Etiket arşivi: itaat

Kırkıncı Ağabey: Vatan Sevgisi İmandandır

Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin talebelerinden Mehmed Kırkıncı Hocaefendi’nin kendi sitesinde yayımlanan ve “Muhabbet Fedaileri” başlığını taşıyan yazısı sanki bugün için yazılmış gibi.

Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) hayatından ve hadislerinden, islam alimlerinin hayatlarından ve  Said Nursi’nin hayatından verdiği örneklerle Müslüman’ın Vatan anlayışını ve Müslüman bir vatandaşın olması gereken duruşunu tanımlayan Kırkıncı Ağabey’in yazısı şöyle:

Muhabbet Fedaileri

Son zamanlarda, bazı dış mihrakların milletimizin birlik ve beraberliğini bozmak ve milletimizin bir kesimini devletle karşı karşıya getirmek gibi dehşetli bir plan kurduklarına ve bunu kademeli olarak uygulamaya koyduklarına şahit oluyoruz.

Milletimizi birbirine düşman etmek ve ülkemizi yıllarca geri götürmek emeliyle hazırlanan bu oyuna gelinmemesi için “ittihat, asayişi muhafaza ve devlete itaat” konularında bazı hakikatleri hatırlamamız bir zaruret haline gelmiştir.

Konuya Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin şu cümlesi ile başlamak istiyorum:

Bizler muhabbet fedaileriyiz husumete vaktimiz yoktur. ”[1]

Hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir. İmtizaçkârâne ittihad gittiği vakit, mânevî, hayat da gider.[2] buyuran Bediüzzaman Hazretleri, hayatı boyunca daima âlem-i İslâm’ın ittihadına, milletin birlik ve beraberliğinin muhafazasına çalışmış, her zaman asayiş ve huzurdan yana olmuş, talebelerini; “Asayişin manevî bekçileri” olarak tavsif etmiş, onlara her zaman sabrı ve müspet hareketi tavsiye etmiştir.Bediüzzaman Hazretleri’nin vefatından kısa bir zaman önce umum Nur Talebelerine vermiş olduğu, kendisinin de hayatı boyunca titizlikle tatbik ettiği en son dersi ‘Müspet Hareket.’ olmuştur. Üstad, bu dersiyle Nur Talebeleri’nin her türlü menfi cereyanlardan şiddetle kaçınmalarını tavsiye etmiştir.

Üstad Hazretleri bir vasiyetname mahiyetinde olan bu en son dersinde şöyle buyurmaktadır:

“Bizim vazifemiz müsbet harekettir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı ilâhiye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır. Vazife-i ilahiyeye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde; her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz… 

… Evet, mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, asayişi muhafaza etmek içindir. 

… Harici tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünkü düşmanın malı, çoluk-cocuğu ganimet hükmüne geçer. Dahilde ise öyle değildir. Dahildeki hareket müsbet bir şekilde manevî tahribata karşı manevî ihlâs sırrı ile hareket etmektir. Hariç’teki cihad başka, dahilde cihad başkadır. Şimdi milyonlar hakiki talebeleri Cenâb-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dahilde ancak asayişi muhafaza için müsbet hareket edeceğiz. Bu zamanda, dahil ve hariçteki cihad-ı mâneviyedeki fark pek azimdir. 

… Biz dünyaya bakmıyoruz. Baktığımız vakit de onlara yardımcı olarak çalışıyoruz. Asayişi muhafazaya müsbet bir şekilde yardım ediyoruz. 

… Hem dahildeki cihad-ı manevî; manevî tahribata karşı çalışmaktır ki, maddî değil manevî hizmetler lâzımdır. Onun için ehl-i siyasete karışmadığımız gibi, ehl-i siyaset de bizimle meşgul olmaya hiçbir hakları yok!… ”

Bediüzzaman Hazretleri hem küfür ve dalalete, hem de her türlü bozgunculuğa, anarşiye ve bölücülüğe karşı ilmî ve fikrî bir mücadele vermiş, iman ve Kur’an hizmetini her şeyin fevkinde görmüş, davası uğrunda yirmi sekiz sene hapis yatmış, defalarca zehirlenmiş, bütün bunlara rağmen “Saçlarım kadar başlarım olsa, hergün birini kesseniz hakaik-i Kur’aniyeye feda olan bu baş, zınkıya boyun eğmeyecek”diyerek davasındaki kararlılığını ortaya koymuştur. Bununla beraber, talebelerini, devlete ve hükümete karşı fiilî mücadeleden şiddetle men etmiş, hakkını daima kanuni yollardan müdafaa yoluna gitmiştir. Nitekim âdil hâkimler her seferinde onun ve talebelerinin masumiyetlerini tescil etmişler, hizmetinin devlete ve millete hiçbir zararının olmadığını, bilakis asayişin teminine büyük faydası dokunduğunu kaziyye-i muhkeme hâlinde tespit etmişlerdir.

Bilindiği gibi, devlet bir şahs-ı manevidir. Şüphesiz en kötü bir devlet, devletsizlikten binler kat daha iyidir. Devleti olmayan ve başka devletlerin esareti altında inleyen milletlerin perişan ve sefil halleri herkesin malumudur.

Vatanı olmayanın evi, barkı ve mülkü olmaz, namusu tarumar olur. Millet ile vatan, ruh ve ceset gibidir. Devletsiz, vatansız bir millet yetim; milletsiz vatan da harabe bir ev gibidir. İnsanın en esaslı vazifelerinden birisi de vatanını sevip sevdirmesi ve ona gereken hizmeti yapmasıdır. Çünkü devlet ve vatan, Cenab-ı Hakk’ın bizlere ihsan ettiği büyük nimetlerdir.

Vatanı sevmenin sayısız sebepleri vardır. O, bizim şefkatli ve sevgili validemiz, bizler onun kıymetini bilen ve ona can feda eden hürmetkâr evlatlarıyız. Din, can, mal, namus ve evlat vatan ile muhafaza olunur. Kendi menfaatlerini vatanın ve milletin menfaatine tercih eden bir kimse vatan ve milletine ihanet etmiş olur.

Vatan; tahassungâhımızdır, evimizdir ve ibadethanemizdir. Bu dünyanın nimetlerini o hanede kazandığımız gibi, cenneti ve ebedî saadetimizi de yine orada kazanacağız. Vatan cennetin bir salonudur. Bunun içindir ki, “Vatan sevgisi imandandır. denilmiştir.

Peygamber Efendimiz (sav.) vatanını pek ziyade severdi. Düşmanları kendisini Mekke-i Mükerreme’den çıkarttıkları gün; “Ne yapayım? Ben seni çok seviyorum, ama düşmanlarım beni senden çıkarttılar. ” diye teessürünü ifade etmiştir. Hz. Peygamber’in (sav.) yanında vatandan bahsedildiğinde mübarek gözleri yaşla dolardı.

Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi: “… Memleket dahi bir hanedir ve vatan dahi bir millî ailenin hanesidir. ”[3] Bu hane içinde büyümüş, ilim ve irfandan nasibini almış vatanperver, şuurlu bir insanın hayatı boyunca bu nimete karşı şükretmesi dinî ve vicdanî bir borçtur. Bediüzzaman Hazretlerinin buyurduğu gibi: “Madem ben de bu vatanın bir evlâdıyım, bu vatanın saadetine hizmet etmek benim için farzdır. ”[4]

Topraklarımızın her karışı binlerce şehidin kanıyla yoğrulmuştur. “Bastığımız yerleri toprak diyerek geçmememiz, altında binlerce kefensiz yatanı düşünmemiz gerekir. ” Evet, vatan muhabbeti ve onu muhafaza gayreti olmasa, memleketler harap olur, viraneye inkılap eder. Milleti ise esarete mahkûm olur. Vatanlarını muhafaza edemeyen milletler tarihten silinmişlerdir.

Hamiyetperver her bir insan, vatanına, milletine, devletine faydalı bir fert olmak için gayret etmekten büyük bir zevk alır. Vatan ve milletini ve onun ihtiva ettiği ulvi değerleri, kara sevdalı bir âşık gibi sevmeyen bir insan veya bir millet izmihlale mahkûm olur.

Bir insanın ailesine karşı fedakârlığı bir ise, devletine ve milletine karşı bin olmalıdır. Evet, “… Kimin himmeti milleti ise o tek başına bir millettir. ”[5]

Büyük bir âlicenaplık ve fedakârlık yaparak bize meziyetli bir tarih ve eşsiz bir miras bırakan necip ecdadımızı tazim etmek ve onlara layık bir nesil olmak vicdanî borçlarımızdan biridir.

Asırlarca cihana medeniyette örnek olan, cesur, dirayetli, metanetli ve adaletli bir milletin gençlerini cehalet, cebanet, sefahet gibi ahlak-ı rezileden muhafaza etmek, onları millî ve manevi değerlerine bağlı, vatanperver, âlicenap, şecaatli ve edepli olarak yetiştirmek elzemdir.

Dinimizde vatana hıyanet etmek, devlete karşı ayaklanmak ve fitne çıkarmak kesinlikle yasaktır. Bir ayette mealen şöyle buyurmaktadır: “Fitne katlden daha şiddetlidir. ”[6]

Başka bir ayette ise şöyle buyrulur: “Eğer müminlerden iki grup birbirleriyle vuruşurlarsa aralarını düzeltin. Şayet onlardan biri, hâlâ (Allah’ın hükmüne boyun eğmeyip) ötekine saldırırsa, Allah‘ın emrine dönünceye kadar (bu) saldıran tarafla savaşın. Eğer (Allah’ın emrine) dönerse artık aralarını adaletle düzeltin ve (her işte) adaletli davranın. Şüphesiz ki Allah, âdil davrananları sever. ”[7]

Bu ayette geçen “baği” kelimesi, anarşi çıkarmak, isyan etmek ve haddi tecavüz anlamlarına gelmektedir. Ancak, devlet yöneticilerinden farklı düşündüğü hâlde isyana teşebbüs etmeyen kimseye dokunulmaz. Çünkü “İtaat etmemek başkadır, isyan etmek daha başkadır. ”

Başta Peygamber Efendimiz (sav.) olmak üzere, bütün ehl-i sünnet âlimleri, devlete itaat edilmesi üzerinde ısrarla durmuş ve isyanı kesin olarak yasaklamışlardır. Peygamber Efendimiz (sav.) adaletle hükmetmeyen devlet reislerine dahi isyan etmeyi yasaklamıştır.

Devlet idarecilerine itaatin ehemmiyeti mükerreren teyit edilmiş, milletin birlik ve beraberliğini bozacak her türlü faaliyet İslam dininde men edilmiştir. Vatanın ve milletin muhafazası, namus ve iffetin hıfzı, mal ve canın emniyeti hep devletin varlığı ve devamı ile kaim olduğu için, Hz. Peygamber (sav.) itaatin ehemmiyeti üzerinde ısrarla durmuş, Müslümanları her türlü isyan ve bozgunculuktan, nifak ve şikaktan şiddetle men etmiştir. İtaatteki hikmet ve maslahatı kavramayan nice milletler, Cenab-ı Hakk’ın en büyük ihsanlarından biri olan “devlet” nimetini ellerinden kaçırmışlar; birlik ve bütünlüklerini, istiklaliyetlerini muhafaza edememişlerdir. Tarih bunun acı misalleriyle doludur.

Bunun içindir ki, Müslümanların birlik ve beraberliği yolunda, vatanın ve milletin bekası uğrunda feda-yı can eden, ittihad-ı İslam’ın öncüsü ve sevdalısı olan Yavuz Sultan Selim Han şöyle der:

İhtilâf ü tefrika endişesi,

Kûşe-i kabrimde hattâ bikarar eyler beni;

İttihatken savlet-i a’dayı def’e çaremiz,

İttihad etmezse millet, dağıdar eyler beni… ”[8]

Bugün bütün âlem-i İslam’ın kalbini derinden yaralayan ve vicdanlarını sızlatan Filistin, Suriye ve Mısır’da yaşanan elim hadiseler hep ihtilaf ve tefrikanın neticesidir.

Peygamber Efendimiz (sav) müminlerin huzur ve sükûnuna, birlik ve beraberliğine büyük ehemmiyet vermiş, umumi asayişin devam etmesi için, devlet reislerinden gelebilecek zulüm ve baskılara karşı ümmetinin isyan etmeyip, tahammül göstermelerini tavsiye etmiştir. Hz. Huzeyfe’den nakledilen bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (sav.) “Benden sonra benim doğru yolumdan gitmeyen ve benim sünnetimle amel etmeyen hükümdarlar olacaktır.” buyurdular.

Bunun üzerine sahabeden biri: “Ben buna yetişirsem ne yapayım, ya Resulallah?” diye sordu.

Allah Resulü (sav. ): “Dinler ve itaat edersin. Sırtın dövülse ve malın alınsa bile dinle ve itaat et”,diye buyurdular. [9]

Resulullah Efendimizin (sav.) ümmetine, devleti idare edenlerden gelecek haksızlık ve zararlara sabırla mukabele tavsiyesi, onları zulme boyun eğmeye davet değil; bilakis isyan yoluyla, devlet ve milletin bütünlüğünü zedeleyecek daha büyük zulüm ve zararlardan kaçındırmak hikmetine mebnidir.

Malumdur ki, Kur’an-ı Azimüşşan, değil zulüm yapmayı, zulme edna bir meyil ve rıza göstermeyi bile şiddetle yasaklamıştır. Bu bakımdan, Peygamber Efendimizin (sav.), zalim idarecilere itaat emrini, zulme razı olmak değil, zulmün büyümesine mani olmak şeklinde anlamak lazımdır. Bu emir, zulmün def’ine çalışmamak şeklinde de telakki edilmemelidir. Zira, zulmü giderecek çeşitli fırsatlar ve uygun yollar itaat içinde de bulunabilir. Ancak bütün çabalara rağmen, meşru bir çare bulunmazsa cüz’i ve şahsi hukukunu umumun selametine, ammenin menfaatine feda etmek idrak sahibi her Müslüman’dan beklenen olgun bir davranıştır.

İbn-i Abbas’dan (ra. ) rivayet edilen başka bir hadis-i şerifte ise şöyle buyrulur: “Bir kimse herhangi bir emirin yapmış olduğu zararlı bir şeyi görürse sabretsin (isyan etmesin). Çünkü her kim devlet başkanından (itaatten) bir arşın ayrılırsa cahiliyet ölümü ile ölür. ”

 Hadis Profesörü Kâmil Miras bu hadisi şöyle açıklamaktadır: “Vahiy ile müeyyet olan Peygamberimiz (sav.) amme velayetini taşıyan bir kısım amirlerin gayr-i meşru hareketlerde bulunacaklarını nübüvvet nuruyla görüyor ve biliyordu. Bu vaziyet karşısında Müslümanlara sabır ve sükûn ile hareket etmelerini ve bozgunculuktan kaçınmalarını vasiyet ediyordu. ”

Diğer bir hadis-i şerifte ise şöyle buyrulur: “Sizden her kim bir münkeri (kötülük) görürse onu eliyle düzeltsin. Eğer ona muktedir olamazsa diliyle, diliyle de yapamazsa ona kalbiyle (buğz etsin); bu da imanın en zayıf derecesidir. ”

Bu hadis-i şerif Feteva-i Hindiye’de şöyle izah edilmiştir: Bir kötülüğü kuvvet kullanarak defetmek devletin vazifesidir. Zira kuvvet kullanmak salahiyeti ferdin değil, devletindir. Dil ile düzeltmek, yani tebliğ vazifesini yapıp insanları irşat etmek âlimlerin vazifesi, kalben buğz etmek de avam-ı nasın görevidir.

İslâm dini, sultana, devlet reisine ve idarecilere itaati emretmekle beraber, bu itaati mutlak da bırakmamıştır. İtaat ancak “Allah’ın emirlerine isyanı gerektirmeyen konularda” söz konusudur. Bu hususta pek çok hadis-i şerif vardır. Bunlardan bazılarını takdim edelim:

Übade bin Sâmit, Resulüllah’ın (sav. ) kendilerini davet ederek şu manada biat aldığını haber vermektedir:“Emirlerinize (idarecilerinize, kumandanlarınıza) hem neş’eli, hem de kederli zamanlarınızda, hatta emirleriniz kendi nefislerini sizin nefisleriniz üzerine tercih etseler dahi onları dinleyecek ve itaat edeceksiniz. Ancak emirlerinizin açık bir küfrünü görmeniz ve onların küfrü hakkında yanlarınızda Allah’ın kitabında kuvvetli delil olması hâlinde, onları dinlemeyeceksiniz”[10]

Nevevî bu hadisi şerh ederken şöyle der:“Yöneticilerle yönetim işleri hususunda münakaşa etmeyiniz. Ve onlara o konuda itiraz etmeyiniz. Ancak onlardan sarih küfür ve kesin bir münker görürseniz bunu inkâr ediniz. Yâni, kabul etmeyiniz ve hakkı, münasip bir dil ile söyleyiniz. Fasık ve zalim olsalar bile, onlara karşı ayaklanmak ve onlarla savaşmak tüm ulemanın icmaı ile haramdır. ”

Evet münkeri işleyen bir idareciye hakkı söylemek bir vazife olduğu gibi; onlara karşı ayaklanmamak da vatan ve millet namına en mühim bir vazifedir. Zira böyle bir isyan hareketinden ancak iç ve dış düşmanlar fayda görecekler, birçok masumların kanı dökülecektir.

Devletin Nizam ve İntizamı İtaate Bağlıdır

Mazide yaşanan elim hadiseler, istikbale ışık tutan parlak bir aynadır. Tarihte cereyan eden olaylardan milletlerin alacakları pek çok ibretli dersler vardır. Yarınlara hazırlanırken, geçmiş tecrübelerden mutlaka yararlanmak, geçmişte düşülen hataları yapmamaya çalışmak elzemdir. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyurmaktadır: “De ki, yeryüzünde bir gezin de bakın, bundan öncekilerin sonu nasıl olmuş!…. .[11]

Cenab-ı Hak bu gibi ayetlerle geçmiş kavimlerin başına gelen elim hadiselerden ve tarihî olaylardan ders almamızı emretmektedir. Vatanperver her insan geçmişte yaşanan üzücü hadiselerden ders almalı, onları hiçbir zaman hatırından çıkarmamalı, Müslümanların birlik ve beraberliğine zarar verecek her türlü tutum ve davranışlardan hassasiyetle kaçınmalıdır.

Evet, dünyanın nizam ve intizamı itaate bağlıdır. Zira itaat, nizam ve intizamın temelidir; feyiz ve bereketin, huzur ve sükûnun, birlik ve beraberliğin esasıdır.

Tarihe ibretle göz gezdirdiğimiz zaman, ecdadımızın birlik ve beraberlik içinde olduğu dönemlerde dünyanın en güçlü devletine sahip olduklarını, insanlığa ilim, medeniyet, fazilet dersi öğrettiklerini görürüz. Dâhilî kargaşa ve fitnelerin çıktığı, devlete isyan ve tuğyanların başladığı zamanlarda ise ülkenin kan gölüne döndüğünü, düşman istilasına maruz kaldığını, istiklaliyet ve hürriyetini kaybettiğini esefle müşahede ederiz.

Acaba ne oldu da bir taraftan Viyana’ya, diğer taraftan Mısır ve Şam’a, diğer yandan Umman Denizi’ne, beri taraftan Hind’e kadar uzanan bu muhteşem saltanat yıkılmaktan kurtulamadı. Evet bunun sebebi ve kökü pek derindir. Cehalet, sefahat ve tefrika gibi içimizi kemiren, kanımızı cevelandan, dimağımızı hareketten alıkoyan ruhi ve manevi hastalıklardır. Bu tür hastalıklara duçar olan fert ve cemiyetlerin kendilerini toparlaması çok müşküldür. Bunlardan kurtulmanın yegâne çaresi İslam’ın ulvi hakikatlerini hayatımıza tatbik etmek, Müslümanlar arasındaki uhuvvet, muhabbet, samimiyet, birlik ve beraberliğin te’minini esas almak, tefrikayı netice verecek fitne ve fesadın, nifak ve şikakın kapısını kapamaktır.

          ***

Bütün müçtehitler, mücedditler ve diğer İslam âlimleri itaat etmemekle isyan etmeyi birbirinden tamamen ayrı mütalaa etmişler, Allah’ın emrine muhalif durumlarda hiç kimseye itaat etmemişlerdir. Bununla beraber katiyen isyana teşebbüs yahut teşvik de etmemişlerdir. Bilakis müminleri isyandan menetmek hususunda gayret ve himmetlerini esirgememiş ve bu vadide bütün Müslümanlara, hâlleriyle örnek olmuşlardır. İslam tarihi bunun misalleriyle doludur. Biz bunlardan sadece birkaç numune nakledeceğiz.

Mesela, İmam-ı Azam Hazretleri hem Emeviler hem de Abbasiler zamanında halifelerin kadılık tekliflerini reddetti. Bu reddin sebebi, onların zulümlerine destek olmakla Allah’a asi olma endişesiydi. Bu endişe için hayatı pahasına onların tekliflerini kabul etmedi. Ve Mansur zamanında zulmen atıldığı hapishanede şehit oldu. Kendisine yapılan bütün baskı ve işkencelere karşı hiçbir zaman Müslümanları devlete isyana teşvik etmedi, aksine onları teskin için büyük gayret gösterdi. Hâlbuki İmam-ı Azam dilese, bütün Müslümanları bir anda ayaklandırabilirdi Fakat o, bir masumun dahi olsa, kanının dökülmemesi için, bu işkencelere sabır ile katlandı.

Bu mevzuda diğer bir ibret levhası da İmam Ahmed b. Hanbel Hazretleri’nin zamanın halifesi Mu’tasım Billah’a karşı davranışıdır. Halife, Ehl-i Sünnet itikadına muhalif olan Mutezile mezhebine mensuptu. Bu sapık mezhebin mensupları Kur’an’ın mahlûk olduğuna inanırlardı. Halife, İmam Ahmed b. HanbelHazretleri’ni Kur’an’ın mahlûk olduğuna inanmaya ve bu hususta fetva vermeye zorlamış, lakin o büyük imam, Halife’nin bu sözüne itaat etmeyerek teklifini reddetmişti. Sonunda kendisine vurulan sopalar neticesinde zulmen şehit edilmiştir. O zaman onunla birlikte ehl-i sünnete mensup birçok âlim de şehit edilmiştir. Bununla beraber ne İmam Ahmed b. Hanbel Hazretleri, ne de ona tâbi olan âlimler, halkın üzerindeki büyük nüfuzlarına rağmen onları isyana teşvik edici hiçbir beyanda bulunmamışlardır.

Hem mesela, ehl-i sünnet itikadının düşmanlarından olan Ekber Şah, İmam-ı Rabbani gibi bir müceddidi, senelerce hapsettirdiği hâlde, o büyük insan, Ekber Şaha karşı ayaklanma hazırlığı yapan oğlu Selim Şah’ın yardım talebini reddetmiş ve onu babasına karşı isyan etmekten vaz geçirmiştir.

Bu konuda çok önemli bir örnek de Bediüzzaman hazretleridir. Senelerce akıl almaz zulüm ve işkencelere maruz kaldığı hâlde, daima müspet hareket metodunu uygulayıp, bedduayı bile menfi hareket sayan, hatta kendisine hapishanelerde yer hazırlayıp zulmedenlere bile hakkını helal eden ve talebelerine de sabrı ve müspet hareketi tavsiye eden asrın büyük müceddidi Bediüzzaman Hazretleri devlete itaat etmenin ehemmiyetini şu ifadesiyle ortaya koyar: “Beni tevkif için gelen jandarmaya kemal-i itaatle ellerimi uzatır, önlerine düşer giderim. ”

Maruz kaldığı o kadar zulüm ve işkencelere rağmen, Bediüzzaman hiçbir zaman devlete zarar verecek en ufak bir harekette bulunmamış, menfi hareket düşüncesinde olanlara da her zaman karşı çıkmıştır.

Bediüzzaman Hazretleri 1910 yılında Osmanlı Devleti’ne isyan etmek isteyen bazı aşiret reislerine hitaben şöyle diyordu:

Altı yüz seneden beri tevhid bayrağını umum âleme karşı yücelten ve millî âdetlerini terk ederek ihtiyarlanan bizim şanlı Türk pederlerimize, kuvvet ve cesaretimizi hediye edelim. Ona bedel, onların akıl ve ma’rifetinden istifade edeceğiz ve asaletimizi de göstereceğiz. Elhâsıl, Türkler bizim aklımız, biz onların kuvveti; hep beraber bir iyi insan oluruz. Dik başlılık etmeyeceğiz ve kendi başına hareket yapmayacağız. Bu azmimizle başka milletlere ibret dersi vereceğiz. İyi evlat böyle olur, itaatimizle göstereceğiz. İttifakta kuvvet var, ittihâdda hayat var, uhuvvette saadet var, hükümete itaatte selâmet var. İttihâdın sağlam ipine ve muhabbet şeridine sarılmak zaruridir. ”[12]

Bediüzzaman Hazretleri 31 Mart hadisesinde (1909) de devlete isyan eden askerlere karşı yaptığı konuşmada huzur ve saadetin, birlik ve beraberliğin ancak itaat ile olabileceğini şöyle ifade etmişlerdir:

“Şeriatla, Kur’ânla, hadisle, hikmetle, tecrübeyle sâbittir ki: Sağlam, dindar, hakperest ulûlemre itaat farzdır. Sizin ulûlemriniz, üstadınız; zabitlerinizdir. Nasıl ki mahir mühendis, hâzık tabib; bir cihette günahkâr olsalar, tıp ve hendeselerine zarar vermez. Kezalik, münevver-ül-efkâr ve fenn-i harbe âşina, mektepli, hamiyetli, mü’min zabitlerinizin bir cüz’î nâmeşrû hareketi için itaatinize hâlel vermekle, Osmanlılara, İslamlara zulmetmeyiniz! Zira itaatsizlik, yalnız bir zulüm değil, milyonlarca nüfusun hakkına bir nevi tecavüz demektir. Bilirsiniz ki; bu zamanda bayrak-ı tevhid-i İlâhî, sizin yed-i şecaatinizdedir. O yedin kuvveti de, itaat ve intizamdır. ”[13]

Bediüüzaman Hazretleri bu harika konuşmasıyla sekiz tabur askeri isyandan vazgeçirip, itaate getirmiştir.

1925 yılında devlete karşı ayaklanan Şeyh Said, Van’daki Erek Dağı’nda bulunan Bediüzzaman Hazretlerine bir mektup yazar ve Kör Hüseyin Paşa ile gönderir. Mektubunda; “Efendim! Sizin nüfuzunuz kuvvetlidir. Bu hareketimize iştirak buyurur, yardım ederseniz galip oluruz. ” diyen Şeyh Said’e, Bediüzzaman Hazretleri şu cevabî mektubu yazmıştır.

Türk milleti asırlardan beri İslamiyet’in bayraktarlığını yapmıştır. Çok veliler yetiştirmiş ve şehitler vermiştir. Böyle bir milletin torunlarına kılıç çekilmez. Biz Müslümanız, onlarla kardaşız. Kardaşı kardaşla çarptıramayız. Bu şer’an caiz değildir. Kılıç harici düşmana çekilir. Dahilde kılıç çekilmez. Bu zamanda yegâne kurtuluş çaremiz Kur’an, iman hakikatleriyle, tenvir ve irşad etmektir. En büyük düşmanımız olan cehli izale etmektir. Teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Zira akim kalır. Birkaç canî yüzünden binlerce masum kadın ve erkekler telef olur. ”

Kör Hüseyin Paşa, birkaç gün sonra tekrar Bediüzzaman Hazretleri’nin yanına gelmiş; “Üstadım bu bir fırsattır. Bu fırsatı kaçırmayalım. ”demiş, Üstad Hazretleri, ihtilalin zararlarını ve devlete isyan etmenin büyük mesuliyet olduğunu uzunca anlatmış ve onu da devlete karşı güç kullanmaktan ve ihtilalden vazgeçirmiştir.

Bediüzzaman Hazretleri Şeyh Said’in hareketinin yanlış olduğunu ifade edip, birlikte hareket edelim teklifini reddettiği gibi, Doğu’daki aşiret reislerini Van’daki Nurşin Camii’nde toplamış, onlara meseleyi anlatmış ve onların da hadiseye karışmasına mani olmuştur. Daha sonra onlar; “Bizi ihtilale karışmaktan alıkoyan Bediüzzaman Hazretleri oldu. Allah ondan razı olsun.” diyerek onu her zaman hayırla yâd etmişlerdir.

Bediüzzaman Hazretleri’nin irşat metodu, hadiseler karşısındaki tutum ve davranışları geçmiş asırlardaki kutupların, gavsların, mürşit ve mücedditlerin görüş ve davranışlarıyla aynıdır. Üstad Bediüzzaman kendisine zulmedenlere afv ile mukabele etti. O, yalnız Allah’ın rızasına talip oldu. Allah için yaşadı, Allah için sevdi, Allah için buğz etti ve Allah için manevi cihad etti, kendine zulmedenleri bile affetti.

“Benim ve Risale-i Nur‘un mesleğinin esası ve otuz seneden beri bir düstur-u hayatım olan şefkat itibarıyla; bir masuma zarar gelmemek için, bana zulmeden canilere değil ilişmek, belki beddua ile de mukabele edemiyorum. Hatta en şiddetli bir garaz ile bana zulmeden bazı fasık belki dinsiz zalimlere hiddet ettiğim hâlde, değil maddi belki beddua ile de mukabeleden beni o şefkat menediyor. Çünkü o zalim gaddarın, ya peder ve validesi gibi ihtiyar biçarelere veya evladı gibi masumlara maddi zarar gelmemek için, o dört-beş masumların hatırına binaen o zalim gaddara ilişmiyorum. Bazan da hakkımı helal ediyorum. İşte bu sırr-ı şefkat içindir ki; idare ve asayişe kat’iyyen ilişmediğim gibi, bütün arkadaşlarıma o derece tavsiye etmişim ki, üç vilayetin insaflı zabıtalarının bir kısmı itiraf etmişler ki: “Bu Nur şakirtleri manevi bir zabıtadır; idare ve asayişi muhafaza ediyorlar. “ [14]

İtaat konusunda Elmalılı Hamdi Efendi’nin Görüşü

Hem ilimde, hem de fikirde misli az bulunan ve bu asrın bütün âlimlerinin itimadına mazhar olan büyük müfessir Elmalılı Hamdi Efendi itaat ve isyan mevzuunu şöyle beyan etmektedir: “Müminlerden olmayan ululemirlere itaat dinen vacip kılınmamıştır. Bu hususta itaat değil, varsa bir ahde riayet mevzubahis olacaktır. Fakat taatin vacip olmayışından isyanın vacip olması gerekmediğinden, itaat mecburiyetinin bulunmamakla isyan mecburiyetinde bulunmak arasında fark vardır. Hakk-ı isyan başka, vazife-i isyan yine başkadır. Binaenaleyh buradan gayr-i mümin bir muhitte bulunan müminlerin şuna buna karşı isyankâr bir ihtilalci vaziyetinde telakki edilmemeleri, belki müminlerin her nerede bulunurlarsa bulunsunlar, Allah’a ve Resulüne karşı masiyetten içtinap ve aynı zamanda kendilerinden olan ululemre itaat etmeleri ve tağutlara boyun eğmemeleri lüzumunu anlamak lazım gelir. ”

Bu ifadelerden anlaşıldığına göre, gayr-ı müslim muhitte yaşayan Müslümanların kendilerinden olmayan ululemre itaatleri vacip değildir. Ancak müminlerin o devlete verdikleri ahde uymaları söz konusudur. Bununla beraber onlara itaatin vacip olmayışını, isyanın vacip olması lazım geldiği şeklinde anlamamak icap eder. Onların Allah’a isyanı gerektiren emirlerine uymamak o müminlerin hakkıdır. Lakin isyankâr bir ihtilalci olmakla da vazifeli değillerdir. Müslümanlar her nerede bulunurlarsa bulunsunlar Allah’a ve Resulüne karşı masiyetten (günahlardan) kaçınmakla, kendilerinden olan ululemre itaat etmekle ve Allah’a isyana zorlandıkları takdirde boyun eğmemekle mükelleftirler.

Görüldüğü gibi, Hamdi Efendi de itaat etmemekle isyan etmeyi birbirinden ayrı tutmuş, gayrımüslimlerin idaresi altında yaşayan Müslümanların bile devlete isyan etmelerinin vacip olmadığını beyan etmiştir.

20.02.2014
Mehmed KIRKINCI


[1] Nursî, B. S Tarihçe-i Hayat
[2] Nursî, B. S Barla Lahikası
[3] Nursî, B. S Şualar
[4] Nursî, B. S Emirdağ Lahikası
[5] Nursî, B. S Hutbe-i Şamiye
[6] Bakara Suresi, 2/191
[7] Hucurat Suresi 49/9
[8] Nursi, B. S. Tarihçe-i Hayat.
[9] Tac Tercümesi, 3. cilt sayfa, 44-45
[10] Müslim
[11] Rum Suresi 30/42
[12] Nursî B. S, Asar-ı Bediiye
[13] Nursî, B. S. Tarihçe-i Hayat
[14] Nursî, B. S Şualar (14. Şua)

risale haber

İnsan Arkadaşına Benzer

İnsanda arkadaşın rolü ne olabilir ve arkadaş insanın başına neler getirebilir, sorusunun cevabını almak için, önce Âyeti kerimenin mealine bakacağız. Hesap gününü kastederek “O gün Allah’tan korkanlar hariç dostlar birbirlerine düşmandırlar.”(Zuhruf 67) Evet! Peygamberimiz a.s.m. da Hadisi Şerifinde: “Elmer’u ala dini halihi” buyurmuş. Yani: (Kişi arkadaşının dini üzerindedir) Bu hadisin manasından bir çok kavim kendi dilinde Ata sözü yapmıştır. Türkçede: “Sen bana arkadaşını söyle ben sana sen kim olduğunu söyleyeyim.”

İlk okuldan başlayarak, terfi ederken, insan, hayatın her devresinde, çalıştığı fabrikada, veya herhangi bir işyerinde, hatta peygamber ocağı olan askerlikte de, olumlu veya olumsuz arkadaşlarının tesiri altında kalır.

Yukarıda geçen Âyeti Kerimeden anlaşıyor ki, bilgi, terbiye ve maneviyattan mahrum kalanlar, arkadaşlarını da yoldan saptırdıkları için âhirette arkadaşları ile düşman olurlar.

Bu açıklamadan sonra aklımıza  bir şey geliyor: Kötü arkadaşın tesiri o kadar çok iken, acaba neden insanların çoğu iyisini seçmiyor da gidiyor kötüsüne takılıyor? Daha önce dediğim gibi, insanların çoğunda, bilhassa gençlerde, iyisini kötüsünden fark etmek için, kafasında ölçü olabilecek bir ilim yok ki, onunla arkadaşını mihenge vurup, iyilik ve kötülük derecesini tayin edebilsin. Ayrıca kişinin alnında ahlakı  nedir, nasıl birisidir, yumuşak mıdır, sert midir, cahil midir, bilgili midir, dürüst müdür, yoksa hilekâr mıdır  yazmıyor ki. En kötü adam bile kötü olurken vücudundan herhangi parça kopmuyor ki nasıl biri olduğunu anlasın. İş böyle olunca insan nasıl olduğunu nereden bilsin? Herkesin asıl kimliği iç aleminde olduğu için, iş işten geçtikten sonra farkına varsa da arkadaşının kötülüklerine alışıyor. Ne pahasına olursa olsun onunla hayata devam ediyor. Bunu daha iyi anlayabilmek için, bazı misaller verelim;

Lüks bir muhitte yaşayan bir delikanlı üniversitede okurken, arkadaşları ona hayatla ilgili bir sürü soru sormuşlar? Oda sordukları sorulara cevap bulamayınca; siz bu soruları nereden öğreniyorsunuz demiş. Onlar, biz bütün bu soruları cevapları ile birlikte Kur’an tefsiri okunan sohbetlerde ağabeylerden öğrendik demişler, çocuk merak edip onlara takılarak sohbete gitmiş. Bugüne kadar binlerce kişi o sohbetlerde kendilerini kurtardığı gibi, Allah’a şükür oda kendini gitmeye ikna ederek, sohbetlere devamlı gitme neticesinde namazını de kılmaya başlamış.

Bu delikanlı doğru yolu bulduktan sonra, bizim mahalle derslerine de katılmaya başladı. Böylece bizimle de  arkadaş oldu.

Bir pazar günü, birlikte pikniğe gittik. Çok güzel bir gün geçirdik. Dönüşte yanıma oturup bir ara  ”Ağabey sana bir şey sorabilir miyim dedi?”

– Kendisine “buyurun kardeşim” dedim.

–  “Anneme beddua edebilir miyim?” Deyince, çok şaşırdım!

– Biraz düşünüp; “Buda nereden çıktı! Anneye beddua mı edilir.

– Ağabey sen vaziyeti bilmiyorsun ki.

– Söyle bakalım ne imiş mesele?

–  Ben namaz kılmak için seccadeyi yere serdiğimde, annem seni gerici, yobaz diyerek seccadeyi yerden alıyor ve onla kafama vuruyor. Böyle bir durumda söyle ben ne yapayım?

– Ben biraz durakladım, sonra:

– Sana bir reçete yazsam ilaçları iyi kullanır mısın?

– Ne demek, tabii ki kullanırım, zaten sana güvendiğim için derdimi  anlattım.

–  Kaç kardeşsiniz?

– Kardeşim yok. Anne babamın tek evladıyım.

– Sizin evde anne babanla birlikte televizyon seyrederken çay içme adetiniz var mı?

– Evet var.

– Bana bak!  Sinirli olmadıkları bir zaman, onlara soracaksın. Neden benim için, bu çocuk kimindir diye sorduklarında, her ikinizde “benimdir” diyorsunuz?

Peki ne diyeceğiz diye soracaklar, o zaman onlara tatlı dille şunları söyle!

Hakikaten ben sizin eseriniz miyim? Benim vücudumun inşası esnasında ölü atomları sağdan soldan toplayıp siz mi hücre yaptınız, DNA ve RNA moleküllerini ayarlayıp, proteinlerin, amino asitlerin ve diğer elementlerin miktarını siz mi tayin ettiniz. Vücudumdaki alyuvarlar, trombosit ve akyuvarların sayısını siz mi ayarladınız? Siz göz, kulak, el, ayak, diş, kalp hatta bir kıl yapmaktan aciz olduğunuz halde, niye böyle iddia ediyorsunuz?

Allah beni yaratıp sağlam bir şekilde elinize emanet olarak hediye verdi ve kalbinize de çocuk sevme zevkini koydu, böylece hayatınızı süsledi. Böyle olmakla beraber, üzücüdür siz Ona şükür edeceğiniz yerde namazıma engel olurken adeta Ona isyan ediyorsunuz. Bunu hangi cesaretle yapıyorsunuz. Şahsen ben buna çok merak ediyorum. Bana dinimi öğretmek vazifesi, evladınız olduğum için, sizin iken, siz bana ne Allah’ımı tanıttınız ne de dinimi. Bana Allah’ımı da dinimi de arkadaşlarım  tanıttı. Bunun neticesinde ben de Allah’ıma ibadetimi yapmaya karar verdim. Benim namazıma engel olma sebebini bana söyler misiniz?  Bundan böyle benim namazıma engel olmanız beni evden kaçırır de gider başımın çaresini bulurum. Siz bu vaziyette tutumunuzu devam ederseniz bir daha gelmem. Ben büyüdüm artık Üniversite talebesiyim, kendi çaremi bulmak için benim Allahım bana yardım eder. Çünkü ölü atomlardan beni siz değil, Allah yarattı. Öyleyse önce Onun emirlerini yerine getirmeliyim?

İbadetime dokunmadığınız takdirde size iyilik ve itaat etmemi, bana yine Allah emrettiği için  size de itaatte kusur  etmemeye çalışırım.

–  Tamam ağâbey diyerek ayrıldı.

Bir hafta sonra o kardeş beni görünce boynuma sarıldı ve “Allah senden razı olsun, beni dertten kurtardın dedi” Hatta daha sonra annesi çocuğunun iyi hasletlerine gıpta ederek ve çocuğun duası ile annesi de  namaza başlamış. Böylece İman bu kardeşin evini de ışıklandırdı.

Bu olayı okuyan dostlarım şöyle sorabilirler. Anne babaya isyan edilir mi

Evet! “Anne babasını yetişip te onlara itaat etmeyip cennete gidemeyenlere yazıklar olsun” düsturu var, ama hangi anne baba için bu emir? Unutmayalım ki “Yaradana isyan olan yerde, yaratılana itaat edilmez” düsturu da var. Aşağıda itaat edeceklerimizin derecesini sıralayalım:

1- Biz ilk önce Allaha itaat edeceğiz. Allah’ın emirlerine karşı itaatkâr olmaya mecburuz. Çünkü bizi hiçten yoktan yaratan Allah’tır, ve bizim hayatımızın bütün ihtiyaçlarının sebeplerini hiç aklımız almaz bir şekilde bizim için o hazırlamış olduğu için Ona karşı itaatimiz birinci sırayı alır.

2- Peygamberimize (a.s.m.) itaat etmeye mecburuz Çünkü onun vasıtası ile Kur’an-i Kerimi öğrendik, ibadetlerimizin şekillerini o bize talim etti. Hayatımızı onun edebiyle güzelleştirdik. Sünnetiyle ömrümüz bereketlendi. Ahirette cenneti kazanmaya sebep yine Odur i

3- dinimizi öğreten Üstadımıza, hocaya itaatle mükellefiz. bu zat anne baba da, yabancı birisi de olabilir. Çünkü erkek ve kadının ilim öğrenmesi farzdır. bu sebepten öğretmenimize itaat şartı var bilhassa dini bilgileri öğreten hoca efendiye. Çünkü Allah bizlere ebedi hayatta vaad ettiği o cenneti kazanmak ilim ile olur.

  4-  Anneye itaat etmekle mükellefiz. Bizi büyütüp bakması için anneyi Allah bir şefkat kahramanı yapmış. Sahabeler Peygamber a.s.m. ı sormuşlaş? Kime daha çok itaat edelim? Anneye demiş yine sormuş? Yine anneye demiş, dördüncü sorusunda  babaya demiş. Zavallı anne evladını 9 ay karnında taşır, sonra doğduktan sonra, evladı büyüyünceye kadar, rahat uyuyamaz, aman yavrum üşümesin, altı ıslanmasın diye bir kaç defa yavrusu için uykusunu bozar. Evladım büyüyünce beni bakar diye böyle şey hiç hatırına getirmez.

5- Babaya itaat. itaate mecbur olduğumuz böylece tamamlanmış olur. Babamıza itaat edeceğiz çünkü: Bizim ihtiyaçlarımızı gidermek için zavallı babamız hamal gibi gece gündüz çalışırdı Bu sebepten Allah Kur’ani Kerimde: Allaha itaat ediniz ondan sonra anne babanıza da iyilik yapın. Onlara karşı ısyan şöyle dursun, onların  herhangi isteklerine karşı “of ” bile demek yasaktır.

Bakın bununla ilgili bir hadiseyi size nakledeyim: Müslümanlardan yedincisi ve cennetle müjdelenenlerden beşincisi olan  Sahabe “İbni Ebu Vakkas” Hazretlerinin annesi, benim oğlum nasıl eski dinini terk edip başka dine girer diye, oğlunu ikna etmek için çok ağır bir tedbir alır. Oğluna derki: Oğlum sen eski dinine dönmezsen, ben bu sıcak çöllerde ölünceye kadar yemek yemeyeceğim, su içmeyeceğim. Bu hareketiyle oğlunun dininden çıkmasını bekler. Ebu Vakkas r.a. her ne kadar kararından vaz geçmesi için annesini ikna ya çalıştıysa da, annesinin razı olmadığını görünce annesine: Anneciğim senin saçların sayısınca canın olsa, her gün biri çıksa da, ben dinimi bırakmam diyerek, ondan ayrılır.

Demek ki Allaha itaat  her şeyin önünde gelir. Anne baba sevgilerini yanlış yerde kullanıp evladını ateşe atmaya çalışmamalı. Böyle bir anne babaya bile kötülük yapılmaz, ancak anne ile babanın Allahın yasak ettiği bir emri evlatlarına olsa o emre itaat edilmez.

Evet herkes düşünmeli ve kendi kendine: Beni ölü maddelerden canlandıran Allah’ıma ben nasıl karşı gelebilirim? Ben bir gün o dar mezara yapa yalnız girmeyecek miyim? Namaz kılarsam, arkadaşlarım karşısında ayıplanırım düşüncesi o müthiş mezar karşısında bir şey ifade eder mi?  Üstelik o ufak tefek ibadetleri yapanlara âhirette Allah tarafından öyle lütuflar hazırlamış ki,  ne kulak işitmiş ne göz görmüş ne insanın hatırına gelmiştir. Zevkler ve lezzetler yeri olan cennette, hiç bitmeyen bir gençlik ve sonsuz bir mutluluk verilecek.

Karşı gelip inkâr edenlere ve imanın gereğini yaşamayanlara da,  cehennem gibi bir ateş hazırlandığını Allah birçok Âyeti Kerimeler ile bizlere bildirmiştir. İnsan bu zararları nasıl göze alabilir? Yarın perişan olmamak için kendine, bir an önce hidayete gelmeliyim demeyelim mi, siz söyleyin? Pişmanlığın faydası olmayan o “Pişmanlık”  günü gelmeden, bugün pişman olsak daha iyi olmaz mı? Bu tertemiz vücudumuzu günahlara boğulmadan kurtulmak için bir an önce cehaletten kurtulup dinimizi öğrenmeliyiz.

İnsan ancak bir şeyler öğrenip yolunu bulduktan sonra, kendine yakışır işi yapma imkânı elde edebilir. Böylece mucize vari yaratılan bu vücut, kendine layık olan meyveyi verebilir.  Kur’an tefsirlerinden ders almak lazım ki istenen netice elde edilsin. Size tavsiyem, aman ne yaparsanız yapın ana sermayeniz olan kıymetli zamanınızı boşa geçirmeyin. Çünkü kıymetli vaktini kıymetsiz yerlere harcayanlar kıymetsizdirler. Veya kıymetsizleşirler. Netice olarak ne yaparsanız yapın, kendinize iyi arkadaş seçin, onlarla samimi olun, onlarla düşüp onlarla kalkın ki kurtulmuş olasınız. Unutmayın ki çok  arkadaşla samimi olanın arkadaşı yoktur.

Abdülkadir HAKTANIR

www.NurNet.org

Neyi Kurban Ediyoruz?

Kurban, insana Allah’a tamamen teslim olmayı öğretmektedir. Hz. İbrahim oğlu İsmail’i kurban etmesi emrini alınca Allah (c.c.) adına kurban etmeye girişmesi, oğlu İsmail’in de bunu teslimiyetle karşılaması aslında müslümanın Allah’a bütün varlığıyla teslim olması gerektiğini fiilen anlatan bir olaydır.

Müslüman olarak Allah’a (c.c.) teslimiyetin aynen Hz. İsmail (a.s) gibi ve her şeyini Allah’a (c.c.) kurban edebilmek de Hz. İbrahim (a.s) gibi olması gerektiğini öğretir bize Kurban.

Bir babanın oğlunu kendi eliyle boğazlamayı kabul edecek kadar ileri derecede bir teslimiyet örneğidir bu hadise. Gencecik, hayat dolu bir yüreğin henüz hayatının baharında canını Allah için feda edecek kadar yüksek bir teslimiyet sembolüdür bu kurban kıssası.

Her şeyin Allah’a (c.c.) ait olduğunu ve her şey yine Ona döndürüleceğini gösterir bize Kurban. Hz. İbrahim oğlunu kurban etmeye götürürken, İblis nasıl vaz geçirmeye çalıştıysa, bugün yine ayni İblis Müslümanları ellerindekini Allah için infak etmesin diye, vesvese vermiyor mu?

Sahabe-i Kiramda görülen ve imanlarından kaynaklanan çok teslimiyet örnekleri vardır. Adeta her şeylerinden vaz geçip Allah’a bu şekilde yaklaşımları günümüzde görmek maalesef mümkün olamıyor.

Sümeyra Hatun, uhud’da babasını, kocasını, kardeşini ve iki oğlu olmak üzere 5 kişiyi Allah için feda eden, kurban ne demek olduğunu idrak eden bir iman eridir!

Elinde avucunda ne varsa sadaka veren Hz. Ebu Bekr (r.a.) “ev halkı için ne bıraktın ya Eba Bekr” sorusuna “Allah ve Resulünü bıraktım” diyen bir örnek şahsiyet.

Peki, bugün nasıl? Allah’a yaklaşmak için neler yapıyoruz? Kurban bayramında kestiğimiz kurbanı ne niyetle kesiyoruz? Et yemek için mi? Herkes kesiyor bende kesmezsem beni fakir zannederler korkusu ile mi? Ya da kurban kesmenin şartlarını gözetiyor muyuz?

Maalesef hepsini yaşıyoruz ve görüyoruz. Kurban kesmeye parası yeterli değil ama çevresi “kesemiyor” demesin diye borç bulup kurban kesenleri görüyoruz. Bu kimselerin hangi niyetle kurban kestiğini varın siz düşünün. Herkes böyle davransa kurban etinin üçte birini kime vereceğiz?

Bir de kurbanlık hayvani araştırırken, keseceğimiz hayvanin budunu, etini, ağırlığını, pirzolası iyi olur, kuşbaşını yapsak daha lezzetli olur diye niyet ederek kestiğimiz hayvanla ne kadar Allah’a yaklaşırız orasını da siz düşünün. Büyük bas hayvana hisse olduysak, hissemize bir kaç kilo az düştü diye hissedar kişilerle kavgaya tutuşanı az mı gördük!

Kurban etinden ihtiyaç sahiplerine dağıtmak isterken, en etli kimsi bize kelsin diye düşünenleri de görüyoruz maalesef. Kurban kesmenin manası ve hikmeti bunlardan hiç biri değildir.

Kuranı Kerimde Allah (c.c.) şöyle buyurur: “Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Fakat O’na sizin takvanız ulaşır. Böylece onları sizin hizmetinize verdi ki, size doğru yolu gösterdiğinden dolayı Allah’ı büyük tanıyasınız. İyilik edenleri müjdele.” (Hacc; 37)

Ayette anlasildigi üzere kurban kesmekte niyet önemlidir. O halde niyetlerimizi halis tutalim.

Ayrıca, ehil olmayan kisiler tarafından kesilmek istenen kurbanlar elden kacinca, onları sokaklarda tekme sopa kovalanan manzarali inşallah bu sefer yasamayiz.

 

Arif Ağırbaş

arif.agirbas@hotmail.de

https://twitter.com/Arif_Agirbas

Muhakkak Biz İnsanı Ahsen-i Takvimde Yarattık

Cenabı Allah (c.c.) Kuranı Kerimde: „Muhakkak biz insanı Ahsen-i takvimde (en güzel bir biçimde) yarattık“, buyuruyor.  Bununla beraber İnsanı yeryüzünde halife olarak tayin ettiğini Bakara suresinin 30.ayetinde bildirmektedir. Yaratılışındaki donanım sayesinde Allah’a muhatap bir varlıktır. Bu demek oluyor ki, insan, tüm azaları ve duyguları ile, Allahın tüm isim ve sıfatlarını tanıyıp bilecek bir mahiyeti var.

İnsan, azaları ve duygularıyla, âlemlere bir pencere acar. Mesela gözleriyle renkler âlemini seyreder. Burun sayesinde kokular âlemini seyreder. Kulağın duymasıyla sesler âlemini dinler. Dokunma hissi ile maddi âlemi hisseder.

Bu şekilde insan, Allahın tüm isim ve sıfatlarını anlayıp idrak edecek güce sahiptir. Yaratılışındaki bu donanım sayesinde Allah’a hakiki bir kul olabilmektedir.

Allah insana kâinata halife olacak mahiyeti verdiği gibi, kâinatın en zelil ve en adi konumuna düşecek mahiyeti de vermiştir; tercihi insana bırakmıştır. Ya iman ve ibadet ile kâinata halife olmak, ya da inkâr ve isyan ile mahlûkatın en zelil ve hakiri olmak vardır.

  

“İnsanın mahiyet aynası, kainat aynası ile, mana ve keyfiyet bakımından, birbirine denktir.”

Tasavvuf ilmin büyüklerinden Seyyid Muhammed Efendi (k.s)  insanı tarif ederken şu kıymetli bilgilere rastlıyoruz.

“İnsan’a dikkatlice baktığımızda, kâinatın küçültülmüş bir misali olduğunu da görürüz. Allah’ın isim ve sıfatları kâinatta tecelli ederken, aynı isim ve sıfatlar insanda da, okunaklı bir şekilde tecelli ediyor.

İnsanın bu geniş mahiyet aynasındaki manalar ancak iman nuru ile okunabilir. Küfür ve inkâr hali bu yazıları okunmaz hale sokuyor. Bir benzetme olarak söyle diyebiliriz. Nasıl lambasız ve ışıksız eşya görünmez ise, iman ve hidayet olmadan da insan’a verilmiş manalar görünmez ve okunmaz.

İşte bu manaları göremeyen ve okuyamayan maddeci filozoflar, insanı konuşan bir hayvan olarak tarif ediyorlar. İnsana bu bakış farkı, iman ile küfrün farkıdır. İman, insanı kâinata halife ve sultan yaparken, küfür insanı hayvandan daha aşağı bir mevkie indiriyor.” 

Ahsen-i Takvim Suretindeki İnsan Nasıl Hayvandan Aşağı Düşer?

Kur’an ahlâkının en önemli şartı Allah’ın büyüklüğünü takdir etmek ve yalnızca O’nu ilah edinmektir. Oysa kibirli bir kişi kendisini Allah’tan bağımsız bir varlık olarak görür ve Allah’ın kulu olduğunun şuuruna varamaz. Allah’ın kendisine vermiş olduğu özellikleri kendi çabasıyla kazandığına inanır, büyüklenerek nefsini yüceltir. Kısacası kendi nefsini ilah edinir, onu Allah’a ortak koşar. Şu ayet ne de güzel tarif ediyor bu olayı: “…Gerçekten şeytanlar, sizinle mücadele etmeleri için kendi dostlarına gizli-çağrılarda bulunurlar. Onlarla itaat ederseniz şüphesiz siz de müşriklersiniz.” (En’am Suresi, 121)

Alçakgönüllülüğün en büyük göstergelerinden biri de Allah’a ve resulüne itaattir.

Kuran’da itaat konusu birçok ayette geçer. İtaatin nasıl olması gerektiği bütün detayları ile  tarif edilir. İtaat, Kuran’a göre kalben ve fiilen, samimiyetle yerine getirilmesi gereken çok hassas bir konudur. Resule itaat etmek büyüklenen kişilerin son derece ağırlarına gider. Oysa takva, güzel ahlak, akıl gibi üstün özelliklere sahip olan resule itaatsizlik etmek,  Allah’a da itaat etmemek demektir.

Müminler ise Kur’an ahlâkını tam olarak yaşamaya çalışırlar, ancak hata yapmaları da çok doğaldır. İnsan tatmin bulmuş melek değildir, birçok eksikleri vardır. Eksiklerini unutup kendini üstün görmek ve büyüklenmek çok büyük yanılgı olur. Kendisini itaatten çıkmış şeytan gibi görmek istemeyen insan, kayıtsız şartsız Allah’a boyun eğmeli, nefsini ezerek itaat etmelidir.

Özet olarak insan, iman olursa, kâinata bir halife, Allah’a aziz bir kul, Peygamberimiz (asv)’e şerefli bir ümmet, insanlığa faydalı bir dost, Ahsen-i takvime tam bir model oluyor. İman olmaz ise; konuşan bir hayvan, zelil bir mahlûk, esfel-i safiline yuvarlanan bir taş gibi oluyor.

Ahsen-i takvim; Allah’a tam ve güzel bir kul olmaktır; esfel-i safilin ise şeytana maskara olmaktır.

Arif Ağırbaş

arif.agirbas@hotmail.de

https://twitter.com/Arif_Agirbas

Tüylerimizi Diken Diken Eden Emir!

Erkekler kadınlar üzerinde kavvamdır.”(yönetici ve koruyucudur) Nisa sûresi 34. âyete geçen hafta başlamıştık. Kaldığımız yerden devam ediyoruz, âyet bitene kadar inşallah.

Kadın erkeğin evde reisliğini, yönetici ve koruyuculuğunu kabul ettikten sonra ne olacak? Doğal olarak evin reisine saygılı olacak. Âyet şöyle devam ediyor:

Saliha kadınlar gönülden itaat ederler.” Allah (c.c) “İyi kadınlar kocalarına itaatli ve saygılıdırlar.” buyuruyor.

Tüylerimizi diken diken eden bir emir. “Kocaya itaat” Bu iki kelime yan yana geldiğinde biz kadınları çok fazla rahatsız ediyor. Allah’a itaat “tamam” seve seve başım üstüne; ama kocaya itaat “olmaz.” Oysa kocaya itaat Allah(c.c) ın emri olduğu için aslında Yaradan’ına itaat etmiş oluyor kadın.

Sevgili peygamberimiz de pek çok Hadis-i Şerif ile kadının kocasına itaatinin önemine dikkat çekiyor.

Kadın, beş vakit namazı kılar, orucunu tutar, kendini yabancılardan korur ve kocasına itaat ederse, cennete girer.” buyuruyor bu hâdis-i Şeriflerin birinde.

Öyle kaçılmak isteniyor ki bu âyeti kerîme’nin emrinden, âyet inkar edilemiyor fakat bu âyeti destekleyen bazı Hadis-i Şerîfleri inkar noktasına gelebiliyor kadınlar.

İnsanın insana secde etmesini emredecek olsaydım, kadının kocasına secde etmesini emrederdim.”

Mesela bu hadisi şerifi pek çok kadın “sahih değildir” diyerek kabul etmiyor. Oysa Hadis-i Şerîf sahih, kaynakları da sağlam. Riyazussalihin’ de aldığım Hadis-i Şerîf kaynak olarak Tirmizî Radâ 10; Ebu Davud Nikah 40; İbni Mace Nikah 4 te yer alıyor.

Buradaki secde kelimesinin tabii ki Allah’a secde etmekle alakası yok. Peygamberimiz bu Hadis-i Şerif’le ailede mutluluk için kadının kocasına saygı duymasının ne kadar önemli olduğuna dikkat çekmiş.

“Ne yani, şimdi biz kocalarımıza itaat edeceğiz, onlarda bizi paspas gibi ezecek mi?”

Allah’a karşı ne kötü bir zan. Rabbim kadının ezilmesini ister mi? Yaradan’ımız kadının kocasına itaatini emretmişse elbette pek çok da hikmetler vardır. Kadına itaat emredilirken, erkeğe de ezme kadını hakkı verilmemiş. Karşılıklı haklar var.

Bakara 228. Âyeti Kerîme’de:

Erkeklerin kadınlar üzerinde ma’ruf (meşru olan) hakları olduğu gibi, kadınlarında onlar üzerinde hakları vardır. Yalnız erkeklerinki onlara göre (aile reisliği ve görevleri bakımından) bir derece fazladır. Allah mutlak galiptir hüküm ve hikmet sahibidir.”

Kadına kocasına itaat emredilmiş fakat kadını ezmek için değil korumak için. Kadın kendinden güçlü yaratılmış erkeğin karşısında ancak ona yumuşak davranarak kendini koruyabilir. “Yumuşak ipeği en keskin kılıç bile kesemez.”

İtaatten ne anlamalıyız?

“Kadın erkeğin her istediğini yapacak, erkek emredecek kadın ezilecek.” Böyle anlayanlar var. Ben böyle anlamıyorum. Benim erkeğe itaatten anladığım, “Kadın kocasına saygısızlık etmeyecek, onunla mücadeleye girmeyecek, erkeğin ailedeki otoritesini kabul edecek.”

Kadın istediklerini kocasına tatlı tatlı yaptırabilir. Kadın yine itaat etmiş olur. Kadının sözleri önemsiz olacak, kadının istedikleri yapılmayacak diye bir şey yok. Kadının erkeğin karşısına dikilmesi, bağırması çağırması, kavga etmesi, inatlaşması yasaklanmış. Kadın psikolojisini düşündüğünüz zaman bu tavır, öncelikle duygusal yaratılmış kadını yorar, yıpratır.

Fakat günümüzde maalesef ki kadınların çoğu, erkeklerle mücadele etmeyi bir maharet zannediyorlar. Erkeğe itaat bir geri kalmışlık gibi addediliyor. Bu da aile kurumuna ciddi zararlar veriyor. Sonuç kadınlar mutsuz, erkekler kırgın.

Erkekler sert yaratılmışlar, fakat kaba değil. Arada çok büyük bir fark var. Günümüz kadını, erkeğin sert tabiatını, filmlerdeki romantizm sosuna batırılmış erkeklere bakarak kabalık olarak yorumluyor ve erkeklere kızgınlık besliyor.

Biz kadınlar, bir şey işimize gelmezse içimizi rahatlatmak için çıkış yolları ararız.

Allah’ın emrini inkar edemeyeceğimize göre ahirete kadar kendimizi oyalayacak sebepler bulmamız lâzım ki iç sesimiz bizi dürtüp rahatsız etmesin.

Bulmak isterseniz bahane tükenmez: “İtaat etmiyorsam sebebi var canım. Allah bu kocaya itaati emretmemiştir herhalde. Bu adam geçmişte bana şöyle şöyle haksızlık yapmıştı. İlmî ehliyeti yok. Namazını ancak kılıyor. Gelsin peygamberimiz gibi bir erkek ona itaat edeyim.”

Allah(c.c) âyette “İyi kadınlar, iyi erkeklere itaat ederler.” buyurmuyor. İtaat edilmesi gereken erkeklerin vasıfları sayılmamış. Kadının koca olmasını kabul ettiği erkek itaati hak etmiş oluyor bu durumda.

Kadın ya kocasına itaat edecek ya da onu koca olacak vasıflarda görmüyorsa boşanacak. “Hem yaşarım hem de adamı adam yerine koymam, süründürürüm” gibi üçüncü bir alternatif dinimizde yok.

Pek çok dindar kadın kocasını beğenmiyor, takvalı bulmuyor. Kimi kocasının nafile oruç tutmamasından, kimi televizyona bakmasından, kimi müzik dinlemesinden, kimi kocasının çok kitap okumamasından dolayı dertli.

Kocalarını kendileri kadar asil bulmadıkları için onları basit zevkleri olmakla suçlayıp aşağılayan ve kocalarından daha fazla ibadet ettikleri için de kendilerini pek bir takvalı ve saliha hanım zanneden kadınlar çok.

Oysa Allah (c.c) “Sâliha hanımlar kocalarına gönülden itaat ederler.” buyuruyor. “Kocalarını kendilerinden aşağı görürler.” demiyor.

Kadınlar bildikçe öğrendikçe koca beğenmemeye başlıyorlar. Erkekler işle güçle uğraşırken kadınların bilgi edinmek için pek çok kaynağı var. Televizyonda pek çok konuda uzman kişiler çıkıyor, pek çok konu konuşuluyor. Geçenlerde bir teyze gördüm, televizyonda şifalı bitkilerle ilgili program izlemekten konuya epeyce vâkıf olmuş etrafına tavsiyelerde bulunuyordu.

Sonra internet var, kitaplar var ve kadınların okumak için zamanları var. Ayrıca sürekli seminerler, konferanslar düzenleyen belediyeler, vakıf ve dernekler var. Buralara da kadınlar daha çok katılıyor.

Bilgi güzel bir şey. Fakat her güzel şeyin düşmanı vardır. İlmin düşmanı da kibirdir. Şeytan da âlimdi fakat ilminin getirdiği kibir ile Allah’a isyan etti ve rahmetten kovuldu.

Materyalist bir çağda egolarımız sürekli dürtüldüğü için en çok kendimizi beğenir olduk. Kibir insanları Allah’ın rahmetinden ve insanların gönlünden kovduran, gözden düşüren en tehlikeli huydur. Kibir şeytanın en sevdiği günahtır. Kibir, gurur ve inatla da yakın kardeştir. Sakınmak lâzım. Kibir konusunu kitaplardan çok okumak lâzım.

Velev ki erkek bilgi, zenginlik, eğitim gibi konularda kadından daha geride olsa bile mademki Rabbimiz aileye yönetici olarak seçmiş, her hal-u kârda kadın kocasına itaatli ve saygılı olmak zorundadır.

Teşbihte hata olmaz derler, üniversite mezunu bir çalışanın ilkokul mezunu diye patronunu beğenmeyip istediklerini yapmaması, isyankar olması mümkün müdür?

Ya orda çalışmayacak ya da patron olarak onu kabul ediyorsa saygılı olacak.

Çalışan kadın iş yerinde patronuna gayet saygılı, onun eğitimini sorgulamıyor. Maaşını alabilmek için patronun emirlerini yerine getiriyor ve kendini ezik falan hissetmiyor. Fakat aynı kadın eve gelince kocasının iki sözüne tahammül edemeyip saygı sınırlarını aşıyor.

Allah’ın emrine karşılık, patronun parası daha öne geçebiliyor maalesef. Halbuki eşi de ailenin maddi manevi sorumluluklarını taşıyor.

Bizden önceki nesilde erkeğe saygı vardı; fakat bu gönülden bir saygı değildi genellikle. Kadınlar erkeklerden korktukları için zoraki saygı duyarlardı. Erkek düşmanlığının üzerine güzel bir saygı inşa etmek zaten zordur. Kadın kocasının karşısında konuşmaz; ama bunu kendine dert eder, içinde biriktirir. Mutfağa gitse, çocuklarına kocasının ardından konuşur, çocukları babasına düşman eder, komşuya gider, kocasını çekiştirir. Ezik psikolojisi içinde yaşar.

Oysa Allah zoraki bir itaatten bahsetmiyor. Gönülden yapılacak bir itaat istiyor. “Gönülsüz aş ya karın ağrıtır ya baş.”

Allah (c.c) bu ayette saliha kadınları “kanitat” olarak vasıflandırmıştır. “Kunut” severek isteyerek itaat üzere olmak, demektir. Zoraki, hoşlanmayarak, içinde sıkıntı duyarak ara sıra yapılan bir ita­at değil, tam aksi isteyerek, severek, içinden gelerek itaat edilmesi Rabbimizin emridir.

Bu da ancak nefsine tapınmayan ve Allah’ın rızasını isteyen mü’min hanımlar için mümkündür. Çünkü evin reisini erkek olarak Allah(c.c) tayin etmiştir. Sonuçta kocaya itaat Allah (c.c) itaattir.

Âyeti Kerîme itaat emrinden sonra şöyle devam ediyor:

Hem de Allah’ın korunmasını emrettiği şeyleri gizlide de (kocalarının olmadığı yerde de ırzlarını ve kocalarının mallarını) koruyanlardır.”

Kadınlar, namuslarını ve kocalarının mallarını korur, kocalarının sırlarını ifşa etmez ve kocalarıyla kendileri arasında gizli halleri başkasına anlatmazlar. Allah’tan korktukları için kocaları olmadığı zaman bile onların haklarını korurlar.

Maalesef ki günümüzde itaatin tam aksi eşitlik davası ile karı koca arasında mücadele körükleniyor. Ne de olsa bir toplumu yıkmanın en iyi yolu aileyi yıkmaktır. Biz de bu tuzaklara çok çabuk düşüyoruz. Bir türlü mutlu olamıyoruz.

Oysa elimizde Yaradan’ımızın mutluluk reçeteleri var, daha niçin mutsuzuz ki? Kadınlar için ilaç biraz acı gibi görünüyor; ama o ilacı almadan şifa mümkün değil.

Sema Maraşlı – Haber 7