Etiket arşivi: İsrâ Sûresi

Cehalet mazeret değil!

Bilmediğin şeyin peşine takılma.
İsrâ Sûresi, 17:36

Bilmiyorsanız ilim ehline sorun.
Nahl Sûresi, 16:43; Enbiyâ Sûresi, 21:7

İlmin yerini tutacak hiçbir şey yoktur. Kur’ân’ın pek çok âyeti gibi, buraya aldığımız âyetler de bu gerçeği çeşitli açılardan dile getirmektedir.

Bu âyetlerin birincisinde, ilim, otorite kaynağı olarak belirtilmiş ve ardından gidilmeye lâyık yegâne şeyin ilim olduğu bildirilmiştir.

“Bilmediğin şeyin peşine takılma” sözü, son derece yalın ve net bir ifadedir. Bu ifade ile her türlü taklit ve keyfîliğin kapısı kesin bir şekilde kapatılmaktadır. Bu da hak dinin doğasında olan birşeydir. Çünkü her zamanın ve her zeminin revaçta olan modaları, cereyanları, sapıklıkları, bâtıl fikirleri vardır. İnsan bazan esen rüzgârların etkisinde kalır, bazan bir inada kapılır, bazan bir his ve heyecanla yahut adımlarını izlediği birisinin sözüyle kendisini haktan uzak bir yerde bulabilir. Onun için, âyet son derece açık bir ifade ile “Bilmediğin şeyin peşine takılma” buyurarak her türlü yanılma ihtimalini daha işin başında bertaraf etmiştir.

Bu cümle, bir yasak ifadesi olmakla birlikte, bir emri de dile getirmektedir. “Bilmediğin şeyin peşine takılma” demek, “Peşine takılacağın şey hakkında bilgi sahibi ol” demektir. Bu ise, insanı, her hareketinde bilgili ve bilinçli davranmaya sevk eden, hattâ bundan sorumlu tutan bir buyruktur.

Nitekim konumuz olan âyetlerin ikincisi de aynı anlamı vurguluyor. Birinci âyet ilmi otorite kaynağı olarak gösterirken, ikinci âyet de ilmin adresini veriyor:

“Bilmiyorsanız ilim ehline sorun.”

İki âyeti bir arada düşündüğümüzde, “Ben birşey bilmiyorum; bilmediğim şeyin peşine de takılmıyorum” şeklinde bir mazeretin ardına sığınarak görev ve sorumluluklardan kaçmanın mümkün olmadığını anlarız. Bilmiyorsanız öğrenirsiniz; işte âyet bunu bize ders veriyor. Eğer öğrenmek için bir zahmete katlanmanız gerekiyorsa katlanın, bir külfetin altına girmek gerekiyorsa girin. Yoksa sadece bir cehalet itirafı sizi kurtarmaz.

Gerek Nahl, gerekse Enbiyâ Sûresinin aynı emri tekrarlayan âyetlerinin özel anlamında bu konuya dair bir vurgu vardır. Âyetin ilk cümlesinde “Senden önce gönderdiklerimiz de kendilerine vahyettiğimiz adamlardan başka birşey değildi” buyurulmuştur. Böylece, daha önceki peygamberlere ve onların mazhar olduğu vahye işaret edilmekte ve sonra da “Bilmiyorsanız ilim ehline sorun” cümlesiyle, Kitap Ehlinin bilginlerine gönderme yapılmaktadır. Oysa her iki âyet de Mekke döneminde inmiştir. O dönemde ise, Kur’ân’ın muhatapları olan Mekke sakinlerinin arasında, bilgilerine başvurabilecekleri Kitap Ehli bilginleri yoktu. Onları bulup birşeyler sormak için ya belirli dönemlerde onların Mekke’ye gelmesini beklemek veya onların olduğu yere gitmek gerekecekti. Sonuç olarak, “ilim ehline sormak,” ciddî bir zahmet isteyen bir işti.

Âyetin özel anlamının içerdiği bu incelik, genel anlamı itibarıyla şöyle bir vurgu yapıyor:

Bilgisizlik bir mazeret değildir; ilmin fiyatını ödemek ve ona ulaşmak gerekir.

Âyetten alınabilecek ibretlerden biri de, soruyu ilmin anahtarı olarak göstermesidir. “Bilmiyorsanız sorun” emri, açıkça, insanı sormaya, sorgulamaya, araştırmaya yöneltmektedir. Bilinmiyorsa öğrenilecektir; ama bunun yolu sormaktır. Daha genel anlamıyla, soran bir zihne sahip olmaktır. İlmin kapısı ancak bu anahtarla açılır. Bu kapının açılması ise, her türlü taklidin ve önyargının kapısının kapanması demektir.

Şurası da bir gerçek ki, sorular bir kere sorulmaya başladıktan sonra, ardı arkası kesilmeyecektir. İlimle meşgul olan herkesin gayet iyi bildiği gibi, bir sorunun cevabı başka soruları tetikler; başka sorular yeni bilgilerin kapısını açar; o kapıdan içeride ilim talibini yeni sorular bekler; böylece sorular ve cevaplar biteviye birbirini izler. Bu bakımdan, Kur’ân’ın “Sorun” emrine kulak vererek ilmin yolunu tutan bir kimse, sonsuza kadar sürüp gitme potansiyeli olan bir gelişim yoluna adımını atmış sayılır.

Ümit Şimşek

İnsan Şerefli Mi Yoksa Cahil Ve Zalim Mi?

İsrâ Sûresi’nin 70. ayetinde “And olsun ki biz Âdemoğullarını şan ve şeref sahibi kıldık.” denirken Ahzâb Sûresi’nin 72. ayetinde “Gerçekten insan çok zalim, çok cahildir.” deniliyor. Nasıl olur da insan hem “şan ve şeref sahibi” hem de “zalim ve cahil” olabilir?

Cenab-ı Hak insanı diğer bütün yarattıklarından farklı özelliklerde yaratmış, farklı donatmıştır. Onu eşref-i mahlûkat yani yaratılmışların en şereflisi olacak kabiliyette halk etmiştir.

Hayvanları incelediğimizde hepsine farklı farklı özellikler verildiğini görebiliriz. Kimi su altında nefes alabilir, kimi gökyüzünde uçabilir, kimi toprak altında hareket edebilir… Bazısı kilometrelerce ötedeki avını görebilir, bazısı ses dalgalarını kullanarak yolunu bulabilir, bazısı düşmanını saniyeler içinde öldürecek zehri kendi vücudunda sentezleyebilir. Daha doğru bir ifadeyle “sentezletilir”.

İnsan ise yukarıda saydığım özelliklerin hiçbirine doğuştan sahip değildir. Fakat geliştirdiği araçlarla su altında da, yer altında da, havada da hareket edebilmekte; kilometrelerce uzaktaki hedefleri izleyip, ses dalgalarını kullanarak yolunu bulabilmekte, son derece öldürücü zehirler sentezleyebilmektedir. Çünkü insan yaradılış itibariyle sahip olmadığı özelliklere sahip olmasını sağlayacak teknolojiyi geliştirecek kabiliyette yaratılmıştır.

Yani insan gelişmeye açıktır. Yaratılan ilk fertlerinden günümüze kadar ne tekerleği icat edebilmiş, ne ateş elde etmeyi başarabilmiş bir başka tür yoktur. İnsan içinse bugün dünyanın herhangi iki noktası üzerindeki herhangi iki kişinin aynı anda karşılıklı konuşabilmesi sıradan bir olay halindedir. Yerin kilometrelerce altına inip işine yarayacak madenleri çıkardığı gibi başka gezegenlere araçlar göndererek onlar hakkında bilgi de edinebilmektedir.

Bu özelliğiyle insan “en şerefli” mahlûk olarak karşımıza çıkar. Şüphesiz “en şerefli” sıfatı ona boş yere verilmemiştir. Bunun karşılığında diğer mahlûkatın muhatap olmadığı bir imtihana tabi tutulmaktadır.

İnsanın diğer canlılardan farklı olarak sınırlanmadığı tek yanı gelişmeye açık olması değildir. Duygu ve düşüncelerinde de bir sınırlama yoktur.

Meselâ tok bir vahşi hayvan genellikle yanından bir av geçse bile ona saldırmaz. Fakat insan öyle değildir. Gelecekte de muhtaç olma ihtimalini düşünüp ihtiyacı olmadığı halde daha fazlasını ister, “daha yok mu?” der. Hatta bazen kendi çıkarı uğruna pek çok insanların zarar görmesine razı olur. Örneğin bir savaş çıkarır milyonlarca insanın ölmesine yol açar. Bir düğmeye basmakla yüzbinlerin canına kast eder. Oysa hiçbir hayvan, eğer fıtratı değiştirilmemişse, yemeyeceğini öldürmez.

Elbette duygu ve düşüncelerinin sınırlandırılmaması da insana boşu boşuna tanınmış bir ayrıcalık değildir.

Rabbimiz insanı yeryüzünde, kendi isimlerinin numunelerini gösterecek donanımda yaratmıştır. İnsan bu özellikleri geliştirdiği oranda kalitesi ve değeri de artar. Böylece en değerli insanlar arasına girebilir. Bu nedenle duygu ve düşüncelerine sınırsız gelişme kabiliyeti verilmiştir.

Fakat bunun yanında, bu kabiliyeti kötü ahlakını daha da kötü yönde geliştirmek için kullanan, sadece kendi çıkarını düşünen insanlar ise “zalim” sıfatını hak eder.

Diğer canlıların aksine olarak sadece insana verilen bu “gelişime açık olma” özelliğinin bir de olumsuz sonucu vardır. Gelişime açık olan tür, hayata sıfırdan başlamaktadır.

Hayvanlar hayatlarını sürdürmek için gerekli her şeyi bilir şekilde doğarlar. Hayata merhaba diyen sinek anında uçmaya başlar. Kelebek belki biraz kanatlarının gerilmesini bekler ama hiç uçma talimleri yapmaz. Doğrudan uçar. Arılar hakeza… Deniz altında nefes alma eğitimi alan balık, yer altında tünel kazma kursuna giden köstebek yoktur.

Hiçbir koyun yeni doğan kuzusunu kucağına alıp ninni söyleyerek emzirmez. Kuzu süte ihtiyacı olduğunu ve nereden bulacağını bilerek doğar.

Oysa insan her şeyi kendisi öğrenmek zorundadır. Sadece hayatta kalmasını sağlayacak şeyleri öğrenmesi için gereken süre pek çok hayvanın ortalama hayat süresinden daha uzundur. Bu yönüyle de insan diğer mahlûkattan daha “cahil” yaratılmıştır. Hatta ayetin ifadesiyle “çok cahil” yaratılmıştır.

Tıpkı bunun gibi, “yaratılmışların en şereflisi” olduğu için sınır koyulmamış duygu ve düşüncelerini kötü ahlakını beslemede kullanarak “çok zalim” olmayı seçenler de bulunmaktadır.

Rabbimiz isimlerine aynalık yapmamız için verdiği özellikleri, razı olduğu şekilde kullanmamızı nasip etsin. Amin!

Muhiddin YENİGÜN

Bu yazı gözden geçirilerek Zafer Dergisinin 2017 Nisan (484.) sayısında yayınlanmıştır.