Etiket arşivi: kader

Kadere Nasıl Fetva Verdirdik?

Acaba bu Koronavirüs illetine muhatap olmamızda, kadere nasıl fetva verdirdik? Bir başka konu için anlatılan şeyi aynen Koronavirüs’e de uyarlayabiliriz. Sonrasında da “kadere fetva verdirmek” konusuna kısaca değineceğiz.

«Tekrar biri sordu:

– Musibet cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddimesidir. Hangi fiiliniz ile kadere fetva verdirdiniz ki, şu musibetle hükmetti. Musibet-i âmme, ekseriyetin hatasına terettüb eder. Hazırda mükâfatınız nedir?

   Dedim:

– Mukaddemesi, üç mühim erkân-ı İslâmiye’deki ihmalimizdir: Salât, savm, zekât.

   Zira yirmidört saattan yalnız bir saati, beş namaz için Hâlık Teâlâ bizden istedi. Tenbellik ettik. Beş sene yirmidört saât tâlim, meşakkât, tahrik ile bir nevi namaz kıldırdı.

   Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık. Keffareten beş sene oruç tutturdu.

   On’dan, kırktan yalnız biri, ihsân ettiği maldan zekât istedi. Buhl ettik, zulmettik; O da bizden müterakim zekâtı aldı.

 اَلْجَزَٓاءُ مِنْ جِنْسِ الْعَمَلِ

   Mükâfât-ı hazıramız ise; fâsık, günahkâr bir milletten humsu olan dört milyonu velâyet derecesine çıkardı; gazilik, şehâdetlik verdi. Müşterek hatadan neş’et eden müşterek musibet, mâzi günahını sildi.» (Sünuhat, s. 44-45)

Musibetler insanların hatasının bir sonucudur, ama aynı zamanda İlahi merhametten neşet eden bir mükafatın da başlangıcıdır. Yani Allah insanların hatasını bir musibet ile temizliyor, sonra temizlenmelerine mukabil yeni bir ihsan ve ikramda bulunuyor.

Nasıl günahkar bir mümin için kabir azabı günahlarının bir neticesidir, ama aynı zamanda o azap cennete girmeye de bir adımdır. Aynı şekilde dünyada çekilen bir takım musibetler de hataların bir neticesi ve başka nimetlerin gelmesine bir öncü ve mukaddemedir.

Mesela Âyet-i Kerîme’de geçen, kendi elimiz ile yaptıklarımız ile başımıza belalar ve musibetler gelmektedir. (bkz. Şura Suresi, 30. Âyet) Bu şekilde fetva verdirmiş oluyoruz.

Kadere fetva verdirmek; insanın kendi hata ve yanlışı yüzünden, belaya davetiye çıkartması anlamındadır. Yani insan iradesini hayırdan yana değil, şerden yana kullanırsa, Allah, bunu belasız ve cezasız bırakmaz. Allah’ın takdir ettiği bu bela ve cezayı, kendimize kader yapan biziz anlamında “kadere fetva verdirdi” deniliyor. Yoksa -haşa- insan kaderi gücü ile kendine mahkum etti anlamında kullanılmıyor bu ifade. Bu inceliğe ayet şu şekilde işaret ediyor:

“O kimseyi önünden ve arkasından ta’kib eden (melek)ler vardır; Allah’ın emriyle onu korurlar. Kendilerinde olan (iyi hâl)i değiştirmedikçe, şübhesiz ki Allah, bir kavme olan(ni’metin)i değiştirmez. Fakat Allah, bir kavme (kendi isyanları yüzünden) kötülük dilediği zaman, artık onu geri çevirecek kimse yoktur. Onlar için O’ndan başka bir dost da yoktur.” (Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Ra’d Sûresi, 11. Âyet-i Kerîme)   Vesselâm…

Abdulkadir Çelebioğlu

Kazaya Rıza Göstermek ve Kadere Teslim Olmak Nasıl Olur?

Kazaya rıza göstermek ve kadere teslim olmak; İslâm ve Îmânın şiarıdır. Bu durum söylendiği kadar kolay olmasa da işin künhüne yani aslına ve özüne inilirse bizim için daha kolay olacaktır.

Hangi fiilin kaderi tenkid etmek hangi fiilin de kadere tesim olduğunu bilmek gerekir. Şöyle ki; “Teşekki, kaderi tenkit ve teşekkür, kadere teslimdir.” (Şualar, s. 318) Yani şikayet etmek, kaderi tenkit etmektir. Ve teşekkür etmek de kadere teslim olmaktır.

Koronavirüs de diğer her şey gibi Cenâb-ı Hakk’ın taht-ı tasarrufunda ve yed-i kudretindedir. Bunu bilip, düşünmeli ve “kaderi tenkid”e varan şikayetlerimize dikkat etmeliyiz.

Musibetlere karşı kader ve kaza noktasından bakış açımızı ifade eden kilit cümle işte budur; “…kazaya rıza, kadere teslim İslâmiyet’in bir şiarıdır.” (Mektubat, s. 86) Burada bir ince noktada vardır ki; “…teslim İslâmiyet…” art arda geçmesidir. Nitekim İslâmiyet kelimesi de mânâ olarak S-L-M kökünden türemiş ve teslimiyeti de içinde barındıran bir kelimedir. “Boyun bükerek teslim olmak. Allahü teâlânın Muhammed aleyhisselâm vâsıtasıyla bildirdiği emirler ve yasakları.” (Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, İslâm Maddesi) İşte bu “kazaya rıza” göstermek ile “kadere teslim” olmak ancak ve ancak hakikat olan “İslâmiyet’in bir şiarı” olabilir.

Bu musibetlere tedbiri alıp tevekkül eden insanlar, “…kemal-i teslimiyet ve rıza ile rububiyet-i İlahiyenin icraatından olan musibetlere karşı teslimiyetle, gülerek karşılıyorlar, rıza gösteriyorlar.” (Kastamonu Lâhikası, s.109)

Ve Enbiyalar yani Peygamberler (Aleyhimüsselam) bize her konuda hüsn-ü misal oldukları gibi bu konuda da bize hüsn-ü misal yani güzel örnektirler. Musibetlere karşı tavır olarak başta Efendimiz Fahr-i Kainat Aleyhissalâtü Vesselâm ve Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm bize rehber olmalıdır. Hz. Eyyüb (as)’ın misali ile ilgili 2. Lem’a muhakkak mütalaa edilmelidir. [Kur’ân-ı Kerîm’de geçen peygamber kıssalarına bakış açımızı ve almamız gereken derslerin neler olduğunu şu 2 risaledeki 2 Nebi’nin (as) kıssasında görmekteyiz; 1. Lem’a – Yunus (as) ve 2. Lem’a – Eyyüb (as) misallerine bir de bu vecheden okumalıyız.]

Eyyüb (as) bakalım ne için Cenâb-ı Hakk’a münâcâtta yani Allah’a yalvarmak ve kurtulmak için duada bulundu;

“Hazret-i Eyyüb aleyhisselâm münâcatında istirahat-i nefsi için dua etmemiş, belki zikr-i lisanî ve tefekkür-ü kalbîye mani olduğu zaman ubudiyet için şifa talep eylemiş. Biz, o münâcat ile –birinci maksadımız– günahlardan gelen manevî, ruhî yaralarımızın şifasını niyet etmeliyiz. Maddî hastalıklar için ubudiyete mani olduğu zaman iltica edebiliriz. Fakat muterizane, müştekiyane bir surette değil belki mütezellilane ve istimdadkârane iltica edilmeli.” (Lem’alar, s. 14)

Hz. Eyyüb (as)’ın yukarıda geçen ifadelerinden de anlaşıldığı üzere “zikr-i lisanî ve tefekkür-ü kalbîye mani olduğu zaman ubudiyet için şifa talep eylemiş.” Bizlerde Cenâb-ı Hakk’a yönelip dua ediyoruz ki; “Ya Rabbi!.. Bu virüs bizim camilerde Cuma Namazı kılmamıza, bir araya gelip seni konuşmamıza ve Îmân Kur’ân hakikatlerini okuyup birbirimize anlatmamıza mani oldu. Bizi zahirde umûmî musibet, hakikatte ise bir uyarı nevindeki bu virüsten kurtar ve bizleri muhafaza eyle. Âmin.”

Musibete tevekkül ile yaklaşırsan ne olur peki? Buyrun onu da yerinden öğrenelim;

“Nasıl ki mübarezede müthiş bir hasma karşı gülmekle; adâvet musalahaya, husumet şakaya döner; adâvet küçülür, mahvolur. Tevekkül ile musibete karşı çıkmak dahi öyledir.” (Lem’alar, s. 15)

 

Verilen misal çok yerindedir. Nasıl ki birbiriyle mücadele eden ve karşı karşıya gelen iki hasımdan birisi diğerine gülümseme ile karşılık verirse; aralarındaki düşmanlık gider barışa, çekişme ve kin ise şakaya döner. Bu şekilde düşmanlık küçülür, mahv olup yok olur. Aynen bunun gibi de musibete karşı tevekkül ile davranmak ona karşı istimal edeceğimiz silahımızdır.

 

Risale-i Nur Külliyatı’ndan Şualar eserinde de şu tabirler çok yerindedir; “…tevekkülle bu musibeti karşılamak…” (Şualar, s. 346) Evet, demek ki bize düşen ‘tedbir dairesindeki tevekkül’ ile musibeti karşılamalıyız.

 

Îmân kuvvetine göre kişi de, musibete karşı tavır değişmektedir. Mesela Bediüzzaman Hazretleri’nin şu sözü bir misaldir; “Başa ne gelse gelsin, hoş görmeli.” (Şualar, s. 346) Yani başına gelenlerin hepsini hoş görüp, ayırt etmeden kabul etmek gerekir.

 

Bu konu ile ilgili Emirdağ Lâhikası 1’de Niyazi-i Misrî’den bir alıntı yapılır. Önce o beyit ve izahını yaptıktan sonra, Risale-i Nur’da o yerin devamındaki alıntıyı nazara verelim;

 

“Lütf u kahrı şey-i vâhid bilmeyen çekti azap,

Ol azaptan kurtulup sultan olan anlar bizi.”

(Niyazi-i Mısrî, Bizi Anlayan Şiiri)

 

İzahı şu şekildedir; “Cenâb-ı Hakk’ın tecellîleri arasında fark görmeyip, kahrı da lutfu da bir bilenler, hem dünyâ hem de âhiret azâbından kurtulur. İşte bizi ancak onlar anlayabilir.”

 

Mevzu bahis beyit, Risale-i Nurlarda aktarıldıktan sonra şöyle denilmiştir; “Niyazi-i Mısrî gibi diyen bu tercüman, her şeyi hoş görerek katreyi umman, âdemi insan ve nurunu âleme sultan eylemiştir.»

(Emirdağ Lâhikası 1, s. 86)

 

Burada geçen “bu tercüman”, Üstad Bediüzzaman Hazretleri’dir. Demek ki Allah’tan gelen kahrı da lütfu da bir şey gibi kabul edip “her şeyi hoş görerek”, her şeyde güzel bir cihet görmüştür. Bu şekilde “katreyi” yani damlayı “umman” Yani okyanus, “âdemi insan ve nurunu âleme sultan eylem”eye muvaffak olmuştur; Allah’ın izniyle ve yardımıyla.

 

Buradan alacağımız derslerden birini şu vecize bize özetlemektedir; “İman, hem nurdur hem kuvvettir. Evet, hakiki imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre hâdisatın tazyikatından kurtulabilir.” (Sözler, s. 349) Demek ki başa gelebilecek hâdisat yani hâdiseler ne kadar büyük ve tazyikler, baskılar, sıkıntılar da ne kadar dehşetli olursa olsun bunlara karşı “imanın kuvveti” ile mukabele edebiliriz. Akla Merhum Mehmed Akif’in “Birlik Şiiri”ndeki şu mısraları geliyor;

“Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz.

Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz…”

“Değil mi cephemizin sinesinde iman bir;

Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir;

Değil mi ortada bir sine çarpıyor, yılmaz,

Cihan yıkılsa emin ol bu cephe sarsılmaz!” (Mehmed Akif Ersoy, Birlik Şiiri)

 

Kadere rıza, kazaya teslim konusunu Allah rahmet eylesin eskilerimiz ne de güzel işlemişlerdir. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin meşhur “Tefvizname”sinde de dediği gibi;

“Hep işleri fâyıktır,

Birbirine lâyıktır,

Neylerse muvâfıktır;

Mevlâm görelim neyler,

Neylerse güzel eyler!” (Erzurumlu İbrahim Hakkı, Tefvizname)

 

Cenâb-ı Hakk’ın işleri konusunda çok güzel nazmedilmiş. Allah’ın yaptığı işler “fâyıktır” yani yücedir, alîdir. Ve birbirine de “lâyıktır.” Çünkü O Allah (Celle Celaluhu) ki ne eylerse “muvâfıktır” yani birbirine uygun ve münasiptir. Bu nedenle ondan gelen her şey için dememiz gereken şudur; “Mevlâm görelim neyler, Neylerse güzel eyler!”

 

Bu konu ile ilgili Risale-i Nur Külliyatı’nda şu şekildeki ifâdeler tam da konuya ışık tutmaktadır;

«Dehşet aldığın zaman, İbrahim Hakkı gibi “Mevla görelim neyler, Neylerse güzel eyler.” De, pencerelerden seyret, içlerine girme.» (Mektubat, s. 249)

 

Cenâb-ı Hakk’tan lutüf gelince o bizim Rabbimiz de, bir musibetin gelmesi zamanında -hâşâ- Rabbimiz değil mi?

 

Aynı hakikate işaret olarak Eşrefoğlu Rûmî de şöyle diyor;

“Ey lütfu hem kahrı güzel,

Senden hem ol hoş, hem bu hoş.” (Eşrefoğlu Rumî)

 

Bu sözler akla Yunus Emre’nin meşhur “Kahrın da Hoş Lütfun da Hoş Şiiri”ni getiriyor, değil mi? Bir daha der-hatır edelim o güzel şiiri;

 

“Cana cefa kıl ya vefa

Kahrın da hoş, lutfun da hoş,

Ya derd gönder ya deva,

Kahrın da hoş, lutfun da hoş.

 

Hoştur bana senden gelen:

Ya hilat-ü yahut kefen,

Ya taze gül, yahut diken..

Kahrın da hoş lutfun da hoş.

 

Gelse celalinden cefa

Yahut cemalinden vefa,

İkiside cana safa:

Kahrın da hoş, lutfun da hoş.

 

Ger bağ-u ger bostan ola.

Ger bendü ger zindan ola,

Ger vasl-ü ger hicran ola,

Kahrın da hoş, lutfun da hoş.

 

Ey padişah-ı Lemyezel!

Zat-ı ebed, hayy-ı ezel!

Ey lutfu bol, kahrı güzel!

Kahrın da hoş, lutfun da hoş.

 

Ağlatırsın zari zari,

Verirsen cennet-ü huri,

Layık görür isen nari,

Kahrın da hoş, lutfun da hoş.

 

Gerek ağlat, gerek güldür,

Gerek yaşat gerek öldür,

Aşık Yunus sana kuldur,

Kahrın da hoş, lutfun da hoş” (Yunus Emre, Kahrın da Hoş Lütfun da Hoş Şiiri)

 

Bu derin mânâlardan feyiz almalı ve dehşete kapılmadan, üzerimize düşenleri yapmalıyız.

 

Mesnevi-i Nuriye eserinde geçen şu yer ise îmân, Kader ve teslimiyeti selamet ile mükemmel bir şekilde bağdaştırmıştır; “…imana gel ki elemden emin olasın. Kadere teslim ol ki selâmette kalasın.” (Mesnevi-i Nuriye, s. 112)

 

Kendine Kur’ân-ı Kerîm’i mürşid ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz’i rehber alan Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin şu ifadeleri ise bize büyük bir ders vermektedir; “…Hâlık’ıma hadsiz şükür ederim ki her derdin en kudsî dermanı olan imanı ve iman-ı bi’l-kaderden, kazaya rıza ilacını imdadıma gönderdi, tam sabır içinde şükrettirdi.” (Kastamonu Lâhikası, s. 19-20)

 

Burada geçen “her derdin en kudsî dermanı olan imanı ve iman-ı bi’l-kaderden, kazaya rıza ilacını imdadıma gönderdi” yeri dikkat çekicidir. Demek îmân ve îmânın esaslarından birisi olan kadere îmân her derdimize en kudsî dermandır. Ve kazaya rıza göstermek de bize ilaç hükmündedir.

 

«“مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ

 

“Kadere iman eden gam ve hüzünden emin olur.” Sırrıyla

 

خُذُوا مِنْ كُلِّ شَيْءٍ اَحْسَنَهُ

 

“Her şeyin güzel cihetine bakınız.” Kaidesinin sırrıyla,

 

اَلَّذ۪ينَ يَسْتَمِعُونَ الْقَوْلَ فَيَتَّبِعُونَ اَحْسَنَهُ اُولٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ هَدٰيهُمُ اللّٰهُ وَ اُولٰٓئِكَ هُمْ اُولُوا الْاَلْبَابِ

 

Gayet kısacık bir meali: “Sözleri dinleyip en güzeline tabi olup fenasına bakmayanlar, hidayet-i İlahiyeye mazhar akıl sahibi onlardır.” Mealinde.

 

Bizler için şimdi her şeyin iyi tarafına ve güzel cihetine ve ferah verecek vechine bakmak lâzımdır ki manasız, lüzumsuz, zararlı, sıkıntılı, çirkin, geçici haller nazar-ı dikkatimizi celbedip kalbimizi meşgul etmesin.

 

Sekizinci Söz’de bir bahçeye iki adam, biri çıkar biri giriyor. Bahtiyarı bahçedeki çiçeklere, güzel şeylere bakar, safa ile istirahat eder. Diğer bedbaht, temizlemek elinden gelmediği halde çirkin, pis şeylere hasr-ı nazar eder, midesini bulandırır. İstirahate bedel sıkıntı çeker, çıkar gider.”» (Şualar, s. 401-402)

 

Bu düstur bize hayat düsturu olmalıdır;

«“مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ

“Kadere iman eden gam ve hüzünden emin olur.”»

 

Bizim Allah’a (cc) ve kadere îmânımız var ise bu korku ve endişemiz nedendir?

 

مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَر

“Kadere iman eden gam ve hüzünden emin olur.”

Sırrına dair Tarihçe-i Hayat eserinde geçen şu yer mühimdir;

 

“Evet, şimdi küre-i arzda herkes ya kalben, ya ruhen, ya aklen, ya bedenen gelen musibetten hissedarlıktan azap çekiyor, perişandır. Bilhassa ehl-i dalalet ve ehl-i gaflet, merhamet-i ye-i İlahiyeden ve hikmet-i tamme-i Sübhaniyeden habersiz olduğundan, rikkat-i cinsiye sebebiyle nev-i beşerle alâkadar olduğundan, kendi eleminden başka nev-i beşerin şimdiki elîm ve dehşetli elemleri ile dahi müteellim olup azap çekiyor.”(Tarihçe-i Hayat, s. 314)

 

خُذُوا مِنْ كُلِّ شَيْءٍ اَحْسَنَهُ

“Her şeyin güzel cihetine bakınız.” kaidesi ile ilgili de bir diğer kaide irtibatlıdır;

“Her şeyin iyisine bak.” (Sözler, s. 41)

 

Başa gelen bütün hastalık, musibet ve zahiren kötü görünen her ne varsa biz her şeyin iyi cihetine, güzel yönüne bakmak ile mükellefiz.

 

Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin meşhur şu sözü tam da konumuza bakmaktadır;

“Güzel gören, güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.” (Mektubat, s. 537)

 

Peki bu hastalık ve musibetlerin güzel ciheti nasıl olur? Nasıl bu musibetler ve hastalıklar güzel olabilir? Bunun cevabı da şudur;

“Evet, her şey ya hakikaten güzeldir ya bizzat güzeldir veya neticeleri itibarıyla güzeldir.” (Mektubat, s. 427)

 

Yani zahirde bazı şeyler çirkin görülebilir. Lakin onlar da neticeleri itibari ile güzeldir. En basitinden hiç ölümü hatırına getirmek istemeyen insan oğluna, göz ile görünmeyen mikroskobik bir canlı ile Allahu Teâlâ (cc) ölümü hatırlatıyor. Buna bir çok şeyi de kıyas edebilirsiniz.

 

اَلَّذ۪ينَ يَسْتَمِعُونَ الْقَوْلَ فَيَتَّبِعُونَ اَحْسَنَهُ اُولٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ هَدٰيهُمُ اللّٰهُ وَ اُولٰٓئِكَ هُمْ اُولُوا الْاَلْبَابِ

Gayet kısacık bir meali: “Sözleri dinleyip en güzeline tabi olup fenasına bakmayanlar, hidayet-i İlahiyeye mazhar akıl sahibi onlardır.” Meâlindeki Âyet-i Kerîmeye dair de şu izah yerinde olur;

 

Mevzu bahis Âyet-i Kerîme, Zümer Sûresi, 18. Âyet-i Kerîmedir. Bu Âyet-i Kerîmenin kısa tefsir ise şöyledir;

 

«Râzî, bu âyetten yola çıkarak, aklın en iyi ve en doğru olanı ayırt etme konusundaki yetkisini iman, ibadet ve hukukî uygulamalara kadar bütün konulara genellemiş; insanın her konuda aklî kanıta (hüccetü’l-akl), eleştirel düşünmeye (nazar) ve mantıksal çıkarıma (istidlâl) değer vermesi gerektiği yönünde geniş açıklamalar yapmıştır. (Fahreddin Râzî, Tefsir-i Kebir, XXVI, 260-262) Râzî’ye göre “Bir insan akıllı ve kavrayışı güçlü değilse belirtilen gerçek bilgileri zihninde toplaması da mümkün olmaz.”» (Kur’an Yolu Tefsiri, c. 4, s. 608)

 

Akıllı insanın tarifi şudur;

“Âkıl odur ki ferahlı ve güzel şeylerle meşgul olup çirkin, sıkıntılı şeylere ehemmiyet vermez, şekva ve merak yerinde şükreder, sevinir.” (Şualar, s. 402)

 

اِنَّا لِلّٰهِ وَ اِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ

 

Diye ölen kişinin haberini aldığımızda söylediğimiz Âyet-i Kerîme’nin bir kısmını hatırlayalım. Bu Âyet-i Kerîme’nin tamamının meâli ise şudur;

«Onlar ki, kendilerine bir musîbet geldiği zaman: “Muhakkak ki biz, Allah’a âidiz ve muhakkak ki biz, ancak O’na dönücüleriz!” derler.» (Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Bakara Sûresi, 156. Âyet-i Kerîme Meâli)

 

Yani burada Cenâb-ı Hak (cc) bize tavsiyede bulunuyor. Başınıza bir “musîbet geldiği zaman” böyle deyin diye diyor. Sadece lafzen değil mânen de bunu demeli ve bu hakikatleri anlamalıyız.

 

Bu Âyet-i Kerîmeye şu şekilde de mânâ verilebilir;

Onlar; başlarına bir musibet gelince, “Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz” derler. (Diyanet İşleri Meali Yeni, Bakara Sûresi, 156. Âyet-i Kerîme Meâli)

 

Evet mü’minlerin yapması gerekeni bizzat Kur’ân-ı Kerîm’in lisanı ile beyan ettik.

 

Bu durumlarda şekva yani şikayet yerine rıza ile karşılamamız gerekiyor. Başına bir dert gelir ise “Kader-i İlahiyeye karşı şekva ile değil, rıza ile karşılamak…” mü’minlerin yapması gerekendir. (Kastamonu Lâhikası, s. 128)

 

Peki bu musibetlerin bize vermek istediği mesaj nedir? Allah niçin bu zahirde musibet görünen şeyleri veriyor? Diye aklımıza soru gelebilir. Cevabı da şu misal ve devamındaki hakikattir;

 

« Merayı tecavüz eden koyun sürüsünü çevirtmek için çobanın attığı taşlara musab olan bir koyun, lisan-ı haliyle “Biz çobanın emri altındayız. O bizden daha ziyade faydamızı düşünür. Madem onun rızası yoktur, dönelim.” diye kendisi döner, sürü de döner.

 

Ey nefis! Sen o koyundan fazla âsi ve dâll değilsin. Kaderden sana atılan bir musibet taşına maruz kaldığın zaman

 

اِنَّا لِلّٰهِ وَ اِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ

 

söyle ve Merci-i Hakiki’ye dön, imana gel, mükedder olma. O, seni senden daha ziyade düşünür.» (Mesnevi-i Nuriye, s. 120)

 

Bizi bizden daha çok düşünen ve seven bir Allah’ımız var! Bundan şüphemiz mi var ki endişe, korku, merak ile kendimize zarar verip; kaderi tenkid mânâsına gelen şikayetlerde bulunuyoruz?

 

Şairin dediği gibi;

«Kimseden ummam inâyet, hâfızım olsun Hudâ,

Ben tevekkül eylerem: ‘Fallahu hayrun hâfizâ’ (*)»

[Şiir Seyrî’ye aittir. (*) “Allah en hayırlı muhafaza eden ve koruyandır.” (Yusuf Sûresi, 64. Âyet-i Kerîme Meâli)]

(Osman Nuri Topbaş, Îmândan İhsâna Tasavvuf, s. 485’ten naklen)

 

“Allah’ın kaderinden yine Allah’ın kaderine kaçmak” diye dilimize giren bilinen ve meşhur bir kıssa vardır;

«Hz. Ömer (r.a.) bir yolculuktayken, gitmek üzere oldukları Şam’da salgın hastalık zuhûr ettiğini haber alınca gerekli istişâreler netîcesinde Şam’a gitmekten vazgeçmiştir. Aslında Cenâb-ı Hakk’ın ve Hazret-i Peygamber’in emrine daha muvâfık olan bu ihtiyat ve tedbir karşısında sahâbeden Ebû Ubeyde bin Cerrah (r.a.), Hz. Ömer’e (r.a.):

 

“–Allâh’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” diye sormuş, Hz. Ömer (r.a.) ise, o âlim ve fâzıl sahâbîden böyle bir suâli beklemediği için:

 

“–Keşke bunu senden başkası söyleseydi ey Ebû Ubeyde! Evet, Allâh’ın kaderinden, yine Allâh’ın kaderine kaçıyoruz. Ne dersin, senin develerin olsa da bir tarafı verimli, diğer tarafı çorak bir vâdiye inseler ve sen verimli yerde otlatsan Allâh’ın kaderiyle otlatmış; çorak yerde otlatsan yine Allâh’ın kaderiyle otlatmış olmaz mıydın?”» (Buhârî, Tıb, 30)

 

Kadere inanmazsak ne olur? (3)

Yaratan bilmez mi hiç? Şüphesiz O, Latîf’dir, Habîr’dir.
(Mülk sûresi, 14)

Serinin diğer yazılarında da altını çizmeye çalıştım: Kadere iman, sadece irademizle Allah’ın iradesi arasındaki ilişkiyi açıklamak için değil, topyekûn (ve her an olan) yaratılışı anlayabilmek için de zarurî birşeydir. Onu, sadece ‘seçimlerimiz’ ve ‘Allah’ın yaratışı’ arasındaki ilişkiyi açıklamak için kullanmamız, hem meseleye kapsamlı bakmamızı engelliyor, hem de kadere imanın neden ‘akaidin bir parçası olacak kadar kıymetli olduğunu’ anlamamızı zorlaştırıyor.

Şunu farketmeliyiz: Eğer kadere iman etmezsek Allah’ın yaratışının ‘ilim’ ve ‘irade’ boyutlarını anlayamayız. Sadece kudretle irtibatlı birşey sanırız. Halbuki kainatın, mürşidimin ifadesiyle, ‘tecezzi kabul etmez bir küll’  (yani hiçbir noktası tasarımın dışında bırakılamayacak bir bütünlük) olduğunu idrak edersek, o zaman ‘ilim’ ve ‘irade’ ile sürekli bir ‘takdir’ kalıbının çalıştığını kabul etmemiz kaçınılmaz olur. Yani, en öz ifadesiyle, denilebilir ki: Eğer tevhide iman ediyorsanız kadere iman etmeniz kaçınılmazdır. Zira herşeyi yaratanın ‘herşeyi bilmesi’ lazımdır. Zamanı yaratanın zamandan aşkın bir şekilde o zamanda olacakları bilmesi lazımdır. Tıpkı 29. Lem’a’da denildiği gibi:

Herşeye gücü yeten Yaratıcı herşeyi her şe’niyle (haliyle) bilir. Onun iradesi herşeyi kaplar; dilediği olur, dilemediği olmaz. Herşeyi kaplayan zâtî ve mutlak kudretiyle herşeye gücü yeter. Nasıl şu günkü günde güneşin ışıksız ve ısısız olması mümkün ve mutasavver değilse, öyle de, Göklerin Yaratıcısı olan bir İlâhın kapsayıcı illim ve mutlak kudret sahibi olmaması mümkün değildir ve tasavvur olunamaz. Demek, zorunlu olarak, zâtına lâzım olan kaplayıcı ilmiyle O herşeyi her şe’niyle (haliyle) bilir. Öyle bir ilmin herşeye taallûku (bağı) lâzımdır ve hiçbir şeyin ondan gizlenmesi mümkün değildir; çünkü huzur ve şuhud ve nüfuz ve nuranî ihata vardır (yani herşey Onun huzurunda ve gözetimi altındadır. Güneşin ısısı gibi herşeye nüfuz eder ve herşeyi kapsamı içine alır).

Bu noktada, kaderi inkâr edenlerin (büyük bir hata olarak), Allah’ın bilişini insanın bilişine kıyasladıklarını görüyoruz. En çok sürçtükleri yerlerden birisi burası. Allah’ı da ‘öğrenir bir biliş sahibi’ olarak tasavvur ediyorlar. Bir ölçüde ‘insan gibi’ bir Allah’a inanıyorlar. Halbuki herşeyi yaratan için sonradan öğrenme nasıl mümkün olur? Birşeyi yaratanın, o şeyin yaratılmasında gerekli olan ilmi, sonradan hasıl olmuş gibi yarattıktan sonra öğrenmesi Allah tasavvurumuz adına büyük bir nakise/çelişki değil midir? Öyledir. Zira bu zeminde Allah artık aynı fiille hem ‘etkileyen’ hem ‘etkilenen’ konumuna gelir. Ne eylediğini bilmeden yaratır. Adı Allah’tır ama hakikatte (yüzbin kere hâşâ) bilinçsiz bir kudrettir.

Meselenin bu kısmını biraz daha açarsam: Bir fiili yaratırken (yaratmak bir tür etkilemedir) içeriği olarak okuduğumuz ilmi Allah yarattıktan sonradan öğreniyorsa (öğrenmek bir etkilenmedir), yani kaderin bize öğrettiği gibi zamanlar üstü kuşatıcı bir bilişi yoksa Allah’ın, bu, ne yarattığını kendisi de sonradan öğreniyor demektir. Hem ‘etkiliyor’ hem de ‘etkileniyor’ demektir. Hatta yarattıklarının sonuçlarını da bilmeden (kestiremeden) yaratıyor demektir. Hâşâ, yüzbin defa hâşâ, Allah yarattığının cahili demektir.

Etkilemek için yarattığı şeyden kendisi de daha sonra etkileniyor, yani etkilemek için yarattığının nasıl etkileyeceğini önceden bilmiyor, bu iş bir nevi tesadüflere kalıyorsa, sormak gerekir: Kader inkârcılarının iman ettiği ilah nasıl bir ilahtır? Bu şekilde kurgulanmış öncelik-sonralık ilişkisi Allah’ı zamanla mukayyet hale getirmez midir? Ne olacağını bilmeden yaratan bir ilahın sonuçlarını kestiremediği fiillerle örülü bir âlemi tevhid ile idare ettiği nasıl açıklanır? Deistler gibi: ‘Allah makinayı kurdu bıraktı. Artık karışmıyor!’ mu deriz? Ne halt ederiz?

Düzeni, ölçülülüğü, estetiği, sanatı, hikmeti vs, bütün bunları, kaderin bize öğrettiği ‘kuşatıcı biliş’i kabul etmeden kabul edemeyiz. Zira düzen de, ölçülü yapış da, sanat da, hikmet de bir ‘kuşatıcı biliş’in eseri olabilir ancak. Yani denilebilir ki: Kör tesadüfler böyle sanat eserlerinin yaratıcısı olamayacağı gibi, kader inkârcılarının itikat ettiği türden ‘olacaklara kör bir ilah’ da bu âlemi yaratamaz. Kur’an’ın buyurduğu gibi: Yaratan elbette bilir. Bilmek yaratmanın öncesidir. İlim kudretin evvelidir.

Yaratan elbette o fiili her cihetiyle yaratandır. Her detayıyla yaratandır. Kudret kısmını karşılayıp lazım olan ilmi sonradan farkedecek değildir. Yarattığını sonradan öğrenecek değildir. Allah işini tesadüflere bırakmaz. İnsanın en küçük teknolojisi bile bir biliş, takdir ediş, planlayış olmadan ortaya çıkmaz. Önceden bir telefon üreteceğini bilmeden kim telefon üretebilir? Bu kader inkârcıları, itikatlarının, her fiile bir ‘yarım ilahlık’ vermek anlamına geldiğini farketmiyorlar mı? Yalnız kudreti Allah’a bırakıp ‘iradeyi’ ve ‘ilmi’ gasbettiklerini görmüyorlar mı?

İhlas sûresinin faziletine dair anlatılanlar bu noktada bize ayrıca bir ışık tutuyor. Bediüzzaman’ın İşaratü’l-İ’caz’da kaderle temas eden izahlarda bulunduğu kısımda altını çizdiği birşeydir: “Evet, vâcibi mümkine kıyas etmekten, pek garip ve gülünç şeyler çıkar.” Kader inkârcılarının da düştüğü en büyük varta bence bu. Allah’ın bilişinin kendi bilişlerinin ötesinde bir biliş olabileceğini kabul edemiyorlar. Onlara göre kendi bilişlerinin yukarısında/ötesinde, onlardaki sınırlardan münezzeh (subhan) bir başka biliş olamaz. Kendileri birşeyi olduktan sonra öğreniyorlarsa o halde olmadan önce bilen bir ilah mümkün değil. Kafaları böyle çalışıyor. Geri kalan bütün demagojileri bu temel hatalarının üstünü örtmeye çalışmaktan ibaret.

İhlas sûresini itikadın selameti anlamında büyük bir rehber kılan, tam da Bediüzzaman’ın yukarıda dikkat çektiği şekilde, Allah tasavvurumuzda oluşabilecek hatalardan bizi kurtarıyor oluşudur. Nasıl? Belki biraz şöyle: Vacibin mümküne kıyasının ‘mümkün olmadığını’ biz en çok İhlas sûresinden ders alıyoruz.

Mesela; sûrede vurgulanan Allah’ın Samediyeti, yani ‘hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Ona muhtaç oluşu’ hakikati bize kader açısından şunu öğretiyor: Allah yarattığından birşey öğrenmeye de muhtaç değildir. Eğer Alîm-i Külli Şey (herşeyi bilen) olmazsa, o zaman birşeyleri de öğreniyor olacaktır ki, bu, Onun Samediyetine nakise getirir. Subhanlığına leke kondurur. Çünkü öğrenmek bir aczin ifadesidir. Bilmekten aciz olan ancak öğrenir. Bu bir muhtaçlıktır. Bir cehalettir. Bir doğurulmadır.

‘Onun doğurmamış ve doğmamış’ olduğunu vurgulayan ayet ise bize kader konusunda der ki: Allah doğmadığı ve doğurmadığı gibi, yaratışı da Onun ilmine bir ‘doğma’ ve ‘doğurma’ sayılabilecek ‘öğrenme’ katkısı yapamaz. Yani Allah’ın fiillerinden Onun haberdar olmadığı bir sonuç/ilim doğmaz  ki, Allah kendi ilminden hariç bir bilgi doğurmakla, onu sonradan öğreniyor olsun. Son ayet ise sanki Bediüzzaman’ın dikkat çektiği temel sorunu da ona öğreten ayettir:Onun hiçbir dengi yoktur… Yani, Onu kendinizle veya mümkünden başka birşeyle bu şekilde kıyaslamayınız ve benzetmeyiniz. “Evet, vâcibi mümkine kıyas etmekten, pek garip ve gülünç şeyler çıkar.” Hem Mesnevî-i Nuriye’de de diyor ki mürşidim:

Vâcibü’l-Vücud, zâtında, mahiyetinde mümkine benzemediği gibi, ef’âlinde de benzemiyor. Çünkü, Vâcibü’l-Vücudun kudretine nisbeten yakın-uzak, az-çok, küçük-büyük, fert-nev’, cüz-küll aralarında fark yoktur. Ve keza, Onun fiilinde bizzat mübaşeret yoktur. Fakat, mümkinin kudreti bu derece değildir. Bunun için nefis, Vâcibü’l-Vücudun ef’âlini fiillerine benzetemiyor. Hakikatini fehmetmekte akıl mütehayyir kalıyor. Fiili fâilsiz zannediyor.

Demek, arkadaşım, fiili failsiz zannedenle, yaratılışı kadersiz sanan arasında çok bir fark yok. İkisinin de takıldıkları yer, aşağı yukarı, aynı. Aynı taşa çarpıyorlar fakat yorumları başka oluyor. Ne diyelim? Allah bizim ayaklarımızı istikametten ayırmasın. Âmin.

Ahmet AY – risalehaber.com

Kadere inanmasak ne olur? (2)

Varlıklarda gözlemlenen ölçülü düzenlemeler ve düzenlenmiş ölçüler, umumi hikmet ve tam bir inayet, düzenli kader (plânlar) ve ürün veren kazâlar (uygulamalar), belirlenmiş eceller ve göz önündeki erzaklar, düsturlarının sağlamlığıyla kâinattaki fenleri sonuç veren itkanat (kusursuz yapılar) ve herşeyi süslendiren ihtimamat (özenler) ve gayet mükemmel imtiyaz (seçkinlik) ve ittizan (denge) ve intizam (düzenlilik) ve itkan (kusursuzluk) ve herşeyin yaratılışında görülen mutlak kolaylık nâmına hiçbir şey yoktur ki, herşeyi bilen bir Allâmü’l-Guyûbun ilminin kapsayıcılığına şahit olmasın.” 29. Lem’a’dan…

Sık düştüğümüz bir yanılgı var. O da şudur: Biz kaderi ‘sadece bireysel seçimlerimizle ilgili birşey’ sanıyoruz. Halbuki kader yalnızca ferdî hayatlarımızla ilgili birşey değildir. Kader aslında bize ‘kainatın nasıl bir düzenle yaratıldığını’ anlatır. Daha doğrusu, yaratış için gerekli olan tek şeyin ‘kudret’ olmadığını (yani yaratıcının mucib-i bizzat olmadığını) bilen bir mü’min için kader, ilim-irade ikilisinin yaratış içindeki fonksiyonunu da tayin eder. Netleştirir. Şekillendirir. Bu nedenle, insan kadere iman ettiğinde, fazladan birşeye iman etmiş olmaz. Çünkü ona iman zaten tevhide imanın içindedir. Ahirete imanın içindedir. Kitaplara imanın içindedir. Nübüvvete imanın içindedir. Meleklere imanın içindedir. O onlardan varlığına delil bulduğu gibi şunlar da ondan kendilerine medet alırlar.

Bakmayın siz Kur’an müslümanlığı(!) sapkınlarının “Kur’an’da geçmiyor!” deyu onu inkâr etmelerine. O aptalların aklı hastadır. Gözünde hastalık olana güneş dahi ışık vermez. Dilinde hastalık olana bal bile kezzap gelir. Şunların cehaletini Kur’an yüklenmez. Çekmeye de mecbur değildir. Öyle ya. Aslında kadere esmaü’l-hüsna adedince işaretler vardır Kur’an’da. Çünkü Allah’ın tüm isim ve sıfatlarında sonsuzluğu kaderle mümkündür. Hatta sırf kainattaki düzen dahi kaderin bir delilidir. Ki kaderin Kur’an’da en sık tekrar edilen burhanı ‘bilişten yaratışa sirayet eden ölçülülük’tür.

Kadere iman ettiğimiz zaman aslında Allah’ın ‘yüzü ilme ve iradeye bakan’ her ismine iman etmiş oluyoruz. Tüm sınırsızlığı ve sonsuzluğuyla hem de. Aksi halde, yani kadere imanın olmadığı bir düzlemde, Allah’ın nasıl (hâşâ) kusurlu bir ilah olacağını bir önceki yazımda anlatmaya çalışmıştım. Bilmeden yaratan… Sonradan öğrenen… Bilmek için olmasına muhtaç olan… Kadere iman edilmediğinde ‘Allah tasavvurumuzda’ ve ‘tevhid inancımızda’ meydana gelecek erozyonun telafisi mümkün değildir.

Hatta şöyle düşünüyorum ben: İnsan, Allah’ı (hâşâ) ‘insanlaştırmaya/sınırlamaya’ kadere iman etmeyerek başlıyor. Kadere imanın sarsılması şirke doğru atılmış ilk adım. İlk sapma. İlk yıkım. Madem imanın altı şartı içinde en sonuncu olarak o söyleniyor. Ve madem Bediüzzaman, Kader Risalesi’nde onun için;  “Kader ve cüz-ü ihtiyarî, İslâmiyetin ve imanın nihayet hududunu gösteren, hâlî ve vicdanî bir imanın cüzlerindendir…” diyor. Bu direklerin yıkılışı da herhalde en ahirkinden başlıyor. Çünkü her gerileme ‘nihayetten/sondan’ başlar.

İşaratü’l-İ’caz‘da Bakara sûresinin 7. ayetini tefsir ederken mürşidimin; “Evet, vâcibi mümkine kıyas etmekten, pek garip ve gülünç şeyler çıkar. Meselâ, ehl-i tabiat, o aldatıcı kıyas ile, tesir-i hakikîyi, esbaba; Ehl-i İ’tizal, halk-ı ef’ali, abde; Mecusîler, şerri, ikinci bir hâlıka isnad etmeye mecbur olmuşlardır. Güya zuumlarınca Cenâb-ı Hak, azamet-i kibriya ve tenezzühü dolayısıyla, bu gibi hasis ve çirkin şeylere tenezzül etmez! Demek, akılları vehimlerine esir olanlar, bu gibi gülünç şeyleri doğururlar…” demesi mezkûr ‘insanlaştırmaya’ bir izahtır denilebilir.

Kaderle kainatın düzeni arasındaki ilgiye geleyim. Bu ilgi aynı zamanda Kur’an müslümanlığı taifesinin “Kader Kur’an’da geçmiyor!” safsatasına da güzel bir cevap olacak. Ve Kur’an’da düzenden/ölçülülükten bahseden her ayetin aslında kaderden bahsettiğini bize gösterecek. Şuradan başlayalım. Şöyle söylüyor mürşidim bir eserinde:

Evet, şu kâinatı idare eden Zât, herşeyi nizam ve mizan içinde muhafaza ediyor. Nizam ve mizan ise, ilim ile hikmet ve irade ile kudretin tezahürüdür. Çünkü, görüyoruz, her masnu, vücudunda gayet muntazam ve mevzun yaratılıyor. Hem hayatı müddetince değiştirdiği suretler dahi, birer intizamlı olduğu halde, heyet-i mecmuası da bir intizam tahtındadır.

Bu tesbite katılmak için, değil imana, azıcık insafa sahip olmak yeterli. Çünkü varlıktaki düzen tüm bilim dallarının yüzümüze haykırdığı birşey. Hatta bilimin kendisi zaten bu düzenin keşfî üzerine kurulu. Düzeni olmayan birşeyin bilimi olabilir mi? Rastgelelik bizzat bilginin düşmanıdır. Daha doğrusu ‘nasıllığın’ bir kaideye/kanuna bağlı olmadığı bir sahada (zaten kendisi bizzat kaide/kanun keşfine dayanan) ‘bilim’ diye birşey yapılabilir mi? Demek bizim kainattan okuduğumuz her kanun/kaide (nasıllık bilgisi) aslında o şeyin belirli bir düzen/ölçü içinde yaratılmasının delilidir. (Herhalde ateistlerin bile reddemediği bu gerçeği Kur’an müslümanları reddetmezler. Yoksa ederler mi? Onlardan herşey beklenir.)

İşte Bediüzzaman da diyor ki: Madem bu düzeni reddedemiyorsun, o halde o düzenin ardındaki şu üç şeyi de reddedemezsin: İlim, irade, kudret. Yani herhangi bir fiil vücuda geldiğinde yalnızca kudret ile vücuda gelmez. Yaratıcı aynı zamanda o fiili bilir, seçer ve yaratır. Yaratıştan öncesi (bu ancak biz kullarca bir öncedir) yani ilim ve irade yönleri, Kur’an’da ‘takdir’ lafzıyla zikredilen şeyin içeriğini doldurur aslında. Ve kader konusunda takıntılı olanların da kafalarının basmadığı şey budur: Allah, elbette, yarattığı şeylerin ne olduğunu ve ne olacağını bilir, iradesiyle seçer ve kudretiyle de yaratır. Düzen dediğimiz şey de Allah’ın ‘takdiri’ dediğimiz bu ‘ilimle/ölçüyle ve iradeyle/seçilerek’ vücuda gelişin bir tezahürüdür.

Eğer Allah, ne olacağını bilmeden yaratıyor olsaydı, kainatta bir düzenin varlığından bahsedebilir miydik? Öyle ya. Fiillerin arkasında, onları sınırlayan küllî irade olmasaydı, kanunları/eşyayı kalıp içinde ne tutabilirdi? Bütün kainatta varolan sanatlar, düzenler, işleyişler bir ‘bilenin/seçenin’ yaratışının eseri değil midir? Küllî iradenin ‘hikmetli’ seçişleri ile kuşatılmış değil mi her bir yanımız? Allah’a Hakîm diye bu yüzden iman etmiyor muyuz? O halde, kainattaki ‘bölünme kabul etmez’ düzenden bakıp, Kur’an müslümanına Kur’anca soralım: “İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır?”

Elbette ‘başıboş’ bırakılmaz. O da bu ‘takdire’ dahildir. Takdire dahil olan ‘bilişe’ de dahildir. “Bir küll ne şeye muhtaç ise, cüz’ü de o şeye muhtaçtır. Meselâ, bir şecerenin meydana gelmesi için ne lâzımsa, bir semerenin vücuduna da lâzımdır.” Onun da iradesiyle yaptığı/yapacağı seçimler Allah’ın ilminde bilinmektedir. Küllî iradesiyle onaylanmaktadır. Kudretiyle de yaratılmaktadır. Bu noktada yine Bediüzzaman’ın kaderle takıntı yaşayanların psikolojisine dair yaptığı şu tesbit ne kadar anlamlıdır: “Evham, şübehat, dalâletin menşe’ ve mahzenlerinden biri: Nefis, kendisini kader ve sıfât-ı İlâhiyenin tecelliyat dairesinden hariç addeder.

En başta da söylediğim gibi: Kader yalnızca bizimle ilgili birşey değil. Böyle düşünmekle en büyük yanılgıya düşüyoruz. Kader varlığın yaratılışındaki kudret-ilim-irade birlikteliğini açıklayan birşey. Biz sadece bu bütünlüğün bir parçasıyız. O kadar. Ona inanmaktan başka mantıklı çözüm yok. O halde, varlığın düzenini ilim ve iradeden öte açıklayabilen meczup varsa, o beri gelsin, kendisini de o ilim ve iradeden bağımsız açıklasın. Açıklasın da bir görelim. Sonra da o gerizekalı bize tevhide imanı nasıl anladığını bir izah etsin. Etsin ki hep beraber gülelim.

Ahmet AY – risalehaber.com

Kadere inanmasak ne olur? (1)

Herşeyin hazineleri yalnız bizim yanımızdadır. Biz onu ancak belli bir ölçüyle indiririz.” (Hicr sûresi, 21)

Kadere iman neden önemli? Yahut da şöyle genişleteyim sorumu arkadaşım: Kader ‘imanın altı şartının içine girecek kadar’ neden önemli? Bugünlerde zihnimde evirip çeviriyorum. Zira nübüvvet anlayışlarındaki arızalarla bu ümmetin ‘ehl-i kitabı’ olmak noktasında hızla ilerleyen Kur’an müslümanlığı taifesinin (hakikatte sünnet reddiyecilerinin) kader noktasındaki takıntılarıyla sık karşılaşıyorum.

Geçenlerde de yine böylesi bir arkadaşla kader konusunu konuştuk. Şöylesi bir sonuca vardım bu ‘müzakeremsi münakaşanın’ nihayetinde: Kadere imanın ‘nasıl bir Allah’a iman ettiğiniz’le büyük bir ilgisi var. Dahası: Kadere iman ‘esmaya doğru biçimde iman’la da yoğun şekilde irtibatlı. Yani: O esmanın temsil ettiği mananın sınırları sizin ‘kadere iman edip etmeyişinize göre’ genişliyor veya daralıyor. Kadere iman edende farklı bir esma, iman etmeyende farklı bir esma manası zuhur ediyor. İsimler birken tanımları değişiyor.

Zâhire baktığınızda Kur’an müslümanlarının(!) sizden başka birşeye iman ettiği yok. Yine sizin kelimelerinizi/kavramlarınızı (ki zaten o kelimeler tüm müslümanların ortak dilidir) kullanıyorlar. Onlar da sizin gibi Allah’a ‘Allah’ ve ‘Vahid’ ve ‘Ehad’ ve ‘Ekber’ diyorlar. Ancak bu kelimelerle aslında neyi kastettiklerine dikkat ettiğinizde, yani zâhirden bâtına (nicelikten niteliğe) doğru indiğinizde, aynı isimlerin farklı tanımlara karşılık gelmeye başladığını görüyorsunuz. Misal: ‘Alîm’ ismi gibi bir örnek üzerinden meseleyi incelediğinizde, Kur’an’da da geçen ve karşılık olarak (özetle) ‘herşeyi bilen’ diye anlamlandırdığımız bu ismin, onların dünyasında pek de ‘herşeyi bilen’ karşılığını bulmadığını görüyorsunuz.

Bunu bize ne söyletiyor? Bunu bize ‘kadere imanda yaşadıkları sorunlar’ söyletiyor. Bu taifenin ‘Allah’ın olup-olacak herşeyi bilmesi ve ezel denilen manzara-i âlâdan takdir etmesi’ olarak tarif ettiğimiz kadere imanda yaşadıkları sorunların altı kazıldığında, ‘Allah’ın herşeyi bilip bilmediği’ şüphesiyle karşılaşıyorsunuz. Abdulaziz Bayındır gibi kimi isimler bunu açıkça ifade ediyorlar. Diğerleri ise bunu daha üstükapalı/kinayeli göndermelerle gündeme getiriyorlar. (Allah topunu ıslah etsin.)

Yani ‘nicelik’ olarak onların inandıkları esmaü’l-hüsna ve sizinki arasında bir fark olmayabilir. Fakat ‘niteliğine’ indiğinizde işin rengi başka oluyor. Esma kusurlanmaya/sınırlanmaya başlıyor. ‘Alîm’ olan Allah, onların dünyasında ‘herşeyi bilen Allah’ olmayabiliyor. Hatta bazı şeyleri sonradan/zamanla öğreniyor. (Yani ilah, hâşâ, kendi yarattığı zamanın/sınırların mahkumu oluyor.) Yahut da yarattıklarının hepsini bilemiyor. (Nasıl oluyorsa?) Yani: Mutlaka bilmediği birşeyler kalıyor ve bu kalış onların kadere iman etmesini engelliyor. (Çünkü, iman ederlerse, Allah’ın ‘Alîm’ ismine sizin gibi inanmak zorundalar.)

Bunun Allah’ın Allahlığına (yani İslam’ın Allah tasavvuruna) nakise getirmesinden bir rahatsızlık duyup duymadıklarını sorduğunuzda ise türlü demagojilere sapıyorlar. Kaderin iradeyi esir aldığından bahsedip duruyorlar. Halbuki siz çocukluğunuzdan beri biliyorsunuz: Allah’ın bilmesi insanın seçmesine engel olmuyor. Allah imtihan ediyor. Dayatmıyor. Yani: Allah’ın bilmesi Allah’ın zorlaması demek değil. Mesele bu kadar basit inanmak isteyenler için.

Bu noktadan itibaren ikinci bir zihinsel (hem de itikadî) sorunla daha karşılaşıyorsunuz. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat için ayrımı çok kolay birşey. Ama onlar için nasıl olmuşsa zorlaşmış. Kısa fehimleri zorlaştırmış. Nedir o? Belki şu: ‘Bilmek’ ile ‘zorlamak’ veya ‘razı olmak’ ile ‘takdir etmek’ arasındaki ayrımı yapamadıklarını, dolayısıyla, Allah’ın ‘bilmesi’ ile ‘kudretiyle yaratması’ arasındaki farkı da anlayamadıklarını görüyorsunuz.

Hatta onlar Allah’ı da zamanın dışında düşünemiyorlar. Ezel için düşledikleri tanım herşey başlamadan öncesi. Yani yine zamana ait bir tanımlama. ‘Zamandışılık’ değil. Allah’ı zamanın dışında görmüyorlar. Kaderin ezelden takdirini Allah’ın herşey başlamadan önce (hâşâ) oturup herşeyi tahmin etmesi gibi zannediyorlar. Halbuki Bediüzzaman’ın tarifiyle ezel bir kuşatıcı bakıştır. Allah’ın zamanla kayıtlı olmayarak bize göre önce/sonra olan herşeyi birden görmesidir.

Hem ezel, mazi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki ezel, mazi ve halve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misaldir. Öyle ise, daire-i mümkinat içinde uzanıp giden zamanın mazi tarafında bir uçta hayyül edip, ona ‘ezel’ deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertiple girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhakeme etmek hakikat değildir.

Zaten Allah’ın ‘Allah’ olabilmesi için de böyle olması lazımdır. Eğer Allah birşeyleri sonradan öğreniyorsa bu onun için bir sınır/kusur değil midir? Samediyeti/Subhaniyeti yara almazlar mı bundan? (Çünkü öğrenmek için olmasına muhtaçtır. Bilmeden önce ise öğreneceğinin cahilidir.) Ve bunlara ilaveten: Eğer Allah’ın olacaklardan haberi yoksa yaratışı nasıl mümkün olmaktadır?

Yaratan başkası mıdır ki, Allah, yarattığını yaratıldıktan sonra öğrenmektedir? Yine Bediüzzaman’ın Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur… derken hatırlattığı ve Kur’an’ınYaratan bilmez olur mu hiç?” buyurarak son sözü söylediği hakikat budur: Yapanın bilmesi gerek! Bilmeden yaratamaz! Bilmek yaratmanın öncesidir! Evrenin nizamı yaratışın bir ölçüyle ve öncesinde varolan ilmî kalıplarla olduğunu gösterir bize. Kur’an da defaatle bunu söyler.

Kadere iman da zaten en zirve noktasında bu ‘biliş’e iman etmektir. Alîm ismine inanmanın en zirve tezahürüdür/okumasıdır. Kainatı muhteşem bir nizam içerisinde yaratan Allah elbette yarattıklarının ne/nasıl olacağının bilgisine sahiptir. Yoksa Halık-ı Küll-i Şey’in ‘ne yaratacağını bilmeden yarattığını’ söylemek gerekir ki, bu, yaradılışı açıklama adına hem bir çelişki, hem de bir sınırdır. Bu noktadan sonra kadere imana duyulan şüphe dalga dalga bütün esmaü’l-hüsnaya doğru yayılmaya başlar. Allah tasavvurunuzun her zerresine ilişir. Her marifetimizi yaralar. Her tanımımızı paralar.

Allah’ın Mütekellim ismini ele alalım. Esbab-ı nüzûl üzere nazil olan Kur’an, eğer Allah geçmişi ve geleceği bilmiyorsa, demek ki sadece o an için nâzil olmuştur. Tarihseldir. Günübirlik bir metindir. O an düşünülmüştür. O zaman mecburen şu soruyla yüzleşmek zorunda kalınır: Geleceği bilmeyen bir Allah’ın kelamı gelecekteki insanlara nasıl deva olabilir? Sonraki insanlardan ondan nasıl sorumlu tutulabilir? Öyle ya. Gelecekteki insanların durumunu, halini, psikolojisini, sosyolojisini, yaşayacaklarını bilmemektedir ki Allah? Kur’an’ı da tıpkı Allah’ı sınırlandırdığınız gibi sınırlandırmak zorunda kalırsınız böylece. (Kur’an kendi hakkında tam tersini söylerken hem de.) Bilmesinde sınırlanan elbette o bilmeden gelen kelamında da sınırlanır. Bir kafese de Kur’an’ı kapatırsınız. Ne yazık! Her sınır bir diğer kardeşini doğurur. Varın siz düşünün: Artık bunca sınırdan sonra Allah’ın Allahlığı tasavvurunuzda ne kadar kalır?

Halbuki, Kur’an’da yeralan ihbar-ı gayb örnekleri bile, hele Rûm sûresinde geçen (ve sûreye ismini veren) şu ayet bile kadere iman etmeye yeterlidir. “Rûmlar galip gelecektir…” Ve Rûmlar hakikaten galip gelirler yıllar sonra. Siyer kaynakları bize bu ayetin sebeb-i nüzûlünü ve ardından yaşananları tüm ayrıntılarıyla anlatır.

Peki, geleceği bilmeyen bir Allah’a inananlara soralım, Allah bunu sadece tahmin mi etmiştir? Hâşâ, kelamında İdda, Toto, Loto mu oynamaktadır? Vahyine, tutacağı belli olmayan, kendisinin de sonradan öğrendiği bir tahmin mi sokmuştur? Yoksa, her istikametli aklın söyleyeceği gibi, ezelî ilmiyle bildiği şeyi kullarına beyan mı etmiştir? Bu ayetin geliş sebebini etraflıca inceleyenler/okuyanlar meseleyi daha açık idrak ederler.

Zaten bu Kur’an müslümanlığı(!) taifesinin ihbar-ı gaybî türünden ayetlerle/hadislerle ayrıca takık olmaları bu tür ayet ve hadislerin onların işlerini feci bozmasındandır. Öyle ya. Gelecekten haber veren bir Allah’ın ve onun izniyle haberdar olan/bildiren bir Resulün (a.s.m.) varlığında kader nasıl inkar edilecek, Allah nasıl sınırlanacak, beşerî kibir nasıl yol alacaktır? Sorunlar, sorunlar, sorunlar… Kur’an bükücülerin elinde bundan çok var. Hasılıkelam: Kadere iman imanın kemalidir. Kadere iman etmeyenin Allah’a imanı eksik kalır. Çünkü bizzat Allah kelamında buyurur: “Muhakkak ki biz herşeyi bir kaderle yarattık!

Ahmet AY – risalehaber.com