Etiket arşivi: İsmet Özel

Tenkid Edenlerin Eli Yetişmediği için..

risale“Bir dünya güzeli, bir zaman kendine meftun olmuş âdi bir adamı huzurundan tardeder. O adam kendine teselli vermek için: “Tuh, ne kadar çirkindir” der. O güzelin güzelliğini nefyeder.

Hem bir vakit bir ayı, gayet tatlı bir üzüm asması altına girer. Üzümleri yemek ister. Koparmağa eli yetişmez. Asmaya da çıkamaz. Kendi kendine teselli vermek için kendi lisanıyla “Ekşidir” der. Gümler gider..” [1]

Malumdur ki insan on sekiz bin alemin kapısıdır. Bu sebeple insan tek düze giden monoton (tek ses) bir hayatı ve hayat anlayışı felsefesi olması münkün değildir. Monoton bir hayat yaşıyorum sözü ise gerçek bir söz değildir. Bu sözü söyleyen kimselerin aslında iç aleminde pırtınalar kopuyor demektir. Bunu kendisine itiraf etmese de edemese de veya farkında olmasa da bu böyledir. Çünkü insan aleminde tek düzen üzerine teşbihte hata olması otoban gibi bir şey yoktur.

İnsan iniş çıkışlarla çalkanan bir haleti vardır. Halık-ı K
ainat olan Rabbimiz Allahımızın esmalarının insanda tecelli etmesine göre insan haleti teşekkül eder. Bu hallerin toplamıyla haley ne neticede Siret teşekkül eder. “emn ü ye’sin vartasına düşmemek hikmetiyle havf u reca müvazenesinde, sabır ve şükürde bulunmak için kabz-
bast haletleri, celal ve cemal tecellisinden intibah ehline gelmesi; ehl-i hakikatça medar-ı terakki bir düstur-u meşhurdur.” [2]
rabbimizin bizde celali ve cemali olmak üzere tecellilerine göre de bizim haletimiz değişmektedir. Üzüntü, keder, daralmak, ümitsizlik.. gibi haletler bu celali isimlerin tecellileridir. Neşe, sevinç, mutluluk.. gibi hisler ise cemali esmanın tecellisidir.

İnsanın böyle çetrefilli bir hayat var. Bu hayat içerisinde öneml bir yerini ise maneviyat tutar. Maneviyatta farklı usuller, tarzlar, m
etodlar tatbik edilir. Bu tatbikatta herkes bir derece muvaffak olur. Netice de farklı islami tebliğ metodları tezahür eder. Kimi aklen, kimi kalben..

Risale-i Nurun metodu ise aklın ve kalbin imtizacı iledir. Bu sebepledir ki tasavvuf ehli ve felsefeciler Risale-i Nurun hizmet tarzını tam olarak bir statü veremezler. Çünkü akıl + kalb = Risale-i Nur Hizmet metodunu teşkil eder. Sermayesi sadece kalb veya akıl olanlar bu denklemi çözmekte zorlanırlar. “azîm mana ve büyük hakikat, kasır-ül fehm olanlarca..”[3] Risale-i Nur Külliyatı gibi bir hizmet metodunun sistematiğini çözmekte sorunlar yaşamaktalar. Lakin Risale-i Nur Külliyatı okuyucuları ve talebeleri“nazarları o dereceye çıkmayanlara ve kasır-ün nazar olanlara, derecelerine göre birer basamakta o müezzin-i a’zamı gösteriyorlar..” [4] bu vesilelik ile aklı veya kalbi bu hakikatleri derk edebiliyor. Yoksa “Akıl ona yol bulamaz.” [5] çünkü bilmediği veya bildiğini zannettiği meselelerde farklı izahlar ve ikna ilzam tarzını gösteriyor.

Risale-i Nur Külliyatını bilmeyen veya üstün körü bakanlar ise “maatteessüf kasır-un nazar muhakemesiz bir kısım avam tereddüde düşüp vesvese ediyorlar, akidelerine halel geliyor.” [6]neticesinde ise imanını tahkim edip kuvvetlendirecek eserlerden uzak kalarak kendisi zarar eder. Bir de anlaşılmaz muğlak gibi gösterip kendi eserleri satılsın isterler. Hatta “Kalbi risaleleri sevdiği ve aklı istihsan ettiği ve yüksek bulduğu halde; nefsi ise, enaniyet-i ilmiyeden gelen kıskançlık cihetinde zımnî bir adavet besler gibi, Sözler’in kıymetlerinin tenzilini arzu eder tâ ki kendi mahsulât-ı fikriyesi onlara yetişsin, onlar gibi satılsın.” [7] bu vakıa az değildir.

“Şeytanın en büyük bir desisesi: Hakaik-i imaniyenin azameti cihetinde dar kalbli ve kısa akıllı ve kasır fikirli insanları aldatır.. [8] bu sebeple Ehl-i Sünnet itikad ve amelini muhafaza ve müdafaa eden kim olursa olsun onu çürütmek yerine onu kuvvetlendirip müntesiplerini de ona teşvik lazımdır. Çünkü orasının itikaden ve amelen salabetli sağlam olması demek toplumsa olarak ehl-i sünnetin diri ve iri olmasına sebeptir. Aman onu birak bize gel bizimki cici o ise eheh gibisinden davranışlar ehl-i hamiyete yakışmayan bağnaz ve taassup taşıyan ve müstebidane davranışlar sergileyen kimselerin işidir.

Risale-i Nur Külliyatı da Türkiye’nin en zor zamanlarında Manevi Cihat sahasına atılmış ve 1750 defa amhkeme görmüş ve beraatler almış olup dünya hukuk tarihinde eşi benzeri olmayan bir hadise tahakkuk etmiştir.

Risale-i Nur Külliyatı okuyanlarına ve okudukça insanın dar olan havsalasını genişleterek “Dar nazarlı, kasır fikirli ve muhakemesiz akıllı, esbabperest insanın nazarını vahdaniyet-i İlahiyenin delillerine çevirip, güzel bir temsil üzerinde “Lâ ilahe illallahu vahdehu lâ şerike leh” der, tevhidi isbat eder.”[9] bu suretle Risale-i Nur Külliyatı metodolojisi teşekkül eder.

“Furkan-ı Mübin’in feyziyle Sözler’inin her birini herkese görmek müyesser olmayan gayet dakik ve amîk beyanat-ı hârikalarını röntgen makinesi ile temsil ediyorum. Nasıl o röntgen şuaı şu uzuvların içindeki en hafî ve ince hali görüyor, gösteriyor. Öyle de nurların hazinedarları olan Sözler dahi, hakaik-i eşyada en ufacık zerreleri bile görmek ve göstermek hâssasını haizdir.”

“Şimdiye kadar emsaline tesadüf etmediğim bu güzel ve yüksek Sözler’i birdenbire kavramak herkese müyesser olamayacağı için, afvımı rica ediyorum.” [10]

Anlaşılmıyor! gibi bir tabir ise mantıkça da aklende yanlış bir cümledir. Çünkü bir kaç kişinin anlayamaması başlangıçta normal bir şeydir. Anlaşılmıyor yerine ben anlamıyorum deyip kendi acizliğini itiraf etmek gerekir. Yoksa sen anlamdın diye anlaşılmaz, anlaşılmıyor demek akıl tutulmasından öte bir şey değildir. “bir vakit bir ayı, gayet tatlı bir üzüm asması altına girer. Üzümleri yemek ister. Koparmağa eli yetişmez. Asmaya da çıkamaz. Kendi kendine teselli vermek için kendi lisanıyla “Ekşidir” der. Gümler gider..” [11] meselesi gibi olur.

“Risale-i Nur, sair kitablara muhalif olarak başta perdeli gidiyor; gittikçe inkişaf eder. [12]

“Dünyada çok kitablar vardır ve o kitabları okumuşsunuzdur. Okuduğunuz kitabların hepsini de anladınız mı? Alâküllihal anlayamadığınız mes’eleler çoktur.” [13]

“.. herkes fehmeder. Her risalede herkesin hissesi var; fakat herkes her şeyini bilmek lâzım değildir.” [14]

“Ey ihvan! Risale-i Nur’un bütün cüzlerinde öyle bir kuvvet var ki, yalnız birini dinlemeye, okumaya veya yazmaya muvaffak olan kimse, Allah tevfik verirse, imanını kurtaracak hakikatları onda bulur. Çünki her cüz’ün diğerleri ile manen irtibatları vardır. Okuyana ve dinleyenlere sırran diyorlar ki: Bu okuduğun kitabda bizdeki hakikatların da uçları, kokuları, işaretleri var.

Dikkat edersen görürsün, çalışırsan anlarsın, cüz’-i ihtiyarını bu emre sevk edersen Allah da muvaffakıyet verir. Bulur ve bilebilirsin.” [15]

“En muannid münkirden tâ en hâlis bir mü’mine kadar herkes her Hakikattan hissesini alabilir. Çünki Hakikatlarda mevcudata, âsâra nazarı çeviriyor.” [16]

Burada ifade ettiğim ve edemediğim nice sebeplerle Risale-i Nur Külliyatına ilişmek yeni bir hadise değil. Mezkur sebepler ve kıskançlık, anlayamamak, taassub, bağnazlık, rekabet.. gibi sebeplerle tarih bize gösterdi ki “çok çocuk oyuncaklarına seyirci olup gülerek ağladık ve anladık ki: Risale-i Nur’a ve şakirdlerine ilişenler, maskara olurlar. [17]

O halde hangi meslek ü meşreb olursa olsun Risale-i Nur Külliyatına ilişmemek veya nazarlardan düşürtmeye yani kıymetsiz gibi göstermek çabası yerine akıllı olup nurlardan istifade etmeye çalışmaları daha akıllı ve mantıklı bir iş olacaktır.

“Eskiden beri lafz ve mana, üslûb ve muhteva bakımından, edibler ve şâirler, mütefekkirler ve âlimler ikiye ayrılmışlardır. Bunlardan bazıları, sadece üslûb ve ifadeye, vezin ve kafiyeye kıymet vererek, manayı ifadeye feda etmişlerdir. Ve bu hal de kendini en çok şiirde gösterir.” [18] şimdi birisi çıksa şairane kafa ile Risale-i Nur Külliyatını anlayamadığını söylese “şiirde, hayal hükmettiği için hakikata karışır, hakikatların suretini değiştirir.” [19] şairane bir kafanın Risale-i Nur’u anlaması biraz müşkildir. Çünkü zihinde hayal hükmeder. Yani tahayyül dimağa hakim olmuştur. “şu cemaat-ı İslâmiyeye hizmet dava edenlere ne olmuş ki; birbiri arkasında tehacüm vaziyetini alan hadsiz düşmanlar varken, cüz’î adavetleri unutmayıp, düşmanların hücumuna zemin hazır ediyorlar.”[20]

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL


[1] Sözler ( 68 )

[2] Kastamonu Lahikası ( 8 )

[3] Sözler ( 411 )

[4] Mektubat ( 337 )

[5] Sözler ( 245 )

[6] Lem’alar ( 85 )

[7] Mektubat ( 426 )

[8] Lem’alar ( 87 )

[9] Lem’alar ( 394 )

[10] Barla Lahikası ( 56 )

[11] Sözler ( 68 )

[12] Şualar ( 60 )

[13] Barla Lahikası ( 146 )

[14] Barla Lahikası ( 146 )

[15] Barla Lahikası ( 306 )

[16] Barla Lahikası ( 320 )

[17] Lem’alar ( 260 )

[18] Asa-yı Musa ( 269 )

[19] Barla Lahikası ( 334 )

[20] Mektubat ( 269 )

www.NurNet.Org

“t” sizin olsun “Muhammed” bizim!

Geçtiğimiz günlerde bir haber dolaştı basında. Anadolu Ajansı, basın yayın organlarında farklı biçimlerde kullanılan ve dolayısıyla uygulamada birliktelik sağlanamayan yabancı özel adların yazılışına ilişkin kurallarla ilgili Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu Başkanlığı (TDK) ile ortak çalışma gerçekleştirmiş. TDK, çalışma kapsamında bazı yabancı özel adların yazılışlarını tespit ederek, resmi bir yazıyla AA’ya göndermiş. Buna göre, Suriye Devlet Başkanının adının Beşşar Esed olarak yazılması gerektiği bildirilmiş.

Sadece Esed’in ismi mi yanlış?!

Bu haber kimlerin ilgisini çekti bilmiyorum ama benim içimdeki isyanları bir anda gün yüzüne çıkarmaya yetti. Nasıl isyankâr olmam, sadece yazımı yanlış olan Suriye Devlet Başkanının adı mıydı? Onlarca yıldır bu dinin Peygamberinin adı da yanlış yazılmakta! Kimi yerde Muhammet, kimi yerde Muhammed… Doğrusu ne? Doğrusu MUHAMMED’dir. Nasıl İngiliz George’un adı aslına uygun olarak George yazılıyorsa İslâmiyet’in Peygamberinin adı da bu kurala göre aslına uygun yazılmalıdır. Avrupaî dillere ayrı kural, Arabî ve Farisî lisanlara ayrı kurallar koymak hangi zihniyete hizmet etmektedir?

TDK başkanımız değişti biliyorsunuz. Ben yeni başkanımıza görevinde başarılar dilerken kendilerinden, Peygamberimiz (s.a.v.)’in isminin düzeltilmesini istiyorum. Muhammet yazmakta ısrar edenlere de diyorum ki Muhammet sizin olsun, verin bize Muhammed’i… Sadece Peygamberimiz’in isminin yazımı mı yanlış? Değil tabii ki… Padişahlarımızın isimleri de bu yanlış yazımdan (!) nasibini almakta ve yanlış yazılmakta… Osmanlıca tarih kitaplarında I. Mehmed yazılıdır, Mehmet değil. Ahmed yazılıdır, Ahmet değil… Mahmud’dur Sultan Mahmud’un ismi, Mahmut değil… Abdülhamid, Vahdeddin’dir asılları. Abdülhamit değil. Vahdettin hiç değil…

Vahdettin derken “madde dışı varlığın tekliği”ni mi kastediyoruz?

Muhterem okurlarımız, TDK’nın sitesine hiç girdiniz mi? Tavsiye ederim, girin bir dolaşın sitede… “Kişi Adları Sözlüğü” başlığı altında bir sözlük hizmete sunulmuş. İyi güzel bir uygulama da isimlerin anlamlarına bir bakınca insan, dehşete düşüyor. Nasıl mı?

Vahdeddin yok, boşuna aramayın. Vahdettin isminin anlamı ise: “Vahdettin: Dinin tekliği, birliği” olarak anlamlandırılmış. Bakalım bu kelimeye müsaadenizle: Vahded, Vahid kelimesinden gelmektedir ve anlamı “yalnız, tek”  demek. Din; din yani bizim dinimiz İslâmiyet kastedilmektedir burada. İsmin anlamı buna göre, “Vahdeddin veya Vahideddin: Dinin tekliği, birliği” demektir. Peki, Vahdettin ismini inceleyelim bu defa:

Vahdet: Birlik, teklik…

Tin, Arapça’da, incir demek. Başka, balçık demek. Başka başka; Mektup gibi şeyleri mühürlemek demek. Bunlarda din manasını siz görüyor musunuz muhterem okurlarımız?

Peki, Türkçe sözlüğü açıp bakalım acaba “Tin” kelimesinin manası Türkçe’de ne? “Tin: Bir takım fizik ötesi kurucularının, gerçeği ve evreni açıklamak için her şeyin özü, temeli veya yapıcısı olarak benimsedikleri madde dışı varlık.”

Neymiş efendim, madde dışı varlık. Anlamı? Vahdettin bu durumda madde dışı varlığın tekliği mi oluyor? Ne buyurdunuz?

Cemaleddin kelimesi de hakeza… TDK sitesi “Kişi Adları Sözlüğü”nde: “Cemalettin: Dinin güzelliği” manasıyla açıklanmış. Peki din nerede bu kelimede? Din nerede tin nerede?

Tin’in güzelliği demek bu. Tin’in anlamını zaten verdik.

Kısacası, Efendim verin bizim Vahdeddin’imizi, Cemaleddin’imizi; Cemalettin, Vahdettin sizin olsun.

Hamt: Tanrı’ya şükretme

Peki, Muhammet ne demek? Hamd kökünden gelmekte bu kelime ama Türkçemizi Öztürkçe yapma uğruna hamd kelimesi de Nasreddin Hoca’nın kuşuna döndü. Hamd yok, hamt var. “Hamt: Tanrı’ya şükretme” demek. Durun bir dakika, bu şimdiki ve 1988 yılındaki TDK sözlüğündeki anlamı. Peki, Hamt kelimesinin 1969 yılı tarihli baskısındaki anlamı nasıl ona da bir göz atalım: “Hamt: Tanrı’ya övgü sunma.” O zaman övgü kelimesine gidelim.

1969 tarihli TDK sözlüğü: “Övgü: Övmek için söylenen söz ya da yazılan yazı, methiye.” Bir de şükür kelimesine bakalım aynı sözlükte: “Şükür: Tanrı’ya övgü.”

Şu anki TDK sitesindeki Güncel Türkçe Sözlük köşesinde ve 1988 yılı TDK Türkçe Sözlükteki anlamına bakalım şimdi de: “Hamt: Tanrı’ya şükretme.”

Şükretme denilince bu defa da şükretme kelimesine bir göz atalım, bu kelimenin anlamı da 1969 yılında TDK Türkçe Sözlük’teki gibi mi anlamlandırılmış: “Şükretmek: Tanrı’ya minnet duygusunu sunmak, şükreylemek.”

“Şükür: Tanrı’ya duyulan minneti dile getirme.”

Freud’u “d”li yazmakta ısrar ediyoruz, aynı özeni neden diğer isimlere göstermiyoruz?

Şimdi bu kelimeler de modaya uymuş gibi. Dokuz-on yılda bu kelimeler elbise değiştirir gibi mana değiştirmiş. TDK’nın bazı profesörleri bizim kelimelerimize yeni yeni kıyafetler ölçüp biçmekte, hatta giydirmekteler sanırım. Meslekleri terzilik olmasa da… İşte Hamt kelimesi ve yıllara göre değişen manaları. Muhammed ismi Hamd kelimesinden gelmektedir. “Hamt” diye bir kelime yoktur, uydurulan veya “d”si alınan “Hamt” haricinde…

“Muhammed: Pek çok kere, tekrar tekrar övülmüş, medhedilmiş “ anlamındadır. TDK bu isme bir de “Hz. Muhammed’in adlarından biri” diye karşılık vermiş. Şimdi soruyorum, Hz. Muhammed’in adlarından biri de Muhammet mi diye. Sitede hem “Muhammed’in” derken “Muhammed” yazmakta hem de “adlarından biri” denmekte. Ben nadanım bu konuda sayın hocalarım Peygamberimiz (s.a.v.)’in Muhammed ve Muhammet diye iki ayrı ismi mi var?

Ahmed ve Mehmed, Mahmud isimleri de aynı kumaştan biçilmiş elbiselerden giydiklerinden Mehmet,  Ahmet ve Mahmut olmuşlar. “D”ler kumaş yetersizliğinden “T”ye kesilivermiş.

İsmet Özel‘in kulakları çınlasın, nasıl da diyordu hani:

geçti boynuma kemend
d harfine bak dedim
nasıl da soylu duruyor sonunda kelimenin
harfe bak, harfe dokun, harfin içinde eri
harf ol harfle birlikte kıyam et
.”  (İsmet Özel, Of Not Being a Jew)

“D” harfi ile başımız dertte. “D” harfi ile başınız dertte…  Ama bu “D” dinî isimlerdeyse. Bu “D” Arapça ve Farsça isimlerdeyse sorun olmakta yoksa diğer dillerdeki isimlerde problemsiz, anlaşıp gidiyorlar. Mesela “Freud” ismi. İsim Freud’un olunca “D” rahatlıkla yazılıyor “T”ye değişmeden… Ama o Freud!?

Fatma Toksoy / Dünya Bizim