Etiket arşivi: istanbulun fethi

Osmanlılarda Peygamber sevgisi ve sünnet algısı -1-

Osmanlı Devleti’nin kuruluş amacı İstanbul’un fethidir. Fetih bir Peygamber müjdesi olduğu için de, sünnetin izi sürülerek feth-i mübin gerçekleştirilmiştir. Kurulan devlet, “Devlet-i Âliyye-i Muhammediye” olarak da anılmış, hattâ Osmanlı, Yeniçeri Ocağı’nın lâğvedilmesinden sonra kurduğu orduya bile Peygamber aşkına, “Asakir-i Mansure-i Muhammediye” (Hz. Muhammed’in Muzaffer Orduları) adını vermiştir.

Yani Osmanlı bir “Sünnet Devleti”dir! Dolayısıyla, geliştirdiği medeniyetin adı da “Sünnet Medeniyeti”dir!

Peygamber-i Âlişan’a ve sünnetine öylesine derin bir aşkla bağlıdır ki, o aşkla Doğu’dan (Ahlat civarından) kuzeybatıya (Söğüt-Domaniç taraflarına) yürümüş, yerleşik düzene geçer geçmez de bölgenin en güçlü devleti Bizans’a meydan okuya okuya, 1326’da Bursa’yı fethetmiş, 1329’da cereyan eden Pelakanon Savaşı’nda Bizans ordusunu yenerek Üsküdar’a kadar gelmiş, 1331’de İznik’i ele geçirmiş, akabinde Rumeli’ye geçerek (1353) Bizans fethi esnasında Avrupa’dan gelebilecek yardımların yolunu kesmiştir.

Dahası var: Sultan II. Murad, İstanbul’u kuşatmaları sonuçsuz kalıp, nihayet fethi gerçekleştiremeyeceğini anlayınca,en verimli çağında tahttan feragat etmiş, fetih müjdesi oğlunu (Fatih Sultan Mehmed) 12 yaşında padişah yaparak uzlete çekilmiştir…

Zira, Osmanlı’nın nazarında fetih bir “Peygamber emri”dir, icap ederse, bu emri yerine getirmek için tahttan da feragat edilir.

Aynı Padişah, besmele ve salât-ü selâmla başladığı vasiyetinde “…Saruhan Vilâyeti’nde bulunan malının gelirinden 3.500 altını Medine fukarasına, 2.500 altını Mescid-i Aksa’ya” bağışlamıştır.

Osmanlı Devleti, her yıl, “Sürre Alayı” ile kutsal topraklarda yaşayan fakir-fukaraya dağıtılmak üzere yüz yıllar boyu külliyetli miktarda altın göndermiştir. 

Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan sonra silâh bırakmak zorunda kalan Medine’nin son savunucusu “Çöl Kaplanı” unvanıyla meşhur Fahreddin Paşa’nın,İngilizlere karşı “Son Medine Savunması”, Peygamber sevgisinin son çarpıcı örneklerinden biridir. 

Kılıcını İngilizlere teslim etmeyen Paşa, Ravza’ya girmiş, kılıcını bırakmış ve “Ya Resulüllah! Emanetini savunmak için kuşandığım kılıcı yine sana emanet ediyorum” demiştir…

Medine Muhafızları (valiler) Efendimize saygılarından dolayı, yüzyıllar boyu Medine’ye at sırtında girmemiş, Sultan II. Abdülhamid döneminde Medine’ye tren geldiğinde, “Ruh-u Nebi incinmesin” denilerek rayların altına keçe döşenmiş, böylece gürültünün azaltılması yoluna gidilmiştir. 

Meşhur kıssadır…

Büyük şairlerimizden Yusuf Nâbî, 1678 senesinde Padişah’tan izin alarak, Osmanlı devlet ricâlinden meydana gelen bir hac kafilesiyle birlikte hacca gitmek için yola çıkmış…  

Kafile Medine yakınlarında konakladığı gece, Peygamber Efendimizin aşkından dolayı, Şair Nâbî’yi uyku tutmamış, dolaşmaya çıkmış ki, ne görsün! Kafiledeki paşalardan biri Medine’ye doğru bacaklarını uzatarak uyumuyor mu? Paşa’nın Medine’ye doğru bacaklarını uzatıp sere serpe uyuması karşısında kendini kaybetmiş, Peygamber aşkı mısralaşmış, o an yüreğinin derinliklerinde kopan şiiri bas bas bağırmaya başlamış:

“Sakın terk-i edebden, kûy-i mahbûb-i Hudâ’dır bu!

Nazargâh-i ilâhîdir, Makâm-ı Mustafâ’dır bu.

Habîb-i Kibriyânın hâb-gâhıdır fazîletde,

Tefevvuk-kerde-i arş-ı cenâb-ı Kibriyâ’dır bu!”

Yavuz Bahadıroğlu – Yeni Akit

İstanbul’un Fethinin 564. Yıldönümü

Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethederek Bizans İmparatorluğu’nu (Doğu Roma’yı) sona erdirdi. Birçok tarihçi için İstanbul’un fethi, Orta Çağın sonudur.

Doğu Roma İmparatorluğu’nun (Bizans) başkenti Constantinopolis, 29 Mayıs 1453 tarihinde Osmanlı Padişahı II. Mehmed önderliğindeki Osmanlı Ordusu tarafından feth edilmiştir. Bu fetihle birlikte Osmanlı Devleti İmparatorluk olmuş, tarihteki en önemli devletlerden biri olan Doğu Roma İmparatorluğu sona ermiştir.

İstanbul’un Fethi ile 21 yaşında olan yedinci Osmanlı Padişahı II. Mehmed, “Fatih” unvanını da alarak Fatih Sultan Mehmed olarak anılır.

Erken yaşına rağmen askeri ve idari alanda büyük hamleler başaracak olgunluğa sahip askeri dehasıyla cihana hükmeden Padişah II. Mehmed, İstanbul’u almak için hazırlıklara başlar. Bunun için içeride ve dışarıda birtakım önlemler alarak stratejik hareketlerde bulunur. Bu hazırlıklardan sonra İstanbul Kuşatması başlatılır.

Osmanlı’nın kuşatmasıyla Padişah’ın özel olarak tasarladığı devasa toplar atılmaya başlanır. Top atışlarının surlarda gedik açmaya başlamasıyla açılan gedikler, Bizans tarafından gece vakitlerinde tamir etmeye çalışır.

Sultan II. Mehmed, Kaptan-ı Derya Baltaoğlu Süleyman Bey’e harekete geçme emri vererek Haliç’i kaplayan zincirleri gemilerle kesilmesini ve Papa V. Nikola’nın’nın gönderdiği Ceneviz gemilerinin durdurulmasını ister.

Ancak yoğun çabalar sonucu zincirin kesilmesi ve Cenevizlilerin gemilerinin de geçilmesi mümkün olamaz. Haliç’e girmeden İstanbul’un alınamayacağını öngeren Sultan II. Mehmed, atılan topların geliştirilmesi ve havada eğim alarak kavisli inişle hedefine fırlatılması gerektiğini düşünür ve buna göre planlar, çizimler yapar.

Planladığı topu hemen döktüren Padişah, topu deneme atışlarında bizzat kendi ateşler ve top, beklenen başarıyı getirir. Tarihte o dönem “humbara” olarak bilinen top günümüzde “havan” adıyla Fatih Sultan Mehmet keşfi olarak silah konusunda dünya tarihine geçmiştir.

Nurdan Haber

Fâtih Sultân Mehmed’in İstanbul’u Kılıç Gücüyle Alıp Katliam Yaptığı, Yakıp Yıktığı Doğru Mudur?

Fâtih Sultân Mehmed’in İstanbul’u kılıç gücüyle aldığı, başta Ayasofya’yı camiye çevirme olmak üzere, Hıristiyanlara ait mabedleri yok ettiği, şehirde katliam yaptığı ve en önemlisi de İstanbul’u yakıp yıktığı söylenmektedir. Bunlar doğru mudur?

Hemen şunu ifade edelim ki, bu tür iddiaları, bizzat fethe katılan Bizans tarihçileri bile söylemeye cesaret edememiştir. Zira Fâtih Sultân Mehmed, İstanbul’un fethini de ve diğer fetihlerini de, tamamen İslâm Hukukunun hükümleri çerçevesinde yapmıştır. İslâm Hukukuna göre, bil-fiil harp halinde bile, İslâm ordularına düşmanın şahıs ve mallarına karşı bazı fiillerin icrası, yasaklanmıştır. Ecdâdımızı zaferden zafere koşturan en önemli sebeplerden biri, bu esaslara harfiyyen uymalarıdır. Zaten zaferler, bu esaslara uymaları ile doğru orantılıdır.

Yasak fiilleri kısaca sayalım: Zulüm ve işkence ile öldürmek; muhârip sınıfına girmeyen kadınları, küçükleri, sahiplerine hizmet için gelmiş köleleri, sakat ve müzminleri, yaşlıları, hastaları, akıl hastalarını ve dünyadan el etek çekmiş din adamlarını öldürmek yasaktır. Ancak bunlardan biri bedeni, fikri ve malı ile savaşa katılırsa, öldürülebilirler. İnsan ve hayvanların uzuvlarının kesilmesi (müsle) de yasaktır. Verilen söze veya muâhedeye aykırı hareket yasaktır. Savaş zarureti bulunmadan ziraî mahsuller, orman ve ağaçlar yakılmaz. Zina ve gayr-i meşrû münasebetler yasaktır. Rehineler öldürülemez; ölülerin başı ve uzuvları kesilemez ve katliam yapılamaz. Başta baba olmak üzere yakın akraba, savaşla ilgisi olmayan esnaf ve tüccarlar öldürülmez. Daha başka yasaklar da bulunmakla beraber, biz bu kadarıyla iktifâ ediyoruz.

Bu hükümleri, Fâtih’in Kazaskeri olan Molla Hüsrev’in kitabından naklediyoruz. Bu hükümleri resmi kanun hükümleri olarak kabul ve tatbik eden bir devlet adamına, İstanbul’u ve içindekileri yaktı yıktı gibi isnâdlarda bulunmak, sadece delilsiz konuşmanın kötü örneklerini teşkil eder.

Gelelim İstanbul’un fethinin hangi yolla olduğuna ve Ayasofya meselesine;

İslâm devletler hukukunun hükümlerine göre, sulh yolu ile fethedilen ülkelerde mevcut olan ehl-i kitâba ait ma’bedlere asla dokunulmaz; ancak yenilerinin inşasına da müsaade edilmez. Eskiden beri var olanlar tamir edilebilir. Savaş yoluyla fethedilen topraklarda ise, durum tam tersinedir. Yani İslâm hükümdarı, isterse, başka dinlere ait bütün ma’bedleri yok eder ve gayr-i müslimleri de sürgün edebilir. İşte İstanbul, tamamen savaş yoluyla feth olunmuştur. Ayasofya’nın ve benzeri bazı kiliselerin camiye çevrilişinin meşruiyet sebebi zikredilen hükümdür. Bu hüküm, İstanbul çapında tatbik edilseydi, İstanbul’daki bütün kilise ve havraların yıkılması gerekirdi. İstanbul’u Allah’ın yardımı ve kılıcının kuvvetiyle fetheden Fâtih Sultân Mehmed, Ayasofya’yı cami haline getirdikten sonra, papaz ve hahamlardan oluşan bir heyeti huzurunda kabul eder. Papaz ve hahamlar heyeti, İstanbul’u savaşla fethettiğini, dilerse İstanbul’da hiçbir kilise ve havra bırakmayacağını bu durumun devletler hukukundan doğan bir hakkı olduğunu Fâtih’e ifade ederler; ancak kendisine, kendilerine ve ma’bedlerine karşı İstanbul’un sulh yolu ile fethetmiş gibi kabul etmesini ve geç de olsa toplu halde huzuruna gelişlerini bu mânâya vesile saymasını ısrarla talep etmişlerdir.

Çevresindeki din âlimlerine danışan Fâtih Sultân Mehmed, bu isteklerini geri çevirmemiş ve camiye çevrilenlerin dışında kalan kilise ve havralara, hakkı olduğu halde müdahale etmemiştir. Günümüze kadar yaşayan kilise ve havraların gerçek sırrının, Fâtih’in din ve vicdan hürriyeti anlayışı oluğunu, Osmanlı Devleti’nin şanlı Şeyhülislâmı Ebüssuud Efendi, verdiği bir fetvâda vuzuha kavuşturmaktadır. Bu fetvânın aslı aynen şöyledir:

“Merhûm Sultân Muhammed Hân hazretleri, Mahmiye-i İstanbul’u ve etrafındaki karyeleri unveten feth eylemiş midir? El-Cevab: Ma’ruf olan unveten (cebr ile) fetihdir. Amma kenais-i kadime (eski kiliseler) sulhen fethe delâlet eder. 945 tarihinde bu husus teftiş olunmuştur. 130 yaşında bir kimesne ve 110 yaşında bir kimesne bulunup Yehud ve Nasara tâifesi el altından Sultân Muhammed Hân ile ittifak edüb Tekfur’a nusret etmeyecek olub Sultân Muhammed dahi anları seby etmeyüb (esir almayub) halleri üzere mukarrer edecek olub bu vechile feth olundu deyu şahadet edüb bu şahadet ile kenâis-i kadîme hali üzere kalmıştır. Ketebehu Ebüssuud”.

Bu anlattıklarımızı, tarihçilerin verdiği bilgi de doğrulamaktadır. Fâtih Sultân Mehmed, 23 Mayıs’da İsfendiyar oğlu Damad Kasım Bey’i elçi olarak Bizans’a göndermiş ve kendisine şu haberleri yollamıştır: İlk umumi hücumda şehir düşecektir. Bu gerçeği tam bir asker olan İmparator da kabul etmelidir. Eğer sulh yolu ile teslim olurlarsa, İslâm Hukukunun kuralları gereği, can ve mala aslâ zarar verilmeyeceğini; cebr ile fethedilirse, hem kan döküleceğini ve hem de sorumluluk kabul etmeyeceğini bilmelidir. Maalesef bu habere rağmen sulhu kabul etmeyince cebr ile feth olunmuş ve buna rağmen yine de anlattığımız gibi muamele yapılmıştır. Ayasofya’daki mozaikleri tamamen tahrip etmemesi ve İstanbul surlarını yıkmaması, Fâtih’in bu konudaki tavrını ortaya koymaktadır.

Görülüyor ki, Fâtih Sultân Mehmed’in Sırbistan’da tatbik edeceğini va’d ettiği “Her caminin yanında birer kilise inşasına müsaade” durumu, İstanbul’da da tatbik olunmuştur. Fener’de Abdi Subaşı Mahallesindeki Caminin bitişiğinde Rum Patrikhanesi ile kilisenin mevcudiyeti, Osmanlı Devleti’nin gerçek mânâda din ve vicdan hürriyetini göstermiyor mu? Edirnekapı Caddesinin son kısmında yer alan Mihrimah Sultân Camii’nin hemen karşısında bir Rum kilisesinin inşasına müsaade etmek, bu hürriyetin maddî delillerinden değil midir?

İstanbul’un harap edilmesi iddiası da doğru değildir. Buna ayrıntılı cevap vermek yerine, İstanbul’un fethini geçen bin yılın en önemli yüz olayı arasında zikreden CNN, Time ve benzeri kuruluşların yaptıkları tesbitden bir cümle nakledelim: İstanbul, Fâtih tarafından fethedilmeden evvel, tam bir harâbe ve ölü şehir idi. Fetihden sonra, hem Avrupa’nın ve hem de Müslüman memleketlerin ticâret merkezi ve mamur bir dünya şehri haline geldi. Nitekim Rus tarihçi Ouspensky bile “Türkler 1453’te, Haçlıların 1204’te yaptıklarından çok daha insanca ve hoşgörüyle davrandılar” diyebilmektedir.

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz (Islamitische Universiteit Rotterdam)

Mânânın Avucundaki Şehir İSTANBUL

Mana aleminde, mutlu bir zaman dilimine yaklaşmanın heyecanı vardı. Bu heyecan dünyaya yansırken, toprakları coşturan ve ağaçları tomurcuklandıran bir bahar rüzgârı gibi yeryüzüne iniverdi. Yeni kurulan Osmanlı Devleti Marmara’ya yerleşmiş, Balkanlar’a çelik yumruğunu koymuştu bile. Ancak mânâ coşkusunun ve onun yeryüzüne dalga dalga hayat veren rüzgârının özünde ayrı bir güzellik daha vardı. Ve bu güzellik, Allah sevgilisi Fahr-i Kâinat Efendimizin “Belde-i Tayyibe” (Güzel şehir) diye isimlendirdiği İstanbul’un, İslâm nuru ile tanışmasıydı.
Mânâ kahramanları için böyle bir güzelliği düşünmek bile akıl almaz bir haz veriyordu. Kısa bir süre sonra Hazar’ın batısındaki iklimlerden fışkıran ve Allah sevgisiyle dolu olan bir velîler ordusu, ışık ışık yola çıkarak Osmanlının ana evi olan Bursa’da toplanmaya başladılar. Bu nur ordusunun bazı fertleri ise, kalb gözü açık strateji ustaları tarafından çok esrarlı yerlere yerleştirildiler. Emir Sultan, Bursa’nın yeşil penceresinden İstanbul ufuklarını seyrederken, orada bambaşka bir hayat coşkusu olduğunu, âdeta taşına toprağına manevî bir zemzemin sindiğini hissediyor, zamanın ötelerine açılan gözleriyle asırlardan beri İstanbul’a ulaşmak için hayatını veren şehitlerin nefesini duyuyordu.
Emir Sultan, mânâ âleminin büyük strateji plânında Fatih’e perde perde hazırlanan dekorun en hassas bölgesinde vazife alan velîlerin hangi saat, hangi dakika Hz. Fatih’e ulaşacaklarını ve ışıklarını hangi köşeden yakacaklarını plânlayan bir mimardı. Somuncu Baba‘yı Aksaray’a yolcu ederken, İstanbul’un şifresini ona vermeyi unutmadı. İstanbul’un fethi ile ilgili İlâhî senaryonun en önemli noktalarından biri olan Ankara’da da Hacı Bayram Velî Hazretleri oturacaktı.
Emir Sultan, Hacı Bayram Velî Hazretleriyle sürdürdüğü gönül telgrafında, Aksaraylı Hamidüddin’i görevlendirmişti. Tâ Mısır’dan kalkıp gelen Eşref-i Rumî de, Hz. Emir Sultan’ın mânâ sofrasında sergilenen şifreleri ilk çözenlerden ve Hacı Bayram’a ulaştıranlardandı. Hacı Bayram Velî Hazretleri, Sultan Fatih’e ve ordusuna gerekli olan mânevî teçhizatını hazırlamakla görevliydi. Fatih’in hocası olan Akşemseddin ise, bir yandan kadirî ustası Eşref-i Rumî’den gelen mânâ cereyanını alırken, bir yandan da Hacı Bayram Velî Hazretlerinden Fatih’e destek plânının ayrıntılarını öğreniyordu.
Bu manevî rüzgârların hayat verdiği zaman diliminde daha nice yüceler ve dervişler sahneye çıkmıştı. Fahr-i Kâinat (s.a.v.) Efendimizin İstanbul’un fethine işaret buyurulan hadîsindeki methe lâyık olabilmek için var güçleriyle çalışıyorlardı. Bu coşkulu bekleyişin ve hazırlığın ilk ışığı, Hacı Bayram Velî Hazretlerinin II. Murat’ı ziyaret ettiği bir günde yandı. Ve bu yüce velî bütün İslâm kumandanlarının ortak rüyası olan İstanbul’un fethi düşüncesini Sultan’a arz etti. Zaman dilimindeki inceliğe bakın ki, o sırada âniden hastalanan ve henüz 1 yaşında olan Fatih, dua kapmak için annesinin kucağında huzura geliverdi. Hacı Bayram Velî Hazretleri, gözlerinin derin ışığını İstanbul’u fethetme aşkıyla tutuşan Sultan Murat’a çevirerek: “O fetih size müyesser değil sultanım,” dedi. “İstanbul’un fethi bu yavruya nasiptir.”
fetih istanbulİstanbul’un Fethi, nizâm-ı âleme giden nurlu yolu açacak büyük bir fetihti ve hazırlıkları içinde en ufak bir eksiklik olsun istenmiyordu. Bundan dolayı müjdeli fethi gerçekleştirecek olan kişinin kimliği, Hacı Bayram Velî tarafından çok önceden açıklanmıştı. Nitekim Sultan Murat, 10 yaşından itibaren Fatih’e devlet işlerini öğretecek, 12 yaşında da onu padişahlık mevkiine getirerek o yüce velînin sözlerine olan itimadını ispat edecektir.
Sultan Murat, fevkalâde dirayetli bir padişahtı. Gençti, kılıcının önünde kimse duramazdı. Fakat bu meziyetleri kadar, Allah’a olan sonsuz imânı ve kadere teslimiyeti ile tanınıyordu. Düne kadar İstanbul’un fethi rüyasıyla yaşarken, şimdi artık o plânın bir parçasına hizmet etmek şerefine rıza göstermişti. Niçin İstanbul böylesine önemliydi? Fahri Kâinat Efendimizin (s.a.v.) İstanbul’u beğenmesi ve onu zaptedecek kumandan ve askerlere iltifat etmesindeki hikmet neydi? Acaba Efendimiz (s.a.v.) İstanbul’a dünyanın çok hoş bir yerinde bulunması ve güzelliği için mi iltifat etmişti? Yoksa İstanbul, yüzlerce yıl İslâm güneşini parlatacağı ve mânâ ehlinin toplanacağı bir yer olduğu için mi methedilmişti?
Allah’ın binbir güzellikle yarattığı bu beldeyi Efendimizin (s.a.v.) sevmesi, Miraç’ta seyrettiği zaman dilimleri içinde İstanbul’a özel bir iltifat göstermesi ve mübarek nazarlarını o şehir üzerine lütfetmesi sebebiyledir. Dolayısıyla nazar-ı Muhammedî’ye (s.a.v.) uğramak şerefi, kader çizgisine bir emr-i İlâhî hâlinde işlenivermiştir. Hz. Fatih velîler sofrasında yetiştirilirken, Fahr-i Kâinat Efendimize (s.a.v.) olan sevgi cereyanlarından fazlasıyla nasiplendi. İçiyle, dışıyla Fahr-i Kâinat Efendimize (s.a.v.) hizmetten başka bir düşüncesi yoktu. Daha 20 yaşındayken namaza karşı gösterdiği saygı ve onun icrâsındaki titizlik, Akşemseddin’i bile hayran bırakıyordu. İstanbul’u fethedeceğinin manevî işaretleri kendisine verilmişti. Ancak, Akşemseddin Hazretlerinden bir işaret gelmedikçe, madde plânına geçmek istemiyordu. Bu işaretlerden ilki, kulaktan kulağa fısıldanan bir parola gibi yüzyıldan beri konuşulur olmuştu.
Somuncu Baba, Molla Gürânî’den aldığı fetih tarihini Hacı Bayram’a mukaddes bir emanet gibi iletmişti. Çünkü Kur’anımızın İstanbul hakkında buyurduğu ”Beldetün tayyibetün” kelimeleri ebced hesabı ile 857’yi gösteriyordu. Ve bu sayı, Milâdî hesapla 1453 tarihiydi. İşte Hacı Bayram Velî ve Emir Sultan Hazretlerinin önceden bildikleri ve kendi zaman dilimlerine rastlamadığı halde, küçük Fatih’i bebekken tanımalarındaki hikmet buydu.
Yüce Fatih, fetih ve gençlik ateşinin tesiriyle âdeta yanıp tutuşuyordu. Bir gün Akşemseddin’in huzuruna gelerek yalvaran bakışlarla: ”Bana bir diyeceğiniz olacak mı?” diye sorduğu zaman, Akşemseddin: ”Karşı yakaya bir sur yap,” dedi. “Öyle bir sur olsun ki, dünyanın bu yöresine bir yüzük taşı gibi Muhammed (s.a.v.) imzası atılsın.” Akşemseddin’in emrettiği Rumeli Hisarına ait taşları temin etmek dahi, İstanbul’un fethinde sembolleşen madde ve mânâ kaynaşmasının harika bir tablosuydu. Gerekli olan malzeme için araştırma yapıldığında, Karadeniz Ereğlisinden daha yakın bir yerden taş temin etmenin imkânsızlığı ortaya çıktı. Fakat o taşların kesilip hazırlanarak boğaza sevk edilmesi, o günkü şartlarla seneler sürecek bir işti. Ama, Efendimizin ismini gösteren Rumeli Hisarı, 120 gün gibi akıl almaz bir sürede tamamlanıverdi. Yüce Fatih, böyle bir imzayı atarken, binlerce askeriyle birlikte sırtında taş taşıma şerefinden vazgeçmemişti.
Fatih’in Edirne’de ordusunu hazırlamaya başladığı sırada gerek Molla Gürânî, gerekse Akşemseddin Hazretleri askerlere manevî destek veriyordu. Şubat ayından itibaren başlayan savaş hazırlıkları, bizzat Fatih’in geceyi gündüze katan moral gücü, askerî ve teknik bilgisi ile birleşince, uzay çağı gibi makineleşiverdi. Onun Haliç’e karadan indirdiği donanması, olmazı olur yapacağının bir işaretiydi. Günümüzün imkânlarıyla sırf film çevirmek ve macera hevesiyle dahi bir küçük geminin karadan Haliç’e inmesi imkânsızken, bir donanmayı göz açıp kapayana kadar Haliç’e indirmek, aklı başında olan Bizans kumandanlarına bu işin çoktan bittiğine dair bir işaret gibi sunulmuştu.
Nisan’ın ilk haftasına gelindiğinde maddenin, mânânın, dağların, taşların ve meleklerin beklediği harekât başlamıştı. Şehit olacağı âna kadar abdestsiz yere basmayan ve namaz vakitlerini geciktirmeyen 10.000 has mü’min, Efendimizi (s.a.v.) mutlu etmek savaşına yıldızlar gibi akıyordu. Ancak bir tarihin açılıp kapanması, sanıldığı gibi kolay olmuyordu. Çünkü Bizans, Topkapı’yı çift sur emniyeti içine almıştı. Dıştaki surdan seyyar merdivenlerle yaklaşan kahramanların üzerine kaynar zeytinyağı dökülürken, buradan mucizevî şekilde kurtulanları da 50 metre içerdeki surlarda mevzilenen okçular bekliyordu.
Yüzlerce mücahidin şehid düşmesine ve aradan 50 gün geçmesine rağmen bir türlü düşürülemeyen surlar, bütün metanetine rağmen Fatih’i bile endişelendiriyordu. Akşemseddin ise çadırında bir yandan duasını ediyor, bir yandan da Fatih’le birlikte yetiştirdiği diğer dervişlere son derslerini veriyordu. Bu dervişlerin arasında Ulubatlı Hasan ve bilâhare Kadı Hızır diye alınacak olan Hızır Bey de bulunuyordu.
Akşemseddin Hazretleri, bizzat Fatih’in bile tırmanmak için sabırsızlandığı surlara baktıktan sonra Ulubatlı’ya dönerek: “Sıran geldi Hasan” dedi. “Haydi göreyim seni.” Ulubatlı, hocasının sözleri daha bitmeden surlara tırmanmaya başlamıştı bile. Üzerine dökülen kızgın yağların acısını, Peygamber (s.a.v) aşkı ile hissetmiyor, vücuduna saplanan 8-10 oka rağmen şehadet yolculuğuna devam ediyordu. Bizans askerleri, gördükleri manzara karşısında korku ve panik içinde ne yapacaklarını şaşırırken, İslâm mücahitleri çoktan surları aşmaya başlamıştı. O sırada Ulubatlı yere düştü, şehadet gülleri açan çehresindeki neşe ile son nefesini vermek üzere bir kez daha Fatih’e bakarak: “Meraklanma sultanım, Resulullah (s.a.v.) surlarda” diyerek bir başka sırrı daha açıklayıverdi.
Ertesi gün Ayasofya’da cuma namazı kılınırken, gerçekten Batıya ait bir çağın kapandığı apaçık sergileniyordu. İstanbul’da kılınan ilk cuma namazından sonra, peri masallarında bile görülmeyen bir sürat ve estetikle, çürümüş Bizans imparatorluğu tasfiye edildi ve yerine, Efendimizin teftişine ve nazarına hazır bir Belde-i tayyibe kuruldu. Fatih, İstanbul’un harika tabiatını koruyan ilk kanunları ile birlikte koskoca şehri su ve yol şebekesi ile bir anda modernize etti. Kiliselerini bile temizletip tamir ettirdi. Hatta papazların maaşını, kiliselerin vaftiz kazanlarını temizleyen özel memurların ücretini ve bu sırada kullanılan gülsularının parasını bile devlet hazinesinden ödedi. Kur’an emirlerine uyarak, Efendimizin (s.a.v.) emirleri istikametinde diğer dinlere karşı öylesine bir hürriyet ve müsamaha sistemi geliştirdi ki, aklı başında her Batılı bilgin Fatih’e hayran oldu. Kendi köhnemiş fikir taassuplarıyla bir yere varılamayacağını, Fatih’in ilme ve insana karşı olan saygısını taklit etmenin kaçınılmaz olduğunu anladılar.
İstanbul’un fethinden sonra en önemli olay olan Rönesans, böylece Fatih’in avuçlarında doğdu. Fatih’in İstanbul’da yaptığı icraat ve getirdiği harika prensiplerin korunması için unutulmaz bir bedduası vardır: “Bu şehre getirdiğim her güzellik, vasiyet ettiğim her güzel kaide Kur’an’a ve Efendimize (s.a.v.) bağlılığımdan doğmuştur. Bunları kim değiştirirse, Allah’ın, Resulünün ve meleklerin lâneti onun üzerine olsun.”
Fatih, eksiksiz bir lider olmanın yanısıra Efendimizin (s.a.v.) iltifatına mazhar olmuş büyük bir velîdir. Ve onda yalan veya yanlış aramak yalnız gafletin değil, büyük bir ihanetin eseridir. Fatih’in bize ve Dünya Milletlerine getirdiği güzellikleri anlamamakta niçin inat edildiğini bilmek zordur. 7 lisânı bilen ve o lisân üzerinden şiir yazacak kadar bilgisi olan Fatih, şiirde de çok üst seviyelerde eser veren, devlet adamlığı ve sorumluluğu açısından çağımızın ulaşamayacağı bir insanlık ve hürriyet fikriyatçısı idi. Ülkesindeki çeşitli kavimlere yaşama ve istediği mahkemede yargılanma hakkını veren, çağımız hürriyet mefhumlarının çok ötesinde yaşamış bir kişidir. Bütün bunlara rağmen onu, başka türlü görmeye ve göstermeye çalışanların gönülleri zaten kurumuştur. İnşaallah dilleri ve kalemleri de kuruyacaktır.
BELDET’ÜN TAYYİBETÜN Kur’an-ı Kerim’de 34. sure olan Sebe Suresi’nin 15. âyetinde geçen “BELDET’ÜN TAYYİBETÜN” ifadesi hakkında, Elmalılı Hamdi Yazır Efendi, şöyle demektedir: “İttifakatı bedihiyadandır ki, “beldetün tayyibetün” lafzı, ebced hesabıyla İstanbul’un fethine tarih düşmüştür. (Hicri 857) Molla Cami merhumun bir hediyesi olmak üzere maruftur.”
Tahsin Emiroğlu da Esbab-ı Nüzul adlı eserinde şunları söyler: “Beldetün Tayyibetün lafz-ı celilî Sebe” kıssasında, Sebe kavminin beldesini vasıf için irad buyurulmakla beraber, bu terkibin İstanbul şehrine ve bu şehrin mü’minler tarafından fethedileceğine işaret olduğu da, bazı tefsir kitaplarında beyan edilmiştir.
Ez cümle, meşhur âlim Molla Cami, Ebced harflerini hece usulü ile hesap etmiş ve bunların toplamının İstanbul’un fetih yılına tevafuk ettiğini bulmuştur. Bunda ittifak vardır. Molla Cami bunu fetihten evvel hesaplayarak 857 bulmuş ve bu tarihte de İstanbul feth edilmiştir. Bu buluşta ayetteki ‘Belde-i Tayyibe’nin İstanbul şehri olduğuna işaret vardır. Doğrusunu Allah bilir…
Silinmeyen Mühür Fatih Sultan Mehmed’in, stratejik bir tedbir olarak 4 ay gibi bir sürede Rumeli Hisarı’nı inşa ettirmesi, bugünün imkânlarıyla dahi olağanüstü bir başarıdır. O hisar ki, kufi hat ile ‘Muhammed’ ismini resmetmekte ve Bizans’ın sinesinde silinmez bir mühür olarak bulunmaktadır. Hisarın inşaatı, Peygamber Efendimiz’in doğduğu ay olan Rebiülevvel (m. Nisan) ayında başlatıldı. 5000 usta ve 10.000 işçinin çalışması ile tam 132 gün sonra, Regaip kandili günü tamamlandı. 132 ‘Muhammed’ isminin ebced değeridir.
Halûk Nurbaki / Zafer Dergisi

Ayasofya Konusunda Bilgilendirme!

Ayasofya’nın Cami olmasını anlamsız bulduğunu dile getiren magazin ve spor yazarı Hıncal Uluç, İslam Hukukunda ki bilgisizliğini İstanbul’un fethini Kudüs’ün fethine benzeterek kanıtlamış oldu. Bu konunun gündeme gelmesi üzerine İslam Hukuk Profesörü Prof. Dr. Ahmet Akgündüz şunları söyledi:

İSTANBUL’UN FETHİNİ VE AYASOFYA’NIN CAMİ OLUŞUNU KUDÜS’ÜN FETHİNE BENZETMEK, TAM MANASIYLA İSLAM HUKUKUNU ASLA BİLMEDİĞİNİ İLAN ETMEKTİR

Bu asırda bilen bilmeyen herkes, hele de meşhur olup gazetelerde bir köşe kapınca, ihtisasa saygı göstermeden kalem oynatıyor.

Bunlardan biri de, magazin ve spor yazarı olmasına rağmen Ayasofya’nın neden kilise yahut en azından müze kalmasına kafayı takmış ve buna delil olarak da Kudüs’ün fethini ve Hz. Ömer’in Kudüs’teki kilisede namaz kılmaya müsaade etmeyişini örnek vermiş. Ama nedense Mescid-i Aksa’dan hiç bahsetmemiş.

Bütün Müslümanlar bilmelidir ki:

İslam devletler hukukunun hükümlerine göre, bir memleketin fethi iki şekilde olur ve yapılan muamele de tamamen farklıdır.:

1) Sulh yolu ile fethedilen ülkelerde mevcut olan ehl-i kitaba ait ma’bedlere asla dokunulmaz; ancak yenilerinin inşasına da müsaa­de edilmez. Eskiden beri var olanlar tamir edilebilir. Hicretin 14. yılı. Yani miladi 636. Peygamber Efendimiz s.a.v.’in dünyasını değiştirmesinin üstünden koskoca dört yıl geçmiş. Hz. Ebu Bekir (r.a.)’in vefatından sonra ise iki yıl…

Hz. Ömer (r.a.) hilafete geleli de henüz iki yıl olmuş. İslam orduları, Suriye, Irak, Filistin ve Mısır cephesinde Hz. Muaviye’nin abisi Yezid b. Ebu Süfyan, aşere-i mübeşşirden Ebu Ubeyde b. Cerrah ve Allah’ın kılıcı Halid b. Velid r.a. komutasında zaferden zafere koşuyor.

Hilafet merkezi nurlu Medine’ye neredeyse her gün yeni bir zafer ve fetih haberi ulaşıyor. Fethedilen topraklarda halk İslam kahramanlarını birer kurtarıcı olarak karşılıyor. Çünkü yıllardır Bizanslı valilerin doymak bilmez iştahlarını doyurmağa çalışmaktan bezmiş, günden güne artan ve her gün bir yenisi yürürlüğe konan vergilerden yelmiş, bin türlü yokluk ve yoksulluk içinde uğradığı haksızlıkların, zulümlerin sona ermesini beklemektedir.

Ve beklenen ilahi yardım gelmiştir. Halk, isterse gelenlerin dinine giriyor ve derhal onlarla eşit haklara sahip oluyor. İsterse kendi dininde kalıyor. Fatihler, halka insan muamelesi yapıyorlar. Asla zulmetmiyor, ezmiyor, zerre kadar haksızlık yapmıyorlar. Canları, malları, haysiyetleri, seref ve namusları güvence altına alınıyor.

İşte Kudüs şehri, şehir ahalisinin Hz. Ömer’in ve kumandanlarının barış teklifini kabul etmesi üzerine sulh ile fethediliyor. Yukarıda zikrettiğimiz bütün hükümler aynen uygulanıyor. Hatta Osmanlı Devleti de mesela Girit Adası için aynı sulh ile fetih hükümlerini uygulamışlardır.

2) Savaş yoluyla fethedilen topraklarda ise, durum tam tersinedir. Yani İslam hükümdarı, isterse, başka dinlere ait bütün ma’bedleri yok eder ve gayr-i müslimleri de sürgün edebilir. İşte İstanbul, tamamen savaş yoluyla feth olunmuştur.Ayasofya’nın ve benzeri bazı kiliselerin camiye çevrilişinin meşruiyet sebebi zikredilen hükümdür. Bu hüküm, İstanbul çapında tatbik edilseydi, İstanbul’daki bütün kilise ve havraların yıkılması gerekirdi.

İstanbul’u Allah’ın yardımı ve kılıcının kuvvetiyle fetheden Fatih Sultan Mehmed,Ayasofya’yı cami haline ge­tirdikten sonra, papaz ve hahamlardan oluşan bir heyeti huzurunda kabul eder. Papaz ve hahamlar heyeti, İstanbul’u savaşla fethettiğini, dilerse İstanbul’da hiçbir kilise ve havra bırakmayacağını bu durumun devletler hukukundan doğan bir hakkı olduğunu Fatih’e ifade ederler; ancak kendisine, kendilerine ve ma’bedlerine karşı İstanbul’un sulh yolu ile fethetmiş gibi kabul etmesini ve geç de olsa toplu halde huzuruna gelişlerini bu manaya vesile saymasını ısrarla talep etmişlerdir.

Çevresindeki din alimlerine danışan Fatih Sultan Mehmed, bu isteklerini geri çevirmemiş ve camiye çevrilen­lerin dışında kalan kilise ve havralara, hakkı olduğu halde müdahale etmemiştir. Günümüze kadar yaşayan kilise ve havraların gerçek sırrının, Fatih’in din ve vicdan hürriyetian­layışı oluğunu, Osmanlı Devleti’nin şanlı Şeyhülislamı Ebüssuud Efendi, verdiği bir fetvada vuzuha kavuşturmaktadır.

Bu fetvanın aslı aynen şöyledir:

Merhum Sultan Muhammed Han hazretleri, Mahmiye-i İstanbul’uve etrafındaki karyeleri unveten feth eylemiş midir?

El-Cevab: Ma’ruf olan unveten (cebr ile) fe­tihdir. Amma kenais-i kadime (eski kiliseler) sulhen fethe delalet eder. 945 tarihinde bu husus teftiş olunmuştur. 130 yaşında bir kimesne ve 110 yaşında bir kimesne bulunup Yehud ve Nasara taifesi el altından Sultan Muhammed Han ile ittifak edüb Tekfur’a nusret etmeyecek olub Sultan Muhammed dahi anları seby etmeyüb (esir almayub) halleri üzere mukarrer edecek olub bu vechile feth olundu deyu şahadet edüb bu şahadet ile kenais-i kadime hali üzere kalmıştır.” Ketebehu Ebüssuud.

Bu anlattıklarımızı, tarihçilerin verdiği bilgi de doğrulamaktadır. Fatih Sultan Mehmed, 23 Mayıs’da İsfendiyar oğlu Damad Kasım Bey’i elçi olarak Bizans’a göndermiş ve kendisine şu haberleri yollamıştır: İlk umumi hücumda şehir düşecektir. Bu gerçeği tam bir asker olan İmparator da kabul etmelidir.

Eğer sulh yolu ile teslim olurlarsa, İslam Hukukunun kuralları gereği, can ve mala asla zarar verilmeyeceğini; cebr ile fethedilirse, hem kan döküleceğini ve hem de sorumluluk kabul etmeyeceğini bilmelidir. Maalesef bu habere rağmen sulhu kabul etmeyince cebr ile feth olunmuş ve buna rağmen yine de anlattığımız gibi muamele yapılmıştır.

Ayasofya’daki mozaikleri tamamen tahrip etmemesi ve İstanbul surlarını yıkmaması, Fatih’in bu konudaki tavrını ortaya koymaktadır.*

Bu sebeple, Ayasofya, İslam Devletler Hukukunun hükümleri gereği, Fatih tarafından, savaş yoluyla fetih hükümleri uygulanarak Fetih Mescidi adı altında Camiye çevrilmiştir. Bunun kıyamete kadar statüsü cami olarak devam edecektir.

İstanbul’un fethi ile Kudüs’ün fethini kıyaslamaya eskiler kıyas-ı ma’al-farık derler. Şimdiler ne der bilmiyorum.

Böyle bilmeden konuşan bir yazar için bkz, http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/uluc/2014/07/06/halife-omer-burada-namaz-kilmistir-diye

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz


*Molla Hüsrev, Dürer ve Gurer, I/282 vd.; Mevkufati, Mülteka Tercümesi, I/343; Damad, Mecma’ul-Enhür Şerhu Mülteka’l-Ebhur, I/643 vd.; Ebüssuud, Ma’ruzat, İst. Üniv. Kütp. Ty. nr. 1798, vrk. 130/a-b; İbn-i Kemal, Tevarih-i Al-i Osman, VII. Defter, sh. 62 vd