Etiket arşivi: japonya

Japonya’da Hakikatı Arayanlar

Son Japonya depremi bizlere Risâle-i Nûr’daki Japonlarla ilgili bahisleri derhatır ettirdi. Risâle-i Nûr eserlerinde Japonlarla ilgili mevzûlar vardır. Bunlardan biri Nokta Risâlesi’ndeki “Müstemî (dinleyen), müteharrî-i hakikat (hakikati araştıran) bir Japondur”1 ifâdesidir.

Bu Risâlede Bedîüzzamân Japonları dinleme makâmında, hakîkati araştıran olarak ta’rîf eder. Hakîkaten Japonlar bu sıfata lâyıktırlar. Hatta Bedîüzzamân “Kesb-i medeniyette Japonlara iktidâ bize lâzımdır.2 demekte ve hakîkatleri, doğruları ve gerçekleri araştırmada Japonlara uymamızı tavsiye etmektedir. Çünkü Avrupa’dan mehâsin-i medeniyeti (medeniyetin güzelliklerini) almakla berâber, her kavmin mâye-i bekası olan âdât-ı milliyelerini muhâfaza ettiler.”3 diyerek Japonların, medeniyetin güzelliklerini alırken kendi âdetlerini ve kültürlerini muhâfaza ettiklerini belirtir.

Yine Risâle-i Nûr satırları arasında görüyoruz ki, bir Japon Başkomutanı İstanbul ulemâsına bazı suâller soruyor ve bu suâllere Bedîüzzamân cevaplar veriyor ve bu cevaplar Beşinci Şuâ’nın te’lîfine mukaddeme oluyor. Şöyle ki; “Bundan kırk sene evvel ve Hürriyetten bir sene evvel İstanbul’a geldim. O zaman Japonya’nın Başkumandanı, İslâm ulemâsından dinî bazı suâller sormuştu. Onları İstanbul hocaları benden sordular. Hem çok şeyleri o münâsebetle suâl ettiler.4

Hatta Muhâkemât’ta Japonlar’ın sordukları soruların ne kadar önemli olduğunu görüyoruz. “Onlardan bir suâl: ‘Bizi, kendisine îmân etmeye çağırdığınız Allah’ın varlığına delâlet eden açık delil nedir? Mahlûkat neden yaratılmıştır? Yoktan mı? Maddeden mi? Yoksa onun zâtından mı? Ve diğer şüpheli sorular…’” gibi sorulan sorulara Bedîüzzamân, ilgili eserinde cevaplar vermiştir. Bu sorulardan da anlaşılıyor ki, Japonlar hakîkaten müteharrî-i hakîkat konumundadırlar. Bu sebepledir ki Avrupa’dan mehâsin-i medeniyeti aldılar ve terakkî ettiler. Dünyanın en ileri teknolojisine ve terakkîsine ulaştılar. Ancak noksan olan bir şeyler var ki, İlâhî ihtâr ile mânevî cihete sevk olunuyorlar. Muhâkemât’ta Allah’ın varlığına dair açık delilleri soruyorlar. Ancak ekser olarak, Allah’ın kâinattaki tevhid delillerine gerekli yönelmeyi yapamamış olacaklar ki İlâhî musîbetlerle, o cihete sevk olunuyorlar. Belki de, bu musîbetlerle Yüce Allah onlara aczlerini ve fakrlarını yakînen hissettirerek kalb ve rûhlarını ihtizâza getirip yüzlerini ve özlerini şu fânî dünyadan kendisine çevirmeyi irade etmektedir.

Japonlar teknoloji ve terakkîde dünya devletlerinin ilk sırasında yer alıyorlar. Ancak burada çok önemli ve tehlikeli bir durum olduğunu fark ediyoruz. On Dördüncü Söz’ün Hâtimesi’nde çok önemli ve ilginç bir açıklama dikkatimizi çekiyor. Şöyle ki: “Nasıl ki bir gün gelecek, şu musahhar zemin, yüzünün ziyneti olan âsâr-ı beşeriyeyi şirk-âlûd, şükürsüz görüp çirkin bulur. Hâlık’ın emriyle, büyük bir zelzele ile bütün yüzünü siler, temizler.”5 Burada geçen Allah’ın emri altında ve O’nun emrine âmâde olan zemin, beşerin sapıtmış, şirke bulaşmış, Cenâb-ı Hakk’ın dışında olanlardan yardım, medet umar hale gelmiş konumu ve teknolojik eserleri ile şükürsüz bir hâle düçâr olmuştur. Bu hâl o kadar ileri gitmiştir ki, yaptıkları eserler ile gurûra giriyor ve yapılan yolların, köprülerin en şiddetli depremlere bile dayanabileceği iddiâsında bulunabiliyorlar.

Kobe depremi öncesinde “Bu köprüleri ve üst geçitleri on iki şiddetinde deprem bile yıkamaz” iddiâ ve gururlarını Allah yerle bir ederek onlara ihtâr edip göstermişti. Hem “Zelzele gibi vâkı’alar olan şu hâdisat-ı kevniye, tesâdüf oyuncağı değiller”6dir. Belki “küre-i arzın, benî Âdemden, bahusus ehl-i îmândan beğenmediği bir kısım etvâr-ı gafletin sıklet-i mânevîyesinden omuz silkmeye benzeyen zelzele gibi mevtâlûd hâdisat-ı hayatiyesini, bir mülhidin neşrettiği gibi gâyesiz, tesadüfî zannederek, bütün musîbetzedelerin elîm zâyi’âtını bedelsiz, hebâen mensûr gösterip müthiş bir ye’se atarlar. Hem büyük bir hata, hem büyük bir zulüm ederler. Belki öyle hâdiseler, bir Hakîm-i Rahîm’in emriyle, ehl-i îmânın fâni malını sadaka hükmüne çevirip ibkâ etmektir ve küfrân-ı nimetten gelen günâhlara kefarettir.” 7

Belki de en önemli noktalardan bir tanesi şu olabilir: Artık yaşlı zeminimiz kıyamet öncesi, ölümün keşif kolları nev’înden ön ihtârlarla Allah’ın emri ile beşerin bütün bütün yoldan çıkmaması, maddî ve mânevî bir kıyametin arzın ecel-i fıtrîsinden evvel başına gelmemesi için son ikazlar yapılmaktadır. Yüce Allah, bütün insanlığa şöyle bir ders veriyor olmalıdır: Ey nev-i beşer, aklınızı başınıza alınız! Sizin enâniyetiniz ve gurûrunuz olan şirk-âlûd ve şükürsüz âsâr-ı beşeriyeniz sizi kurtaramaz. Siz onlara güvenmeyiniz ve onları güçlü görmeyiniz. Esâs güç ve kudret sahibi Benim. Sizin güçlü ve kuvvetli gördüğünüz ve çokça güvendiğiniz esbâb olan âsâr-ı beşeriyenizi silip süpürürüm. Benim kudretimin önünde onlar dayanamaz ve onları yıkar yok ederim.

Depremden sonra oluşan tsunami dalgalarının her yeri sürükleyip götürdüğü görüntülerini görünce, yüce Rabbimizin güç ve kudretinin sonsuzluğu gözler önüne serilmiş oluyor. Böylece musîbet nev-i beşere hakîkî bir nâsih ve uyarıcı vazîfesini yapmaya devam ediyor.

Japonlar soğukkanlı ve müteharrî-i hakîkat konumunda insanlardır. Dinlemeyi, öğrenmeyi, araştırmayı ve güzel şeyleri almayı severler. Öyleyse kâinatta en büyük hakîkat îmân olduğuna göre, Japonlar bu en büyük hakikate öncelikle Allah’a îmân cihetiyle kavuşmalıdır. Belki de fıtratlarındaki müteharrî-i hakîkat meylini bu yönde istimâl ettirmek için Rabbimiz onlara musîbet veriyor. Zira “hayat musîbetlerle, hastalıklarla tasaffî eder, kemâl bulur, kuvvet bulur, terakkî eder, netice verir, tekemmül eder, vazîfe-i hayatiyeyi yapar.” 8 “Öyle de, çok zâhirî musîbetler var ki, İlâhî birer ihtâr, birer îkazdır.” 9 “Ve bir kısmı, gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve zaafını bildirerek bir nevî huzur vermektir.”10

Elhâsıl: “Cenâb-ı Hak, hadsiz kudret ve nihayetsiz rahmetini göstermek için, insanda hadsiz bir acz, nihayetsiz bir fakr derc eylemiştir. Hem hadsiz nukûş-u esmâsını göstermek için insanı öyle bir sûrette halk etmiş ki, hadsiz cihetlerle elemler aldığı gibi, hadsiz cihetlerle de lezzetler alabilir bir makine hükmünde yaratmış. Ve o makine-i insaniyede yüzer âlet var. Herbirinin elemi ayrı, lezzeti ayrı, vazifesi ayrı, mükâfâtı ayrıdır. Adeta insan-ı ekber olan âlemde tecellî eden bütün esmâ-i İlâhiye, bir âlem-i asgar olan insanda dahi o esmânın umûmiyetle cilveleri var. Bunda sıhhat ve âfiyet ve lezâiz gibi nâfi emirler nasıl şükrü dedirtir, o makineyi çok cihetlerle vazîfelerine sevk eder, insan da bir şükür fabrikası gibi olur. Öyle de, musîbetlerle, hastalıklarla, âlâm ile, sair müheyyiç ve muharrik ârızalarla, o makinenin diğer çarklarını harekete getirir, tehyiç eder. Mâhiyet-i insaniyede münderiç olan acz ve zaaf ve fakr madenini işlettiriyor. Bir lisânla değil, belki herbir âzânın lisânıyla bir ilticâ’, bir istimdâd vaziyetini verir. Güya insan o ârızalarla, ayrı ayrı binler kalemi tazammun eden müteharrik bir kalem olur, sahife-i hayatında veyahut levh-i misalîde mukadderât-ı hayatını yazar, esmâ-i İlâhiyeye bir ilânnâme yapar ve bir kasîde-i manzûme-i Sübhâniye hükmüne geçip, vazîfe-i fıtratını ifâ eder.” 11

Baki ÇİMİÇ / Yeni Asya

Dipnotlar:
1- Mesnevî-i Nuriye, 2006, s: 384.
2- Eski Said Eserleri, 2009, s: 175.
3- Eski Said Eserleri, 2009, s: 175.
4- Şuâlar, 2005, s: 562.
5- Sözler, 2004, s: 227.
6- Sözler, 2004, s: 227.
7- Sözler, 2004, s: 227.
8- Lem’alar, 2005, s: 23.
9- Lem’alar, 2005, s: 27.
10- Lem’alar, 2005, s: 27.
11- Lem’alar, 2005, s: 30-31


Bela ve Musibetlerin Altındaki Rahmet Cilveleri

Bela ve musibetler imtihan içindir. Belaya tahammül insanı yüceltir. Ruhunu temizler, vicdanına huzur ve kalbine inşirah verir. Bu hal çok zordur, ama büyük mükafatlara vesiledir.

Musibet, kuraklık, kıtlık, hasılat veya hayvanata arız olan afetler, arazi zayiatı ve zelzele gibi her türlü zararlara şamildir. Ayrıca, ölüm, hastalık, açlık ve yoksulluk gibi canlara taalluk eden acılardır.

Bir ayette mealen şöyle buyrulur: “Andolsun biz sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile imtihan edeceğiz. Müjdele o sabredenleri!”

Bütün musibetler Allah’ın ilmi ezelisinde veya Levh-i mahfuzda yazılmış bir takdiridir. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulur: “Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.”

Bela ve musibet, hedefine isabet eden bir mermi gibi, insana şiddetle dokunur. Eflatun’un dediği gibi; “Musibetler Allah’ın oku, hedef ise insandır. “eynelmefer” nereye kaçacaksın.”

Bu dar-ı imtihanda hiç kimsenin asude bir hayat yaşadığı vaki olmamıştır. İnsanın yaratılışından beri hal, bu minval üzere devam etmektedir. Bu değişmez ezeli bir kanundur, kıyamete kadar da böyle gidecektir. Bu dünya bir imtihan salonu olduğundan insanlar çeşitli şekillerde imtihana tabi tutulmaktadırlar. Peygamber Efendimiz (s.a.v); “Dünya dar-ül meşakkattır.” buyurarak, dünyada rahat, huzur ve gerçek saadetin olmadığını vurgulamışlardır.

Ağır belâ ve musibetlerin insanların üzerine yağmur gibi dökülmesinin nice hikmetleri vardır ki, onu Allah’tan (c.c) başka kimse bilemez. Cenab-ı Hakk’ın kullarına emrettiği ibadetlerin bir kısmı malî, bir kısmı da bedenîdir. Namaz, oruç, zekât, hac ve tefekkür gibi ibadetlerin dışında hastalıklara ve musibetlere sabır ve tahammül etmek de bir ibadettir, tevekkül ve kulluğun esasıdır. Bu bakımdan başa gelen bela ve musibetlere sabır ve tahammül zaruridir.

Sabır, bir insanın başına gelen bela ve musibetlere feryad-ı figan etmeden dayanması, uğradığı dert ve belalardan dolayı Allah’tan gayrisine arz-ı şekva etmemesidir. Sabr-ı cemil sahibi olan olgun bir mümin, bu mihnethaneyi dünyada başına gelen musibetlerden dolayı metanetini muhafaza edendir. Bir insanın kadir ve kıymeti başına gelen bela ve musibetlere gösterdiği sabır ve mukavemet nisbetindedir.

Sabreden bir kul, necat ile müjdelenir. Sabır acıdır ve nefse ağır gelir, lakin bir şifalı ilaç kadar faydalıdır. Peygamber Efendimiz (s.a.v): “Asıl sabır, musibetin ilk anında olanıdır.” buyurmuşlardır. Bu hal çok zordur, ama çok değerlidir ve akıl almaz büyük mükafatlara vesiledir. İlk musibet anındaki gibi keder ve üzüntüler devam etse, hayat azap olur ve yaşanmaz bir hal alır. Bu bakımdan nisyan da büyük bir nimettir ve bir lütf-u ilahidir.

Bela ve musibetler imtihan içindir. Belaya tahammül insanı yüceltir. Ruhunu temizler, vicdanına huzur ve kalbine inşirah verir. Sabır, sebat ve hüsn-ü niyet ile imkansız görünen şeyler mümkün hale getirilir ve kolaylıkla halledilir. Cenab-ı Hakk’ın nazarında en makbul ameller, en güç olanlarıdır. İ’la-yi kelimetullah uğrunda cihad etmek pek zordur, fakat amellerin en en efdalidir. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v) “Amellerin en efdali, zor olanıdır.” buyurarak bu hakikatı ifade etmişlerdir.

İbrahim Bin Ethem buyurdular ki: “Öbür dünyâda terâzide en ağır amel, burada bedene en zor gelenidir.”

Sabır o kadar güzel bir haslettir ki, bir çok fazilet onun ile kemal bulur. Sabrın kadir ve ehemmiyetini ifade eden bir çok ayet ve hadis vardır. “Allah sabredenler ile beraberdir.” ayeti sabrın ne kadar mühim olduğunu nazara vermektedir. Bir musibet ne kadar elim ve büyük olursa olsun, madem ki Allah onunla beraberdir, o musibet hakikatte musibet sayılmamalıdır. Bir kul için bundan daha büyük bir izzet, şeref ve lütuf olabilir mi?

Peygamber Efendimiz de “Sabır bütün huzur ve rahatın anahtarıdır.”, “Sabreden zafere ulaşır.”, “Sabır, ferahlık ve genişliğin anahtarıdır.”, “Acele şeytandan, teenni ve sabır Allah ‘tandır.”, “Halim (sıkıntı ve belâya karşı tahammüllü ve sabırlı olan) insan, peygamberlik mertebesine yaklaşır. “ gibi birçok hadis-i şeriflerinde sabrın ehemmiyetini vurgulamaktadır.

Bedidüzzaman şöyle buyurur:

“Ve sabırsızlık ise Allah’tan şikayeti tazammun eder. Ve efalini tenkid ve rahmetini ittiham ve hikmetini beğenmemek çıkar. Evet musibetin darbesine karşı şekva suretiyle elbette âciz ve zaîf insan ağlar; fakat şekva ona olmalı, ondan olmamalı. Hazret-i Yakub Aleyhisselâmın “Ben derdimi de, üzüntümü de ancak Allah’a şikayet ederim” demesi gibi olmalı. Yani: Musibeti Allah’a şekva etmeli, yoksa Allah’ı insanlara şekva eder gibi, “Eyvah! Of!” deyip, “Ben ne ettim ki, bu başıma geldi” diyerek, âciz insanların rikkatini tahrik etmek zarardır, manasızdır. “

İnsan derdini kula değil, Allah’a arz etmelidir.

Evet, şekvanın en tehlikeli ciheti Cenab-ı Hakk’ı halka şikayet edip halini ve derdini insanlara anlatmaktır. Yoksa dert ve kederini Cenab-ı Hakk’a arz etmek, O’na sığınmak sabr-ı cemil olmaya münafi değildir. Melce-i kainat ve menba-ı hayrat olan Cenab-ı Erhamürrahimin kulun kendisine derdini arz etmesinden, niyaz ve duasından, havf ve recasından memnun olur. Allah (c.c) kalbi kırık ve kederli bir kulun enin ve ağlamasını sever, haşiyane ilticasından hoşlanır.

Barigah-ı rahmetpenah kullarının melcegâhıdır, sığınacak kapı yalnız O’nun kapısıdır. O’na açılan hiçbir el boş dönmez. Musibetzedelerin ilticaları, samimi nida ve niyazları asla red olunmaz. Hele kalbi kırık ve bağrı yanık bir felaketzedenin eninleri zaman olur ki, arş-ı aladaki meleklerin niyazlarından daha ziyade hüsn-ü kabule mazhar olur.

Cenab-ı Hak sevdiği bir kulunu bela ve musibetlerle imtihan eder. Bazen de bir dert ve keder onun geçmiş günahlarının affına vesile olur. Bazı musibetler de kulu kurb-u ilahiye mazhar eder.

Evet, sırrı rububiyet, insanların sabır, sadakat, ihlas ve teslimiyetine, istidat ve kabiliyetine göre tecelli eder. Cenab-ı Hak her kulun sabır ve teslimiyetine göre muamele eder ve ona göre mükafatlandırır. Kimi sıfat-ı cemal, kimi de sıfat-ı celal altında terbiye olunur. Bazı kullarda da hem cemal ve hem de celal altında terbiye olunurlar. Cenab-ı Hakk’ın öyle muameleleri vardır ki, görünürde kahir engiz, fakat hakikatte lütuf ve ikramdır. Bir arif-i billahın dediği gibi,”kahr-ı ilahi, kahr-ı mahz yani sadece kahir olamaz. O kahir altında nice lütuf ve kerem saklıdır.”

Beşeriyet makamı acz ve fakr makamıdır. Kul, başına gelen her hangi bir musibetten dolayı kazaya rıza göstermeli, Allah’ın her hükmüne razı olmalıdır ve o belanın izalesi için de O’na iltica etmelidir. Zaten kula bela gelmesinin bir hikmeti de, onun, Cenab- Hakk’a iltica etmesi içindir.

Sabredenler Allah’ın “Sabur” ismine mazhar olurlar. Allah’ın bir ismi olan “Sabur”, O’nun acele etmekten münezzeh olduğu anlamındadır. İnsanın fazileti, şu fani alemde necatına vesile ve hakkında hayırlı olacak şeyleri acele etmeden istemesidir. Demek ki, acele etmek, bir şeyi vaktinden evvel istemek, şeytanın vesvesesinden ileri gelir. Sabır ve teenni ile hareket etmek ise Tevfik-i ilahinin eseridir.

İnsan, fıtratının gereği olarak çok acelecidir, her hatırına geleni hemen elde etmek ister. Arzu ettiği şeylerin akibetini pek düşünmez. Ahiret nimetlerini bile dünyada görmek ister. Halbuki dünyadaki bütün nimetler ahiret nimetlerinin bir gölgesi hükmündedir. İnsan bundan gafil olarak gölgeyi asıl zanneder, ona çalışır, onun olması için dua eder ve bunda da aceleci davranır.

Nitekim Cenab-ı Hak, bir ayette mealen şöyle buyurmaktadır: “İnsan, bazen şerri, tıpkı hayrı istercesine ister. Pek acelecidir bu insan.” Bu ayetten de anlaşıldığı gibi insan, kısa aklıyla, hak ile batılı tefrik edemediğinden, çoğu zaman nefsine tabi olarak fani zevklerin peşine düşer ve onları talep eder. Bir dirhem hazır lezzeti, ebedi hayattaki batmanlarca lezzete tercih eder. Maksuduna sabır ile ulaşması lazım gelirken, acele ettiğinden dolayı ondan mahrum kalır.

Cenab-ı Hak, bu kâinatı bir anda değil, altı günde yani altı devrede yaratmıştır. Kâinatın meyvesi olan insanlar, hayvanlar ve bütün nebatatlarda da bu tedriç kanunu cereyan etmektedir. İnsan vücudu bir anda kemale ermediği gibi, bir çekirdek de bir anda ağaç olmaz. Bu bakımdan insan, bu fıtrat kanununa riayet ederek, her şeyin bir anda olmayacağını düşünmeli, işlerinde acele etmek yerine sebeplere riayetten sonra neticeyi Allah’tan beklemelidir.

Sabır ve teenni ile hareket etmeyip, acele edenler maksuduna ulaşamazlar. İnsan birçok belâ ve musibeti sabır ile aştığı gibi, meşru arzu ve isteklerine de ancak sabır ile nail olur. Hususan en şerli ve en zalim insanların taarruzlarına maruz kalan büyük zatlar, o eza ve cefanın altında “kahharane fırtınaların hiddetli, ekşi simaları arkasında rahmetin ve hikmetin güler, güzel yüzleri”ni ve inayetin iltifatını görmüş, kemal-i sabır ile tahammül etmiş ve maksutlarına ulaşmışlardır.

Zira, Cenab-ı Hakk’ın inayet ve tevfıki sabırlı insanların üzerinedir.

Mehmet KIRKINCI

Japonya Depremi

Esselamu Aleykum

Japonya’da yaklaşık olarak 150 yıldır deprem ölçümleri yapılıyor. Japonya, şimdiye kadar ölçülen en büyük depremi yaşadı ve artçı depremler de devam ediyor. Şu anda ölü ve kayıp sayısı 1400 civarında ve artmaya devam ediyor. Sular altında kalan insan sayısı ise 10 binin üzerinde.

Depremin merkez üssü, Tokyo’dan yaklaşık 350 km v e Nagoya’dan 700km uzaklıktaki Sendai şehri. Hamdolsun Tokyo ve Nagoya’da bulunan Nur Dershanelerimizde ve bu şehirlerde yaşayan arkadaşlarımızda herhangi bir olumsuz durum yok.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Bu âhirde beşerin bir derece umumiyet şeklini alan zulümlü, zulümatlı isyânından, kâinat ve anâsır-ı külliye kızdıklarından ve Hâlık-ı Arz ve Semâvat dahi, değil hususî bir rubûbiyet, belki bütün kâinatın, bütün âlemlerin Rabbi ve Hâkimi haysiyetiyle, küllî ve geniş bir tecelli ile kâinatın heyet-i mecmuasında ve rubûbiyetin daire-i külliyesinde nev’-i insanı uyandırmak ve dehşetli tuğyanından vazgeçirmek ve tanımak istemedikleri kâinat sultanını tanıttırmak için emsalsiz, kesilmeyen bir su, hava ve elektrikten; zelzeleyi, fırtınayı ve harb-i umumî gibi umumî ve dehşetli âfâtı nev’-i insanın yüzüne çarparak onunla hikmetini, kudretini, adâletini, kayyumiyetini, irâdesini ve hâkimiyetini” pek zahir bir surette Japonya’da gösterdi.

Bu deprem vesilesiyle, 125 milyon nüfuslu bu memleket insanlarının intibaha gelip iki cihan saadetini temin eden İslam nuruyla nurlanmalarını Cenab-ı Hak’tan niyaz ediyoruz.

Gerek Türkiye gerekse dünyanın dört bir tarafından telefon ve e-maillerle bizlerle irtibat kurup hal ve hatırlarımızı soran, bizi arayıp da ulaşamayan tüm dostlarımıza minnet ve şükranlarımızı arz ediyor müstecap dualarınızı istirham ediyoruz.

M.Emre AYHAN

Nagoya/JAPONYA

Tsunaminin ardından..

Hakikati arayan Japonlara neden bu musibet geldi?

Hulusi Ağabey’in Barla Lahikasının başlarında ifade ettiği gibi:

Evet, kat’î kanaat hasıl oluyor. Hattâ dikkatle bakılsa görülüyor ki, bu saray-ı âlem inkıraza hatve be-hatve yaklaşmakta. Her saat çatısından bir tuğla, duvarından bir kerpiç, sıvasından bir parça kopmakta, hattâ lâmbasının ışığı azalmaktadır. Eksilmez, yıpranmaz, yıkılmaz, değişmez zannolunan bu kervansaray elbette eskiyecek, yıpranacak, yıkılacak ve değişecektir. (Barla Lahikası, 84 )

Resul-i Ekrem(ASM)’ın nuru küre-i arzımızdan çekildikçe emektar dünyamız hatve be-hatve kıyamete yaklaşmakta, bunun alametleri de semavi musibetler suretinde görülmektedir. Üstadımız bu musibetlerin hakiki sebebi için:

O musibet-i semaviyeden ve beşerin zalim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten.. (Kastamonu Lahikası, 111 )

Demek ki bu semavi musibet, deniz unsurunun gadaba gelmesi, zalimlerin cinayetlerine mukabil kaderin fetvası ile başlarına gelmiştir.

14.sözün zeylinde: “Bazı eşhasın hatasından gelen bu musibet bir derece memlekette umumî şekle girmesinin sebebi nedir?” sorusuna,

Elcevab: Umumî musibet, ekseriyetin hatasından ileri gelmesi cihetiyle; ekser nâsın o zalim eşhasın harekâtına fiilen veya iltizamen veya iltihaken taraftar olmasıyla manen iştirak eder, musibet-i âmmeye sebebiyet verir. (Sözler, 172 )

Demekle bizi zalimlerin hatalarına manen iştirakten yani zalimler gibi fiil, fikir, his sahibi olmaktan sakındırmıştır.

Kimdir “zalimler”?

اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولاً ayetinin ifade ettiği gibi insanda ciddi bir zulüm damarı ve Rabbini bilmemesinden kaynaklanan bir cehaleti vardır. Eğer insan , fıtratına sırr-ı imtihan olarak konan bu iki vasfı, Allah’a iman ve terbiye-i İslamiye ile had altına almazsa, bu kuvvelerin tesiriyle sırat-ı mustakıymden çıkar. Şahsî ve içtimaî hayatında zalim olur. Şu anda nev-i beşerin idaresinde zulmüyle öne çıkan insanlar böyle bir terbiyeden mahrum kalmış, talihsiz kimselerdir. İşte mahiyetimizde bulunan bu damarları istikamet altına almaya çalışmamak, başta nefsimize sonra da etrafımızda, içtimaî hayatı paylaştığımız insanlara zulümdür.

Hayatı yaşarken karşı karşıya geldiğimiz ve genelde herkesin hiç sorgulamadan yapageldiği fiillerin bazılarında insaniyetimize ve kulluğumuza münafi hallerin olabileceğini göz ardı etmemeliyiz. “Otokontrol” denen vicdanî mekanizmamızı işleterek önce yapacağımız fiili gözden geçirmeli, “acaba kulluğumda bunun nasıl bir yeri var, yeri var mı?” diye mihenge vurmalıyız. Altın çıkarsa saklamalı, bakır çıkarsa zararlı bir alışkanlıktı, deyip atmayı bilmeliyiz.

Bazen böyle zararlı fiilleri kendimiz yapmasak bile mihenge vurmadan, “olumlu” olarak etiketlediysek, başkalarının yapmasını normal karşılarız, hayatın akışı içinde bir yeri vardır zannederiz. Oysa mahiyet-i insaniyeyi boşa harcayan ve Allah’tan gafil olmaya iten: israf, tembellik, bencillik, tahakküm… vb. gibi fiiller ve bunların altında yatan hisler hepimiz için gayet tehlikelidir. Bunlardan kendimizi ve sevdiklerimizi muhafaza etmemiz, üzerimize bulaştıysa acilen kurtulma yoluna gitmemiz dünyevî ve uhrevî saadetimiz için elzemdir.

İşte Bediüzzaman Hz. bizi böyle zalimane fiilleri yapmak, fikren reddetmemekle zulmü iltizam etmek, hissen desteklemek ile zulme iltihak etmekten, zulme  manevi ortaklıktan sakındırmakla, “musibet-i semaviyenin nüzulune sebebiyet vermekten çekinin” demiştir.

Ya Rab! Kusurumuzu affet, bizi kendine kul kabul et, emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl. Amîn.

Nabi

www.Nurnet.org

Yamanaka Said Nursi çıkarması istedi

Japonya’nın Ankara Büyükelçiliği Müsteşarı Keisuke Yamanaka, Prof. Dr. Şerif Mardin’in kitabından tanıdığı Bediüzzaman’ın dünya çapında bir ilim adamı olduğunu ve görüşlerinin bütün dünyaya anlatılması gerektiğini söyledi.

İslâmla ilgili yanlış algıların ancak ve ancak cehaletten ileri gelebileceğini belirten Yamanaka, “Said Nursî’nin görüşlerinden ders alan insanlar doğru İslâmı insanlığa tanıtmalı” diye konuştu.

Japonya’nIn Ankara Büyükelçiliği Müsteşarı Keisuke Yamanaka ile TBMM Eğitim Komisyonu Eski Başkanı Nurettin Tokdemir, temsilcimiz Mehmet Kara’nın da iştirak ettiği ve Kaya Grup Yönetim Kurulu Başkanı iş adamı Ali İhsan Kaya’nın evsahipliğinde gerçekleşen yemekli toplantıda bir araya geldi. Kaya Grup’un Ankara’daki merkezinde gerçekleşen buluşmaya Yeni Asya Gazetesi Yönetim Kurulu Üyesi Ali Vapur ve seçkin bir heyet de katıldı. Aynı zamanda Togo Fahri Büyükelçiliği görevini de yürüten iş adamı Ali İhsan Kaya, gazeteden gelen heyeti ve Japon Büyükelçiliği Müsteşarı Keisuke Yamanaka’yı ağırlamaktan duyduğu memnuniyeti dile getirdi.

Yenen yemeğin ardından bu seçkin heyet arasında çeşitli konularda fikir alış verişinde bulunuldu. Özellikle Japon-Türk dostluğuna vurgu yapılan sohbette, küreselleşmenin Japon kültürüne etkileri, Japonya’nın ikinci dünya savaşından sonraki gelişimi ve demokrasi süreçleri hakkında Japon Büyükelçiliği Müsteşarı Keisuke Yamanaka bilgi verdi. Daha önce Yeni Asya temsilciliğinde düzenlenen bir seminerde konuşma yapmış olan Yamanaka, burada Bediüzzaman Said Nursi’ye olan hayranlığından bahsetmişti.

Yamanaka bu toplantıda da heyettekilere Bediüzzaman Said Nursî ve görüşleri hakkında çeşitli sorular yöneltti ve bilgi aldı. Said Nursî’yi, Prof. Dr. Şerif Mardin’in kitaplarından tanıdığını hatırlatan Yamanaka, Nursî’nin dünya çapında bir ilim adamı olduğunu ifade etti. Daha sonra sözü alan TBMM Eğitim Komisyonu Eski Başkanı Nurettin Tokdemir, bilhassa 11 Eylül sonrası dünya insanlarının kafasında oluşan “İslâm eşittir terör” algısının irdelenmesi gereken bir konu olduğunu belirterek, Bediüzzaman Said Nursî’nin cihad yaklaşımı ışığında bu yanlış algıya, Kur’ân’dan âyetler ve hadislerden örnekler vererek açıklık getirdi.

İslâm’ın “insan hayatına” verdiği önemi vurgulayan Tokdemir, Kur’ân-ı Kerim’deki, “Bir kişiyi öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir” mânâsındaki âyeti de hatırlatarak İslâm ile terör ve masumların öldürülmesi gibi olguların asla yanyana getirilemeyeceğini ifade etti. Bunun üzerine söz alan Japon müsteşar Yamanaka, kendisinin bu konuda aynı görüşte olduğunu belirterek, bu gibi yanlış algıların ancak ve ancak cehaletten ileri gelebileceğini söyledi.

Yamanaka ayrıca, Bediüzzaman Said Nursî’nin bu çağa uygun görüşlerinden ders alan insanların bu ve bunun gibi doğru İslâm’ın hakikatlerini dünyaya anlatması gerektiğini de sözlerine ekledi. Daha sonra Bediüzzaman’ın “içtihad kapısı açık mıdır?” sorusuna verdiği cevabı bilhassa merak ettiğini ifade eden Yamanaka, bu hususta da Yeni Asya Yönetim Kurulu üyesi Ali Vapur’dan detaylı bilgi aldı. Bu tür fikir teatilerinin Yeni Asya heyeti ile Japon büyükelçiliği arasında devam ettirilmesi gerektiği konusundaki temennilerle birlikte toplantı sona erdi.

www.haber7.com