yalan söylemekten korkmasaydım, o zaman yalan söylerdim.” demiştir. Görüldüğü gibi, Allah Resûlünün (sav.) doğruluğu, kendisine peygamberlik verilmezden evvel de tescil edilmiştir.

Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurur:

“Mu’cize-i Muhammedî, ayn-ı Muhammeddir (A.S.M.). … Bütün ümmet hatta düşmanları da dâhil olduğu halde icma’ etmişler ki, bütün ahlak-ı haseneye câmi’dir. Nübüvvetten evvel ondaki ahlâk-ı hamîdenin kemâline tercümen olan ‘Muhammed-ül Emin’ ünvanıyla iştihar etmiştir…” 6

Necip Fazıl, Peygamber Efendimiz’in (sav.) hayatını anlattığı “Çöle İnen Nur”adlı harika eserinde şöyle der:

“O, doğruların doğrusu… Herkes yalan söyleyebilir. O söyleyemez.Bir boş bulunma, nefse kapılma ânı O’na hulûl edemez. Bu hâl, O’nun seciyesinde muhâl… İşte bu seciyenin teşekkül yaşına doğru yol almakta… O, genç adam namzedi Nur Çocuk…O, henüz, ne teklif, ne memuriyet, hiçbir şeyle alâkası bulunmadığı demlerde bile, küfür ve cahiliyet nefesini hiçbir suretle pâk çehresinde hissetmedi. O, ne teklif, en memuriyet, hiçbir ilâhî emre mazhar bulunmadığı çığırlarda da düpedüz ve tabiî hali ile insanoğlunun, ruh, selim akıl ve ahlâk bakımından en üstünü oldu.”

Kuran-ı Kerim’in feyzine mazhar olan, Hazret-i Peygamber’in rahle-i tedrisinde yetişen, her meselede onu (sav.) kendilerine rehber edinen sahabeler de birer sadakat timsali idiler.

Evet sahabeler ekseriyet-i mutlaka itibariyle hakka âşık, sıdka müştak, adalete hahişgerdirler. Çünki yalanın ve kizbin çirkinliği, bütün çirkinliğiyle ve sıdkın ve doğruluğun güzelliği, bütün güzelliğiyle o asırda öyle bir tarzda gösterilmiş ki, ortalarındaki mesafe Arş’tan Ferş’e kadar açılmış. Esfel-i safilîndeki Müseylime-i Kezzab’ın derekesinden, a’lâ-yı illiyyînde olan Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın derece-i sıdkı kadar bir ayrılık görülmüştür. Evet Müseylime’yi esfel-i safilîne düşüren kizb olduğu gibi, Muhammed-ül Emin Aleyhissalâtü Vesselâm’ı a’lâ-yı illiyyîne çıkaran sıdktır ve doğruluktur.”

“İşte, hissiyat-ı ulviyeyi taşıyan ve mehasin-i ahlâkiyeye perestiş eden ve Şems-i Nübüvvetin ziya-i sohbetiyle nurlanan sahabeler, o derece çirkin ve sukuta sebeb ve Müseylime’nin maskara-âlûd müzahrefat dükkânındaki kizbe, ihtiyarıyla ellerini uzatmamak ve küfürden çekindikleri gibi küfrün arkadaşı olan kizbden çekinmeleri ve o derece güzel ve medar-ı fahr ve mübahat ve mi’rac-ı suud ve terakki ve Fahr-i Risalet’in hazine-i âliyesinde en revaçlı bulunan ve şaşaa-i cemaliyle içtimaat-ı insaniyeyi nurlandıran sıdka ve doğruluğa ve hakka -ve bilhassa ahkâm-ı şer’iye rivayetinde ve tebliğinde- elbette ellerinden geldiği kadar talib ve muvafık ve âşık olmaları kat’îdir, zarurîdir, şübhesizdir. Halbuki şu zamanda, kizb ve sıdkın ortasındaki mesafe o kadar kısalmış ki, âdeta omuz omuza vermişler. Sıdktan yalana (geçmek) pek kolay gidiliyor. Hattâ siyaset propagandası vasıtasıyla yalancılık, doğruluğa tercih ediliyor. İşte en çirkin şey, en güzel şeylerle beraber bir dükkânda, bir fiatla satılsa; elbette pek âlî olan ve hakikat cevherine giden sıdk ve hak pırlantası o dükkâncının marifetine ve sözüne itimad edip, körü körüne alınmaz.”7

Elbette ki, bu hidayet yıldızlarının da kendi aralarında derece farklılığı vardır. Onların en başında, Hz. Ebu Bekir (r.a.) olmak üzere dört halife gelir. Hz. Ebu Bekir (r.a.) nebîlerden sonra insanların en hayırlısıdır. Hz. Peygamber’in ifadesiyle,

 “Peygamberler müstesna, güneş ondan daha üstün bir baş üzerine ışığını saçmamıştır.”

Zira o, Allah ve İslâm yolunda maddî ve manevî bütün varlığını, hatta hayatını feda eden, kendi nefsine hiçbir şey bırakmayan, eşsiz sadakat, sonsuz merhamet ve deryalar gibi zengin anlayışıyla temeyyüz etmiş bir ali-i irfandır. Hz. Ebu Bekir (ra.) “Teslimiyet sırrının en büyük dehası,” sadakat, rikkat, rahmet ve ilâhi sırlara vukufiyette en ileri, Allah Resûlü’nün en yakın dostu ve en sevgili yar-ı vefakârı idi.

Bir ayet-i kerimede,

“Kim Allah’a ve Peygambere itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle, iyilerle birliktedir. Bunlar ne güzel arkadaştır!”8

Bu âyette sıddıklar buyrulmakla, Hz. Ebû Bekir Efendimize, şehitler buyrulmakla da diğer üç halife efendileri­mize işaret edildiği belirtilmiştir.

Cenab-ı Hakk’ın emirlerini yerine getirip, yasaklarından sakınanların, Hz. Peygamber (sav.)’in sünnetlerini kendilerine rehber edinenlerin, peygamberler, sadıklar, şehitler ve salihlerle beraber olacağı ifade edilmiştir. Ayette sıdıkların, şehitlerden ve salihlerden önce zikredilmesi de sıdkın ne kadar ehemmiyetli olduğunu ortaya koymaktadır.

Evet Hz. Ebu Bekir’in (r.a) meziyetlerini saymakla bitiremeyiz. Zira, Peygamber Efendimiz’in (sav.) risaletini bir mucize istemeden o tasdik etti, ilk Müslümanlardan olma şerefine mazhar oldu ve İslâmiyet’in ikinci adamı oldu. Artık o her zaman ikinciydi. Sevr mağarasında da ikinciydi; hicrette de ikinciydi, sadakatta, ihlâsta ve fedakârlıkta da ikinciydi. Sadakat ve sahavet timsali olan Hz. Ebu Bekir(r.a.), başta Hz. Bilal olmak üzere bir çok köleyi satın alıp azat etmiştir.

Hicret esnasında mağarada hayatını en sevdiği cananı için tehlikeye atması, Hz. Ebû Bekir’in (r.a) ne derece fedakâr olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Hz. Ebu Bekir Efendimize “Sıddîk” unvanını kazandıran da onun üstün imanı idi. Peygamber Efendimiz (sav.) mirâçtan teşrif ettiklerinde, müşrikler bu hâdiseyi kabul etmediler ve kendi akıllarınca büyük bir delil bulduklarını zannettiler. Ebu Cehil, “Ebu Bekir çok akıllı biridir, kesinlikle bu hadiseye inanmaz.” düşüncesiyle derhal Hz. Ebû Bekir Efendimizin yanına koştu ve;“İşittin mi Muhammed şimdi ne söylüyor? Mirâca çıktığından, bütün mahlûkatı gerilerde bırakarak Kavseyn ma­kamına erdiğinden ve Allah ile bizzat görüştüğünden bahsediyor.” Bu sözler karşısında Hz. Ebû Bekir (r.a) Ebu Cehil’e:“Bunu Hz. Muhammed mi (sav.) söylüyor?” diye sordu. Onun; “Evet,” demesi üzerene Ebu Bekir Efendimiz (r.a); “O söylüyorsa doğrudur. Çünkü O’ndan (sav.) asla yalan sâdır olmaz.” bu­yurdular.

İşte, zahirde bir tek cümle gibi görünen bu hüküm, hakikatte Allah ve Resulüne karşı sonsuz bir imanın tercümanı olmuş ve bu hâdise üzerine kendisi “Sıddîk” unvanına kavuşmuştur. Bunun içindir ki, Cenab-ı Hak bazı âyetleriyle kendisini şereflendirmiş ve izzetlendirmiştir. Hz. Ali Efendimiz (r.a) yemin ederek:

“Sıdkı getirene ve O’nu tasdik edenlere gelince, işte onlar takvaya erenlerin tâ kendileridir.”9

âyet-i kerîmesinin Hz. Ebû Bekir hakkında na­zil olduğunu ifade etmiştir.

Said İbn-i Cübeyr (r.a) de:

Ey iman edenler, Allah’dan korkunuz ve sâdıklarla beraber olunuz.”10

âyet-i kerîmesinin Hz. Sıddîk ve Hz. Ömer hakkında nazil olduğunu beyan etmiş ve “Çünkü hakiki sıddîklar bun­lardır.” buyurmuştur.

Bu meziyetlerinden dolayıdır ki, Hz. Ebu Bekir (r.a), bir gün Hz. Peygamber’in (sav.) yanında iken Cebrail (a.s) gelir ve şöyle der:

Yâ Ebu Bekir! Allah’ın sana selamı var. Git Ebu Bekir’e söyle, acaba o benden razı mıdır?”

İşte Hz. Ebu Bekir Efendimizin Cenab-ı Hakk’ın yanındaki itibarı, şerefi ve izzeti.

Mehmed Kırkıncı

Dipnotlar:

1 Nursî B.S, Tarihçe-i Hayat.
2 Ahmed İbn Hanbel, 2/349.
3 Hud Suresi, 11/112.
4 Fussilet Suresi 41/30.
5 Ahzap Suresi 33/70-71.
6 Nursî, B.S, Âsâr-ı Bediyye.
7 Nursî, B.S Sözler (27. Sözler).
8 Nisa Suresi 4/69.
9 Zümer Suresi 39/33.
10 Tevbe Suresi 9/119.