Etiket arşivi: kainat

“Denge Delili” (Yaratılış Delilleri) (Video)

Şu âlemde gözüken kusursuz denge, bu dengeyi kuran Cenab-ı Hakk’ın varlığına güneş gibi bir delildir. Şöyle ki: Şu âlemdeki her varlık; mikroorganizmalardan, bitki ve hayvanlara varıncaya kadar her şey bu dünyayı istila etmek istemektedir. Hâlbuki onların bu istila meyli ve arzusu, bir kuvvetin setti ile önlenmekte ve her biri bir limiti geçememektedir.

Mesela, bir mikroorganizma uygun şartları bulduğunda 44 saat içinde 5000 Dünya ağırlığında bir büyüklüğe ulaşabilmektedir. Eğer bu mikroorganizma dilediği gibi büyüyebilseydi tek başına şu âlemi istila edebilirdi. Ancak diğer canlıların hayat haklarının korunması için bu mikroorganizmaya müsaade edilmemiş ve çeşitli düşmanlarla mücadele etmek zorunda bırakılarak dünyayı istilasının önüne geçilmiştir.

Denizlerde milyonlarca yumurta yumurtlayan balıklara da bir sınır getirilmiştir. Eğer bir sınırlama getirilmeseydi, her bir balık türü denizleri kendi cinsiyle istila ederdi ve denge de yerle bir olurdu. Mesela, ıstakoz bir yılda 7 milyon yumurta yumurtlar. Eğer bunların hepsi ıstakoz olsaydı, birkaç senede denizler ıstakozla dolar taşardı. Mezgit balığı da senede 6 milyon yumurta yumurtlar. Eğer bütün mezgitler yaşasaydı bir seneye kalmaz denizler mezgitle dolardı. Oysa altı milyon mezgitten ancak bir düzinesi hayatta kalabilmekte ve diğerleri hayvanlara yem olmaktadır. Eğer balıklar ve diğer deniz canlıları diledikleri gibi çoğalsalardı, bir sene içinde denizlerin dörtte üçünün canlılarla dolup taşacağını, karaları da suların istila edeceğini kestirmek herhâlde güç olmaz. Ancak buna müsaade edilmemekte ve denizlerde muhteşem bir denge hâkim olmaktadır.

Bir cins ev faresinin bir sene içerisinde 400′e, ikinci senede ise 65.000′e ulaşabileceği tespit edilmiştir. Eğer farelerin üremesi ve çoğalmasının önüne geçilmeseydi, iki sene içerisinde yeryüzünü iki karış fare kaplardı.

Bir vakit Avustralya’ya, bahçelerin etrafında çit olarak kullanılmak üzere bir tür kaktüs getirildi. Bu kaktüs kısa bir zamanda o kadar büyüdü ki, İngiltere kadar bir alanı kapladı. Tarlaları ve ekinleri helak etti. Her ne yapıldıysa da büyümesi bir türlü önlenemedi. Nihayet böcek bilimcileri yardıma çağrılarak araştırmalar yapıldı ve araştırmalar sonucunda görüldü ki, bu kaktüsün anavatanındaki büyümesini engelleyen şey, üzerinde yaşayan bir nevi böcekmiş.

Daha sonra o böceğin, Avustralya’daki bu kaktüsün üzerinde yaşayabileceği hayat şartlarını hazırlayarak, o böceğin Avustralya’da çoğalmasını sağladılar ve böylece kaktüsün büyümesini de önlemiş oldular.

Heyhat! Koca insanların yapamadığını küçücük bir böcek yaptı ve dengeyi korudu…

Ya Dünya atmosferindeki oksijen dengesine ne demeli! Atmosferde % 21 oksijen, % 77 azot ve %2 oranında da diğer gazlar vardır.  Eğer oksijen %21 oranında değil de biraz daha fazla olsaydı, ocağı yakmak için kibriti çaktığınızda Dünya’yı yakabilirdiniz. Ya da biraz daha az olsaydı, boğazımıza bir ip geçirilmiş gibi nefessiz kalırdık.

Misalleri çoğaltmak, hatta kâinattaki denge ile ilgili bir kitap yazmak mümkündür. Zaten her fennin konusu bu denge olup her fen bu dengenin varlığına sadık bir şahittir. Bizler, âlemdeki denge ile ilgili diğer binlerce örneği ilgili fenlerin kitaplarına havale ederek, Allah’ı inkâr etmeye yeltenen kişiye şimdi soruyoruz:

Böyle ince bir dengenin tesadüfen oluşması ve binlerce yıldır tesadüfen devam etmesi mümkün müdür?

Eğer mümkün değilse, kâinattaki hayret verici bu dengeyi kim kurdu?

Varlıkların kâinatı istila etme meylini kim durduruyor ve onların âlemi istila etmesini kim önlüyor?

Biz Allah diyoruz, peki ya sen?

Seyrangah.Tv

Ne Zamanki Ayetü’l-Kübra Gibi Ders Kitabı Yazarsanız..

Bilimler güya bize evreni anlatacakken,  konuşan kâinatı lal bıraktı, dilsiz hale çevirdi. Kafalarındaki şirki, inkârı, nihilizmi Allah’ın insan için hazırladığı hizmetçileri olan varlıklara yaydılar. Onları, birer harf iken müstakil, bağımsız varlık haline getirdiler. Bediüzzaman bilimlerin bu şirk vaveylasına isyan etti, bütün varlıkları Allah adına konuşturdu. Kerem nasıl Aslı’yı her gördüğü şeyden sordu ise, Bediüzzaman da bu büyük delil kitabında, her şeyden Allah’ı sordu. Kitapta sadece sorma ve konuşturma başlı başına bir sanat resmigeçidi.

Konuşma sanatı bütün edebiyat metinlerini işgal etmiş, çünkü konuşmak bir nevi ispat demektir. İnsan konuşur, kendini izah eder.  Din sadece namaz, oruç, hac bir de başörtüsü değildir.  

Kur’an’daki konuşmaları tasnif etmek lazımdır. Allah’ın konuşmalarını, peygamberlerin konuşmalarını, taşların, ağaçların konuşmalarını; daha neler ve ne konuşmalar… İsyan ediyorum, kızmayın beyler!  Kur’an ve Estetik diye bir kitap yazdım, ilahiyatta okutmak istedim.  O dersi koymadılar, sanattan habersiz adamlar. Bediüzzaman keşfedilmemiş, seksen yıl yaşamış, öleli de altmış yıl geçmiş, hala keşfedilmeyi bekliyor. Hâlbuki Kur’an’ın estetik düzeni ve sanatı üzerine çalışılsa daha geniş bir alana dönüşür, sanatçı da estetikçi de onunla uğraşır.

Bediüzzaman konuşan bir kâinatı, olayları, mekânları, insanları velhasıl her şeyi konuşturur. Küstürülmüş kâinatı ve üyelerini Allah’ın etrafında Mevleviler gibi koşturur. O varlıkları Allah’la buluşturur, küsmüş ve küstürülmüş kâinat onun sayesinde hem İlahı ile hem insanlar ile barışır. Yağmur yağar, sular akar, otlar yeşerir gibi öznesiz şirk cümleleri üzerlerindeki en büyük ateist yükü kaldırır. Gökyüzünden Allah’ın izni ile iner, yeryüzünden Allah’ın izni ile bitkileri çıkarır, onları insanların midesinin emrine verir; velhasıl bütün kainat onun yorumları ile konuşan ve Mevlevi gibi insanın ve Allah’ın etrafında dolaşan nesnelere, âşıklara dönüşürler. Bahar olur ağaçlar çiçek açar, meyve verir insanlara. Güller insanlara güler, bütün kâinat; “ben de varım, biz de varız“ sedaları yayar.

Eserin ilk cümlesi konuşma üzerine kurulmuş: “Kâinattan Hâlık’ını soran bir seyyah.” Kâinat konuşmayan bir nesneler topluluğu olduğuna göre Bediüzzaman bu nesneleri ve olayları konuşturacak demektir. Soran dediğine göre, cevap verecek olan da var.  Sormak fiili, seyyahın fiili. O soracak, kâinat da cevap verecek demektir. Ayetü’l-Kübra büyük fenni ve ilmi bilgiler ile zenginleştirilmiştir. Bu bilgilerin marifete dönüştürülmesi ayrı bir konudur. Biz konuşmalar üzerinde duralım. Hani bir adam birini arar da birisi onu görür ve “Ne arıyor bu adam?” der ya, işte öyle bir şey. Seyyah ararken, onun arayışını gören hava boşluğu, Bediüzzaman’ın tabiri ile cevv-i sema üç sesli fiille görünüyor. “Gürültü ile konuşarak bağırıyor.”

Tiyatro, konuşma ve konuşturma eğitimidir. Eğer dramaturg size; “Şunu söyleyin” derse onu söylersiniz. Farklı bir söz, sizi de oyunu da karıştırır. Bediüzzaman bir dramaturg gibi sahneyi kurmuştur. “Dünyaya gelen o yolcu adama ve misafire, cevv-i sema denilen ve mahşer-i acaib olan feza gürültü ile konuşarak bağırıyor. “Bana bak merakla aradığını ve seni buraya göndereni benimle bilebilir ve bulabilirsin.’” der.

Ne harika sahne? Bir adam yeryüzünde dolaşırken hava boşluğu ona sesleniyor. Bu adam sanatçı değil. Ya nedir? Nasıl, bir konuşturma ustası değil mi? Öyle bir şablon ve örnek bir metin ki Medresetü’z-Zehra’ya kitap yazmaya çalışan herkese doğuran bir metindir. İşte ders kitaplarını böyle yazmaya başladığımızda ölü dersler birden canlanacak. İşte o zaman sınavsız ve zorunluksuz (aktif ve doğru) öğrenme devri başlayacak. 

Hava boşluğunun yerine insanda, yeryüzünde ve kâinatta bütün nesne ve olayları koy, hepsi seyyahı çağırsınlar. Hava boşluğunun bağırdığını duyan seyyah, sesin geldiği tarafa yönelir ve oraya bakar. “O misafir onun ekşi, fakat merhametli yüzüne bakar; müthiş fakat müjdeli gürültüsünü dinler.” İfadede o kadar çok şey yapılmış ki, bunların hepsi sanatlı anlatım. Sıfata bak: “Ekşi, fakat merhametli yüzü.” Hem konuşma, hem görme, hem bakma, hem ifade etme. Gel de bu anlatıma hayran olma. Ya neye hayran olacaksın? “Ben bana kurban, ben bana hayran” diyor bir takım insanlar. Kendimize hayran olmaktan başka şeylere hayran değiliz ki…

Bediüzzaman ise, şaşkın seyyahına hava boşluğunun çağrısı ile cevap veriyor. Böyle bir şeyi hayal etmek… Onun hayran olacak nesnesi yok. O Allah’ın nesnelerine, hizmetçilerine, figüranlarına hayran, onları konuşturuyor. Onun elinde kâinat, susan kâinat iken konuşan kâinata dönüşüyor. Yani Bediüzzaman tevhid adına kâinatı konuşturan insan. Bu metinlerde hepimizin sanatçı ordusu olmamız lazım gelir. Evet, sanatçı ordusu… Konuşma, konuşturma, diyalog ustası Bediüzzaman. Bunları görünce bir onun uğraştıklarına, bir de bizim uğraştıklarımıza bakıyorum, hasta oluyorum, “Olmaz böyle şey” diyorum. Başka ne diyeyim?

Hava boşluğunu konuşturduktan sonra iç diyalog veya monolog yapar, kendi ile konuşur. “Sonra gözünü çeker, aklına bakar; kendi kendine der ki…” Çünkü göz perde, perdeyi çekeceksin ki, dışarıyı göresin. Sadece bu kelimeyi kurgulamak ne kadar harika? Devam ediyor. “Gözünü çeker, aklına bakar, kendi kendine der ki; atılmış bir pamuk gibi bu camid, şuursuz bulut elbette bizleri bilmez ve acıyıp imdadımıza, kendi kendine koşmaz ve emirsiz meydana çıkmaz ve gizlenmez.” Bulutun yerine hizmetimize tahsis edilmiş her şeye bak. İfadeyi onlara uygula. Buluttan sonra koyun de, inek de, rüzgar de, elma de, ağaç de, arı de, demir de, civa de, el de, ayak de, mide de, ıspanak de, maydanoz de, sonsuza kadar her şeyi böyle konuştur. Bir tiyatro eseri yaz: “Konuşan kâinat.” “Allah adına konuşan kâinat.”

Bu gariban koyun nasıl beni bilsin de süt fabrikası olsun?

Bu inek benim için nasıl protein ve süt kaynağı olsun, nasıl düşünsün?

Rüzgâr nasıl sesi arkadaşın kulağına taşısın, nereden bilsin, nereden bulutu taşısın, nereden tozlaşmayı yapsın?

Elma nereden seni ihtiyacına göre şekillensin?

Ağaç nasıl şeftali ağacı olmayı tasarlasın?

Arı nerden geometri öğrensin? Işıktan matematik hesapları yapsın? Yaptıkları o kadar çok ki, insana hizmet mektebinden arılık diploması aldıktan sonra senin hizmetine geliyor, sen adam olmazsan seni ısırıyor, “Adam ol” diyor.

Demir, senin vücut betonunu ayakta tutmak için bitkilere nasıl belli oranlarda gitsin? Fazla olsa bina gibi olacaksın, az olsa birden yere düşeceksin. Bu kimya dersini kimden aldı ıspanak ve demir?

Bütün nesneleri böyle cümlelerle konuşturabiliriz.

Kendi ile konuşur, rüzgâr ile konuşur, aklı ile konuşur; konuşa konuşa ruhları, imanları inşa eder. Hani sabahtan akşama kadar boş işler konuşan insanlar vardır ya, hâlbuki konuşmak ne kadar harika bir şey. 20. Mektup’ta insanın hitap çiçeğini açtığını söylüyor. Kime hitap? Allah’a hitap. Etten bir vücut yap. Ona konuşmayı yükle. Kendi ile konuşsun. Sonra namaza durup “Elhamdülillahi Rabbi’l-alemin – Yarabbi sen alemlerin Rabbisin.” Konuşsun, konuşsun, sonra konuşma bitince selam versin konuşmayı bitirsin. Namaz konuşma sanatı; konuşan, kâinatı dinleyen insanın onlara karşı onlar için Allah ile konuşması. Sema, ağaç, çiçek konuşurken kulum “hayyaale’s-salah” diyor. Gel sen benimle konuş, kâinatı senin için konuşturan “Ben senin de benimle konuşmanı istiyorum” diyor.

Haşir’de gerilimi icad eden anlayışsız adamın tutumu, Ayetü’l-Kübra’da gerilim yok gibi; ama durgun suda fırtına koparan Bediüzzaman fikrin hareketine, insan bedenini ve ruhun bedenini baz almış. “Sonra gözünü çeker, aklına bakar görür ki…” Burada gerilim kaynağı gözün, çıplak gözün, hakikate perde olduğu, aklın önüne perde olduğu, tarih boyunca bütün yanlış anlamaların ve dalaletlerin özünde gözün perdeli olması yattığı anlatılıyor. Gözün perdeleri ya ölürken açılır, ya kabirde açılır. Bu çok geç değil mi?

Perde kelimesi ile Bediüzzaman’ın büyük tanışıklığı var. Perde kelimesini ne mutasavvıfin, ne âşıkân evliya, ne de şair, şuara onun kadar anlamamıştır. Gözü perdelikten azat edip aklı konuşturur. Şahıs yok gibi; ama insan bedeninden şahıs özelliği olan davranışlar seçmiştir. Ne kadar harika, ince ruhlu ve kelimelere hakim bir insan.

Bütün Ayetü’l-Kübra’daki konuşmaları anlatmak bir kitabın hacmini aşar.

Necip Fazıl;

“Haykırsam kollarımı makas gibi açarak

Durun kalabalıklar bu sokak çıkmaz sokak” diyor ya.

Ben ne diyeyim;

“Haykırsam kollarımı makas gibi açarak

Haydi Ayetü’l-Kübra okuyun koşarak

Oradaki tevhid okyanusuna dalarak

Temizlenin olun pir ü pak ü zambak

Kim bu eseri bilir de okumazsa ayrıntılı

İmanı dar, kirli ve hem çıkıntılı

Bir sanat mektebi, bir aşk okulu

Bir menekşe hem de nübüvvet kokulu

Bir seyyaha açılır tevhidin yolu

Allah adına görür semayı, ufku

Ayetü’l-Kübra büyük bir delil

Onu bize ihsan etmiş Rabb-i Celil.”

Bu şiir bitmez, bu yazı da bitmez. “İkra” deyip “Bize okumayı öğreten sensin Allah’ım” demek lazım. En güzel okumaları gerçekleştiren Bediüzzamani bize kâinatı okumayı öğretti. Meleklere bir varlık yaratacağını söyleyince İlahımız, daha önce yaratılan bir türden dolayı itiraz ederler, “kan dökecek birini mi yaratacaksın” derler. Allah Adem’e esmayı öğretir, sonra melekler onun esma öğrenme ile kendilerine tefevvuk etmesi karşısında onun ilmine hürmeten susarlar. Adem’in şahsında her insana esmalar yüklenmiş,

Ne zamanki Ayetül Kübra gibi hakikatleri canlandıran/konuşturan ders kitapları vücuda getirebilsek, sanatla inancı, sanatla bilimi buluşturabilsek o zaman okullar marifet yuvası halini alacak. Bilimler faydalı olmaya başlayacaktır.

Prof. Dr. Himmet Uç

www.ulegder.net

Hicret ve Hareketin Bereketi

Hicret, tâ ezelden ebede, âlem-i Vücubdan âlem-i imkâna, daire-i ilimden daire-i kudrete, tâ Cennet’ten Dünya’ya, Dünya’dan Cennet’lere kadar hicret. Ne muhteşem tablo! Kimin hayali bunu tesbit edebilir? Haritası “levh-i mahfuz” olan bu “hicret âlemleri” nasıl tahayyül edilebilir?

Bir an mükevvenatta meydana gelen hareket ve bereketleri düşündüm. Kâinatta eşyanın fıtratına muvafık nice nice hareketler mevcut. Kâinatın tedbir, tavzif ve teshir ile bir gayeye müteveccihen bir neticeyi tahakkuk namına nizam ve hikmetle yürüyüşü muhteşem bir insicam, mükemmel bir ahenk, bin bir renkler içerisinde sonsuzluğa uzanan bir âlem. Muazzam cirimlerin, sema denizinde kemâl-i inkıyat ve teslimiyetle Mevleviler gibi cuşu huruşları… Bir biri içerisinde, birbirini tamamlayan hadsiz hareket ve bereketler…

Ziya veren güneşin, nur saçan kamerin, esen rüzgârların, tebessüm eden baharın, yağan yağmurların, akan suların, çözülen bulutların hareketleri ve onların getirdiği bereketleri…

Hüveynatın, zerratın, latif mahlukatın, ışığın ve esir maddesinin hareketleri…

Her hareketin kıymet ve bahası, içinde taşıdığı ve arkasına taktığı bereketle anlaşılır. Bu hakikatler ışığında hicretteki bereket ve saadetleri tefekkür ettim ve Hicretin ne kadar saadetli ve bereketli bir şey olduğunu anladım.

Yolları ızdıraplı da olsa hicret güzeldir. Denizin altından veya üstünden, kuyunun dibinden de olsa, hicret kârlıdır, barlıdır.

Sonra, Hz. Adem (a.s.)’in Cennet’ten hicretine, Hz. İbrahim’in (a.s.) Kudüs’e hicretine, Hacer validemizin Mekke-i Mükerreme’ye hicretine, Hz. Musa’nın (a.s.) Mısır’dan hicretine, Hz. Yusuf’un (a.s.) Mısır’a hicretine, Ahirzaman Peygamberi Hz. Muhammed’in (s.a.v.) ve çoluk- çocuklarını, bütün mal ve mülklerini ve yurtları terk ederek canları pahasına hicret eden sahabelerin Medine’ye hicretine, Hz. Mevlâna ve Pederi Sultan-ül Ülema’nın Orta Anadolu’ya hicretine, Osmanoğulları’nın Anadolu yaylalarına hicretine ve nihayet Bediüzzaman’ın Van’dan Isparta’ya hicretine bina edilen ulvî gayeler bir derece hayalimin önüne serildi.

İlk Hicret, Hz. Adem’in (a.s.):

Cennetten tek hane olarak çıkış… Azim bir teksir ve muazzam bir bereketle başta Hakkın “Ey Habibim! Sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım.” hitabına mazhar olan Habib-i Zîşan ve Sultanül Enbiya olan Hazret-i Muhammed (s.a.v) ve diğer Enbiyalar, yüz yirmi dört milyon evliya ve asfiyalar pederi olarak dönüş…Bu ne zenginlik, ne mutluluk, ne bahtiyarlık ve ne büyük bir şeref.

O, Rabbani göçün hane reisinin cennetten çıkmış olduğu zaman duyduğu elem ve esef nerede, Cennet’e bu azim kervana peder olarak göç etmekten aldığı zevk ve sürur nerede?

Kuyu dibi ile başlayan, Mısır azizliği ile neticelenen bir hicrette Hz. Yusuf’un (a.s.). İçinde şefkat ve firak, zindan ve zulüm, aşk ve iftira, tevekkül ve teslimiyet, izzet ve ihtişam manalarını taşıyan, çok yönlü ve çok ibretli bir hicret…

Hz. Musa’nın (a.s.) hicreti… Mısır’dan kopuş… Asa sahibi Musa’nın (a.s.) ibretamiz vak’a ve hadiselerle dolu olan hicretinin her mahsülünü, her safhasını, her halini beyandan kat-ı nazar, sadece O’nun ilticasıyla adetini değiştiren deniz manzarası ki; birbiri içinde, birbirinden güzel sürur ve lezzetler doludur.

Hz. Musa (a.s.) ve ashabının deryadan geçişte, hayalı bile Cennet’lere değen bir manzarayı fevkalbeşerin temaşasından duydukları heyecanlı şevk ve lezzetler tarif ve tavsife sığmaz. Zaten, hakiki lezzet ve neşeler; elem ve ızdırapların, meşakkat ve musibetlerin arkasındadır.

Bir deryayı letafetin, gümüş renkli dalgaları üzerinde ziyanın aksinin letafet ve zerafeti misüllü, zafer neşesinden, Hz. Musa (a.s.)’ın yüzünde hasıl olan beşuşiyet ve tebessümler…

Firavun’un mağlubiyetinden gelen zevk ve şevklerin denize muvazi olarak O’nun gönül dalgalarını cuş-u huruşa getirmesi…

Beşer tarihinde pek çok hadisatın planını hazırlayan büyük ve yaşlı Feriştah’ın tavsifine gücümüzün yetmeyeceği sürur ve zevkleri…

O muti ve itaatkâr denizin ise, her tarafı serapa celâdet kesilerek celâldarane duran dağlar gibi dalgalarıyla firavun ordularının yüzüne tokatlar nakşetmekten almış olduğu zevk ve lezzetler…

Hem, Hz. Musa (a.s.) ve kafilesini sahile kavuşturmaktan duymuş olduğu neşe ile birlikte, vazifesini yapmanın sevinç ve süruru içersinde dalgaların şakırtı ve çırpınışlarıyla “Ey bahtlı kervan, Ey Şanlı Resul ve Heybetli Nebi, haydi uğurlar ola” manasını terennüm ederek, tebessümkarane bir tavır içerinde onlara yol vermesindeki zevk ve lezzeti…

Fakat bir hicret, bir hareket var… O başka. Hiçbir hareket o hareketin damen-i muallâsına yetişemez. Hiçbir hareket O’nun bereketiyle kabil-i kıyas olamaz.

Alemdeki bütün nurlar, O Sahib-i hicretin nurundan muktebes ve O’nun etrafında dönüyor. Bütün mükevvenat, bütün eflâk O’nun hatırı için arş-ı endamda, O Sidret-ül Münteha’yı aşan, Kab-ı Kavseyn’e yetişen tek yolcu ve elçi, yetmiş bin perdeyi geri bırakan O Seyyid-ül Enbiya ve Evliya, Cilve-i Ehadiyet ve Tecelli-i Samedaniyet’e tam bir ayine, elbette O’nun hicreti ve ondaki hareket ve bereketi başka olacak. Zira O’nun hicretinden bütün insanlık hissesini almıştır.“El bareketü fil hareke” sırrına aşina olmak isteyenler; O’nun (s.a.v.) hareketine baksınlar…

Hicretlerin en büyüğü ve müstesnası ve en ulvisi Hz. Muhammed’in (s.a.v.) hicreti… O’nun hicreti ile alem yeni yeni feyizlere, tarif ve tasvire sığmayan kemâlat ve seciyelere mazhar oldu. Kainattaki bu harikulâdelik, nasıl ki O’nun sayesinde olduysa; doğuşuyla da âlemin rengini değiştirdi. Kâinatın ezelden beri beklediği gün geldi. Hilkatin maksadı O’nun gelişiyle hasıl oldu. O’nun nuru âlemi ihata edip, küfür ve dalâleti ihrak etti.

Bu doğuş, Kisra sarayının sütunlarını yıktı. Mecusilerin bin seneden beri taptığı ateşlerini söndürdü. Sava nehrini yere batırdı. Kâbe’deki putları yüz üstü düşürdü. “Hak geldi, batıl zayi oldu.”Alem O’nun ile nefes aldı, beşer O’nun ile evc-i kemâlata yükseldi.

Seyyid-ül Enbiya’nın (s.a.v.) doğuşu ile kâinatın nasıl şekli değişti ise, O’nun hicreti ile de âlemde kudsi bir hareket ve bereket başladı. Bu müstesna hareket ve feyz ile bütün kapılar O’na açıldı. O’nun ümmeti öylesine maddi ve manevi kemâlata mazhar oldu ki, temaşası akılları kamaştırır.

Hicretin bereketi ile, İran’ın saltanat ve ihtişamı, Bizans’ın safvet ve devleti çöktü, dünyadaki küfür ve ilhad ateşi söndü. Putperestliğin tahakkümü, Zerdüştlüğün kuvveti, Hıristiyanlık dininin barid taassubu yerle bir oldu. Bu feyz ve bereketle Tevhid Sancağı âlemi sayesi altına aldı. Ukul-ü beşere saadet saraylarının kapılarını açtı. Hidayet güneşi âlemi nura ve sürura kavuşturdu, beni beşeri insanlık arşına yükseltti.

Dünya O’nun himmet-i kudsiyesi ve himaye-yi celiliyesi altına girdi. O’nun o mübarek ve mukaddes ayaklarını öpen topraklar nasıl şeref kazandılarsa, O’na teveccüh eden kalpler, O’nu gören gözler dahi sema-yı insaniyette hidayet yıldızları seviyesine yükseldiler.

Aleme feyz ve şeref bahşeden O zatın Medine’ye teşrif edişi üzerine, semavat ve arzın feriştahları, O’na muntazır ruh ve kalpler, lutf-u Bari’ye şükredip, Senahan oldular. Sadayı saadeti terennüm eden O Zat-ı Muallâ, Medine mimberinden aktar-ı âleme, hakikatleri tebliğ ve tamim etti. O nur, huffaş kafaları ihrak etti, küfür baykuşlarını susturdu. Hamdolsun, o devr-i cahiliyet çöktü, gitti.

Bugün artık öyle bir gündür ki, sürur ve saadet hazineleri herkese açıktır. Alem şaşaapaş feyz ve fütuhlarla doludur. Ceyb-i kalbine feyz ve bereket doldurmak isteyenler, O hakikata koşmaktadırlar. Sükûn ve sürur arayan kalpler, ızdırap ve musibetlerden bizar olanlar, O’nun reçetesine başvurmaktadırlar. Şevk ve gayretlerini tezyid etmek isteyenler, fikir ve gayelerine istikamet arayanlar, O’nun getirdiği hakikatlara teslim olmaktadırlar.

Evet, bütün kapılar O’na intisabla açılır. Bütün müşküller O’na teslimiyetle çözülür. Bütün kalpler O’nun getirdiği hakikatlerin zikri ile mütmain olur. Bütün gönüller O’na itaat ile huzur bulur. Bütün ruhlar O’nun getirdiği esaslar üzerine tesaffi eder. Bütün nefisler O’nun getirdiği ahkama riayet ile tezkiye olur. Bütün hayat-ı şahsiye ve içtimaiye O’nun getirdiği düsturlar ile sükun bulur, sürura kavuşur.

Evet O’nun hicreti meşakkat ve ızdıraplar içerisinde Allah’a giden yol.

O’nun hicreti, kıraç arazilerden, dikenli gül bitkilerinden, humuslu ve bereketli topraklara intikal, gülistanlara geçiş…

O’nun hicreti, istikbalde intişar edecek İslâm’ın kemâlat ve füyüzatını çekirdeği ve esası…

O hicretin semeresi; müstakim insanların, sadıklar kervanının yürüyüşü…

O hicretin esası muhabbet-i İlâhiye içi kavruluş, Allah uğrunda candan canandan geçiş…

O hicretin gayesi Rabbin rızasına iltica… Azim bir gaye için yürüyüş…

Evet. O hicret, küfrün bel kemiğini kıran teşebbüs… Cerağ-ı hakikati yakan, aleme feyz ve nur saçan bir meş’ale…

Mehmed Kırkıncı

mehmedkirkinci.com

Ay Konuşuyor!

Güneşin etrafında gezegenler, gezegenlerin çevresinde uydular vardır. Ay; semaya asılı ve dünyaya bağlı bir uydu olarak gökyüzünde yerini alır. Bugünkü hesaplamalara göre 4.47 milyar yaşında olduğu düşünülüyor.

Güneş, Dünya ve Yıldızlar gibi Ay da, bizleri kendisini tanımaya davet ediyor. Acaba onu gerçek yönüyle tanıyabilecek miyiz?

* Yahu, bakın kamere. Yıldızlarla denizler, herbiri de kendine mahsus birer lisânla, “Ehlen sehlen, merhaba,” derler. “Hoş geldiniz, bizi tanımaz mısınız?” (SÖZLER, Lemaat)

Allah’ın binbir isimleriyle Güneş, Ay, elementler, madenler, bitkiler ve hayvanlar intizam altına alınmışlardır ve hayatın hizmetine sunulmuşlardır. Allah’ın bir ismi de Güneş’i Ve Ay’ı istediği gibi hareket ettiren yani “Musahhiru’ş-Şemsive’l-Kamer” dir. Bu isim; ikilinin özelliklerine, onlara yüklenen görevlere dikkatlerimizi daha çok çekmelidir. Gökyüzü meydanında yıldızlar ordusunun iki komutanı vardır, bunlardan birincisi Güneş ise ikincisi de Ay dır.

*semâvat meydanında, şems ve kamer kumandası altında yıldızlar ordusunu harekete getirmekle, (MEKTUBAT, 20.Mektup)

*Sani-i Âlem olan şu kâinatın ustası, iş başında olarak şems ve kameri hangi çekiçle yerlerine çakıyorsa, (MEKTUBAT, 29.Mektup)

*Musahhiru’ş-Şemsive’l-Kamer isimleri (MEKTUBAT, 29.Mektup)

Ay; şu gökkubbenin tepesine takılmış bir gece lambası olarak durmaktadır. Işığı yoktur, ışığını diğer gezegenler gibi Güneşten alır. Karanlıktır, koyu renkli ve yoğun bir yapısı vardır. Üzerinde dünyadaki gibi herhangi bir hayat izi de bulunamamıştır. Dünya, Güneş ve Ay üçlüsü arasında gayet ince hesaplarla ayarlanmış öyle hareketler vardır ki insanları hayretler içinde bırakır. Ve insanları ”Bunları böyle düzenleyen kim ise, her şeyi yapan da O dur” fikrine götürür. Evrenin ustası kimse Ay ve Güneşin ustası da O dur.

 Ay; kendi ekseni etrafında, dünyanın etrafında ve dünyanın bir uydusu olarak birlikte Güneş’in etrafında döner. Ay’ın kendi ekseni ve Dünya etrafında dönüş süresi eşittir. (29, 5 gün) Bu sebeple Dünya’dan Ay’ın hep aynı yüzü görülür. Güneşin etrafında ise Dünya ile birlikte 365 günde döner.

ayin gorunen yuzu ve gorunmeyen yuzu

ResimKaynak: www.wikipedi.org

Dünyadan bakıldığında Ay’ın bazı evreleri görülür. Yeniay, Hilal, Dolunay, v.b.gibi evreleri vardır. Menzilden menzile daireden daireye pek çok yere uğrar, çeşitli şekiller alır. Hem bir takvim ölçüsü hem de bir gece lambası görevi görür. Ancak Ay’ın binlerce görevleri arasında bu yalnızca bir tanesidir.

* Evet, kamerin takdiri ve tedviri ve tedbir ve tenviri ve zemine ve güneşe karşı gayet dakik bir hesapla vaziyetleri o kadar hayretfezâ, o derece harikadır ki, “Onu öyle tanzim eden ve takdir eden bir Kadîre hiçbir şey ağır gelmez; onu öyle yapan herşeyi yapabilir(MEKTUBAT, 3.Mektup)

*Evet, şems ve kameri, anâsır ve maâdini, nebâtât ve hayvanâtı bir nakş-ı âzamın atkı ipleri gibi, o bin bir isimlerin şuâlarıyla tanzim eden ve hayata hâdim eden (SÖZLER,14.Lemanın 2.makamı)

*Bak, şu sarayın kubbe-i âlîsinde mühim lâmba (SÖZLER, 22.Söz)

*kameri bir lâmba gibi başı üstünde bulundurdu. (LEMALAR, 1.Lema)

*hem bu kainatın sobası olan güneş bir, lambası olan kamer (ŞUALAR, 2.Şua)

*Evet, bir mü’min, güneşi kendi hanesinin damında asılmış bir lüküs, kameri bir idare lâmbası addedebilir. Bu itibarla şems, kamer, kendisine bir nimet olur. (ŞUALAR,29.Lemadan 2.Bab)

*güneşten, kamerden ve kevkeb-i münirden bütün kainat tenevvür ve tezeyyün ve bütün eşya neşvünema ve hayat buluyor. (E.LAHİKASI,27.Mektubun Lahikasının Zeyli)

* takvimcilik eden kamerden (SÖZLER, 33.Söz)

*Herbir gününe, ayrı bir şekilde bir kameri göstererek, evkatın hesabı için takvimcilik yaptırır (MEKTUBAT, 3.Mektup)

* Ve evkât ve hesâbı bildirecek saat akrebi gibi, kamer dahi dakîk hesablarla azîm hikmetlerle ona takılmış; ve o kamere, başka menzillerde, ayrı seyr ü seyahat verilmiş. (SÖZLER, 33.Söz)

*Mesela: “Ay için de menziller takdir ettik.” Yasin Sûresi: 36:39. “Vaktinizi ve hesabınızı bilesiniz diye.” Yunus Sûresi: 10:5.  ayet-i kerimeyle zikredilen fayda, takdir-i kamerin binlerce faydalarından biridir. Yoksa, takdir-i kamer bu faydaya münhasır değildir. Yani, kamer yalnız bu gaye için değildir. Bu gaye onun gayelerinden biridir. (M.NURİYE, 10.Risale)

*Meselâ, güneşin kendi Halıkının izniyle ve emriyle üç çeşit tecellîsi ve in’ikâsı ve ifâzası var. Birisi çiçeklere, birisi kamere ve seyyârelere, birisi şişe ve su gibi parlaklara verdiği ayrı ayrı in’ikâslarıdır.

….İkincisi, güneşin kamere ve seyyârelere, Fâtır-ı Hakîmin izniyle verdiği nur ve feyizdir. Şu küllî ve geniş feyiz ve nurdan sonra Kamer, o ziyânın gölgesi hükmünde olan nuru güneşten küllî bir sûrette istifade eder. (SÖZLER, 24.Söz)

*Bak, kamer kendi zâtında kesâfetli, zulümâtlıdır; ne ziyâsı var, ne hayatı. (SÖZLER, 24.Söz)

* Küre-i arzın seyahat ettiği mesafe-i azîmede pek çok mahlûkat var ki, nursuz oldukları için görünmezler. Kamer, nuru çekildikçe vücudunu kaybettiği gibi, nursuz çok küreler, mahlûklar, gözümüzün önünde olup göremiyoruz. (MEKTUBAT, 1.Mektup)

*Kamerin bir menzili var ki, Süreyyâ yıldızlarının dairesidir. Kameri hilâl vaktinde hurmanın eskimiş beyaz bir dalına teşbih eder (SÖZLER, 25.Söz)

            Zaman saati akıp gidiyor. Bazı camilerin yüksek minareleriyle saat kulelerinin büyük saatlerinde parlayan akrepler vardır. Gökyüzü kubbesinin büyük saati olan Ay da, farklı hilalleriyle bir akrep gibi zamanı gösteren bir gökcismi olarak ince hesaplarla hareket ettirilmektedir.

*yüksek minâre ve kulelerdeki büyük saatlerin parlayan akrepleri misillü, kubbe-i semâda kameri zamanın saat-i kübrâsına bir akrep yapmak; mütefâvit çok hilâller sûretinde her geceye güyâ ayrı bir hilâl bırakıp, sonra dönüp kendine toplamak; menzillerinde kemâl-i mîzanla, dakîk hesapla hareket ettirmek; (SÖZLER,32.Söz)

         Kur’an, Yasin suresiyle Ay’ın hareketlerine, geçirdiği evrelere ve ona yüklenen görevlere dikkat çekmiştir.

“Aya gelince, onun için de menziller takdir ettik ki, kurumuş hurma dalının ince yay halini alıncaya kadar incelir.” (Yâsin Sûresi: 39.)

         Ay dolunay zamanında; kendi yörüngesinde Dünyanın etrafında dolaşırken bazen Dünyanın gölgesinde kalır ve ay tutulması meydana gelir. Bu olay yılda iki kez ve Ay’ın düğüm noktalarına yakın olduğu zamanlarda olur. Ve yaklaşık 40 dakika ile 1 saat arasında sürer, sonra bu ilahi olay dünya işleri içindeki insanların dikkatini çekerek sona erer.

* Medâr-ı şems ve kamer tekâtu’ noktaları olan re’s ve zenebde arzın haylûletiyle, bir emr-i İlâhiyle münhasıf olur kamer. (SÖZLER, Lemaat)

12 burcun bulunduğu tutulma dairesi ile ayın gezdiği yörüngenin birbiri üstüne geçmesiyle, o iki daire kesişir iki yay şeklini alır. Geçmiş devirde Astronomlar o 2 yayı büyük 2 yılana benzetmişler, baş kısmına Re’s, kuyruk kısmına Zeneb ismini vermişler. Ay bu yayın baş kısmına, Güneş ise kuyruk kısmına gelince Dünya ikisinin ortasına girer ve Ay tutulur. Bir teşbihle anlatılmak istenen bu olayda Ay, sanki yılanın ağzına girmiş gibidir. Fakat bu ilmi benzetme zamanla unutulmuş, maalesef halk dilinde Ay’ı yutan gerçek bir yılan anlamına da büründürülmüştür.

*derecât-ı şemsiyenin medârı olan “mıntıkatü’l-burûc” tabir ettikleri daire-i azîme, menâzil-i kameriyenin medârı bulunan mâil-i kamer dairesi birbiri üstüne geçmekle, o iki daire, herbiri iki kavis şeklini vermiş. O iki kavise felekiyun uleması, lâtif bir teşbihle, büyük iki yılan namı olan “tinnîneyn” namını vermişler. İşte, o iki dairenin tekatu’ noktasına, “baş” mânâsına “re’s,” diğerine “kuyruk” mânâsına “zeneb” demişler. Kamer re’se ve şems zenebe geldiği vakit, felekiyun ıstılahınca “haylûlet-i arz” vuku bulur. Yani, küre-i arz, tam ikisinin ortasına düşer. O vakit kamer hasf olur. Sabık teşbihle, “Kamer tinnînin ağzına girdi” denilir. İşte bu ulvî ve ilmî teşbih, avâmın lisanına girdikçe, mürur-u zamanla, kameri yutacak koca bir yılan şeklini almış. (LEMALAR, 14.Lema)

Güneş ve Ay tutulmalarının vakti; Allah’ın büyüklüğünü ilan eden semavi olaylardan ikisidir. İslamda Ay tutulması aynı zamanda Yaratıcıya karşı özel ibadetlerin yapılacağı yani “Husuf namazı” nın kılınacağı özel bir zamandır. Yıl içinde ancak bazı ülkelerden nadiren görülebilen bu özel anı gören bir Müslümanlar için onu kutlamak, yani Rabbini bu vesileyle bir daha anmak önemlidir. Gündüzün, bir anda gece gibi karanlık olması ancak onu yaratanın işi olabilir. Bu olay nedeniyle yüce yaratıcıyı tekrar hatırlamak bir müslümanın görevidir. Yoksa o ibadet, ay tutulmasını sona erdirmek için değildir.

*hem güneşin ve ayın tutulmaları, küsûf ve husûf namazları denilen iki ibâdet-i mahsusanın vakitleridir. Yani, gece ve gündüzün nurânî âyetlerinin nikaplanmasıyla bir azamet-i İlâhiyeyi ilâna medâr olduğundan, Cenâb-ı Hak, ibâdını, o vakitte bir nevi ibâdete dâvet eder. Yoksa, o namaz, açılması ve ne kadar devam etmesi, müneccim hesâbiyle muayyen olan ay ve güneşin husûf ve küsûflarının inkişafları için değildir. (SÖZLER, 23.Söz)

* kamervârî menzilden menzile, daireden daireye (SÖZLER, 31.Söz)

İslam toplumlarında Ay; ayrıca Ramazan orucunun başlaması ve sonunda Bayramın başlangıcının tesbitinde de bir rol üstlenmiştir. Ama en önemli özelliği Hz.Muhammed’e inanmayanlara karşı bir mucizenin gösterilme aracı olmuştur. İlahi izinle bir gece vaktinde ona işaret eden parmağıyla Peygamberimiz ayı ortadan ikiye ayırmıştır. Bu olay Kamer suresinde de geçmektedir.

* Ay yarıldı. (Kamer Sûresi: 1.) nassı ile, şakk-ı kamer gibi (SÖZLER, 31.Söz)

*İnşikak-ı kamer, dâvâ-i nübüvvete delil olmak için, o dâvâyı işiten ve inkâr eden hazır bir cemaate, gecede, vakt-i gaflette, âni olarak gösterildiğinden; hem, ihtilâf-ı metâlî ve sis ve bulutlar gibi rü’yete mâni esbâbın vücudu ile beraber, o zamanda medeniyet taammüm etmediğinden ve hususi kaldığından ve tarassudât-ı semâviye pek az olduğundan; bütün etraf-ı âlemde görülmek, umum tarihlere geçmek, elbette lâzım değildir. (SÖZLER,31.Söz)

*arza bağlı, semâya asılı olan kameri bir arzlının işaretiyle iki parça ederek, arzın sekenesine o arzlının risâletine öyle bir mu’cize gösterildi ki, zât-ı Ahmediye (a.s.m.), kamerin açılmış iki nurânî kanadı gibi (SÖZLER, 31.Söz)

         Ay’ı parmağıyla ikiye ayırmak insanlara Peygamberliğe inandırmak için gösterilen bir mucize ise Mi’raç hadisesi de semayı dolduran meleklerin gözü önünde cereyan eden bir mucizedir.

* Meleklerde Mi’rac, insanlarda Şakk-ı Kamer gibidir (SÖZLER, Lemaat)

*İnşikâk-ı kamer kendi kendine, bâzı esbâba binâen vukû bulmuş, tesâdüfî, tabiî bir hâdise değil ki, âdi ve tabiî kânunlarına tatbik edilsin. Belki, şems ve kamerin Hâlık-ı Hakîmi, Resûlünün risâletini tasdik ve dâvâsını tenvir için, hârikulâde olarak o hâdiseyi îkâ etmiştir. Sırr-ı irşad ve sırr-ı teklif ve hikmet-i risâletin iktizâsıyla, hikmet-i Rubûbiyetin istediği insanlara ilzâm-ı hüccet için gösterilmiştir. O sırr-ı hikmetin iktizâ etmedikleri, istemedikleri ve dâvâ-i nübüvveti henüz işitmedikleri aktâr-ı zemindeki insanlara göstermemek için, sis ve bulut ve ihtilâf-ı metâlî haysiyetiyle, bâzı memleketin kameri daha çıkmaması ve bâzılarının güneşleri çıkması ve bir kısmının sabahı olması ve bir kısmının güneşi yeni gurûb etmesi gibi o hâdiseyi görmeye mâni pekçok esbâbâ binâen, gösterilmemiş. (MEKTUBAT, 19.Mektup)

        Ay, dünyada yaşayanlar için her asırda merak konusu olmuştur. Apollo 11 ile aya ilk kez giden Neil Armstrong 20 Temmuz 1969 da ayak basmıştır. İnsanların bu merakını günü gelince gidereceğine, 1928-30 yılları arasında yazılan 31.Söz de Bediüzzaman 40 yıl önce işaret etmiştir.

* Evet, beşer, kamerdeki hali anlamak için ne kadar merak eder ki; biri gidip, dönüp haber verse. Hem ne kadar fedakârlık gösterir. Eğer anlasa, ne kadar hayret ve meraka düşer. Halbuki, kamer öyle bir Mâlikü’l-Mülkün memleketinde geziyor ki, kamer bir sinek gibi küre-i arzın etrafında pervâz eder (SÖZLER, 31.Söz)

         Ay’dan başka merak edilen bir gezegen de Jüpiter adı verilen Güneş sisteminin en büyük gezegenidir. Şu anda uzaya gönderilen uydularla ondan bilgiler alınmaktadır. Henüz Ay’a gönderilen Astronot gibi insan gönderilmesi söz konusu değildir. Ancak o kadar gezegen varken Jupiter’in Ay ile birlikte örnek gösterilmesi, bu örnekten 40 yıl sonra Ay’a insanın gitmesi ileride Jüpiter’e de insanın indirilebileceğini düşündürmektedir.

*eğer sana denilse, “Yarı ömrünü, yarı malını versen, Kamerden ve Müşteriden biri gelir, Kamerde ve Müşteride ne var, ne yok, ahvâlini sana haber verecek. Hem doğru olarak senin istikbâlini ve başına ne geleceğini doğru olarak haber verecek”; merakın varsa, vereceksin. (MEKTUBAT, 19.Mektup)

*kamerin ahvaline veya istikbalin hakikatine dair ita-i malümat eden adama, bütün mamelekini ona feda etmeye hazırsın. (M.NURİYE,10.Risale)

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org

Dinleyin! Dünya Konuşuyor!

Gökyüzündeki cisimler içinde dünya; insanların, hayvanların, bitkilerin ve ağaçların yaşaması için seçilmiş bir gezegendir. Bu açıdan önemi büyüktür. Her insan bu dünya ile ilgili olduğu kadar evrenle de ilgilenir. Bilim adamlarının evrene bakış açıları ile halkın ilgi alanı farklıdır.

Dünyaya bakıp incelediğimizde; o, aşka kapılmış Mevlevi gibi dönerken adeta bize bir şeyler mi söylemek istiyor? Kalp gözünü açıp onun derinlerden fısıldadığı gerçeklere tek tek bir bakalım!

Kur’an da evrenden bahseder. Onun gayesi; evrenin yaratıcısının kim olduğunu tüm insanlara bildirmek, o yüce yaratıcının işlerini ve özelliklerini yani sıfat ve isimlerinin evrendeki cilvelerini anlatmaktır. Muhatabı bütün insanlardır, tüm halktır. Özellikle de halk tabakasıdır. Onların anlayabileceği örneklerle bir anlatım tarzını seçmiştir.

Kur’an; evrendeki kusursuz intizama dikkat çekerek bunların ancak tek bir yaratıcı tarafından planlanıp gücüyle yapıldığını anlatır. Ama o bilim adamlarıyla da konuşur, bu kadar mükemmel bir evrenin sahibinin kim olduğunu bulmalarını bekler onlardan. Her asırda yeniden, daha önce hiç düşünülmemiş ve söylenmemiş şeyleri anlatabilir onlara. Bütün insanlara alim olsun avam olsun hitap eder. Kimine büyük harflerle yazılmış yazılar gibi, kimine şifreli yazılarla anlatır ayetlerini. Ama her bir kesimden beklentileri farklıdır. Bilgi ve yeteneklerine göre görev farklılıkları vardır insanlar arasında.

İşte bediüzzaman da Kur’an’ı örnek alarak güneş, ay, yıldızlar ve dünyaya bakarak onları konuşturur. Onların hep bir ağızdan ’’ Bizim her birimizin tek tek ve bütün olarak sahibi, birdir ve tekdir. O, kimseye muhtaç değildir. Bizim yaratıcımız, sanatkârımız ancak O’ dur ’’ dediklerini her kesin de duymasını ister.

* …Hâlık-ı Rahîm ve Rezzâk-ı Kerîm ve Sâni-i Hakîm şu dünyayı âlem-i ervâh ve ruhâniyât için bir bayram, bir şehrâyin sûretinde yapıp, bütün esmâsının garâib-i nukuşuyla süslendirip, küçük büyük, ulvî süflî herbir ruha ona münâsip ve o bayramdaki ayrı ayrı hesabsız mehâsin ve in’âmâttan istifade etmeye muvâfık ve havâs ile mücehhez bir cesed giydirir, bir vücud-u cismânî verir, bir defa o temâşâgâha gönderir.
Hem, zaman ve mekân cihetiyle pek geniş olan o bayramı asırlara, senelere, mevsimlere hattâ günlere, kıtalara taksim ederek, herbir asrı, herbir seneyi, herbir mevsimi, hattâ bir cihette herbir günü, herbir kıtayı, birer tâife, ruhlu mahlûkatına ve nebâtî masnuâtına birer resm-i geçit tarzında bir ulvî bayram yapmıştır.
Ve bilhassa rûy-i zemin, hususan bahar ve yaz zamanında masnuât-ı sağîrenin tâifelerine öyle şâşaalı ve birbiri arkasında bayramlardır ki, tabakât-ı âliyede olan ruhâniyâtı ve melâikeleri ve sekene-i semâvâtı seyre celb edecek bir câzibedarlık görünüyor; ve ehl-i tefekkür için öyle şirin bir mütâlâagâh oluyor ki, akıl tarifinden âcizdir.(SÖZLER,17.Söz)

*…küre-i arz lisan-ı hâliyle diyor ki: “Gökte, fezada, havada ne geziyorsun? Gel, ben sana aradığını tanıttıracağım. Gördüğüm vazifelerime bak ve sahifelerimi oku.” O da bakar, görür ki:

Arz, meczup bir Mevlevî gibi iki hareketiyle günlerin, senelerin, mevsimlerin husulüne medar olan bir daireyi, haşr-i âzamın meydanı etrafında çiziyor. Ve zîhayatın yüz bin envâını bütün erzak ve levazımatlarıyla içine alıp feza denizinde kemâl-i muvazene ve nizamla gezdiren ve güneş etrafında seyahat eden muhteşem ve musahhar bir sefine-i Rabbâniyedir.

Sonra sahifelerine bakar, görür ki: Bablarındaki herbir sahifesi, binler âyâtıyla arzın Rabbini tanıttırıyor. Umumunu okumak için vakit bulamadığından, yalnız birtek sahife olan zîhayatın bahar faslında icad ve idaresine bakar, müşahede eder ki:

Yüz bin envaın hadsiz efradlarının suretleri, basit bir maddeden gayet muntazam açılıyor ve gayet rahîmâne terbiye ediliyor ve gayet mu’cizâne bir kısmının tohumlarına kanatçıklar verip, onları uçurmak suretiyle neşrettiriliyor.

Ve gayet müdebbirâne idare olunuyor ve gayet müşfikâne iaşe ve it’am ediliyor ve gayet rahîmâne ve rezzâkâne hadsiz ve çeşit çeşit ve lezzetli ve tatlı rızıkları, hiçten ve kuru topraktan ve birbirinin misli ve farkları pek az ve kemik gibi köklerden, çekirdeklerden, su katrelerinden yetiştiriliyor.

Her bahara, bir vagon gibi, hazine-i gaybdan yüz bin nevi et’ime ve levazımat, kemâl-i intizamla yüklenip zîhayata gönderiliyor.

Ve bilhassa o erzak paketleri içinde yavrulara gönderilen süt konserveleri ve validelerinin şefkatli sinelerinde asılan şekerli süt tulumbacıklarını göndermek, o kadar şefkat ve merhamet ve hikmet içinde görünüyor ki, bilbedahe bir Rahmân-ı Rahîmin gayet müşfikane ve mürebbiyâne bir cilve-i rahmeti ve ihsanı olduğunu ispat eder. (ŞUALAR, Ayet-ül Kübra)

*…bu seyyâremiz bir azamet-i şevket-i Rubûbiyeti ve haşmet-i saltanat-ı Ulûhiyeti ve kemâl-i rahmeti ve hikmeti gösterir bir sûrette, güneşin etrafında emr-i Rabbânî ile, Üçüncü Mektubda beyân edildiği gibi, pek büyük bir hizmet için, bir uzun seyr ü seyahat ona ettiriliyor. Bir sefine-i Rabbâniye olarak, acâib-i masnuât-ı İlâhiye ile doldurulmuş ve zîşuur ibâdullaha seyrangâh gibi bir mesken-i seyyar vaziyeti verilmiş. Ve evkât ve hesâbı bildirecek saat akrebi gibi, kamer dahi dakîk hesablarla azîm hikmetlerle ona takılmış; ve o kamere, başka menzillerde, ayrı seyr ü seyahat verilmiş.

İşte bu mübârek seyyâremizin şu halleri, küre-i arz kuvvetinde bir şehâdetle, bir Kadîr-i Mutlakın vücûb-u vücudunu ve vahdetini ispat eder. Mâdem şu seyyâremiz böyledir; Manzume-i Şemsiyeyi ona kıyas edebilirsin.  (SÖZLER, 33. Söz, 21. Pencere)

* küre-i arz Delv burcundan koşup Hûttaki tedellî eden kanunu tutup, şecere-i hilkatin bir dalıyla semere gibi asıldı. Veyahut kuş gibi kondu. Sonra tayyar olan yer, yuvasını burc-u Sevr üstünde yapmış demektir.(MUHAKEMAT)

         Dünya; diğer gezegenlerden farklı olarak bir bölümü denizler, bunlara akıp gelen bir sürü nehirler ile karalardan ve dağlardan meydana gelmiştir. Denizler, büyük nehirler, dağlar, madenler ve dağlardan çıkan kaynak suları; faaliyet ve halleriyle kendi özel dilleriyle, bizlere acaba neler anlatmaktadır?

İnsana düşen dünya üzerindeki bu varlıkların dillerini çözmek ve sanki kulağımıza fısıldadıkları sözleri kalbimizin ta derinlerinliklerinde duymaktır. Aklını gözüne indirir bakarsan, bunları göremezsin ama aklının ve vicdanının gözüyle bakarsan görür, kulağıyla da işitebilirsin.

*…denizlerin ve büyük nehirlerin cezbekârâne cûş u huruşla zikirlerini ve hazin ve leziz seslerini işitir. Lisan-ı hal ve lisan-ı kâl ile “Bize de bak, bizi de oku” derler. O da bakar, görür ki:Hayattârâne mütemâdiyen çalkalanan ve dağılmak ve dökülmek ve istilâ etmek fıtratında olan denizler, arzı kuşatıp, arz ile beraber gayet sür’atli bir surette bir senede yirmi beş bin senelik bir dairede koşturulduğu halde, ne dağılırlar, ne dökülürler ve ne de komşularındaki toprağa tecavüz ederler. Demek gayet kudretli ve azametli bir Zâtın emriyle ve kuvvetiyle dururlar, gezerler, muhafaza olurlar.

Sonra denizlerin içlerine bakar, görür ki: Gayet güzel ve ziynetli ve muntazam cevherlerinden başka, binlerce çeşit hayvanatın iaşe ve idareleri ve tevellüdat ve vefiyatları o kadar muntazamdır; basit bir kum ve acı bir sudan verilen erzakları ve tayinatları o kadar mükemmeldir ki, bilbedahe bir Kadîr-i Zülcelâlin, bir Rahîm-i Zülcemâlin idare ve iaşesiyle olduğunu ispat eder.
Sonra o misafir, nehirlere bakar, görür ki: Menfaatleri ve vazifeleri ve varidat ve sarfiyatları o kadar hakîmâne ve rahîmânedir; bilbedahe ispat eder ki, bütün ırmaklar, pınarlar, çaylar, büyük nehirler, bir Rahmân-ı Zülcelâli ve’l-İkramın hazine-i rahmetinden çıkıyorlar ve akıyorlar. Hattâ o kadar fevkalâde iddihar ve sarf ediliyorlar ki, “Dört nehir Cennetten geliyorlar” diye rivâyet edilmiş. Yani, zâhirî esbabın pek fevkinde olduklarından, mânevî bir cennetin hazinesinden ve yalnız gaybî ve tükenmez bir menbaın feyzinden akıyorlar demektir. Meselâ, Mısır’ın kumistanını bir cennete çeviren Nil-i mübarek, cenup tarafından, Cebel-i Kamer denilen bir dağdan, mütemadiyen küçük bir deniz gibi tükenmeden akıyor. Altı aydaki sarfiyatı dağ şeklinde toplansa ve buzlansa, o dağdan daha büyük olur. Halbuki o dağdan ona ayrılan yer ve mahzen, altı kısımdan bir kısım olmaz. Varidatı ise, o mıntıka-i hârrede pek az gelen ve susamış toprak çabuk yuttuğu için mahzene az giden yağmur, elbette o muvazene-i vâsiayı muhafaza edemediğinden, o Nil-i mübarek âdet-i arziye fevkinde bir gaybî cennetten çıkıyor diye rivayeti gayet manidar ve güzel bir hakikati ifade ediyor.

İşte, deniz ve nehirlerin denizler gibi hakikatlerinin ve şehadetlerinin binden birisini gördü. Ve umumu bil’icmâ denizlerin büyüklüğü nisbetinde bir kuvvetle Lâ ilâhe illâ Hû der ve bu şehadete denizler mahlûkatı adedince şahitler gösterir diye anladı. (ŞUALAR, Ayet-ül Kübra)

*Dağların küllî vazifeleri ve umumî hizmetleri o kadar azametli ve hikmetlidirler; akılları hayret içinde bırakır. Meselâ, dağların zeminden emr-i Rabbânî ile çıkmaları ve zeminin içinde, inkılâbat-ı dahiliyeden neş’et eden heyecanını ve gazabını ve hiddetini, çıkmalarıyla teskin ederek, zemin o dağların fışkırmasıyla ve menfeziyle teneffüs edip, zararlı olan sarsıntılardan ve zelzele-i muzırradan kurtulup, vazife-i devriyesinde sekenesinin istirahatlerini bozmuyor.

Demek, nasıl ki sefineleri sarsıntıdan vikaye ve muvazenelerini muhafaza için onların direkleri üstünde kurulmuş; öyle de, dağlar, zemin sefinesine bu mânâda hazineli direkler olduklarını, Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan, “Dağları direk (yapmadık mı?)” (Nebe’ Sûresi: 78:7) gibi çok âyetlerle ferman ediyor.

Hem meselâ dağların içinde zîhayata lâzım olan her nevi menbalar, sular, madenler, maddeler, ilâçlar o kadar hakîmâne ve müdebbirâne ve kerîmâne ve ihtiyatkârâne iddihar ve ihzar ve istif edilmiş ki, bilbedahe, kudreti nihayetsiz bir Kadîrin ve hikmeti nihayetsiz bir Hakîmın hazineleri ve ambarları ve hizmetkârları olduklarını ispat ederler diye anlar.

Ve sahra ve dağların dağ kadar vazife ve hikmetlerinden bu iki cevhere sairlerini kıyas edip, dağların ve sahranın umum hikmetleriyle, hususan ihtiyatî iddiharlar cihetiyle getirdikleri şehadeti ve söyledikleri Lâ ilâhe illâ Hû tevhidini, dağlar kuvvetinde ve sebatında ve sahralar genişliğinde ve büyüklüğünde görür, “âmentü Billâh” der. (ŞUALAR, Ayet-ül Kübra)

* “Şu kâinatın eczâları dakîk, ulvî bir nizam ile birbirine bağlanmış; hafî, nâzik, latîf bir râbıta ile tutunmuş ve o derece bir intizam içindedir ki, eğer ecrâm-ı ulviyeden tek bir cirm, kün emrine veya “Mihverinden çık” hitâbına mazhar olunca, şu dünya sekerâta başlar. Yıldızlar çarpışacak, ecrâmlar dalgalanacak; nihayetsiz fezâ-i âlemde, milyonlar gülleleri, küreler gibi büyük topların müthiş sadâları gibi vâveylâya başlar. Birbirine çarpışarak kıvılcımlar saçarak, dağlar uçarak, denizler yanarak, yeryüzü düzlenecek (SÖZLER,29.Söz)

         Yeryüzünü kaplayan bütün ağaçlar, bitkiler ve çiçekler de konuşur, “Gel, dairemizde de gez, bizim de yazılarımızı da oku” derler.

*Bütün eşcar ve nebatatın envâları, bil’icmâ, beraber; Lâ ilâhe illâ Hû diyorlar gibi lisan-ı hallerinden anladı. Çünkü bütün meyvedar ağaç ve nebatlar; mîzanlı ve fesahatli yapraklarının dilleriyle ve süslü cezaletli çiçeklerinin sözleriyle ve intizamlı ve belâgatli meyvelerinin kelimeleriyle beraber, müsebbihâne şehadet getirdiklerine ve Lâ ilâhe illâ Hû dediklerine delâlet ve şehadet eden üç büyük küllî hakikati gördü.

Birincisi: Pek zâhir bir surette kastî bir in’am ve ikram

İkincisi: Tesadüfe havalesi hiçbir cihet-i imkânı olmayan kastî ve hakîmâne bir temyiz ve tefrik, ihtiyarî ve rahîmâne bir tezyin ve tasvir mânâsı ve hakikati, o hadsiz envâ ve efratta gündüz gibi âşikâre görünüyor ve bir Sâni-i Hakîmin eserleri ve nakışları olduklarını gösterir.

Üçüncüsü: O hadsiz masnuatın yüz bin çeşit ve ayrı ayrı tarz ve şekilde olan suretleri, gayet muntazam, mizanlı, ziynetli olarak, mahdut ve mâdud ve birbirinin misli ve basit ve câmid ve birbirinin aynı veya az farklı ve karışık olan çekirdeklerden, habbeciklerden o iki yüz bin nevilerin farikalı ve intizamlı, ayrı ayrı, muvazeneli, hayattar, hikmetli, yanlışsız, hatâsız bir vaziyette umum efradının sûretlerinin fethi ve açılışı ise öyle bir hakikattir ki, güneşten daha parlaktır ve baharın çiçekleri ve meyveleri ve yaprakları ve mevcudatı sayısınca o hakikatı ispat eden şahitler var diye bildi.

“Elhamdû lillâhi alâ nimeti’l-îman” dedi. (ŞUALAR, Ayet-ül Kübra)

         Dünya üzerinde yaşayan binlerce tür, cins hayvanın her biri kendisine özel diliyle ve sergiledikleri farklı davranış ve hallerin lisanıyla bizlerle konuşuyor. Onlar bize ne söylüyor? Acaba onları duyabiliyor muyuz?

*Bütün hayvanat ve kuşların bütün nevileri ve taifeleri ve milletleri, bil’ittifak, lisan-ı kâl ve lisan-ı halleriyle Lâ ilâhe illâ Hû deyip, zemin yüzünü bir zikirhane ve muazzam bir meclis-i tehlil suretine çevirmişler; herbiri bizzat birer kaside-i Rabbânî, birer kelime-i Sübhânî ve mânidar birer harf-i Rahmânî hükmünde Sânilerini tavsif edip hamd ü senâ ediyorlar vaziyetinde gördü. Güya o hayvanların ve kuşların duyguları ve kuvâları ve cihazları ve âzâları ve âletleri, manzum ve mevzun kelimelerdir ve muntazam ve mükemmel sözlerdir.

Onlar, bunlarla Hallâk ve Rezzaklarına şükür ve vahdâniyetine şehadet getirdiklerine kat’î delâlet eden üç muazzam ve muhit hakikatleri müşahede etti.

Birincisi: Hiçbir cihetle serseri tesadüfe ve kör kuvvete ve şuursuz tabiata havalesi mümkün olmayan, hiçten hakîmâne icad ve san’atperverâne ibdâ ve ihtiyarkârâne ve alîmâne halk ve inşa ve yirmi cihetle ilim ve hikmet ve iradenin cilvesini gösteren ruhlandırmak ve ihyâ etmek hakikatidir ki, zîruhlar adedince şahitleri bulunan bir bürhan-ı bâhir olarak, Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun vücub-u vücuduna ve sıfât-ı seb’asına ve vahdetine şehadet eder.

İkincisi: O hadsiz masnularda birbirinden simaca farikalı ve şekilce ziynetli ve miktarca mizanlı ve suretçe intizamlı bir tarzdaki temyizden, tezyinden, tasvirden öyle azametli ve kuvvetli bir hakikat görünür ki, Kâdir-i Külli Şey ve âlim-i Külli Şeyden başka hiçbir şey, bu her cihetle binlerle harikaları ve hikmetleri gösteren ihatalı fiile sahip olamaz ve hiçbir imkân ve ihtimali yok.
Üçüncüsü: Birbirinin misli ve aynı veya az farklı ve birbirine benzeyen mahsur ve mahdud yumurtalardan ve yumurtacıklardan ve nufte denilen su katrelerinden o hadsiz hayvanların yüz binler çeşit tarzlarda ve birer mucize-i hikmet mâhiyetinde bulunan suretlerini, gayet muntazam ve muvazeneli ve hatasız bir hey’ette açmak ve fethetmek öyle parlak bir hakikattır ki, hayvanlar adedince senetler, deliller o hakikati tenvir eder.
İşte bu üç hakikatin ittifakıyla, hayvanların bütün envâı, beraber öyle bir Lâ ilâhe illâ Hû deyip şehadet getiriyorlar ki, güya zemin, büyük bir insan gibi, büyüklüğü nisbetinde Lâ ilâhe illâ Hû diyerek semavat ehline işittiriyor mahiyetinde gördü ve tam ders aldı. (ŞUALAR,7.Şua )

 

* Sâni-i Hakîmi, kâinatın mecmuunu, hadsiz nağmelerin envâıyla sadâ veren ve ses verip tesbih eden ve zikredip konuşan bir musiki-i İlâhiye ve bir fabrika-i acibe yapmakla beraber; kâinatın herbir nevini, herbir âlemini ayrı bir san’atla ve ayrı san’at mucizeleriyle göstererek (LEMALAR,30.Lema)

Dünyanın semasındaki bulutların hareketleri bile sebepsiz değildir, onlar da her şeye gücü yeten bir Allah’ın emriyle hareket ederler.

*Kadîr-i Külli Şey, bir dakikada, bulutlarla dolmuş cevv-i havayı süpürüp temizleyerek semânın berrak yüzünde ziyadar güneşi gösterdiği gibi (LEMALAR,16.Lema)

Dünyada meydana gelen depremler, tufanlar, volkanik patlamaların hiç biri sebepsiz ve yaratıcıdan bağımsız değildir.

*Zelzele na’raları, hâdisât sayhaları sizi hiç korkutmasın, vesvese de vermesin. Zîrâ onlar içinde bir zemzeme-i ezkâr, bir demdeme-i tesbih, velvele-i naz ü niyaz.

“Sizi bize gönderen o Zât-ı Zülcelâl, ellerinde tutmuştur bunların dizginlerini.” İmân gözü okuyor yüzlerinde âyet-i rahmet, herbiri birer âvâz. (SÖZLER, Lemaat)

Havadaki sinek vızıltıları, kuşların cıvıldaşmaları, yağmurun nağmeleri, denizlerin haykırışları, gökgürlemelerindeki parlamalar ve taşlardan gelen seslerin hepsi anlamlı bir şekilde okşar.

Havanın nağmeleri, gökgürültüsünün haykırışları, dalgaların nağmeleri büyük bir zikrin halkalarıdır. Yağmurun sesi, kuşların melodik sesleri, bir rahmetin zikri gibidir. Onlar hakikata götüren birer yoldur .

*Dinle, havadaki demdeme, kuşlardaki civcive, yağmurdaki zemzeme, denizdeki gamgama, ra’dlardaki rakraka, taşlardaki tıktıka birer mânidar nevâz.

Terennümât-ı hava, naarât-ı ra’dıye, nağamât-ı emvâc, birer zikr-i azamet. Yağmurun hezecâtı, kuşların seceâtı birer tesbih-i rahmet, hakikate bir mecâz.

Eşyada olan asvât, birer savt-ı vücuddur; “Ben de varım” derler. O kâinat-ı sâkit, birden söze başlıyor: “Bizi câmid zannetme, ey insan-ı boşboğaz!”

Tuyûrları söylettirir ya bir lezzet-i nimet, ya bir nüzûl-ü rahmet. Ayrı ayrı seslerle, küçük âğâzlarıyla rahmeti alkışlarlar. Nimet üstünde iner, şükür ile eder pervâz.(SÖZLER,lemaat)

Dr.Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.org