Etiket arşivi: kader

Deprem gibi afetler bir tesadüf müdür, yoksa kaderimiz midir?

Deprem kader mi, değil mi? Bunu tahlil etmek için önce kaderin ne olduğunu hatırlayalım: Kader, kısaca, her varlığın ve her olayın bütün incelikleriyle Allahın ezeli ilminde malum olması ve ona göre takdir edilmesi, yaratılmasıdır. Her hadise “mukadderdir”, yani yeri ve zamanı ezelden belirlenmiştir. Kainatta olup bitenler gibi, olacaklar da Allah tarafından bilinir. İlahi ilmin dışında kalan hiçbir olay düşünülemez. Her ne oluyorsa, adına kısaca kader dediğimiz ilahi ilmin sınırları içinde olmaktadır. Kainatta tesadüf yok, tevafuk vardır. Bütün mekanları ve bütün zamanları kuşatan kader gerçeği tesadüfe meydan bırakmamıştır.

Deprem de bir fiil. Her fiil gibi o da failini gösteriyor. Dünyayı yoktan var eden, onu güneşin etrafında bir uzay gemisi gibi uçuran, büyük bir sistem dahilinde mevsimleri değiştiren, yeryüzünde bitkileri, hayvanları, insanları hâlk eden, sayısız işleri vakti vaktine, şaşırmadan, akıl almaz bir ölçüyle düzenleyen, nihayetsiz ilmi, iradesi ve kudretiyle atomları mucizevi bir şekilde yan yana getirip harikulade eserler yaratan Allah, kendi mülkünde meydana gelen ve insanları yakından ilgilendiren deprem gibi önemli bir hadiseyi bilmesin, irade etmesin, başıboş bıraksın, tesadüfe havale etsin… Mümkün mü?

Kainattaki her olay gibi deprem de Allah tarafından bilinmekte ve icra edilmektedir Ne zaman ve nerede deprem olacak, nasıl olacak, neticesinde kimler ölecek, kimler kurtulacak bütün bu unsurlar, bütün ayrıntılarıyla kaderde mevcuttur.

Bu temel hakikati böylece tespit ettikten ve imanımızı tazeledikten sonra şimdi başka bir hususu inceleyelim.

Biri çıkıp diyebilir ki: “Biz bu cümleyi kaderi inkar etmek ve depremin tesadüfen meydana geldiğini söylemek için kullanmıyoruz. Maksadımız, insanları tedbire davet etmek. Deprem kuşağında yerleşim birimleri kurmamak, deprem ihtimalini daima göz önünde bulunduran binalar yapmak, inşaatlarda depreme dayanıklı ve hafif malzemeler kullanmak gibi tedbirlerle bu felaketin zararını bir derece önleyebiliriz. İşte biz, bu noktaları hatırlatarak ihmalcileri ikaz etmek istiyoruz.

Eğer söylenmek istenen bu ise şunu önemle belirtelim ki, körü körüne teslimiyetçiliğe “kader” deyip, tedbirler almayı “kaderi değiştirmek” diye ifade etmek yanlış bir anlayıştır. İslami tevekkül anlayışı hiçbir tedbir almadan sonucu beklemek değil, elden gelen her şeyi yaptıktan sonra sonucu teslimiyetle beklemektir. Sebeplere teşebbüs edip; sonucu Allahtan istemektir. Çünkü, sebepler bir araya gelmekle mutlaka netice hasıl olacağı şeklinde bir kural yoktur. Sebepler yaratıcı değil, birer vesiledirler. Tedbir için her ne yapılırsa yapılsın, yine de neticeleri yaratacak olan Allahtır.

Tedbir alınsın veya alınmasın, her iki hâlde de olup bitenler “kader” dir. Tedbir almakla kaderin dışına çıkılmaz. Gemi rota değiştirmekle okyanustan çıkmış olmaz. Biz insanlar kader okyanusunda yüzen birer gemi gibiyiz. Rotamızı ne yana çevirirsek çevirelim, tedbir alalım veya almayalım o ilim okyanusundan ayrılmış olmayız. Tedbir almamaya kader deyip, tedbir almayı kaderden kurtulmak zannetmenin, doğru kader inancı ve anlayışıyla hiçbir alakası yoktur.

Haller değişir, ama kader değişmez. Mesela, bir fakir çalışıp zengin olmakla, “Ben kaderimi değiştirdim.” diyemez. Değişen onun hâlidir, fakirliğin yerini zenginlik almıştır. Şöyle demesi gerekir: “Benim kaderimde önce fakir olmak, sonra da çalışıp zengin olmak varmış.

İslam bize, “Kadere inanıyorsan tedbiri bırakacaksın.” demiyor. Aksine, önce tedbir alıp, sonra tevekkül etmemizi istiyor.

(Gerçeğe Doğru)

Ah Keşke

Dediklerine göre Ay’ın hep tek yüzünü görürmüşüz. Arka yüzü bir türlü dünyaya çevrilmezmiş. Kaderi de ay gibi görüyor olmalıyız.

Olanıyla biliyoruz kaderi. Olduğu kadarıyla görüyoruz. “Olmasaydı…”lar Ay’ın arka yüzü gibi gözümüzden uzağa düşüyor. “Ya o kurşun bir santim sağdan geçseydi…” diye başladığımızda düşünmeye, hayalimizin eli ayağı zifiri karanlıkta birbirine dolaşıyor. “Olan olmuştur bir kere…” Kurşunun kalbine değdiği sevdiğimiz, birkaç santimlik farkla, birkaç saniyelik tevafukla bu dünyadan göçmüştür. Olan olmuştur ve nasibimize düşen de olmuş olandır. Hayatta bir kereliğine olan neyse odur; sonra dosya kapanır. Hayat, kurşunun “ah keşke…” dediğimiz yerin bir santim solundan akar. Kan da oradan akar, zaman da oradan akar. Zamanı geriye doğru alıp, kurşunu bir santim sağdan ve bir santim soldan koşturacak iki seçenekli bir hayatı yaşamamıza izin yok. Kanı da zamanı da geri akıtamayız. Bir sağa bir de sola doğru çatallanan iki tane kader yok; yazgının dal uçlarından bize düşenleri biliyoruz sadece. Olan olunca oluyor. Binlerce “keşke…“nin emzirdiği, milyonlarca yakıcı “ah!”ın özlediği “öbür türlü olsaydı”lar olmadan kalıyor, kuruntumuzun elinde boynu bükük, solgun bir çiçek gibi duruyor.

O solgun, o yetim çiçeği yeniden tebessüme getirmek için neler neler yapmazdık değil mi? Gece gündüz toprağına varıp sulardık, yapraklarını neredeyse kirpiklerimizle okşardık. Yeter ki “böyle olan” değil de, “şöyle olsaydı…” diye dediğimiz öbür kader tomurcuğu açıversin: “Kurşun atardamarın bir santimcik, sadece bir santimcik sağından geçseydi ya… Ya geç ateş edilseydi ya da birkaç saniye önceden hareket etseydi kaza kurşunuyla vurulan genç kız. Çocuklarının renklerini beğenmediği bayramlıklarını değiştirmek için yeniden caddeye çıkan kadın, az önce geçseydi bombanın patladığı yerden ya da çocukları bayramlıklarını beğenmiş olsaydı. Kırmızı ışık 15 saniye geç sönseydi de, arabanın çarptığı çocuk çoktan kaldırıma çıkmış olsaydı. Kamyonun altına giren otomobildeki aile, üç dakika sonra çıksaydı mola yerinden ya… Annesi elinden daha sıkı tutsaydı Dilara’nın… Yahut komşusuna bıraksaydı Dilara’yı. Şehit olan delikanlı, rapor alsaydı da, bir sonraki celp döneminde askere gitseydi ya…”

O kadar çok ki “olsaydı…”larımız. O kadar çok “keşke çiçeği” var ki avuçlarımızda. O kadar yakıcı “ah!..”larımız var ki yüreğimizde.

Bir de şöyle düşünelim: Şimdilerde “keşke…”lerimizin ucunda özenle beslediğimiz ve süslediğimiz o “öbür türlü olsaydı”lar olsaydı, onların bu türlü değil de, öbür türlü olduğunun ayırdında olacak mıydık? “Böyle” olmasaydı kader, “öyle olsaydı…”ların güzelliğini görebilecek miydik? Kaderin biricik çizgisi içinde olup bitenler sayesinde fark ediyoruz öbür türlü olabilecekleri… Olan olmuş olmasa, “olsaydı”lara özlemimiz de olmayacaktı.

Sözgelimi, ardından ağladığımız, “şimdi burada olsa nelerimi vermezdim…” diye hayıflandığımız sevdiğimizin kaderi onu “şimdi burada” eylemiş olsaydı, onun şimdi burada olmasına vereceklerimiz bu kadar olur muydu? Böyle olmasaydı da öyle olsaydı, öyle olmasının böyle olmasının alternatifi olduğunu görebilecek miydik? Hepimizin yüreğini yakan gül yüzlü Dilara rögar kapağından düşmemiş olsaydı, bizi bunca acıyla tanıştırmamış olsaydı, “Aaa, şu kız değil mi rögar kapağından düşecekken düşmeyen kız” diye parmakla gösterebilecek miydik onu? Damatlığını almak için gittiği çarşıda bomba birkaç dakika geç ya da birkaç metre ötede patlasaydı, şimdi aramızda yaşayacak ve bugünlerde düğünü olacak delikanlıyı tanıyabilecek miydik meselâ… İki yıl önce, Mekke’de, çocuklarına hediye almak için gittikleri dükkanın çökmesiyle bu dünyaya veda eden hemşire hanımlar, birkaç dakika erken çıkmış olsaydı dükkandan, ne onları ne de çocuklarının mahzun yüzlerini hayâl bile edemeyecektik şimdilerde…

Böyle yaşıyoruz kaderi. Böyle biliyoruz. Böyle çekiyoruz acısını ve sancısını. “Öyle olsaydı..”ları da, böyle olduğu için söyleyebiliyoruz, özleyebiliyoruz.

Öyleyse, şimdi siz siz olun, böyle olan kaderinizi sevmeyi öğrenin. Kurşunun göğsüne hiç uğramadığı sevdiğinizi bir daha kucaklayın. Bombanın hiç uğramadığı sokaklarda güle oynaya yürüyerek eve dönen çocuklarınızı daha çok sevin. Birkaç saniye sonra ya da önce sevdiklerinizle altında kalabileceğiniz kamyonun karşı şeritte seyrediyor olmasına şükredin. Her bir çocuğu çukura düşmekten son anda kurtarılmış bir çocuk sevinciyle seyredin.

Şimdi, şu anda, “ah keşke böyle olsaydı” diye ağlayacaklarınız, şimdi sizin “böyle oluyor” da farkında değilsiniz.

Keşke, farkında olsaydınız..

Senai Demirci

Gemideki Yükü Sırtında Taşımak

“Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. Gerçekten Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (İnsan Suresi,30)

Bütün yarattıklarını düzenle ve dengeyle idare eden Yüce Allah, Hiç şüphesiz, Biz herşeyi kader ile yarattık (Kamer Suresi, 49) ayetiyle haber verildiği gibi,  tüm varlıkları kaderleriyle birlikte yaratmıştır. Belirlenmiş kader dışında, iyi veya kötü hiçbir olayı engellemeye hiç kimse güç yetiremez; çünkü ayette de bildirildiği gibi,  …Allah’ın emri, takdir edilmiş bir kaderdir. (Ahzab Suresi, 38)

Allah’ın hayat rehberi olarak indirdiği Kur’an’ın ayetlerinden habersiz olan ve toplumda yerleşik yanlış bilgilere sahip kişilerin en büyük yanılgılarından biri, kader konusudur. Kur’an’dan uzak oldukları için, kaderi gerçek anlamda bilemeyen bu kimseler, kaderi kavramanın verdiği rahatlık ve huzurdan da mahrum kalırlar.

Kader, geçmişte olmuş, bugün yaşanmakta ve gelecekte de yaşanacak olan herşeyi, her hareketi, düşünceyi, konuşmayı Allah’ın en ince detayına kadar bilmesi ve kontrol etmesi demektir. Her insanın hayatı boyunca yaşayacağı her şey, Allah Katında o daha doğmadan belirlenmiş ve planlanmıştır. İnsan, yaşamı boyunca Allah’ın kendisi için dilediğinin dışında bir olayla karşılaşmaz. Kur’an’da, Onların işlemiş oldukları herşey kitaplarda (yazılı)dır. Küçük, büyük herşey satır satır (yazılı)dır. (Kamer Suresi, 52-53) âyetiyle de kader konusunun iç yüzü bildirilir.

İnsan dahil, yarattığı tüm canlıların ve olayların Kendisinin kontrolü ve hakimiyeti altında yaşamakta oldukları gerçeğini Yüce Allah bir başka Kur’an âyetinde şöyle haber verir:

Onları siz öldürmediniz, ama onları Allah öldürdü; attığın zaman sen atmadın, ama Allah attı. Müminleri Kendinden güzel bir imtihanla imtihan etmek için (yaptı). Şüphesiz Allah işitendir, bilendir. (Enfal Suresi, 17)

…Allah’ın emri, takdir edilmiş bir kaderdir (Ahzab Suresi, 38) hükmü gereği, insanın kaderinin dışına çıkması asla söz konusu olamaz. Kişinin yaşadığı kötü gibi görünen her olay ve gösterdiği tepki de Allah’ın belirlediği ‘takdir edilmiş kader’dir; kısacası o da Allah’ın emridir. Bu yüzden tüm insanlar kaderlerine teslim olmuşlardır.  Ayette de bildirildiği üzere, istese de istemese de herşey Rabb’ine teslim olmuştur ve kaderinde olanı yaşar.

…Peki onlar, Allah’ın dininden başka bir din mi arıyorlar? Oysa  göklerde ve yerde her ne varsa -istese de, istemese de- O’na teslim olmuştur ve O’na döndürülmektedirler. (Al-i İmran Suresi, 83)

Müminler, dünya hayatındaki imtihanın bir gereği olarak, Yüce Allah’ın insanları hem hayırla hem de şerle denemekte olduğunun bilincindedirler. Bu önemli sır,  Kuran’da,  “...Biz sizi şerle de hayırla da deneyerek imtihan ediyoruz ve siz Bize döndürüleceksiniz. (Enbiya Suresi 35) ayetiyle haber verilir.

Dinden uzak yaşayan insanlar ise, karşılaştıkları her olayı zahiri yönüyle değerlendirirler. Bu durumu Allah, Rum Suresinin 7. ayetinde, Onlar, dünya hayatından (yalnızca) dışta olanı bilirler. Ahiretten ise gafil olanlardır.” buyurarak haber verir. Mümin ise olayların zahirine aldanmaz, ardında gizlenen hayırlara, hikmetlere bakar. Çünkü, “...Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz. (Bakara Suresi, 216) hükmü gereği her olay, insanın görebildiği ve göremediği birçok hikmetle birlikte yaratılır.

Allah’tan korkup sakınan bir mümin,  zahirinde ne görünürse görünsün, yaşadığı olayların ardında kendisi için çok büyük hayır ve güzellik gizli olduğunu bilir. Hatta her olay kendi aleyhinde gelişiyor gibi görünse dahi mümin, kendisi için gerçekleşecek olan hayırları bekler. Rabbimiz, Kendisine sığınanları, arınmayı ve hoşnutluğunu dileyenleri mutlaka yardımıyla destekler. İnanan insan, Kuran’da Hz. Yusuf’un sözlerinde de bildirildiği gibi, ‘Şüphesiz benim Rabbim, dilediğini pek ince düzenleyip tedbir edendir’ (Yusuf Suresi, 100) diyerek, Allah’a güvenip dayanır. Olayları yaratan Rabb’imizdir ve O, yarattığı insan için neyin iyi kötü olduğunu en iyi bilendir. Bunun aksini düşünmek Allah’ın kadrini gereği gibi takdir edememek olacaktır ki, bu da insanı kayba sürükler.

Ancak inanan insan, Allah’ın yarattığı bir musibet isabet ettiğinde, hiçbir şey yapmadan sonucu beklemez. Bir bela karşısında fiili anlamda hiçbir şey yapmadan, konuyu Allah’a bırakmak şeytani bir tevekkül olur. Mümin, bir zorluk durumunda fiili dua mahiyetinde sebeplere de sarılır. Çünkü Rabbimiz, yalnızca sonucu değil, sebepleri de yaratmaktadır.

Kader kavramının bilincinde olmak, Allah’a tam teslim olmamızı sağlayacaktır; çünkü insan gereksiz yere korkular yaşar, hayatını zorlaştırır. Bediüzzaman kader konusunu, gemideki bir insanın, gemi giderken yükünü omzuna alıp, sırtında taşımasına benzetir. Oysa gemi o yükü zaten götürmektedir; kişi yükü sırtına taşıyarak boşuna kendine eziyet eder. Özetle; her iş olacağına, yani Allah’ın belirlediği şekilde bir sonuca varır ancak insanlar boş yere tedirgin olup acı çekerler.

Kötü İle Kıyaslamak

Birçok insan, Allah’ın herşeyi kendileri için özel olarak yarattığını düşünmediğinden, kendi durumunu başka kişilerle kıyaslar. Kendisinden kötü durumdaki kişilerden örnekler vermek, Allah’ın herkes için bir kader belirlediğini, kendi kaderi içinde –eğer kişi samimiyse- mutlaka herşeyin lehinde ve en güzel şekilde yaratılacağını düşünmemesi anlamına gelir.

Bu gerçekleri tam olarak kavrayamayan kişiler, “kaderde herşey belirlenmişse, dua etmeye ne gerek var?” diye düşünebilirler. Oysa dua, gerçekte bizi kaderimizde var olana doğru yönlendirir. Duasını yapmamız, Allah’ın icabet edecek olması anlamındadır. Kaderimizi takdir eden de, bize dua etmeyi ilham eden de Allah’tır. İmam Rabbani bu konuda şöyle söylemektedir:

“Bir şeyi istemek, ona nâil olmak (onu elde etmek) demektir; Zirâ Allahû Teâlâ kabul etmeyeceği duayı kuluna ettirmez.”

Başına bir musibet geldiğinde,  kader gözüyle bakıp, “Allah’tandır” diye düşündüğünde insan rahat eder. İman sahibi, “Allah’ın kaderi ne güzel, sonu hayır olacak” şeklinde düşünmelidir. Ancak Allah’ın bunu diyebilecek gücü vermesi için de dua etmelidir. Ve bu dua bir kez değil, sürekli olmalıdır.

Fuat Türker

www.NurNet.Org

Muzdarip Bir İnsanla Gönül Sohbeti

Muzdarip ve gariptim. Sıkıntımı paylaşmak için bir ortam ve bir zemin arıyordum. Bir cami avlusunda oturmuş iki kişinin sohbetlerine kulak misafiri oldum. Çok mütevazi, mütevazi oldukları kadar da dertli insanlar. Biri, arkadaşına diyor ki: “Oğlum ile gelinim arasında bir sıkıntı var. Gelinimden de çok memnunum. Bir maslahat arıyorum?

Çaresizlik içinde kalan bu adam, yanındaki arkadaşından bir fikir, bir yardım beklediğini hissettim. Arkadaşı da, sanki bir hekim, derdine bir tılsım bulmuş veya mazlum bir insanı savunacak bir dava vekili gibi yerinden doğruladı “Bak kardeşim, bu işler çok basit, yöremizde muskalarıyla namideğer birçok hocalar var, onlara gitsene.” dedi.

Muzdarip adam da, “Arkadaş!  Hiç bir yer bırakmadım, hocalara gittim. Cincilere gittim. Hatta Hıristiyan papazlarına kadar gittim. Her kime gittiğimde bir sürü masraf, elemeği istemişler “bu bizim işimizdir, şimdiye kadar yanlış yere gitmişsin, niye daha önce bana gelmedin, çare yeri benim divanimdır” dediler. Ben de iyi ki bu hocaya veya bu cinciye gelmişim, deme ki aradığımı yeni bulmuşum. Gerçekten umutla, sıkıntımın bertaraf olacağını ha bugün ha yarın derken… Tam, beş sene hep böyle hülyalarla zamanım geçti. İnançlıydım, muskacılara, cincilere ve papazlara inanmıyordum. Yöremin baskısı ile hep bu batıl işlere tevessül ettim. Cenab-ı Allah taksiratımızı affetsin.

Arkadaşı dedi  “bu cinci mincilerle çok uğraşmışsın, varsa bir hatıranı bize anlatsana“:

Muzdarip adam söze şöyle başladı, efendim ne söyleyeyim, hatıra bir değil, iki değil, beş yıldan beri çektiğim çileli hayatımda elbette birçok hatıralarım vardır. Kıssadan hisse bir tanesini size anlatayım.

“Bir gün sabah namazından sonra bir arkadaşımla bölgede tanınmış bir cinciye gitmeye karar verdik. Cinci efendinin evi iki katlı bir binada, cinci tek başına alt katta kalıyormuş, biz ise yanlışlıkla bir üst kata çıktık, kapıyı çaldık, evin sahibi, “Kim o? “ dedi. Biz şeyh efendinin ziyaretine gelmişiz, yaşlı bir adam kapıyı açtığı gibi hakaret etmeye başladı, “Nedir sizden ve şeyhinizden çektiğimiz? yeter…! Artık yeter..!” Yüksek sesle bağırıp çağırınca, anlaşıldı ki bu adamı bizden evvel de rahatsız edenler olmuştur. Yoksa bize niye hakaret etsin? Her neyse, adres doğru, kapı numarasından bir yanlışlık olmuş, kusurumuzu beyan ederek oradan ayrıldık.

Bu kadar yol gelmişiz boş dönmek olmaz. “İlk gittiğimiz yer şeyhin evi olmadığına göre alttaki ev şeyhindir” dedik. Gene de temkinli ve yavaş yavaş cinci efendinin evinin penceresine vardık, evin içinden anlaşılmayan bir ses bir sohbet vardı, merak ettik. Şeyhin yanında da kimsenin olmadığına göre cinlerle konuşuyor dedik, bu fırsatı yakalamış iken hemen içeri girmeye karar verdik.

Velhasıl kapıya doğru yürüdük, kapı yarı açık, sanki bize buyurun diyordu. İçeri girdik. Cinci efendi somyanın üzerinde oturmuş teybi de yanı başında: Meğerse cinci efendi gürültü patırtımızı duymuş o da bize bir rol yapmak için daha evvel hazırladığı kaseti çalıyormuş. Bizde cinlerle sohbet ettiğini tahmin etmiştik. Birden bizi içerde görünce yaptığı oyun da bozuldu, Şeyh efendi yüzümüze bile bakmadan “Gidin yarına kadar cinlerimle görüşeceğim. Hakınızda cinlerimin verecekleri bilgiyi de yarın size söylerim” Dedi. Sürekli muskacıya, cinciye gitmek artık bana gına gelmişti, bıkmıştım, hepside boş, yalan ve kandırmacadan ibaret olduğunu anlamıştım. Ama gene bir umut, bir umut çaresizlikten bunlara gidiyordum. Kader bu..! Kader, kardeşim, ne yapayım?” deyince;

Bir dinleyici olarak çok sabır etmiştim, suskunluğumu bozdum. Artık müsaade isteyerek sohbete iştirak etmek istedim. Dedim ki, Evet, bir rahatsızlık var ama tedavi şekli yanlıştır. Şimdiye kadar anlattığınız hocaların muskaları da Cincilerin, Cinleri de hepsi de hurafe ve batıldır. Cenab-ı Allah demiş ki. “Dua ediniz ki duanıza cevap vereyim.” Allah’tan başka kimseye el uzatılmaz.

Muzdarip adam, “Arkadaş vallahi ben çok dua ettim, birçok ziyaret ve hoca dolaştım. Beş seneden beri dua ediyorum, bir türlü duam kabul görülmedi ne yapayım” Dedi.

O zaman Kur’an’ı, Sünnet ve Müçtehitleri dinleyelim. Bak dua hakkında ne diyorlar. Asrımızın müceddidi ve müçtehidi Bediüzzaman, dua hakkında şöyle diyor: Duanın tesiri büyüktür. Özellikle dua devam ederse netice vermesi galiptir, hatta âlemin yaratılış sebebinin birisi de duadır. Duaya devam et, dua hem ibadettir, hem de tekrarı iyi ifade etmek ve sağlamlaştırmaktır. İnşallah bir gün kabul olur dedim.

“Dua eden adam anlar ki, biri var; Onun hatırat-i kalbini işitir, her şeye eli yetişir, her bir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına medet eder.” (Mesnevi Nuriye)

“İnsanda öyle bir latife, öyle bir halet vardır ki, o latife lisanıyla her ne sual edilirse -velev ki fasık da olsun- Cenab-ı Hak o latifeye hürmeten o matlubu yerine getirir.” (Mesnevi Nuriye,S.378)

Bediüzzaman, gene diyor ki; Dua bir sır-ı ubudiyettir. Ubudiyet ise, dergâh-ı izzetine kusurlarını, esteğfirullah ve sübhanellah ile ilan etmektir. Dua bir ibadettir. Dualar ibadetin yapılması için birer vakittirler. Mesela, güneşin tutulması durumunda kılınan iki rekâtlık nafile namazı (küsuf namazı) veya yağmursuzluk, yağmur namazına birer vakittir.

Zalimlerin tasallutu ve belaların gelmesi bazı hususi dualara vakittir. Bu vakitler kaldıkça o namazlar ve o dualar yapılır. Eğer bu vakitlerde dünyevi maksatlar hâsıl olursa nur ala nur. İstek yaptın, duanla beraber istek yerine gelmedi diyemezsin. “Henüz vakit inkıza (sonu gelme) etmemiş, duaya devam lazımdır” diyebilirsin. Çünkü o maksatlar duaların başlangıcıdır. Neticesi değildir.

Her yapılan dualara Cenab-ı Allah’ın cevap vermesi, kabulün ta kendisi değildir. Duaya cevap verilir, cevapsız bırakılmaz. Talep edene yardım, ancak cevap verenin gayesine bağlıdır. Mesela, doktoru çağırdığın zaman “Ne istersin?” diye cevap verir. Fakat bu yemeği veya bu ilacı bana ver” dediğin vakit, bazen verir, bazen hastalığına, mizacına uygun olmadığından vermez.

Devamında, Bediüzzaman şöyle diyor: Dua bir ibadettir. Abd, kendi aczini ve fakrını dua ile ilân eder. Zahiri maksatlar ise, o duanın ve o ibadet-i duayenin vakitleridir; hakiki faydaları değil. İbadetin faydası, ahirete bakar. Dünyevi maksatlar hâsıl olmazsa, “O dua kabul olmadı” denilmez. Belki “Daha duanın vakti bitmedi” denilir. (24. Mektubun Zeyli)

Elhasıl: İnsan zayıftır, hata yapar, neticesini de sebeplere havale eder. Bediüzzaman, “Esbap bahanelerdir, vesait de perdelerdir.” der. Demek ki sebepler birer araçtırlar. Sebepleri yaratan Cenab-ı Allah’tır. Sebeplere sebebiyet veren ise gene insandır. Aleyhimize ittifak eden sebeplerin bir araya gelmeleri bir kusurumuzun neticesi olduğunu bilmek lazımdır.

İnsanın maruz kaldığı sıkıntılar belki bir günahına kefaret olur. Halis bir niyetle duaya devam et, Cenab-ı Allah inşallah duanı kabul eder. Peygamber-i Zişan (sam), “mü’minlerin sıkıntılarından dolayı hüzünlendiği ve huzurlu olmalarıyla sevindiğini” işte böyle bir Şafii’mizin olduğunu bil ve onu şefaatçi yap, muzdarip olduğun bu sıkıntılardan inşallah kurtulursun. Dedim.

Bu halis niyetli, mazlum ve muzdarip adam tamamen kadere teslim oldu ve duanın sırını anlayarak, “esbab-ı kabul dairesinde duaya devam” dedi. Zaman zaman bu gönlü kırık, inançlı adamı gördüğümde, “hacı abe durum berkemal, yoksa duaya devam” latifeme karşılık “yeğenim duamın kabulü Kemalimdendir. Ne zaman kâmil dua etme faziletine erişebilirsem o zaman duam inşallah kabul olur” diyordu.

Elhamdülillah, hacı efendi duanın meyvesini beş ay sonra şükür çığlıkları ile dost ve sevdiklerine tebşir etmeye başladı. Hacı abe ne oldu bize de bu sırrı anlatsana:

Evet, Cenab-ı Allah Kadir’dir, (gücü her şeye yetiyor) Kerim’dir, (İkram sahibidir) Cemal’dir (güzeldir, güzel şeyleri yapıyor) Sem’i dir, (her şeyi işitiyor) Basir’dir (Her şeyi görüyor) Samet’tir (her şey ona muhtaçtır. O ise hiçbir şeye muhtaç değildir.) Haza min fedli Rabbi” diyen Hacı ağabeyimizin, bu teslimiyetine ve bu tevekkülüne karşı gözlerimde akan yaşlar, hissiyatıma tercüman oluyordu, Cenab-ı Allah bu muzdarip adamın duaları hürmetine, aile birliğini devam ettirsin. Seyyiatlarını, hasenatlarına tebdil etsin. Âmin…

Rüstem Garzanlı / Diyarbakır

www.NurNet.org

Kaderin Her Şeyi Güzeldir

Gönülle ve akılla bilen insan, hayatın olumsuz gibi görünen cilveleri karşısında asla ümitsizliğe düşmez. Dalgaları hiç kesilmeyen ve ard arda gelen bir olaylar okyanusunda yaşıyoruz. Kâinatın her köşesinde, en ince noktasına kadar bir akış var. Bir toparlanış, bir dağılış ve ardından yıkılış ve çözülüş var. Gelenler, gidenler o kadar çok ki, yine de dünyanın uyumu bozulmuyor, hiçbir zaman yer darlığı yaşanmıyor.

Dünyaya gelirken, kendi istek ve irademizle gelmediğimiz gibi, giderken de yaşamak istemediğimiz için ölüyor değiliz. Getiren götürüyor. Varlıklar, bütünüyle ezelde çizilmiş olan ilahî bir programa uyarak gelip gitmekte. Yaratılmış olan her şey Allah’ın eseri. Bizim bilmediğimiz nice sonsuz hikmetlerle dolu. Ama biz insanlar, olayların mutlak anlamı ve genel hikmetinden çok, kendimize ait olan yönünü görür, onunla meşgul oluruz. Kendi fayda ve zararımıza göre olaylara hayır ve şer diye hükmederiz.

Yüce kitabımız bu ruh halimizi şöyle anlatır:

“Sizin hoşunuza gitmeyen öyle şeyler vardır ki, onlar hakkınızda hayır olabilir. Yine hoşlandığınız öyle şeyler vardır ki, hakkınızda şer olabilir. İşin hakikatini Allah bilir, hâlbuki siz bilmezsiniz.” (Bakara, 216)

Yine Kur’an-ı Kerim’de Kehf Suresi’nde Hz. Musa ile Hz. Hızır’ın bir seyahati hikâye edilir. Ve ard arda üç hadise anlatılır ki, bunların her biri mutlak gerçeği ile görünüşü arasındaki hayır ve şer anlayışlarını açıklaması bakımından dikkat çekicidir.

Biz hayır ve şerri ancak Allah’ın emri sayesinde tayin edebiliyoruz. Yani bize yapılması emredilen şeyleri hayır, yasaklanan şeyleri de şer olarak tanımaya mecburuz.

Kader denilince hemen akla ölçü ve miktar geliyor. Her şeyin güzelliği ve kemâli bu ölçüye tâbidir. Mesela bir elbisedeki güzellik, o kumaşın bir terzinin takdiri ile biçilip dikilmesi neticesinde ortaya çıkıyor. Bakışımızı elbiseden çekip onu giyecek olan insana çevirelim bir de. İnsanın bütün organları en güzel şekilde, yerli yerinde yaratılmıştır. Gereken büyüklükte tasarlanmış ve düşünülebilecek en güzel yerlere konulmuştur. Bunların her biri bir kaderi, planı ve programı göstermektedir. Ne elbise, bu şekil ve güzelliği kendi kendine kazanmıştır, ne de insanın vücudu. Bunlar hep bir plan, bir programın işaretidir. Yani ilahî bir kaderden gelip, onu göstermektedir.

Bir kitaba baktığımızda da durum bundan pek farklı değildir. Kitabın tamamının belli bir gaye için yazıldığını, bütün bölümlerin, paragrafların, cümlelerin, hatta kelime ve harflerin hep o gayeye göre dizildiğini görürüz. Yazılan her harf, yazarın gözünün önündedir ve onun bilgisi dâhilinde, onun takdirine göre planlanmıştır. Bu kâinat da kudret kalemiyle yazılmış ilahî bir kitaptır. Atomlar bu kitabın mürekkebi hükmündedir.

Bir binanın inşası sırasında kullanılan kalıplar, içlerine dökülen harcın taşmasına engel olduğu gibi, kaderin manevî kalıpları da bu dünyada maddeyi ve eşyayı belli bir ölçüye göre şekillendirmiş, sınırlandırmış, en faydalı bir hâle sokmuştur.

Elimizde tuttuğumuz kalem ve onun içindeki mürekkep, emre hazır bir şekilde bekler. Ne yazmak istersek kalemin ucundan o dökülür. Mesela meyve kelimesini yazmayı dilediğimizde, harflerin şekli, sıraları ve büyüklükleri hep takdir ettiğimiz tarzda ortaya çıkar. Bu cansız ve şuursuz mürekkep maddesi, iradeden mahrum olan kalem, bu yazının yazarı olamayacaklarından, mürekkebin zihinde tespit edilen bir programa göre döküldüğünü, her akıl sahibi rahatlıkla anlar, görür ve bilir.

Bir meyve kelimesinin yazılmasında zihnî bir plan ve program esas olduğu gibi, bir ağacın başındaki gerçek bir meyvenin yaratılmasında da Cenâb-ı Hakk’ın ilmiyle takdir edilen şekil ve özellikler esas olmaktadır.

Evet, yaratılmış olan her ne var ise; insan, hayvan, ağaç, yıldız, dağ, her biri birer kudret kelimesidir. Kaderin programına göre yazılmış ve yaratılmışlardır.

Kader, Allah’ın her şeyi bilmesi ve yazmasıdır. Bir başka ifadeyle, kâinatın plan ve projesidir. Kadere inanıyorum demek, Allah’ın her şeyi bildiğine inanıyorum demektir. Olmuşlar, olanlar ve olacaklar, ne varsa hepsi kader defterinde yazılıdır. Kaza ise, yazılanın başa gelmesi, bir başka ifadeyle kaderde yazılan bir hükmün infazıdır, gerçekleşmesidir. İrade ise, insandaki seçme kuvveti, önünde var olan şıklardan birini tercih etme kabiliyetidir.

Bizim nerede, ne zaman, ne yapacağımız yazılmıştır. Şimdi okumakta olduğunuz satırları yazmak da kaderimizde vardır. Yazdığımız anda bu hüküm infaz edilir ve kaza olur. Yazmak ya da yazmamak konusunda bir tereddüt geçirdikten sonra yazmaya karar verdiğimizde, bu da irademizi gösterir.

Kader ikiye ayrılıyor: Iztırârî kader, ihtiyarî kader diye. Iztırârî kaderde bizim hiçbir etkimiz yok, o tamamen irademiz dışında yazılmış. Dünyaya geleceğimiz yer, annemiz, babamız, rengimiz, dilimiz, şeklimiz, kabiliyetlerimiz, hepsi ıztırârî kaderin konusu. Bunlara kendimiz karar veremeyiz ve bu kaderden dolayı da bir sorumluluğumuz yoktur. İkinci kısım da ihtiyarî kadere bağlıdır. Onu da Allah’ın bize verdiği iradeyle biz tercihimizi nasıl yapacak ve neye karar vereceksek, Allah ezelî ilmiyle onu öyle bilmiş ve öylece yazmıştır.

Kalbimiz çarpar, kanımız temizlenir, hücrelerimiz büyür, çoğalır ve ölür. Vücudumuzda bizim bilmediğimiz birçok işler yapılır, bunların hiçbirini yapan biz değiliz. Bunlar uyuduğumuz zaman bile devam eder. Ama şunu da çok iyi biliyoruz ki; kendi isteğimizle yaptığımız işler de var. Yemek, içmek, yürümek gibi fiiller de var. Zayıf da, cüz’î de olsa bir irademiz, az da olsa bir ilmimiz, cılız da olsa bir kuvvetimiz var.

Bir yol kavşağında, hangisinden gideceğimize biz karar veriyoruz. Yollar önümüzde ama gideceğimiz yolu seçmek bize ait. Hayat yolu da böyle, kavşaklarla dolu. Bilerek tercih ettiğimiz, hiçbir zorlamaya maruz kalmadan seçtiğimiz yoldan ve işlediğimiz her bir suçtan ve günahtan sorumlu olan da biziz.

İşte irademize dayalı olan çirkin isteklerimizle bozmasak, yıkmasak ve dağıtmasak, kaderin her şeyinin ne kadar güzel olduğunu göreceğiz.

Bazen başa gelen ve dışarıdan bakıldığında, çirkin gibi görünen şeyler var, ama onların da sonuçları güzel. Kışın fırtınası, karı, yağmuru, çamuru olmasa, baharın çiçeğini, yaprağını, kelebeğini görebilir miydik? Bir su damlasından süzülüp bu dünyaya gönderilen ilk hâlimizi bir düşünelim. Kendi başımıza bırakılsaydık, almamız gereken organları biz seçmek zorunda kalsaydık, ne acayip bir mahlûk ortaya çıkardı, kim bilir? Bir düşünün.

Fakat kaderimizi yazan Allah, sonsuz merhamet sahibi olduğu için, bizi kendi hâlimize bırakmadı. Sonsuz ve sınırsız ilmiyle hayatımız için gerekli her şeyi planlayıp O yarattı. Kâinatı bize uygun, bizi de ona uygun bir şekilde O yarattı. Başımıza görünürde çirkin bir hâl gelirse bilelim ki, o ya bir hatamızın karşılığıdır veya mahiyetini bilemeyeceğimiz bir imtihan içindir.

Evet, hikmet gözü dikkatle bakıp, ibretle görmeli, dilimiz:

“Deme şu niçin böyle. Yerincedir ol öyle. Bak sonuna, sabreyle.” demeli.

Selim Gündüzalp / Zafer Dergisi