Etiket arşivi: ismail aksoy

Şifa Kaynağımız “Kur’ân”

Kur’ân-ı Azîmü’ş-Şân’ın maddî ve mânevî hastalıklara şifâ olduğunu yüce Rabbimiz Kitab-ı Kerîminde beyan buyurmaktadır.

Kur’ân öncelikle Küfre, şirke, imansızlığa, zulme, adaletsizliğe, her türlü şüphe, evhâm ve vicdansızlığa karşı bir şifâ kaynağıdır… Kur’ân hidâyet rehberidir.

Kime şifâdır? Kimin için hidâyettir? Kur’ânın ifadesiyle mü’minler için…

Bu davete uyanlar bu şifayı soluyanlar, gerçek mânevî hazzı tatmakta ve gerçek mutluluğu yaşamaktalar… Çünkü Kur’ân kırk vecihle mu’cize olması sebebiyle ve hiçbir kitapta bulunmayan özellikleriyle beşeriyetin en büyük ve kapanmaz bu yaralarını tedavi etmiştir ve ediyor.

Onun kapısına baş vuranlar, Tabîb-i Ekberden en büyük ve müessir reçeteyi almaya hak kazanırlar.

İmân ve intisapla Mâlikini tanıyan ve mâbûdunu bulan, vahşetten, dehşetten, şiddetten, hiddetten kurtulur. Korkularını yener, evhâmını dağıtır, şüphelerden bertaraf olur.

Kur’ânın hangi âyeti hangi maksatla okunursa, o cihette fayda verir.

Bediüzzaman Hazretleri bu konuyu eserlerinde ifâde buyurmuştur. “Huz mâ şi’te Limâ şi’te “ ‘Yani istediğin her şey için Kur’ân’dan her ne istersen al’ ifade ettiği ma’na, o derece doğruluğuyla makbûl olmuş ki, ehl-i hakîkat mâbeyninde durûb-i emsâl sırasına geçmiştir. Âyât-ı Kur’âniyede öyle bir câmiiyyet var ki, her derde devâ, her hâcete gıdâ olabilir…”(Sözler, 25.söz, 5. Lem’a, 1.Işık)

Kur’ânın maddî ve mânevî hastalıklara şifâ olduğuna dâir yüce Rabbimizin âyetlerinden bir kaçına bakmamız yeterlidir.

يَا أَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَاءَتْكُمْ مَوْعِظَةٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَشِفَاءٌ لِمَا فِي الصُّدُورِ وَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ

Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerdeki dertlere bir şifâ ve mü’minler için bir hidâyet ve rahmet olan Kur’ân geldi.“ Yûnus Sûresi, 10/ 57)

وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْآنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ ۙ وَلَا يَزِيدُ الظَّالِمِينَ إِلَّا خَسَارًا

Biz Kur’ândan öyle âyetler indirmekteyiz ki; O, mü’minler için şifâ ve rahmettir; zâlimlerin ise yalnızca hüsrânını artırır.” (İsrâ Sûresi, 17/82)

Hz. İbrâhîm (as):

وَإِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْفِينِ

Hastalandığım zaman bana şifa veren O’dur.” (Şu’arâ, 26/80) derken şifâyı doğrudan Cenâb-ı Hak’tan istemektedir.

Kur’ân, psikolojik, sosyal, rûhî, ailevî, ferdî her türlü hastalıklara şifâdır. Ve bu tür hastalıkların tedavisinde Kur’ândan istifâde etmek gerekir.

Bu demek değildir ki, maddî hastalıklarımız için doktora baş vurmayalım, ameliyat olmayalım, tedbirlerimizi almayalım, sağlıklı yaşama kurallarına uymayalım, diyetlerimizi yapmayalım, meşrû dairede sportif faaliyetlerde bulunmayalım. Allah Resûlü (sav)’in “ Ey Allah’ın kulları tedâvî olunuz” emrine ittibâ etmeyelim. 

Bu tür fiilî dualarımızı yaparak şifayı Allah’tan istemek gerekir. Yoksa ne ilaç şifa verir, ne de doktor…

Hatta, gafletle Hakîkî Şifâya muktedir olanı unutup, sonuçları sebeplere verirsek, Allah muhâfaza şirke düşme tehlikesiyle karşı karşıya kalırız. Mü’min; yediğinden, içtiğinden, yuttuğundan, kullandığından gafil olmamalı, Müsebbibü’l-Esbâbı dâima hatırda, gönülde ve dilde tutmalıdır.

Gerçek Şâfi, şifâ veren Allah’tır.

Hz. Eyyup (as) uzun zaman devam eden ağır hastalığına karşı Kur’ânda geçen (Enbiyâ Sûresi, 83) ve Bediüzzaman Hazretlerinin ikinci Lem’ada “mücerreb ve te’sirli” olarak nitelendirdiği o meşhur duasını okur, Rabbinden yardım ister, Cenab-ı Hak duasını kabul eder, Hz. Eyyub’a ayağını yere vurmasını emreder. O da ayağını yere vurur, anında yerden su fışkırır, bu sudan hem içer, hem de bütün vücudunu yıkayarak sağlığına kavuşur.

Kur’ân kulûbe kût ve gıda ve ukûle kuvvet ve gınâdır ve rûha ma’ ve ziyâ ve nüfûsa devâ ve şifâ olduğundan usandırmaz.” (Sözler, 25.Söz, 2.sûret, 4. Nokta)

Kur’ân mâdem bir rahmet kaynağıdır. Ona yapışan, her derdine bir devâ, her zulmete bir ışık, her ümitsizliğe karşı bir dayanak noktası bulabilir.

Özellikle sûrelerin başlarında bulunan ve harekesiz ve kesik kesik konan “Hurûf-i mukataa” üzerinde İslâm âlimleri ehemmiyetle durmuşlardır. Kur’ân-ı Kerîmde 29 sûrenin başında 14 değişik şekilde bulunmaktadır. Bu harfler ve sûreler şunlardır :

Elif, lâm, mîm: Bakara, Âl-i İmrân, Ankebût, Rûm, Lokman ve Secde sûresi

Elif, lâm, râ : Yûnus, Hûd, Yûsuf, İbrâhîm ve Hicr Sûresi

Elif, lâm, mîm, râ : Ra’d sûresi

Kâf, hâ, yâ, ayn, sâd: Meryem sûresi

Tâ, hâ: Tâhâ sûresi

Tâ, sîn, mîm: Şuarâ ve Kasas sûresi

Tâ, sîn: Neml Sûresi

Yâ, sîn: Yâsîn Sûresi

Sâd: sâd Sûresi

Hâ, mîm: Mü’min, Fussilet, Zuhruf, Dûhân, Câsiye ve Ahkâf Sûresi

Hâ, mîm, ayn, sîn, kâf: Şûrâ sûresi

Kâf: Kâf Sûresi

Nûn: Kalem Sûresi

Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, İşârâtü’l-İ’câz Tefsîrinde, Hurûf-i Mukattaât bölümünde şu tesbiti yapmaktadır : “ Sûrelerin başlarındaki hurûf-i mukattaa, İlâhî bir şifredir. Beşer fikri ona yetişemiyor. Anahtarı, ancak Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdadır.

Bilindiği, gibi Kuran’da, 29 sure 1 ya da 1’den fazla sembolik harfle başlar. “Mukattaa harfleri” olarak bilinen bu harfler, aynı zamanda başlangıç harfleri olarak da adlandırılırlar. Arapçadaki 29 harften 14 tanesi, mukattaa harflerini oluşturur.

Mukatta’at hakkında, Arap dilinin bütün kelime ve formlarını yansıttığı gerçeği ile birlikte düşünüldüğünde, İbn Hazm, Zemahşerî, Râzî, İbn Teymiyye, İbn Kesîr gibi âlimler şu kanaate ulaşmışlardır:

Mukatta’at, insan kavrayışının ötesindeki bir âlemde (Gayb) oluşturulmasına rağmen, harfler ile temsil edilen olağan insan konuşmasının sesleri aracılığıyla insanlara aktarılabilen, Kur’ân vahyinin taklit edilemez, olağanüstü, benzersiz tabiatını yansıtmayı amaçlamaktadır.

Bu harflerin anlamını Allah’tan başka kimse bilmez. Hz. Ebûbekir’in: “Allah’ın her Kitâbda bir sırrı vardır. Kur’ân’daki sırrı da sûrelerin başlarında bulunan harflerdir“, “Her Kitabın bir özü vardır. Kur’ân‘ın özü de bu hece harfleridir” dediği rivayet edilir. Kendisine bu harflerin anlamı sorulan Şa’bî de: “Bunlar Allah’ın sırrıdır. O sırrın ardına düşmeyin” demiştir.

Bu harfler, bir nevi bilimsel şifrelerdir.

Kur’an, Levh-i Mahfuz dediğimiz ilâhî ilim kompitürünün kod numaraları mahiyetindedir.

Sırlarla dolu olan bu harflerde Allah’ın izniyle hastalıklarımıza şifâ bulabiliriz. Bir evde veya herhangi bir mekânda okunduğu takdirde, şifâ niyetine olmasa bile Cenâb-ı Hak o şifrelerden şifâ halkeder.

Kur’ân’dan maddî/mânevî açıdan istifade hususunda da örnek ve rehber olan Peygamberimiz (sav) bu konuda da bizzat kendi uygulamalarıyla ümmetine ders veriyor.

Peygamberimiz bazı sûreleri özellikle kendi hastalığına karşı okuduğu gibi, aile fertlerinden birisi hasta olunca da okurdu.

Peygamberimizin muhtereme hanımı Hz. Aişe (r.anha) diyor ki:

Ailesinden birisi hastalandığı zaman Resûlullah (a.s.m.) Muâvizeteyni (Felak ve Nâs Sûrelerini) okuyarak onun üzerine üflerdi. Vefatı öncesinde yakalandığı hastalığında bu sureleri okuyup onun üzerine üflemeye ve kendi eliyle meshetmeye başladım. Çünkü onun elinin bereketi benim elimden daha fazlaydı.” (Müslim, Selam:50)

Bütün ehl-i îmânın hastalıklarına ve hastalarına Şafi-i Hakîkîden şifâlar niyaz ediyoruz.

İsmail Aksoy

www.NurNet.Org

İnsan Neslinin Bekâsı İzdivâç Yoluyladır

“Ve O’nun âyetlerindendir ki; sizin için nefislerinizden zevceler yaratmıştır. Onlarla huzur ve sükûnet  bulasınız diye aranızda bir muhabbet ve merhâmet te’sîs etmiştir. Şüphe yok ki, tefekkür edecek olan bir kavim için bunda elbette ibretler vardır.” (Rûm Sûresi, 30:21)

Cenâb-ı Hak, insan neslinin devam edebilmesi için kemâl-i merhâmetinden nikâhı meşrû’ kılmış, tenâsül ve doğum yoluyla neslin devâmını takdîr buyurmuştur.

İnsanı Rab ismiyle terbiye eden yüce Rabbimiz, bu âyet-i kerîme ile vücûb-i vücûd ve vahdetine şehâdet ve delâlet ettiği gibi, bunun neticesi olarak da haşr-i cismânîye de işâret ve delâlet etmektedir.

Bu âyetin engin ma’nâ denizinde yüzerken sayısız hakîkatlerle karşılaşır, hayretten hayrete düşeriz.

Hayatımızın çok önemli bir safhasını ve istikbalimizi kuşatan bu önemli delilin etrâfında pervâne olmak ve Kur’ân’ın sırlarını keşfe devam etmek durumundayız.

Âyetin gerek gramer yapısı, gerekse anlam derinliği, öncesindeki ve sonrasındaki âyetlerle irtibâtı, hayatın sosyal dokusuna, varlık âleminin müsbet menfi olmak üzere çift yaratılmasına yapılan vurguya nazarların çevrilmesi, Kur’ân’ın her bir âyetinin ve bütününün bir mu’cize olduğunu göstermektedir.

Mesken ve yeme içmeden sonra, insanın en muhtâç olduğu şey eşidir.

Konu ile alakalı bazı hususları özet olarak sıralayalım:

  1. Teklik Allah’a mahsusutur.
  2. Erkekler için kendi cinslerinden zevceler halk etmiştir. Farklı iki cinsten olsalardı, sükûnet bulamazlardı. Nefsi onunla huzura eremez ve kalbi ona meyletmezdi.
  3. İlâhî kanun gereği, her mevcûdun önce erkeği, sonra dişisi ondan yaratılmıştır. Her şeyin bir Âdem babası vardır, dişisi ondan yaratılmıştır.
  4. “Min enfüsiküm” ta’birinden, Cenâb-ı Hakk’ın, kadınları cin veya başka bir mahlûk olarak değil, insan olarak yarattığına, Hz. Havva annemizi, babamız Hz. Âdem’den yarattığına işâret etmektedir.
  5. Erkeğin maddî ve ma’nevî huzûr ve saâdeti, sükûn ve râhatı, hanımıyla te’mîn edilebilir.
  6. İnsanın son durağı eşidir. Tesellî kaynağı odur.
  7. Kadın erkeği kendine teshîr eder. Bu kadının gücüyle değil, Cenâb-ı Hakk’ın havl ve kuvvetiyledir.
  8. Erkek ve kadından her biri, Allah tarafından kendilerine mahsûs cihazâtla donatılmış oldukları hâlde dünyaya gelirler.
  9. Neslin çoğalması ve doğum olayı tek başına  mümkün değildir. Her iki cinsin mukareneti ile gerçekleşir. Biri diğerine muhtaç olarak tasarlanmıştır. Tek başına noksan ve eksik olan zevc ve zevce, kemâle, doyuma ve sonuca ulaşmak için birbirine muhtaçtır. Bu sükûn, kalben ve cismen bir tatmindir. Bu ise, Rubûbiyyet sıfatının bir tecellîsisdir. Cennet’te de rûhânî ve cismânî olmak üzere iki saâdet ehl-i imânı beklemektedir.
  10. Erkek ve kadının menisinin birlemesinde bir ma’nevî aşk vardır. O aşk olmazsa iki madde birleşmez, çocuk meydana gelmez. Erkeğin menisi erkek, kadının menisi kadın olmak ister. Bu durumda imtizâç, kaynaşma olmazdı. Ama bu ma’nevî aşk ile birisi, kendisini diğerine fedâ eder, onunla birleşir ve bir tâne olur. Onun için eşler arasındaki muhabbet Allah tarafından konmuştur. Çünkü muhabbet, o birleşmenin netîcesidir.
  11. “Meveddet” ten murâd muhabbet, “rahmet”ten murâd ise şefkattir. Veya meveddet, kişinin eşine gençlik devresinde gösterdiği sevgi, şefkat ve merhâmettir.
  12. Meveddet, cinsî yaklaşım vâsıtasıyla; rahmet ise çocuk (veled) sebebiyle vücûda gelir. İnsanda eşine karşı ilk olarak meydana gelen his, meveddettir. Şefkat, merhâmetten daha umûmî ve keskindir.
  13. Akrabalar arasındaki bağ, şefkat ve merhâmetin eseridir. Şehevî hislerden kaynaklanan bir ilgi ve alâka değildir.
  14. Kadının erkeğe, erkeğin kadına meyli zorlama ile olmaz. Gayr-i ihtiyârîdir. Elektrikte artı ve eksi kutuplar olduğu gibi; erkek ve kadın arasında da aynı kanun geçerlidir. Erkek artı, kadın eksidir. Biri diğerini ma’nen çeker. O bağ, o çekme gücü ihtiyârî değildir, bir kudret mu’cizesidir. İnsanın gücüyle olacak bir durum değildir. Bu da tevhîdin bir kanıtıdır.
  15. Hayat, sâdece bu fânî ve zâil dünyadan ibâret olmadığına göre, ebedî arkadaşını ve Cennetteki refîkasını kaybetmemek için kendi güzelliğine yabancı nazarları celbetmemek gerektir.
  16. Bu ince, derin ma’nâ ve sırlar, inceden inceye tefekkür netîcesinde anlaşılabilir. Bu ise, eserden fiile, fiilden esmâya intikal etmeyi emreder. Çünkü mevcûdâtın zahirî tarafına bakıldığında madde görünür. Bâtınî (iç, derûnî yönü) cihetine bakarsan, esmâ ve sıfât-ı İlâhiyye görünür. Bundan dolayı Kur’ân, eşyânın zâhirî yüzüne değil, asıl iç yüzüne nazar etmemizi, bunun üzerine tefekkür etmemizi emrediyor.
  17. Dünyanın nizâmı, insan nev’inin bekâsıyladır. Bu ise, çoğalma iledir. Tenâsül, evlilik iledir. Evlilik, muhabbetle kâimdir. Bu da şefkat, merhâmet, güzel geçim ve sevgiye bağlıdır. Kıyâmete kadar sosyal hayatın en temel esâsı ve insanlığın ve âlemin devâmı, kadın ve erkek arasındaki sevgiye bağlıdır. Yoksa insanların hayvanlar gibi nikâhsız, kuralsız şurada burada buluşmasıyla âlemde düzen ve intizâmın kalmayacağı, neslin korunamayacağı muhakkaktır. Doğacak çocuğun babası, sorumlusu, koruycusu kim olacak, terbiyesini kim üstlenecek?

İşte Dîn-i Mübîn-i İslâm, bu yüce gayenin gerçekleşmesi için nikâhı meşrû’, nikâh dışı ilşkileri ise gayr-i meşrû’ ve insan fıtratına aykırı olarak değerlendirmiştir.

Zât-ı Rahmân-ı Rahîm, bu dünyâda aile yuvasını beşere ihsân etmekle onları mutlu kılmış, toplumun temelini sevgi ve huzur ortamıyla sağlam temele oturtmuştur.

Çünkü, bir insânın husûsî bir cenneti ve saâdeti, aile yuvasıdır.

İsmail AKSOY

Tekvînî ve Teklîfî Kanunlar

Kur’ân’ın ortaya koyduğu bir takım usûl ve üslûplar vardır. Kur’ân-ı Azîmü’ş-şân’ın âdetidir ki, bazen tekvînî kanunları, yani kâinattaki şerîat-ı fıtriyye denilen kanunları zikreder. Sonra o tekvînî kanunlar üzerine teklîfî kanunları bina eder. Bazen de evvela teklîfî kanunları sayar, sonra onu takviye etmek için takvînî  kanunlardan bahseder. Kur’an’da bunun sayısız örnekleri vardır.

Rabbimizin kâinatta iki şekilde kanunları ve şeriatı vardır.

  1. İrade sıfatının tecellisi olarak tekvinî kanunlardır ki, âdetullah, sünnetullah, şeriat-ı fıtriye diye adlandırılır. Tabiatperestler bu kanunlara tabiat adını vermişlerdir.
  2. Kelam sıfatının tecellisi olarak teklifî kanunlardır ki, buna şeriat-ı garra denilir.

Her iki  kanuna isyan veya itaat mümkündür. Kanuna isyan ve itaatin elbette bir ceza ve mükâfatı olacaktır. Aksi halde o kanunun bir manası, maksadı  olmaz. Tekvinî kanunların mükâfat ve cezası dünyada, teklifî kanunların mükâfat ve cezası ise ahirette verilir.

Allah’ın kâinatta koymuş olduğu fiziki kanunlar vardır. Yer çekimi kuvveti, suyun kaldırma kuvveti gibi… bunlara kevni (tekvinî) kanunlar denir. Meselâ, bitkiyi sulamazsanız kurur; bu kevnî kanundur. Kâinatta kurulu düzene, fizik kanunlarının bütününe kevni (tekvinî) kanunlar denir.

Teşri’î kanunlar ise, Allah’ın indirdiği dinin hükümleridir. Bunlar, ilâhî hükümlerin icrasından   ibadetler konusuna, insanlar arasındaki münasebetleri düzenleyen kanunlara kadar geniş bir yelpazeye sahiptir.

Teklîfî kaderde iki şeyin varlığına birden inanmak mükellefiyetindeyiz:

Biri: Kader
Diğeri ise: Cüz’-i ihtiyârîdir.

Meselâ, Rahman suresinde Güneş ve Ay’da mevcut olan  tekvinî kanunlar, teklifî kanunlar üzerine bina edilmiştir.

Güneş ve Ay’ın cereyanını belli bir hesap ile nizam altına alan ve bu iki büyük kütleyi tekvinî kanunlarına itaat ettiren kim ise, insanı başıboş bırakmadan bu eşsiz düzenin bir parçası yapan da O’dur. Elbette ki onların fiil, söz ve davranışlarını bir nizam altına alacak ve bu amaçla onlar için kılavuz ve kullanım talimatı gönderecektir. Bu nizamnâme ise, kırk vecihle mu’cize olan Kur’ân ve  en birinci müfessiri olan Sünnet-i Nebeviyye’dir.

Yeryüzündeki bitkileri ve ağaçları kendisine secde ettiren kim ise, insanı da secdeye ve itaate dâvet eden O’dur.

Kur’ân-ı Kerim’de bitkilerin ve ağaçların secde etmelerinden maksat olan;”Esmâ-i İlâhiyeye ayinedarlık etmeleri, o isimleri zikretmeleri, tekvinî emirlere itaat etmeleri ve Zât-ı Akdes’e hamd ile tesbih etmeleri” nden bahsedilirken, insanın kulluk, şükür, tefekkür ve tezekkür vazifelerinden bahsetmemesi hiç düşünülebilir mi?

Evrendeki dakik ve ince hesapları bir kanun şeklinde koyan kim ise, ölçü aletlerinde, kâinattaki tekvinî ve teklifî  adalette ölçü ve mizânı koyan da O’dur.

Kaza ve kanunların, ilâhî takdir ve merkezi, meleklerin meskeni, tekvinî ve teklifî emirlerin kaynağı olması için Rahmân’ın semâyı yükseltmesi nasıl muhakkak ve kat’î ise, o emirlere itaat eden insanın da mânevî derecelere yükseltilmesi o kadar kesindir.

Yerin, göğün, Ay ve Güneş’in, denizlerin,  bitkilerin, yıldızların, semânın, galaksilerin ve her bir mevcudun hakkını veren, ihtiyaç lisanıyla bütün dualara cevap veren, haksızları ve haddini aşanları azap ile terbiye eden hangi irâde ise, teklifî olarak adâlete riâyet eden, Allah ve kul haklarını gözeten, birbirine zulmetmeyen, semâdan inzal buyurulan kanunların her birine boyun eğen ve itaat edenlere mükâfat verecek olan da aynı irâdedir.

Denizlerde devâsa gemileri hareket ettiren, yelkenlerini rüzgarla şişiren kim ise, zerreleri ve çekirdeği ve çekirdek etrafındaki elektronları hareket ettiren de O’dur.

Güneş etrafında seyahat ettirilen Rabbânî gemi olan yerküreye ve karalarda akıp giden nehirlere dikkatimizi çeken kim ise, insanı nizam ve intizam altına alan İlâhî düzene dikkati çeken de O’dur.

Maddî gemileri insana ihsan eden ve güven içinde sahile çıkaran Zât kim ise, mânevî bir gemi hükmünde olan  Kur’ân vasıtasıyla sahil-i selâmete çıkaran da O’dur.

Bütün bu ve benzeri olaylar, cilveler, yansımalar küllî bir kanunun parçaları ve tamamlayıcı cüzleridir.

Bir sineyi halk edemeyen bir pirenin midesini tasarlayamaz. Bir çiçeği yaratamayan baharı halk edemez.

Bütün bunları güç ve kuvvetiyle, ilim ve hikmetiyle ortaya koyan kanun kimin ise, peygamberleri aracılığıyla insanlığa hidâyet ve istikameti gösteren kanun da O’nundur.

Elini ateşin yakmasından nasıl korkuyor ve sakınıyorsa;  günah, isyan ve itaatsizliğiyle cehennem ateşinden korkması ve çekinmesi gereken insanın önünde büyük bir sınav ve deneme soruları her gün zihnini meşgul etmelidir. Aklını başına almalı, ahiret yurduna ve ebedî hayatına yatırım yapmayı asla ihmal etmemelidir vesselâm…

İsmail AKSOY

1 Muharrem 1438

1 Ekim 2016 Cumartesi günü 1 Muharrem 1437 Hicrî yılını geride bırakıp 1438 Hicrî yılına girmiş olacağız inşâallah… Âlem-i İslâm için hayır ve bereketler ile İttihad-ı İslâm’ın muştusunu beraberinde getirmesi hâlisâne dileğimizdir.

Bu kutsal Muharrem ayının üstünlüğü, Müslümanlar için önemi ve değeri oldukça dikkate değer bir ay olmasında saklıdır.

İçinde barındırdığı olaylar ve zamanımıza kadar İslâm Ümmetinin ciğerini dağlayan tarihî olaylara şahitlik etmesi açısından da önem arz etmektedir.

O, Hicri takvimin ilk ayı ve Allah (c.c)’ın Tevbe suresinde bahsetmiş olduğu dört kutsal aydan birisidir. (1)

Şehrullahil-Muharrem” olarak meşhur olan, yani Allah’ın (c.c.) ayı Muharrem diye bilinen Muharrem ayı, İlâhî bereket, bağış ve feyzin, Rabbânî ihsan, cömertlik ve keremin coştuğu, zulüm, vahşet ve dehşetin dünyayı sardığı, mazlûmiyet ve mağduriyetin kol gezdiği bir atmosferde, rahmetin bollaştığı bir aydır.

Bütün zaman ve mekân Allah’a aittir ve Rahmeti de ezelden ebede her yeri kuşatmıştır. Ancak Allah Teâla’nın rahmetine ermenin önemli bir fırsatı olduğu için Peygamberimiz tarafından bu şekilde ifade edilmiştir.

Âşûre Günü ise Muharrem’in 10. günüdür. Âşure Gününün Allah (c.c.) katında ayrı bir yeri ve değeri vardır. Bu önemli günde Cenâb-ı Hak peygamberlerine çeşit çeşit nimet ve ikramlarda bulunmuş ve bu günün kudsiyetine değer atfetmiştir. Bu günlerde oruç tutmak çok faziletli ve sevaptır.

Bugüne Âşûra denmesinin sebebi, Muharrem ayının onuncu gününe denk geldiği içindir. Cenâb-ı Hakk’ın bu günde bol ikramı vardır.

Bu ikramların aşağıdaki hususlardan kaynaklandığı belirtilmektedir:

1.Allah, Hz. Musa’ya (a.s.) Âşûre Gününde bir mu’cize ihsan etmiş, denizi yararak Firavunun takibinden O’nu ve inananları kurtarmış, düşmanını sulara gömmüştür.
2. Hz. Nuh (a.s.)’ın gemisi Cûdi Dağının üzerine Âşûre Gününde demirlemiştir.
3. Hz. Yunus (a.s.)’ın balığın karnından kurtuluşu Âşûre günü gerçekleşmiştir.
4. Hz. Âdem’in (a.s.) tevbesi Âşûre günü kabul edilmiştir.
5. Hz. Yusuf (a.s), kardeşleri tarafından atılmış olduğu kuyudan Âşure günü çıkarılmıştır.

  1. Hz. İsa (a.s) o günde dünyaya gelmiş ve o gün semâya yükseltilmiştir.
    7. Hz. Davud’un (a.s.) tevbesi o gün kabul edilmiştir.
    8. Hz. İbrahim’in (a.s.) oğlu Hz. İsmail o gün doğmuştur.
    9. Hz.Yakub’un (a.s.), hasretinden dolayı kapanan gözleri o gün görmeye başlamıştır.
    10. Hz. Eyyûb (a.s.) hastalığından o gün şifaya kavuşmuştur.(2)
    11. Ayrıca, Hz. İbrahim’in bugünde ateşten kurtulduğu
    12. Hz.Yakub’un, oğlu Hz. Yusuf’a bugünde kavuştuğu kaynaklarda kaydedilen rivayetler arasındadır.

İşte bu kadar anlamlı ve kudsî hâdiselerin yıldönümü olan bu mübarek gün ve gece, Saâdet Asrından beri Müslümanlarca hep güzel bir tarzda değerlendirilmiş ve kutlana gelmiştir. Bugünlerde ibadet cihetiyle daha çok yoğun mesai harcamışlar, daha müteyakkız ve şuurlu bir hayat geçirmeye, derûnî alemlerini zenginleştirmeye daha çok gayret sarf etmişler, hasenat hanelerini zenginleştirmeyi bir mânevi kazanç olarak görmüşlerdir. Daha çok tefekkür, tezekkür, tövbe/istiğfar, okuma/anlama gibi faaliyetlerini artırmışlardır. Çünkü, Cenab-ı Hakkın bugünlerde yapılan ibadetleri, edilen tövbeleri kabul edeceğine dair hadisler ve rivayetler mevcuttur.

Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm Medine’ye hicret buyurduktan sonra orada yaşayan Yahudilerin oruçlu olduklarını öğrendi.

“Bu ne orucudur?” diye sordu.
Yahudiler, “bugün Allah’ın Musa’yı düşmanlarından kurtardığı, Firavun’u boğdurduğu gündür. Hz. Musa (a.s.) şükür olarak bugün oruç tutmuştur” dediler.
Bunun üzerine Resûlullah Aleyhissalâtü Vesselam da, “Biz, Musa’nın sünnetini ihyaya sizden daha çok yakın ve hak sahibiyiz” buyurdu ve o gün oruç tuttu, tutulmasını da emretti.(3)

Tirmizî’de de geçen bir hadiste Peygamberimiz şöyle buyurmuşlardır:

Âşure Gününde tutulan orucun Allah katında, o günden önce bir senenin günahlarına keffaret olacağını kuvvetle ümit ediyorum.” (4)

İslâm bilginleri aşûre orucunun vacip değil, sünnet olduğunda görüş birliği etmişlerdir. Yalnız İslâm’ın başlangıcındaki hükmü konusunda, Ebû Hanîfe vacip derken, İmam Şâfiî müekked bir sünnet olduğunu söylemiştir. Ramazan orucu farz kılındıktan sonra, bu oruç müstahap olmuştur. Ayrıca Yahudiler’e benzememek için Muharrem’in 9,10 ve 11’nci günlerinde oruç tutmak güzel görülmüştür.

Bu mânâdaki bir hadisi İbn-i Abbas rivayet etmektedir. Bunun için, müstahap olan, aşure gününü ortalayarak, bir gün önce veya bir gün sonrasıyla oruç tutmaktır.

Bu günler bize bir de Musa (a.s)’ın Firavun’a karşı mücadelesinin hikâyesini hatırlatıyor. (5) Ve yaşanılan zamanın Firavunlarıyla mücadele yollarını anlatıyor.

Milletçe yaşanılan günümüz olaylarının derin bir tefekkürle analizi, içinde bulunduğumuz şartların ağırlığı ve Müslümanların üstlenmeleri ve idrak etmeleri gereken mânevî sorumluluğu bir kez daha yeniden ve derinden hissetmelerinin en ehemmiyetli zaman dilimlerinden birini yaşamaktayız!

Milletçe yaşadığımız badireler ve 15 Temmuz sürecinde oynan gizli zındıka oyunları, emperyalist güçlerin ülkemiz üzerindeki haçlı ruhuyla kurduğu tu<aklar, inşâallah bu yeni yılla birlikte geride kalır.

Süfyanizmin kalıntıları ve O’nun tahribatını/saltanatını koruma çabaları, dış mihrakların desteğiyle çok yönlü bir kumpasın; din, vatan ve milletin parçalanması uğruna sergilenmesi, bu manevî zaman diliminde inşallah akamete uğrayacaktır.

Bu gün dünyanın küstah ve kibirli Firavunları, siyonist mihrakları ve süper zalimleri Musaları yok etmek, yeniden diriliş ve iman hareketinin önünü kesmek, nûrânî muştularını söndürmek için gaddarâne, sinsice ve orantısız bir güç kullanmaktadırlar. Rabbânî kafilelerin, nur kervanının seyr u seferini, firavunvârî taktik ve engeller durduramayacaktır inşâallah.

Firavun’ın saltanatı, tüm güçlerin elinde olduğuna inandığı halde feci bir şekilde son buldu. İnşâallah devrimizin münafık kardinalleri, Firavunları, süfyan ve deccal ruhlu karanlık mihrakları da zaman gelecek ki, 15 Temmuzda ve  Müslüman dünyasında akıttıkları kan gölünde ve kustukları küfür deryalarında Muharrem ve âşûre hürmetine, aynı Firavun ve adamlarının denizde boğulduğu gibi boğulacaklardır.

Yeterki bir olalım, kardeş olalım, diri bir Ümmet, kenetlenmiş bir millet olalım..!

İsmail AKSOY

Dipnotlar:

1-Tevbe: 9/36

2-Sahih-i Müslim Şerhi, 6:140

3-İbn Mâce, Siyam: 31.

4-Tirmizî, Savm, 47.

5-Kasas: 28/1-6

 

Bayramların Dili

Nazlı ve nazenin varlık insan için halk edilen bin bir türlü mutluluk vesilesi mevcut.

Sonsuz rahmetiyle kullarını sarıp sarmalayan sevgi kıvılcımını hayatın rahmine atmasaydı dünya yaşanmaz bir hâl alırdı.

Toprağın bağrına atılan tohum misâli, gönül toprağında yeşermeye bırakılan sevgi tohumcukları bayramlarda çiçekler açar, etrafa kokular saçar, saçar da saçar…

Dünyaları birleştirir, nesilleri buluşturur… Yüzlerde gülücük ve tebessüm gülleri açar, gönülden gönüle yayılır, yol bulur, kaskatı sineleri yumuşatır, köprü olur, kıtaları kuşatır.

Allah Resûlü’nün Medine-i Münevvere’de tutuşturduğu muhabbet, sevgi ve saygı meş’âlesi, asırdan asıra, nesilden nesile İslâm ümmetinin şiârı ve sembolü olarak evrenin kardeşlik mihverinde yerini alır, dalga dalga bayraklaşan ümmet şuurunun tekbirlerde notalaşmasıyla doruğa yükselir ve dillerde güzel nağmelerle gönüllere ferahlık bahşeder.

Yüce Rabbimizin engin rahmetiyle insanlığa ezelî hutbeyi irad eden yüce Resûlün (s.a.v) diliyle Medine Minberinden tüm âleme barış esintileri fısıldar.

Anne babaların rızasında nur olur geleceği aydınlatır, yetimlerin nezdinde cennetin yolunu açar.

Hiç bir sistemde böylesi devâsa bir kardeşlik şöleni, rızaya dayalı bir geçiş töreni, muhabbet kokan bir kaynaşma ortamı görülemez ve gösterilemez!

İslâm ile yücelmiş ve kadim medeniyetler kurmuş Ümmet-i merhûmenin dünya insanlığına verdiği bu Kur’ânî derse, insanî tavra ne kadar da çok ihtiyacımız var!

Bu duygudur ki, ensar olma bilincini güçlendirdi; Filistin’e uzanan bir el, yurdundan sürgüne mecbur kalmışlara şefkat sînesi, yoksula ümit, çocuklara neşe kaynağı oldu.

Menfaat, kıskançlık, hırs, makam, şöhret ve ene eksenli fıravunâne ve nemrûdâne bakış açısının mücessem hâli süfyaniyet ve deccaliyetin mümesilleri bu derûnî duyguları anlamaktan, anlatmaktan, yaşamak ve yaşatmaktan mahrum kalmanın fakirliği ve zilleti içindedirler.

Ne mutlu Rahmânî sıfatlarla tahalluk etmiş mü’min ve muvahhit kullara…

Ne mutlu Rahmân’ın misafilerine cömertçe ikram edenlere…

Ne mutlu dünyayı silm ve selâmet yurdu yapmak için mazlûma kucak açanlara…

Ne mutlu en büyük bayramları insanlığa sunan kutlu Nebî’ye ümmet olma şerefine erenlere…

Ne mutlu Hakk’a, hakîkate, sünnet-i seniyyeye ittibaya muvaffak olmuş hüdâya tâbi olanlara…

Ve… Ne mutlu hayatını bayram tadında ve kıvamında geçiren bahtiyarlara!..

Daha nice hakikî bayramlara erişmeniz dileğiyle…

İsmail AKSOY