Etiket arşivi: İspat

İslâmî B/ilim – Bilimsel Bilim Karşılaştırmaları-2

Bilimsel Bilim’e Suç Duyurusu ve İslâmî (B)İlim’e Geçme Talebi

Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (R.Â.) “Medresetüz Zehra” Projesinin Ders Müfredatı kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî (B)İlim’e niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim (Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Gelelim “delil” ile “ispat” arasındaki münasebete. İspat ameliyesinde “delil”in fonksiyon ve işlevi nedir?, Deliller sadece aklî midir?, Delil ve ispat çeşitleri nelerdir?…

Aklın ve akla getirilen delil – ispat, bürhan ve hüccetler; İman Kalesi’nin üzerine konan şüphe sinekleri, kuşku kirleri, vehim tozları ve zan paslarını silmek ve temizlemek içindir. Yani delil’in işlevi “menfî”dir, müsbet değil; yani mevcut imanımıza taş eklemez, sadece mevcut taşları tamir ve muhafaza eder.

Yani “delil ve hüccet”, İman Kalesi’ni ayakta tutan binanın kolon – kiriş ve temel gibi taşıyıcı elemanlarından değildir. Demek delil – ispat; İman Kalesi’ni çatlak ve yıkılmasına ve kirlenmesine sebep olan zararlı şeylerden koruyan bir “bekçi” konumundadır.

Yani “akıl (akletme / düşünme)” dediğimiz şey; kendisine gelen veri ve haber ve bunların delil – açıklamalarını işleyip, kâlp/b veya şuur veya ene’nin onay ve reddine sunarak; mevcut iman’ın eskime ve zayıflama ve ölümüne engel olmaya çalışır.

Halbuki “iman”ın yaşayıp, ayakta durması ve kuvvetlenip, büyümesi için, “aklî deliller”den çok daha fazla şeye ihtiyacı vardır! Yani İman Kalesi’ni tek başına entelektüel zekâya hitap eden aklî deliller taşıyamaz; yoksa o bina en hafif “vehim zelzeleleri”yle bile yıkılmaya müsait, gevşek bir zemin ve temel üzerine kurulmuş demektir! “İman” (insanın enfüs ve afakını aydınlatan ve insanın davranışlarını kalibre edip, amele sevkeden ve herşeyle yakınlık ve kardeşlik ve ünsiyet kurmasına sebep olan) öyle bir nurdur ki; onun taşıyıcı ana elemanları aklî ve naklî delillerden çok daha kuvvetli ve farklı ve fazla sayı ve çeşittedir.

Kalbî Deliller, Aklî Deliller, Vicdanî Deliller, Vehmî Deliller, Hissî Deliller, Enfüsî ve Afakî Deliller gibi; insanın maddî ve manevî her kuvve ve duyu, his ve letaif, mide ve gözü için delil ve ispat, karine ve işaret çeşitleri farklıdır. Göz Midesi’nin rızkı ve gıdası, delil ve ispatı, elemi ve hazzı, hidayet ve dalâleti farklıdır; aklın ayrı, kalbin ayrı, vicdan’ın ayrı, sır’rın ayrı; kulak’ın farklı, dili’n farklı, elin farklı ve hiçbirisi birbirinkini anlamaz ve varlıklarını hissetmez; hatta gıda ve delil olarak bile kabul etmez!…

“Deney, gözlem, ölçmeyle” keşfedilecek “varlık” ve bunlar hakkında üretilecek “bilgi” çeşidi vardır. Peki bunun dışında olan (yani epistemolojik veya ontolojik veya teknolojik, yani beşerî sınırlarımızdan dolayı hiçbir zaman keşfedemeyeceğimiz) “varlık ve bilgiler” için (en azından bunların red veya kabulü, yanlışlama veya doğrulaması veya mümkün olup olmadığı için bile olsa) hangi yöntem(ler)i kullanabiliriz? Bunun anahtar ve yöntem ve cevapları, Risale–i Nur’da!

Burada “hakikât”i arama, keşif ve tespitinden önce cevaplanması gereken öncelikli soru bence şu: Ali’yi tanımayan ve hayatında Ali’yi hiç görmemiş birisi Ali’yi ararken, kalabalık içinde karşı karşıya gelse, hatta omzu çarpsa bile Ali’yi farkedememesi gibi; “hakikât”in ne olduğunu bilmeyen birisi, “hakikât”i aramak için çıktığı yolda bulduğu veya omzuna çarpan, önüne düşen şeyin “hakikât” olup olmadığını nasıl anlayıp, karar verecek!?

Şöyle: Hayatında hiç “limon” görmemiş ve ismini bile duymamış ve tatmamış birisi, limonu gördüğünde “rengi olduğu ve bunun da sarı” olduğunu görür ve tadarak limonun “bir tadı olduğu” ve “tadının da ekşi” olduğunu hisseder. Bu örnekteki gibi; o kişinin hayatında hiç “limon”un varlık ve özelliklerini, hatta ismini bile duymamış ve görmemiş olması; limonla karşılaştığında, limonu tanıyıp – tanışmasına mâni değil başlangıçtaki bu cehaleti.

İşte başlangıçta “hakikât”i bilmeyen ve tanımayan insanın durumu da bu limon örneğindeki gibidir. “Ateşin yaktığı, suyun boğduğu” gibi hakikâtleri yaşayarak öğrenir insan. Yani hakikât veya hakikâtin yansıması o insanın fıtratında kodlu, yaratılışında başlangıçta nefsinde tanımlıdır. “Ta’lim–i Esma” konusu biraz da buna bakıyor.

Peki “bâtıl”ı hak zannedip, bilip; hakikât diye yapışanların durumunu nasıl izah edeceğiz? Şöyle: İnsan bâtıl’ın “bâtıl” tarafına yapışmıyor zaten, o bâtıldaki “hak” kısma bakarak ve cazibesine kapılarak; o kapıdan bâtıl mesleğe girip, o porttan bağlanıyor ve taraftar oluyor bâtıl’a. “Mutlak Hak(ikât)” olduğu için “Mutlak Bâtıl”ın olması zaten imkânsız! Yani tüm bâtıllar, hak’la karışık olup; ancak bu hak’la bağlantısı yoluyla nefes alıp, ayakta durabiliyor ve taraftar bulabiliyor.

(Haşa!) “Allah yok” diyen bir insan bile hakikî anlamda Cenabı Hak’kı red ve inkâr etmiş olmuyor; kendisinin tanımladığı veya batıl din – felsefelerin tanımlayıp, anlattığı veya oradan buradan yalan – yanlış duyduğu; yani aslında hiç olmamış, vehmî bir Tanrıyı reddediyor! Çünkü ve zaten Rabbimiz’i hiç tanımamış ve doğru anlatan olmamış ki O’nu red ve inkâr edebilsin!

Bu açıdan ateistin kabul etmeyip, inkâr ve reddettiği zihnindeki o sahte Tanrıyı biz de reddediyoruz ve “evet senin dediğin gibi bir Tanrı gerçekten yok, bu konuda müslüman olarak biz de sizinle aynı fikirdeyiz” diyoruz.

Burada konuyu değiştiriyoruz, münasebetini daha sonra kurarız. “Kuvvet” nedir? Rabbimiz’in ezelî ve ebedî “kudret”inin eşyada tecelli ve tezahürü olan “kuvvet” nedir? Biz “kuvvet ve enerji”yi göremeyiz. Böyle birşeyin varolduğu ve özelliklerini, eşya üzerindeki te’sir ve etkilerinden farkedebiliriz. Eşyada “şiddetli ışık, ses, patlama, parçala(n)ma” gibi tezahür ve etki, eser ve sonuçlarını görebiliriz. (Burada “bilmek ve inanmak”, “delil ve ispat” konularını hatırlamakta yarar var.) Yani “kuvvet” denilen şey; mecazî değil kelimenin tam anlamıyla “soyut ve manevî” bir varlık ve etkidir!

Hatta “kuvvet’ denilen şey (eğer varsa); enerji ve maddeyi zorlayıcı yaptırım sahibi başlıbaşına bir varlık ve etki mi; yoksa eşyanın uyduğu kural / programlardan biz mi “bir kuvvet ve enerji var” zannına kapılıyoruz!?” gibi bir soru ve haklı bir şüphemiz de var ve saklı tutuyoruz!

Mes’elâ; bir bilgisayar simülâsyon / oyun / programında, “havaya atılan taş, devamlı yukarıdan aşağı düşsün” diye bir program / kural / kod / algoritma yazmış olsak; burada taşın düşmesinin sebebi; o bilgisayardaki taşın “kütlesi” ve bilgisayardaki yerin “çekim kuvveti” mi!? Hayır, o oyunda böyle bir “çekim” ve “kuvvet”i yok, taşın da “kütlesi” yok! Yani taşın düşmesinin tek ve yegâne ve asıl sebebi: Bilgisayarda yazdığımız o “program / kod / komut / emir / kanun;” yani bizim istek ve irademiz ve böyle bir tercihte bulunmamız.

Bunun gibi; reel evrenimizde de taş, herhangi bir “kuvvet / enerji” sebebiyle değil de; Rabbimiz’in yazdığı ve uyguladığı bir program ve kural, kanun ve irade, iş ve emir sebebiyle hep yere düşüyor olamaz mı!? Yani biz bu program ve irade, emir ve komut gibi soyut ve manevî yaptırım ve emirleri göremediğimizden; “yerin ve kütlelerin itme – çekme kuvveti var; taşlar bu sebeple yere düşüyor, gezegenler bu sebepten düşmüyor” gibi yanlış bir akıl yürütme ve delil – ispat, neticelendirme üretmiş olamaz mıyız!? Yani yaptığımız bu gözlemleri, yanlış bir neden – sonuç ilişki ve etkileşimi olduğu inancına oturtarak; yanlış yorumlamış ve açıklamış olamaz mıyız!?

Reel Evren’imizi Sanal Bilgisayar Evreni’ne kıyaslama ve benzetmenin, yanlış ve abartılı bir benzetme olduğu düşünülebilir. Ama gerçek evrenimizde de, yapısal olarak ve hammaddeleri de aynı olan atomların, (sadece proton – elektron ağırlık / sayı ve uzayda dizilişleri farklı 100 küsur element / atomun;) bir bilgisayar komutu gibi çalışarak, değişik varyasyonlarla biraraya gelerek; Makro Evren Monitörü’nde kendilerinden farklı ve ayrı, hatta zıt özellik ve mahiyette varlıklar ortaya çıkmasına bakarsak; “Gerçek Evren – Sanal Evren” benzetme ve kıyasının abartılı olduğunu düşünmüyoruz; yanlış olduğunu ise hiç düşünmüyoruz!

Önceki haftalarda; yanıcı ve yakıcı ve patlayıcı ve doğada normâlde gaz hâlinde bulunan oksijen ve hidrojenin, Mikro’da biraraya gelerek, Makro Evren Monitörü’nde kendilerinden ayrı ve farklı, hatta zıt özelliklerde (yani sıvı ve soğuk ve söndürücü ve harareti giderici) “su” meydana getirmesi gibi “bileşik”ler, buna örnek olarak verilmişti. Bütün’ün, parçası’na indirgenememesi nedeniyle; aralarındaki ilişki ve sonucun mantıksal tabana oturmaması ve su’yun inşa ve yapıtaşı nedeni ile varlık nedeni ayrımının yapılması gereği konularını önceki haftalarda yazmıştık.

Hatta mevcut evrenimizde; gayet yanlış ve eksik bir ifadeyle “fizik – kimya kanunları, tabiât yasaları” dediğimiz bu “İlâhî Kural / Kanun, yani Emirler”in; bilgisayar komut ve programlarından fazla bir farkları yok. “Kütle” gibi madde’nin bazı özellikleri dahi (görünmeyen anlamında) maddî ve fiziksel özellik ve somut nesneler değil…

Sonuç: Demek sadece “madde”yi konusu olarak kabul edip, maddî varlık ve süreçleri açıklamak için “manevî ve soyut varlıkları” ve “bunların işlev ve rollerini” kabul etmeyen, hatta reddeden Bilim’in Bilimsellik Felsefesi; bu ateist ve materyalist inancının sonucu olarak herşeyi madde’ye irca ve indirgemeye çalışmaktan vazgeçmesi gerekli ve zorunlu…

Elhasıl biz “kuvvet”i ve kainatta uyduğu “kanunlar”ın varlığını; Rabbimiz’in “ilim – irade – kudreti”ni beraber tazammun eden “kün” emrinin eşyanın alıcı ve verici mahiyetinde olan “melekûtî yön / vechesi”nin imtisaliyle; eşyanın maddî ve fiziksel, yani “mülk” boyutunun da ister istemez o “melekûtî” boyutunun emrine uymasını gözleyerek biliyor ve anlıyoruz.

buz dagiÖrneğin: Suya “don” emrini “soğuk”un lisanıyla emrediyor ve vahyediyor Rabbimiz. Kâinatta geçerli carî “kanunlar”; itibarî ve vehmî ve zihnî olup, haricî vücud / mevcudiyetleri yoktur; dolayısıyle “kuvvet ve enerjileri” de yoktur. O hâlde bu “kanunlar”ın; madde’yi belli hareketlere zorlayan ve belli yönlere sevkeden, madde’nin özellik ve mahiyetini belirleyen “sebep ve etken” olarak kabul edilmeleri mantıksal olarak yanlış ve saçmadır!

O itibarî kanunlara had ve sınır çizen; yani mevcut kuvvetlerin o kanunlara uymasını sağlayan ve eşyayı da o kuvvetlere uymaya zorlayan; kuvvetlerin hamele ve taşıyıcı ve iletici, alıcı – vericileri; hatta bazen o kuvvetlerin bizzat kendileri “melekler”dir. Yani Arş’tan ferşe, semâdan arza; eşyaya uymaya zorunlu oldukları emir ve vahiylerin tebliğ ve nakli de “melekler” vasıtasıyla olmaktadır. Yani kâinattaki kuvvet ve enerjileri, belli kaide / kanun / program / demiryollarına uymaya sevkeden ve zorlayan ve o kuvvetlerin taşıyıcı ve hamele, nazır ve ileticileri ve bazen de bizzat kendileri; meleklerdir! Zaten “melek” kelimesinin etimolojik kökeni de; onların bu nezaret ve görevlerine imâ ve işaret, bu rollerini ihsas ediyor.

Peki kâinattaki her nevi “kuvvet ve enerji”nin kaynağı nedir; “madde” midir? Hayır. Rabbimiz’in “kudreti”nin eşyada tezahür ve tecellisine “kuvvet” diyoruz biz.

“Kanun” ve “melekler”den konu açılmışken; o “kanun” ve “melekler”in kardeşi olan ve “emir, kanun, irade” cinsinden olan “ruh”tan bahsetmemek olmaz. Kâinatta hareket ve bir nev’i canlılık ve şuur’u sağlayan “melekler” gibi; ruh’ta aynı görevi bedenimizin hareket ve canlılık ve şuur’unu sağlayarak yapıyor. Cansız yaprağın veya atomun hareket etmesi ve zikri; “rüzgâr” gibi, “melekler” gibi dışarıdan bir etkiyle sağlanması gibi biyolojik bedenimizin hareket etme ve canlılığı da (ama bu sefer içeriden) ruh’la sağlanıyor. (Ayrıca “vahiy” kelimesinin etimolojisinin de “hayat” ve “ruh”la bağlantılı olduğunu not edelim.)

Âyette geçen ifadesiyle; ruh’un “Rabbimiz’in emir’lerinden” olması; yani ruh’umuzun “irade, emir, kanun, program, kuvvet” cinsinden olması; sanki ruh’un bir bilgisayar komut ve programı gibi (harddiskteki programların diskin ağırlık ve hacim ve kütlesini arttırmadan, diskte çalışması gibi; yani bilgisayardaki yazılımın yer kaplamayan, bir nevi zamansız ve mekânsız olması gibi;) ruh’ta fiziksel bedenimizde yer kaplamayarak (yani o da bir nevi zamansız ve mekânsız) sanki vücudumuzun canlılık ve hayatîyetini ve şuurunu sağlayan bir nevi program ve ana işletim sistemine benzemekte. Âyette ruh’a “emir” denmesi; bende bilgisayar komut ve programlarını benzediği işareti oluşturuyor.

Bu arada ruh’un etimolojik olarak “rüzgâr”la aynı kökten geldiğini de not edelim. İnsana ruh üflenerek canlanması, İsa Âleyhisselâm’ın çamurdan yaptığı kuşlara üfleyerek kuşların canlanması mu’cizelerini de buna ekleyelim. Ayrıca “konuşma” ve “kelâm etme”nin de bir nevi üfleme cinsinden olduğunu da unutmamak gerek.

Biz konuşmamızla muhatabımıza emir ve komut vermemiz veya etki edip, birşeylere ikna etmeye çalışmamız veya sözlerimizin te’siriyle düşünce ve duygu ve davranışlarında değişiklik meydana getirmeye çalışmamız; yani irademizle muhatabımızın iradesinde değişiklik meydana getirmek için; muhatabımıza doğru yönelerek, ona doğru konuşmak; konuşarak havada belli dalgalanma ve ihtizazlar meydana getirmemiz, hep bir nevi “emir, irade, üfleme”ye girer.

Rabbimiz’n “kün, kûl” gibi emirleri de bir çeşit konuşma / kelâm ile gerçekleşmekte olup; bu emir ve iradenin sonucu olarak “havada, atomda, esirde, eşyada” hareket ve ihtizaz ve dalgalanmalar meydana gelmektedir. Televizyonumuzun kumandasının tuşlarına basarak (elektromagnetik dalgalar, wifi, bluetooth, infrared vs.) cansız televizyona bir takım emirler vermemiz ve yaptırmamız da; “ruh, irade, emir, komut, konuşma, rüzgâr, elektomagnetik rüzgâr, dalgalanma, melekler, kanun, ilim – irade – kudret, kuvvet, enerji, madde, canlılık, hareket, zikir” gibi konular bağlamında ele alınabilir…

Tekrar konuyu değiştiriyoruz, birbirleriyle ilgisiz ve kopuk görünen bu konuları sonradan bir üst kümede bağlayabiliriz. Hz. Âdem (Â.S.)’ın zelle / hatası affedildi ama davranışının sonucu ve fıtratında yaptığı tahribat veya değişiklik aynı kaldı ve ihrac edildiği konum ve makama tekrar idhal ve iade edilmedi. Eski hâline iade için dünyada çalışması istendi. Buradan çıkan sonuçlardan biri: Yani Rabbimiz biz insanların hata – günahlarını (pişman olup, tevbe – istiğfar edersek) affedip, amel defterinden silebiliyor ve siliyor ama bu günahın fıtrat ve kaderimizde yaptığı değişikliğin tamir ve bakımı için ayrıca çalışmamız gerekiyor! Demek iyi – kötü her amel ve davranışımızın dünyada da mükâfat veya cezası var!

Demek ki her türlü amel ve davranış, sevap ve günahların tek karşılığı sadece kabir ve ahirette değil; dünyada da sonuç ve karşılıkları var. Hatta en basit görünen davranış ve amellerimizin bile; gelecek neslimiz ve şu ân içinde yaşadığımız topluma da yansıyan sonuç ve karşılık, yankı ve etki, yansıma ve izdüşümleri var!

Tamam kimse kimsenin günahını yüklenmiyor ama “maddî özellik, kusur ve zaafların” DNA’yla gelecek nesillere aktarılması gibi; “manevî özellik ve fazlalık – eksiklikler” de aktarılıyor. Yani imtihan sorularımız ve avantaj – dezavantajlarımız, imkân ve risklerimiz; geldiğimiz nesille ve içine doğduğumuz toplumla belirleniyor. Cinsiyet, milliyet, maddî–manevî artı ve eksiler, zenginlik, göz rengi, zekâ gibi.

İrademiz dışı geldiğimiz soy ve içine doğduğumuz aile ve toplumla belirlenen bu imkân – risk ve sorularda; bizim irade alanımız içerisinde olan, sadece vereceğimiz cevaplar, verdiğimiz tepkiler! Yani göreceğimiz müfredat ve dersler ve imtihan sorularını biz seçmiyoruz ama vereceğimiz yanıtlar; doğru veya yanlış cevap vermek irade alanımız içerisinde.

Gene başka ama ilgili bir konu: Rabbimiz’in bize irade ve ihtiyar vermesinin en büyük hikmetlerinden biri, bence: O irademizi gene kendi irademizle O’na teslim ve iade etmektir! Burada, O’nun emir – yasaklarına uymaktan daha üst bir aşamayı kastediyorum.

Böyle bir insan anlar ki: O’nun cebir ve emir ve zorlamaları, kendi tercih ve istek ve hürriyetimizden çok daha hayırlı ve faydalıdır! Yoksa iş bize kalsa, ne isteyeceğimizi bile bilemezdik! Hatta başlangıçta, yani Daire–i İlim’de olduğumuz zamanlarda; yaratılmayı bile isteyemezdik! Çünkü ilim dışında vücud giyip, mevcud olmamıştıkki!

Bu âlemde böyle bir soruya faraza cevap verebilsek bile; doğru cevap vereceğimiz şüpheli; çünkü “vücud giyinip, mevcud olmak ve dünyaya hem de insan olarak gönderilmek ister misin?” sorusuna yanlış bile olsa bir cevap verebilmek için; “haricî vücud giyinip, mevcud olmak ve dünyanın nasıl bir yer olduğu ve insan olmanın nasıl birşey olduğu ve bütün bunların getirdiği imkân ve risk, zorunluluk ve sorumluluklar” gibi konularda bir bilgi, en azından bir tahmin ve fikrimiz olmalı ki kendimiz için en doğru cevabı verebilelim.

Yeri gelmişken, bu konuyla bağlantılı olarak: Rabbimiz sonsuz bir dünyada sonsuz yaşasak ve her çeşit sonsuz sınavlardan geçsek; hangi cevapları vereceğimizi, hangi davranışlarda bulunacağımızı, hangi sınavlardan geçer veya kalır not alacağımızı; yani olasılık ve ihtimâlleri “olmuş kesinliğinde” biliyor, bu bilgi ilminde saklı. Emin değilim ama, belki Rabbimiz bize, bu dünya ve ahirette; bizim sonsuzda olan bu “Potansiyel Davranış Motifi” ve “Amel Terkibimiz”e, Sonsuz’da oluşan bu “Girişim Deseni”mize göre muâmele ediyor ve edecek ve buna göre Cennet veya Cehennem ve derecelerine yerleştirilecek olabiliriz!

Yani Sonsuz İlm–i İlâhî’deki, “Sonsuz Ayhan Davranışları”nın terkip ve karşılık ve sonucu olarak, ahirette ve dünyada en münasip karşılıkları alıyor ve alacak olabiliriz! Dünyada başımıza gelenler ve kabir ve ahirette alacağımız ceza ve mükâfatlar, sadece bu dünyadaki 50 – 60 senede yaptığımız sınırlı davranışların karşılık ve sonucu olmayabilir. Sonsuz İlm–i İlâhî’deki, Sonsuz Ayhanlar’ın, Sonsuz Adl–i İlâhî’de yaptığı etki veya sonuca göre; bize dünyada ve ahirette karşılık verilip, muâmele ediliyor / edilecek olabilir. Hem belki, öbür âlemde ebedî yaşayacak olmamızın ve alacağımız ceza ve mükâfatın da ebedî olmasının bir sırrı hikmeti de belki budur!

Zaten zaman ve mekândan münezzeh, ezelî ve ebedî olan Rabbimiz’in mahlûkatına nazar ve muâmelesi; bizim “dünya”da ve “şimdiki zaman–mekân”la sınırlı ve sonlu mevcudiyet ve davranışımıza bakarak olması mümkün değil! Biz bile geçmişten beri tanıdıklarımıza o geçmişte yaşadıklarımızı hafızada tutarak davranıyoruz; o tanıdığımıza davranış ve tutum ve hislerimizi, şu ândaki sohbetimizdeki davranışlarıyla belirlemiyoruz yani.

Bu ihtimâlin doğru olması tahminimiz eğer doğruysa; buradan “Kader ve Kaza, Hayır ve Şer” gibi konulara bir açılım çıkabilir. Hatta “Kötülük / Teodise (Şer) Problemi”ne de belki bir çözüm ve açıklama çıkabilir. Mes’elâ ma’sum bir bebeğin gördüğü fecî zulüm; o bebeğin (eğer ölmeyip) Sonsuz Yaşasaydı ve Sonsuz Çeşitte İmtihanlar’dan geçseydi çıkan sonuca göre; Rabbimiz’in Adalet ve Hikmet ve Rahmetiyle o bebeğe “şimdi”de uygun gördüğü en hayırlı “karşılık” veya “ceza” ve belki o bebek ölmeyip, yaşasaydı; küfre girip, Cehennem’e gitmesine engel olan bir “mükâfat” bile olabilir!

Kameramızla dünyanın şimdisi’nde yakın çekimde yaptığımız bir filmde; bir adamın koşarak olanca gücüyle başka bir adamı itip, önündeki çukura attığını gördüğümüz sahnede, zulüm ve şer olarak algıladığımız bu olay; kameranın açısını genişletip, sahnenin devamını izlediğimizde; o kişinin o kişiyi olanca gücüyle çukura itmekle, halbuki o insanı yukarıdan aşağıya düşen bir piyanodan veya çarpmakta olan bir otomobilden kurtarmaya çalıştığını göreceğiz. Elhasıl sonsuzda nasıl bir iz bıraktığımızı bilmiyoruz.

Burada anlattıklarımıza hem bir delil ve hem de bir örnek olarak; “Hızır Âleyhisselâm’ın ma’sum bebeği öldürme hâdisesi”ni verebiliriz. Bu hâdise; “gelecekte olacak bir hâdisenin, geçmişe etki ederek, olmasının önüne geçilmesi” olarakta okunabilir veya “Rabbimiz’in ilminde bulunup ama dünyada bilfiil gerçekleşmemiş bir davranışın, karşılığının verilmesi” olarakta okunabilir… (Doğrusunu Rabbimiz bilir.)

“İslâmî B/ilim – Bilimsel Bilim Karşılaştırmaları”nın üçüncü ve son kısmına haftaya devam edelim inşâallah.

Ayhan Küflüoğlu / 29.Ocak.2016

İslâmî B/ilim – Bilimsel Bilim Karşılaştırmaları-1

Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (R.Â.) “Medresetüz Zehra” Projesinin Ders Müfredatı kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî (B)İlim’e niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim (Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

 

Birkaç hafta sürecek bu çalışmamızda Bilim’in en temel yöntem ve ayırtedici tanım ve ta’rifini ifade eden “Bilimsel(lik) İnancı”nın yapısını anlatmaya çalışacağız. Böylelikle “akıl mı – inanç ve iman mı, bilim mi – din mi, bilgi mi – inanç mı öncelikli ve asıl?” gibi soruların da yanlış ve eksiklik ve mantıksızlığı görülebilir. Başka vesilelerle önceki haftalarda dediğimiz gibi: Yanlış sorunun, doğru cevabı olmaz; bu sebepten önce bu yanlış soruları düzeltmek gerekiyor.

 

Konuya bu açıdan bakarsak, öncelikli olarak sorulması gereken doğru soru şu: “Bizi Bilim mi geri bıraktı!?, Zihinsel olarak (hatta alet ve teknoloji olarak) Cahiliyet Asrına gerileyişimizin ana sebebi: Pranga gibi zihnimize vurulan Bilim’in; seküler (yani ateist ve materyalist, determinist ve natüralist) Bilimsel Yöntemi ve Bilimsellik Felsefesi mi!?”

 

Bu sorunun kısa cevabı: Evet. Uzun cevabı aşağıda.

 

Önceki haftalarda bilgi” (ilim – veri – data – info – information – knowledge) ve bilim”in (science) aynı şeyler olmadığını; dolayısıyle birbirine karıştırılan bu iki kavramın ayrılması, sanki eşanlamlılarmış gibi birbirleri yerine kullanılmaması gerektiğinden bahsetmiştik.

 

Konunun devamında; objektif ve tarafsız, olgusal ve nesnel, inanç ve değer’den bağımsız; yani nötr “bilgi (ilim)” ve nötr “bilim (science)” olamayacağını; bunun en başta mantık ve dil açısından mümkün olmadığını belirtmiş ve birşeyi gözler ve gözlem sonuçlarımızı ifade ederken ya “Rabbi var(mış) ve fâili O(ymuş)” veya “yok(muş)” gibi Araştırma Yöntemi ve İfade Biçimi seçebileceğimizi; bunun ortası veya dışarıdan bakılacak eşit mes’âfeli başka bir orta ve dış noktası yok demiştik.

 

Bir bilgi’nin Bilimsel Yöntemle elde edilip; yani “bilimsel olup olmaması” ayrı şey, “doğru olup olmaması” ayrı şeydir; çünkü “bilim”, “bilgi”ye eşit değildir; olsa olsa ve sadece, kâinattaki mevcut bilgi’nin 5 duyuya daraltılmış ve saptırılmış bir hâlidir “Bilim.”

 

Bilimsel(lik) Felsefe ve Yöntem ve Kriterlerine göre çalışan Bilim; evreni araştırma ve içindeki bilgi’yi keşfetmenin sığ ve dar, eksik ve yanlış bir türü olabilir ancak. Yani evrendeki mevcut “bilgi”nin, “bilimsellik prizma ve filtresi”nden geçmiş hâline “bilim” diyoruz biz.

 

Halbuki çoğumuz, varlık ve mahlûkatın vücud ve mevcudiyetinden bile çok daha önceye dayanan (daha doğrusu ezelî ve ebedî olan) “bilgi / ilim (veri – data – information – knowledge)” ile 1800’lü yıllarda sistemleşip, yöntem ve tanımları şekillenmeye başlayan “bilim (science)”ın aynı şeyler olduğunu; birbirinin müteradifi olduğunu zannediyoruz!

 

Mes’elâ “suyun belli şartlarda hep aynı derecede kaynamaya başlaması” bir bilgi’dir, ölçüm bilgisi’dir; fakat “bilim” değildir. Bu gözlem / ölçüm / ham data / veri; “Bilim”in “Bilimsellik” filtresinden geçip, diğer verilerle harmanlanıp, işlenerek “bilim / bilimsel bilim”e; uygulamada ise “teknoloji”ye dönüşüyor.

 

Evren ve içindeki bilginin Bilimsel Yöntem ve Bilimsellik Kriterleri’ne göre gözlem – ölçüm ve yorumlanması sonucu elde edilmiş “filtreli bilgi”ye; yani bilgi’nin “bilimsellik” prizma ve yorumundan geçerek, ateizm ve materyalizm’e kırılmış hâline “bilim” diyoruz biz! Bu tanımıyla “bilim” ve “bilgi” farklı olup; bu açıdan “bilim”; evrendeki bilgi’nin dar ve eksik, yanlış ve saptırılmış bir türü olabilir ancak.

 

Bu açıdan “Bilimsellik” denilen şey; “ateizm ve materyalizm’e meşruiyet ve onay oluşturma; bu inancın delil – ispatını keşfedip, üretmeye çalışma ve bu inanç ve önvarsayım doğru ve gözlenebiliyormuş gibi” yayın ve ifadelerde bulunmanın aldatıcı ve gizli bir yöntemi olmaktadır! Bu tanımıyla “bilimsellik”; kâinat ve içindeki eşya ve biz insanların, Rabbimizle aramızdaki bağlantı ve münasebetleri, zihin ve hayâl ve vehimde karartıp, örtme veya kopartıp, kesmenin adı olmaktadır!

 

Elhasıl evrenin gözlem, deney ve ölçümü sonucu elde edilen ham veri / bilgi / data, Bilim’in ateist ve materyalist, natüralist ve determinist Bilimsel(lik) Filtreleri’nden geçerek “bilim (science)”e dönüşür. Bu filtreleme ve istihâle neticesinde; eksik ve yanlış ve sahte bir kâinat kurgu ve anlayışı zihne ilka ve inşa edilir. Bu sahte ve sanal kurgu; kâinattaki varlık ve hâdiselere Rabbi’nden bağımsız ve ilgisiz ve kopukmuş; yani “yok(muş!)” gibi bakmaya ve öyle algılama ve anlamlandırmaya zihni yönlendirir ve programlar! Zihnimize yüklenen bu Program neticesinde; çevremizden duyularımıza gelen bilgi / veri / info (data – information – knowledge) ve gözlemlerimiz, güya tarafsız ve olgusal, güya objektif ve nötr “bilimsel” ifadelere dönüşür!

 

Burada sorun; Bilimsel Bilim’in bir yöntem olarak kullandığı gözlem – ölçme / deney ve bunlardan elde ettiği ham veri / data / bilgi’lerde (knowledge) değil. Sorun: Bilim’in bu bilgi parçalarını birleştirip, işlerken, Bilimsel İfadelerini, kendi ateist ve materyalist, natüralist ve determinist felsefesinin, inanç / değer / tarafının rengine boyamasında!

 

Yani gözlem ve ölçüm, isimlendirme ve ifadelerini “Rabbimiz yok(muş), varsa bile kâinattaki varlık ve işleyişine karışmıyor(muş)!” gibi anlamlandırıp, tasvir ve nedenselleyen “bilim (science)” ile “bilgi / ilim (veri – data – information – knowledge)”ı ayırmak ve aralarındaki farkı görmek önemli.

 

Bilgi ve Bilim’in eşanlamlı zannedilmesi örneğinde olduğu gibi, düştüğümüz başka bir zihinsel tuzakta; “bilgi ve inanç”, “epistemoloji ve ontoloji”, “maddî ve manevî”, “fizik ve metafizik” gibi kavram ve ayrım ve sınıflandırmaların da, yapay ve aldatıcı ve zihni çeldirici olduğunu unutmamız oluyor.

 

Önceki haftalarda “Bilgi ve İnanç arasındaki İlişki / Etkileşim: Bilgi ve İnanç arasındaki Ayrım Yapay ve Aldatıcıdır” isimli Yazımızda; “bilgi” ve “inanç” arasındaki ayrımın da yapay ve aldatıcı olduğunu söylemiştik.

 

Doğruluk ve kesinliğinden emin olduğumuz ve aksinden şüphe duymadığımız haber ve veriye “bilgi” isim ve etiketi veriyoruz. Yani işitip – okuyarak öğrendiğimiz herhangi bir veri / haber’i, önvarsayım olarak, bir şekilde doğru ve kesin olduğuna inanmaya meyilliyiz ve inanıyoruz. Bu önvarsayımın sonucu olarak; öğrendiğimiz veri / data’ya, (aksine bir ihtimâl ve delil yoksa) hemen “bilgi / doğru bilgi” etiket  ve değer’i atıyoruz.

 

Mes’elâ “suyun 100 oC’de kaynadığınaklî haber / verisi’nin, “bilgi / doğru bilgi ve ölçüm” olduğuna şüphesiz inanıyor; bu inancımız sebebiyle bu “haber / bilgi”nin kesinlik ve doğruluğunu bizzat test etmeye; yani aynelyakîn görme ve şahid olmaya ihtiyaç duymuyoruz.

 

Bu örnekteki gibi; “doğruluğunu araştırmadan doğruluğundan emin olduğumuz” okuduğumuz veya işittiğimiz her naklî bilgi / haber’de, aslında “görmeden doğruluğuna inanılan” ve “görmeden doğruluğu bilinen” birşeyden bahsediyoruz demektir.

 

Bununla birlikte; “delil – ispat süreciyle doğruluğundan emin olduğumuz” her naklî bilgi / haber’de de, “görmeden doğruluğuna inanılan” veya “görmeden doğruluğu bilinen” birşeyden bahsediyoruz demektir.

 

Yani sadece bizzat tanığı olup, görüp – algıladığımız ve ölçtüğümüz şeylerin “delil – ispat”a ihtiyacı yoktur. Yani “Big Bang’in olduğu” duyumu veya “suyun 100 derecede kaynadığı” haberi ile bizim bizzat algılayıp, şahid olduğumuz “2 kulağımız olduğu” gözlemi arasında, inanç ve bilgi ve derece farkı vardır. Çünkü 2 kulağımız olduğu hakkında delil – ispat gerekmiyor, çünkü olayın bizzat tanığı, hatta yaşayanıyız! Fakat bizim yaşamadığımız geçmiş zamanlarda “Big Bang”in olduğu konusunda; eğer bilimadamıysak “ışığın kızıla kayması, kozmik fon radyasyonu” gibi bir takım delillerden bu sonuca ulaşıyoruz.

 

Eğer bilimadamı değilsek; bilim kitaplarında okudumuz haberlerden, uzmanların “biz bu bilimsel gözlem – deney – ölçümleri yaptık, evrenin Big Bang’le başladığını bulduk” sözlerini delil kabul edip, gerçekten bu bilimsel deney – gözlemlerin yapıldığı ve Big Bang sonucuna ulaşıldığına inanıyoruz. Nitekim aynı gözlem – deneyleri biz de yaparsak, bizim de aynı sonuca ulaşacağımıza inanıyor ve bundan eminiz.

 

Yani “Big Bang, suyun kaynama derecesi” gibi haberlerin “doğru” ve “bilimsel bilgi” olduğuna, aksine bir ihtimâl yoksa, delil aramamayı, uzmanlara güven temeline dayalı, onlara delilsiz (taklîden) inanmayı tercih ediyoruz.

 

Buradan “bilmek” ile “inanmak” arasındaki tanım ve ayrımın yapay ve aldatıcı ve flû olduğu sonucu çıkıyor. Demek bazı naklî (işiterek, okuyarak) öğrendiğimiz “haber(ler)”in doğru olduğuna inanıyor ve bundan eminsek bu haber’e “bilgi / doğru bilgi” ismini veriyoruz; yanlış olduğuna inanıyorsak “yalan / yanlış bilgi” ismi veriyoruz. Yani “bilgi” atomunu mikroskopla büyüttüğümüzde; “veri, haber, yorum ve zan, vehim, şüphe, inanç, kesinlik derecesi” gibi altparçalardan müteşekkil olduğu görülüyor.

 

Buradan “delil ve ispat, bilgi ve inanç” arasındaki bağlantı ve etkileşimlerinden gelmek istediğimiz nokta: Bilimsel Bilim’in delil – ispat süreciyle elde ettiği bilgiler “görmeden inanmaya” (siz isterseniz bu inancınıza “bilmek” deyin farketmez) karşılık gelir.

 

Biz ise o bilimadamının (veya insanının) o yaptığını söylediği ve şöyle şöyle sonuçlar aldığını belirttiği o delil – ispat sürecini ve sonucunu bile görmeden inanıyoruz “bu haberin doğruluğuna” ve “doğru bilgi olduğuna bu haberin!”

 

Yani bu Bilimsel Bilgilerin doğruluk ve kesinliğine görmeden, bizzat gözlemlemeden inanıyoruz. Bilimadamıysak elde ettiğimiz gözlem – delil – deney – ispatlarla; bilimadamı değilsek bu bilimadamının yaptığını söylediği, “bu gözlem – deney – ölçümleri ve delil – ispatları yaptık; sonuç olarak şunu gözledik, bunu bulduk ve ispat ettik” gibi sözlerine inanmamızla “haberdar oluyoruz bu bilgi’den” veya “doğru, kanıtlanmış bilgi olduğuna inanıyoruz bu haberin.

 

Elhasıl görmediğimiz herşey salt “inanç”ın konusuna girmez, aynı zaman da “bilgi”nin de konusudur bu. Daha doğrusu “bilgi” ve “inanç” arasındaki ayrım yapay olup; dışarıda bu kavram ve isimlendirmelere birebir karşılık gelen ve örtüşen bir nesne veya süreç yoktur. Bu, insan zihin ve algısını bozan ve zihnindeki bilgi’yi de manipüle edip, bozan sahte bir ayrım, bir yanılsamadır. Tıpkı “evsahibi – kiracı” ayrım / isimlendirmesinin; evin sahibinin de aslında kalıcı olmayıp “kiracı” olduğunu şuurumuzdan saklayıp, hatırlatmaması gibi…

 

Buraya kadar anlattıklarımızdan çıkan sonuçlardan birincisi: “Bilgi” ve “inanç” arasında mahiyet farkı yoktur; sadece derece farkı vardır; eminlik ve kesinlik derecesi. Ve birşeyin “bilgi / doğru bilgi / haber” olup olmadığına bir takım delil – ispatlarla karar verip, inanma ve emin olmamız gibi; bir “inanç”ın da bilgi / doğru bilgi / haber olup – olmadığına bir takım delil – ispatlarla karar verir ve inanırız. Bu bilgi ve haberin doğruluğundan emin oluruz. Yani doğru veya yanlış her bilgi “inançsız”; doğru veya yanlış her inançta “bilgisiz” olmaz; bilgisiz inanç, inançsız bilgi ol(a)maz.

 

Bu açıdan “bilgi / bilmek” dediğimiz şey, “inanç / inanmak”ın bir alt kümesi olup; “inanç”ın alt parçasını oluşturmaktadır. Neye “doğru ve / veya yanlış bilgi” diyeceğimize, önceki mevcut inançlarımızla karar veriyoruz. Neye inandığımız, neye “bilgi / doğru veya yanlış bilgi” diyeceğimizi belirliyor.

 

Bu açıdan; “Ay’a çıkıldığı haberi” ile “Mi’rac’a çıkıldığı haberi” arasında veya kitaplardan okuduğumuz “hidrojen’deki elektron – proton sayıları haberi” ile gene başka bir Kitap’tan okuduğumuz “7 semânın olduğu haberi” veya “tanımadığımız, hatta diplomasını bile sorgulamadığımız ve görmediğimiz doktorlara ameliyatta bedenimizi emanet etmemiz ve verdiği reçete ve ilâçları gönül rahatlığıyla kullanmamız” ile “Peygamber’e güven” arasında kategorik veya yapısal bir fark olup olmadığı sorulabilir. Direkt veya indirekt yollarla bile deney – gözlem – ölçüm yapılamayan, belki ancak matematikî yöntem veya teorik model / modellemelerle olduğu varsayılan “Paralel Evrenler, Sicim Teorisi, Atomaltı Parçacıklar” gibi Bilim’in bir nev’i metafiziği diyebileceğimiz haberleri ile “Cin, Melek, Arş” gibi haberlerin de zihnimizde karşılıkları sorgulanmalı…

 

Sonuçlardan ikincisi: Yani öyle zannedildiği gibi; “inanç”, “bilgi”den ileriye, bilginin ulaşamadığı ve dolduramadığı alanların boşluğundan karşıya bir atlayış ve sıçrayış değil; “bilgi”nin bizi getirip tam önüne bıraktığı bir kapı ve yol ayrımıdır. Yani “bilgi” ile “inanç” arasında; aklın ayaklarını yerden kesip, sıçramasını gerektirecek bir boşluk yoktur.

 

Bununla birlikte; Hür İrademiz’in inanıp – inanmama serbestiyetini kaybetmemesi ve hiçbir zorlama ve mecburiyet altında kalmadan tercihte bulunmasını sağlamak için; yani Hür İrademiz’in kendi seçim ve tercihiyle adım atabilmesi için “bilgi” ile “inanç” arasında bir adım atma boşluğu, adım atma mes’âfesi bırakıldığı konular da vardır.

 

İrademize inanıp – inanmama konusunda adım atma ortamı sağlayan bu boşluklar sayesinde; bazı konularda inanıp – inanmama yönüne bir adım atması ve tercih yapabilmesi mümkün olabiliyor irademizin.

 

Konuyla bağlantılı olarak; doğru olan bir mes’elede irade ve ihtiyarımızın inanmama yönünde tercihte bulunabilmesi için o konuda cehalet veya yanlış bilgimiz olması yeterlidir. Yani o konuya inanmamak için, o mes’ele hakkında hiçbir şey duymamış olmak yeter. Veya duysak bile; hakkındaki delili bilmemek veya anlamamaktan veya % 0,1 bile ihtimâl olmayan (yani vehmî ve zannî ve hayalî) ihtimâllere ihtimâl verebilme evham ve zülûmatı gibi sebepler ve hissî nedenlerden gene de inanmamayı seçmiş olabiliriz.

 

Yani doğru bir mes’eleye inanmak için hakkında bir duyum ve haber ve yanlış bile olsa bir delil vardır. Ama inanmamak ve kabul etmemek, hatta red ve inkâr etmek için; konu hakkında herhangi bir haber ulaşmamış olmak veya ulaşsa bile doğruluğuna bir delil ulaşmamak veya o delil(ler)i bilmemek veya anlamamak yeterlidir…

 

Bilgi / bilmek ile inanç / inanmak ve objektif bilgi ile subjektif inanç gibi ayrım ve kavramsallaştırmalar yapay ve aldatıcıdır diyorduk. Bilimsel Bilim’in “deneyselleme, tekrarlama” ve “ölçme” dediği Ampirik Bilimsel Yöntem; mes’elâ “Big Bang” ve “Yerçekimi / kütleçekimi” için mümkün değil. “Kızıla Kayma, Kozmik Fon Işıması” gibi delil ve gözlemlerle; zamanın bile olmadığı bir geçmişte olduğu söylenen “Big Bang”in, aynı şartlarda bugün deneysellenip, tekrarlanması mümkün değildir veya zamanda yolculuk yapıp geçmişteki o olayı aynelyakîn gözlemekte mümkün değildir. Yani bu örnekteki gibi, Bilimsel Bilim’in çoğu şeyi nazarî ve teoriktir, şuhudî değil gaybîdir.

 

Yani Bilim’in delil – ispat süreciyle yaptığı keşif ve gözlem, ölçüm ve izahları; nazarî ve teorik olup; bütün bu tasvir ve açıklamaları “görmeden inanma” ve “görmeden bilmeye” denk gelir. Direkt gözlem yapamadığı atomaltı parçalar, hatta atom vs. hep böyle direkt gözlem ve incelemenin yapılamayıp; indirekt yollarla varlık ve özellik ve etkileri anlaşılmaya çalışılmaktadır. Yani Bilim’in % 1’i doğrudan gözlem ve ölçme; kalan % 99’u dolaylı ve indirekt gözlem ve yorum, teori ve modellemedir! Başka bir açıdan; Bilim’in %1’i gözlem ve ölçüm, %99’u yorumlama ve modelleme, isimlendirme ve sınıflandırmadır.

 

Örneğin: “Evrendeki kütlelerin birbirine doğru çekildiği” gözlemini nedensellemek ve nasıllayıp, açıklamak için; “yerçekimi / kütleçekimi” diye bir “kuvvet”in olması gerektiği sonucuna varan Bilim için; eğer böyle bir “kuvvet” varsa (ki mes’elâ Einstein’ın Relâtivite Teorisi’ne göre; kütlelerin birbirine çekilmesinin nedeni “çekim kuvveti” değil, uzay – zaman’ın bükülme ve çökmesidir), ne direkt ve ne de dolaylı yoldan gözlenememekte ve görülmemektedir!

 

Bilgi / bilmek” ile “inanç / inanmak” arasındaki ilişki ve etkileşim ve aralarındaki ayrımın yapay ve aldatıcı olduğu konusundan bahsederken; maddî ve fiziksel duyularımızla müşahede edilemeyen ve algılanamayan anlamında (şuhud’un zıttı) “gayb/p” konusuna girmemek olmaz.

 

Bedî’üzzaman Hazretleri’nin (R.Â.) “gayb” tanım ve ta’rifine göre; “şimdiki ân / mekân” (yani “bu ân / bu yer”) haricinde olan tüm “geçmiş ve gelecek zaman ve yerler” (duyu ve algı, görüş ve şuhud alanımızın dışında olduğundan) “gaybî” olup, “gayb”a dahildir. Buradaki “gayb” tanım ve ta’rifinde; gayb’ın epistemolojik veya ontolojik nedenlerle mutlak veya izafî olup olmamasının herhangi bir farkı yoktur.

 

Elhasıl “Big Bang” gibi geçmişten bahseden “fizik, astronomi” veya eski zamanlardan bahseden “tarih” ve diğer “sosyoloji, psikoloji” vs. disiplinler; hatta “suyun 100’de kaynaması deney – gözlem – ölçümünün sonucunun tümevarımla genelleştirilmesi” gibi; Bilim’in tüm dene(ye)meyip – gözle(ye)mediği tüm zaman – yer ve nesneler hakkındaki bilgi ve haber ve yorumlarıgörmeden inanma ve kabul etme ve bundan emin olmaya”, yani “gayb”a tekabül eder.

 

Yani “tümevarımsal” olarak genelleştirmeler yaptığı tüm deney – gözlem – ölçümler (hatta mantık kuralı olarak “tümevarım”ın kendisi bile) görmeden / gözlem yapmadan “gayba inanç / inanmaya” denk gelir! Çünkü deney – gözlem sayı ve çeşitlerinin arttırılarak hep aynı sonucun bulunması, gelecekteki gözlem – ölçümlerimizde de aynı sonucu bulacağımızı garanti etmez. Yani “tümevarım” denilen genelleştirme mantığı, “doğrulamalar”la ispat edilemez; sadece doğruluğunun delilleri arttırılabilir ve bu da o deney / konu hakkında yakîn ve zannımızı arttırmaya yarar. Olay gene gayb kapsamındadır yani. (“Delil” ve “ispat” arasındaki ayrımı önceki haftalarda yazmıştık.)

 

Zaten suyla yapılan 1000 deneyden çıkan olgusal ve nesnel somut sonuç: “Yapılmış o 1000 deneyde, o suyun 100 derecede kaynadığını tespit ve gözlem ve ölçümü” iken; “aynı şartlarda yapılacak 1001 veya 10000. deneylerde de o suyun ve başka suların gene 100 derecede kaynamaya başladığını görürüz / göreceğiz” gibi; gelecek hakkında yaptığımız tüm öngörü ve tümevarım ve genellemeler nazarî ve teorik ve aklî bir sonuçtur, yani “inançtır!” Gelmemiş gelecek hakkında yaptığımız bu öngörü ve tahmin, vardığımız bu aklî sonuç ve evrenselleştirmeler “görmeden inanma” ve “görmeden bilme” kapsamındadır. Yani “suların gelecekte yapacağımız deneylerde de 100’de kaynadığını göreceğimiz düşüncesi”; ampirik (deneysel) bir bilgi ve gözlem değil; “geçmiş ve şimdi”de yapılmış deney – gözlem ve ölçümlerden, “gelecekte (yani yapılmamış)” deney – gözlemlere aklın bir sıçramasıdır!

 

Bilim Kitaplarında geçen; “o Bilimsel deney, gözlem ve ölçümün yapılıp, hep aynı sonuçların alındığı” haber / bilgi / verisi; o deney – gözlemi şahsen biz de yapmadığımız veya yapılırken şahid olup, görmediğimiz sürece; o kitaplarda geçen ve “bilimsel” ve “doğru” olduğu söylenen haber / bilgiler; biz okuyucular için (o deney – ölçüm ve haber’in doğru veya yanlış olmasından bağımsız olarak;) “taklidî ve naklî bilgi ve haber ve bunun doğruluğuna duyulan inanç ve güven” olmaya devam edecektir.

 

O kitapların yazdığı ve bizim deney yapmadan okuyup – işiterek öğrendiğimiz ve doğru olduğuna inandığımız için, doğruluğundan şüphe ederek aynı deney – gözlemi bizim de yapmaya çalışmamızın saçmalık olduğunu düşündüğümüz o naklî bilgi ve haberler; (onların doğruluk – yanlışlığından bağımsız olarak) bizim için “gayb’a iman / inanç” kapsam ve kategorisindedir. Yani o deney – gözlem – ölçümleri şahsen biz yaparak, doğrulamadığımız veya yapılırken gözlemci ve şahid olmadığımız sürece; o “bilimsel ve doğru bilgi olduğu” söylenen o gözlem ve ölçüm, sonuç ve keşifler, biz okuyucular için “gaybî” ve “metafizik”tir!…

 

Bu açıdan “bilgi” ve “inanç” arasında zıtlık ve uzaklık yok; içiçe geçmiş çift yönlü bir etkileşim ve besleme var. Yani bildiğimiz her bilgiye eşlik eden; bu bilginin doğruluğundan “eminlik” ve “eminlik derecemiz” var. Hatta “inanç”; neye “bilgi” ismi vermeyeceğimizi bile belirleyen bir etki ve öneme sahip bilgi üzerinde! Yani “inanç”, “bilgi ve haber”in doğru veya yanlış olduğunu belirleyen bir değer; hatta gelen malûmatın “bilgi” olup olmadığını tanımlayan, etiketleyen ve sıfatlayan asıl temel olarak; neyin bilgi olup olmadığına karar verdiğimiz bir “ana değer, algoritma ve kod”dur. Bu açıdan; “bilgi’den önce gelir ve bilgi’nin nedenidir ‘inanç” diyebiliriz.

 

İslâmî B/ilim – Bilimsel Bilim Karşılaştırmaları”nın ikinci kısmına haftaya devam edelim inşâallah.

Ayhan Küflüoğlu

Risale-i Nur İçin 15 Vazife Arama Konferansı Düzenleniyor

Risale-i Nur, milletimizin manevi ve kültürel mirası arasında yer alan klasik bir şaheserdir. Asrımızın imansızlık hastalığının devasıdır ve Kur’an’ın öz malıdır. Müellifi Bediüzzaman Said Nursi’nin dediği gibi ilham-ı ilahî ve sünuhat-ı kalbîdir. Yani kesbî ilimden ziyade vehbî ilme dayanmaktadır.

Bediüzzaman’ın, Risale-i Nur’da anlattığı âlî hakikatlerin büyük bir kısmını veya tamamını herkesin bir anda anlayıp kavraması mümkün değildir. Bu nedenle, Kur’an gibi okuyucularına usanç vermeyen Risale-i Nur metinlerindeki kudsî kelimelerin feyzini uçurmadan,  sünuhat-ı Kur’aniye’nin hüsün ve cemaline zarar vermeden, selaset ve akıcılığını bozmadan, beyinlerin cevelan sahasını daraltmadan, tefekkürü kısırlaştırmadan ve mana tabakalarının hayatiyetini kurutmadan, her seviyeden insana veya yaş gruplarına anlatılması ve anlaşılır kılınması gereği hissedilmektedir. Bu ihtiyaca binaen sadeleştirme yapılması, İslami şeair hükmündeki kelime ve kavramların derinliğini ve genişliğini ifade etmekten aciz dar kalıplı kelimelere indirgeme anlamını taşımaktadır.

Bediüzzaman, 29. Mektub’un Altıncı Kısmı’nda, Beşinci Desise-i Şeytaniye’de; “Bu dürûs-u Kur’aniye’nin dairesi içinde olanlar, allame ve müctehid bile olsalar, vazifeleri, ulum-u imaniye cihetinde yalnız yazılan şu sözlerin şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir.” (e-risale.com, s. 605) demektedir.

Ayrıca Barla Lahikası 285. Mektup’ta; “Risale-i Nur’un tekmil-i izahı ve haşiyelerle beyanı ve ispatı size tevdi edilmiş, tahmin ediyorum. Bir emaresi de şudur ki: Bu sene çok defa ihtar edilen hakikatleri kaydetmek için teşebbüs ettimse de çalıştırılamadım. Evet, Risale-i Nur size mükemmel bir mehaz olabilir. Ve ondan erkân-ı imaniyenin her birisine, mesela Kur’ân Kelâmullah olduğuna ve i’câzî nüktelerine dair müteferrik risalelerdeki parçalar toplansa veya haşre dair ayrı ayrı burhanlar cem edilse ve hâkezâ, mükemmel bir izah ve bir hâşiye ve bir şerh olabilir. Zannederim ki, hakaik-i âliye-i imaniyeyi tamamıyla Risale-i Nur ihata etmiş; başka yerlerde aramaya lüzum yok. Yalnız bazen izah ve tafsile muhtaç kalmış. Onun için vazifem bitmiş gibi bana geliyor. Sizin vazifeniz devam ediyor. Ve inşallah vazifeniz şerh ve izahla ve tekmil ve tahşiye ile ve neşir ve tâlimle, belki Yirmi Beşinci ve Otuz İkinci Mektupları telif ve Dokuzuncu Şuâ’nın Dokuz Makamı’nı tekmille ve Risale-i Nur’u tanzim ve tertip ve tefsir ve tashihle devam edecek. Risale-i Nur’un samimî, hâlis şakirtlerinin heyet-i mecmuasının kuvvet-i ihlâsından ve tesanüdünden süzülen ve tezahür eden bir şahs-ı mânevî, size bâki ve muktedir bir kuvvet-i zahrdır, bir rehberdir.” (e-risale.com, s. 527) demesi, Nur Talebelerini 15 vazife ile yükümlü kıldığını göstermektedir.

Görüldüğü üzere, bu vazifeler arasında sadeleştirme geçmemektedir. Bütün bunları göz önüne aldığımızda, metnin orijinalliğine dokunulmadan;

 1-ŞERH
2-İZAH
3-TEKMİL
4-TAHŞİYE
5-NEŞİR
6-TALİM
7-TELİF
8-TANZİM
9-TERTİP
10-TEFSİR
11-TASHİH
12-BEYAN
13-İSPAT
14-CEM
15-TAFSİL 
yapılacaktır. Bunu da; “Risale-i Nur’un samimî, hâlis şakirtlerinin heyet-i mecmuasının kuvvet-i ihlâsından ve tesanüdünden süzülen ve tezahür eden bir şahs-ı mânevî”yapacaktır. 
Muhterem Hocam, 
Mektupta geçen ve bizden istenen 15 vazifenin akademik bir zeminde kavram olarak ifade edilmesi, çalışma perspektifleri ile prensiplerinin belirlenmesi ve birbirleri ile ilintili ve mütemmim bu kavramların sınırlarının nerede başlayıp nerede biteceği ve bu kavramların hangi ilmî disiplinlerle ilişkilendirilmesi gerektiği hususlarına cevap aramak üzere aşağıda belirlenen sorular çerçevesinde bir arama konferansı düzenlemiş bulunuyoruz.
 
Sorular: 
1-Her bir alanda çalışma kriterleri ve metotları ne olmalıdır?
2-Her bir alanda çalışmaları yürütecek kadrolarda aranacak yeterlilik kriterleri ne olmalıdır?
3-Hangi çalışma alanları birbiriyle ilişkili ve birinci derecede yakın görülmektedir? Bunların ortak disiplini nasıl sağlanmalıdır?
4-Risale-i Nur’da geçen benzer ifade, kavram veya konular üzerinden 15 vazifenin başka bilimlerle ilişkisi nedir ve nasıl olmalıdır?
5- Risale-i Nur’da istenilen 15 vazifenin yapılabilmesi için Risale-i Nur’un anabilim dallarına göre tasnifinin sağlanması için ne yapılmalıdır?
6-Bu çalıştayın yeni çalıştaylarla ve her 15 vazife alanının ayrı ayrı sonradan disipline olabilmesi için başlangıçtaki yol haritamız ne olmalıdır?
7-Sizce belirtilen mektubun, Risale-i Nur’un ruh-u aslisine uygun ve manasına sadık bir şekilde akademik zeminde muhatap bulması için öncelikle hangi bilim dalları ile ortak çalıştaylar düzenlenmelidir?
8-Amaç, kapsam, metot, kavram, tanım, muhatap/hedef kitle, kıyas, yeni sonuçlar bağlamında yapılacak araştırma, eğitim ve yayın faaliyetleri nasıl bir sistemde ilerlemelidir?
9-Risale-i Nur’daki imanın âlî hakikatlerini her kesimden ve seviyeden insana anlaşılır kılma şekil ve yöntemleri neler olabilir?
10-Sizce birbirleri ile ilintili ve mütemmim olan bu kavramları sınırlandırmak kabil midir? Yoksa mütedahil daireler gibi mi değerlendirmek gerekir?
11-Bütün bu görevlerin yerine getirilmesinde bir metodolojiye/ilmî usule ihtiyaç var mıdır? Varsa, bunun esasları nelerdir/neler olmalıdır?
Bütün bu görevlerin ve cevabı aranan soruların kuvvetli bir beyin, ihtisas, vukufiyet, zaman ve himmet gerektirdiği malumunuzdur. Bu konuda yolumuz açık, me’hazımız ve icazetimiz var. Şimdi Bismillah deyip başlama, müzakere etme, uzman elini uzatma ve halis bir niyetle fiili duanın kapısını çalma zamanıdır.
Bunun çok anlamlı bir tefekkür, latif bir inayet, derin bir dokunuş, çetin bir nefis kırma cehdi ve çok farklı bir zihni inkişaf kapısı olacağı muhakkaktır. Fen ve sanat dürbünü ile ve belağatla bu asır insanına ulaşmak, onlara açılmak ve hakikatlerin sırlarını açmak, manalar âleminde ruhları mesrur eyleyen zevkli bir serüven olacaktır.…
Bu 15 vazifenin, birinci derecedeki disiplininiz, ilgi alanınız ve birden fazla disiplinle olan ilişkileri ile ilgili, özel ve genel çerçeve ve prensiplerin ortaya konması amacıyla düzenlediğimiz arama konferansına zât-ı âlinizin de bir sunum ile katılmasını ve katkı sağlamasını arzu ediyoruz.
Sevgi, muhabbet ve hürmetlerimizle…
 
Risale Akademi
Çalıştay tarihi: 19 Mayıs 2012
Saat: 09.00-17.00
Yer: Başkent Öğretmenevi
Beşevler / ANKARA