Etiket arşivi: Kainattaki Denge

Okyanuslar “ASİT”e Dönüşür mü?

Bu yazının başlığı birçoklarına hayret verici ve anlaşılmaz gibi gelse de, aslında okyanusların aside dönüşmesinden daha fazla, okyanusların aside dönüşmemesi hayret edilecek bir şeydir!İlköğretim seviyesindeki kadar bile kimya bilenlerin de bildiği gibi, yerküremizi çepeçevre saran havada kütle bakımından %78 azot, %21 oksijen, %1 de argon, neon, karbondioksit ve su buharı, karışım halinde bulunur.

Soy gazlar” olarak adlandırılan helyum, neon, argon, kripton ve radon haricindeki bütün gazlar gibi, azot gazı da serbest halde ve havadaki diğer gazlarla karışım halindeyken, iki atomlu molekül halinde bulunur.

Azot molekülündeki iki azot atomu birbirlerine üçlü bağla bağlıdır; bu onun kararlı bir molekül olmasına, yani kolaylıkla atomlarına bölünüp başka atomlarla bileşik yapmamasına sebep olur. Buna azot elementinin inert (âtıl) olmak özelliği denir.

N2  + 172 000 kal. ® N + N   (Çok güç)

Azot molekülü azot atomlarına kolay ayrılmaması bakımından çok kararlı (inert) olmasına rağmen, su beraberinde oksijenle yükseltgenip (oksidasyona uğrayıp) bileşik yapabilir.
N2  + 5/2 02 +  H2O ® 2 HNO3   (Çok yavaş)
Ancak, bu reaksiyon çok yavaş olarak meydana gelir. Bu reaksiyon çok yavaş olarak meydana gelmeseydi, atmosferin azot ve oksijeninin tamamı, okyanusların suyu ile birleşerek nitrik asit meydana getirebilirdi. Bu şekilde, en dehşet verici küresel felaket senaryolarından daha dehşetli bir küresel felaket senaryosu olarak okyanuslar, hem asitlik hem de oksitleyicilik özelliği gösterdiğinden çok tahripkâr kuvvetli bir asit olan nitrik asite dönüşür; bu olayda havanın oksijeni ve azotu da tükenebilirdi. Büyük kıyametin kopması hariç, bundan daha büyük bir küresel felaket belki de olamazdı.
Hızlı olduğu takdirde böylesine dehşetli bir küresel felaketi netice verecek olan bu kimya reaksiyonunun hiç olmaması da arzu edilemez; okyanus kimyasında hava azotundan canlıların ihtiyacı olan azotlu bileşiklerin teşekkülü için, bu reaksiyon şimdiye kadar olduğu gibi,  çok yavaş olarak meydana gelmelidir.
Bazı dinsiz filozoflar ve bozuk felsefî cereyanlar, insanı ilah (?) gibi göstermeğe çalışırlar.
İnsan, kâinatın en mükemmel mahlûku olmasına rağmen, onu tehdit eden tehlikelere karşı aczi nihayetsiz gibidir. Buna dair verilebilecek çok sayıda misallerden biri de, yukarıda genel kimya kitaplarından 2-3 satır halinde naklettiğimiz, azot molekülünün su beraberinde oksijenle yükseltgenip nitrik asit meydana getirmesi reaksiyonunun hızını, şimdiye kadar olduğu gibi,  kendine hem zarar vermeyecek hem de  fayda verecek  şekilde ayarlamaktan ve bu ayarı sabit tutmaktan, insanın âciz oluşudur. 
Okyanusların nitrik aside dönüşmesi, ayrıca havadaki bize çok lazım olan oksijen ve azotun da bu şekilde tükenmesi, bu reaksiyonun hızının çok yavaş olması sebebiyle en büyük bir küresel felaket haline gelmiyorsa, hem kimya bilgisi olarak bunu öğrenip hem de;
“- Bu reaksiyonun hızını ayarlayan ve ayarını bozulmadan devam ettiren Kim’dir?” diye hiç düşünmeyecek miyiz?
Bunu düşünmeyi aykırı gördüğümüz bir “şey” varsa, böyle bir durumda asıl aykırılığın o “şey”in kendisinde mi olduğunu ciddî bir şekilde düşünmemiz icap etmez mi?
Kendimizi ve çevremizi tanımağa ilk başladığımız andan itibaren tabiatta cereyan eden kanunların değişmeden devam etmekte olduğuna bakarak,  bu kanunları ezelî, asıl ve değişmez olarak tevehhüm etmek hatasına düşmemeliyiz. Kanun varsa, o kendiliğinden var olmamıştır; o kanunu koyan vardır. Kanun hükmünü icra ediyorsa, bunu kanunun kendisi yapmamaktadır; o kanunun hükmünü icra eden vardır. Bütün âlemin hükümranlığını elinde bulunduran Allah,  hükümran olduğu âlemde carî kanunları koymuş ve icra etmektedir. Kanunu koyan, onu değiştiremez mi? Daha önde gelen, kanun mudur; yoksa o kanunu koymak selahiyeti ve kudreti midir?
Yaratıcı’nın yaratmasının hem ibda (hiç yoktan) hem de inşa (mevcut maddelerden) şeklinde olduğuna dair misaller, bilhassa her Bahar mevsiminde tekrar tekrar bize gösterilmiyor mu?
Hiç yoktan varlık âlemini yaratan ve ona nizam veren kanunları koyanı, kendi koyduğu kanunların esiri (?) gibi vehmetmek, bunu değiştiremeyeceğini veya yeniden başka bir kanun koyamayacağını (Hâşâ) zannetmek, ona noksan sıfat izafe etmek değil midir? Halbuki O, noksan sıfatlardan münezzehtir ve en mühim zikir kelimelerinden olan “Subhanallah” da bunu ifade eder.   
Kur’an’da, halen içinde yaşadığımız bu dünya için Allah’ın belirlediği ömür müddetinin sonunda bu dünyanın  ve kâinatın değişime uğrayacağını bize haber veren çok sayıda âyet vardır. Bunlara“Kıyametle alâkalı âyetler” denilir:
 73/14, 74/8-10, 81/1-6, 101/1-5, 75/1-15, 77/1-19, 50/20, 54/1-2, 54/46, 7/187,  25/25, 20/105-108, 56/1-10, 27/82-85, 15/85, 31/34, 34/3, 39/67, 40/18, 40/59, 42/17,  43/61, 45/27, 18/47, 18/8,  18/99, 16/61, 16/77, 21/1, 21/104, 21/109-111, 21/96-97, 21/98, 52/1-12, 67/25-27, 69/1-3, 69/13-17, 70/1-3,  70/5-14, 78/1-5, 78/17-20, 79/1-8, 79/34-36, 79/42-46, 84/1-6,  30/12-14, 33/63, 47/18, 55/40, 22/1-2, 22/7.  
Bu âyetlerden başka, kıyametten bahseden çok sayıda da hadis vardır.  
Kıyameti ve kıyameti hatırlatan büyük âfetleri meydana getirmekte Allah için hiçbir güçlük yoktur. Kıyamet mutlaka gelecektir. Allah isterse, her an her şey olabilir. İnsanlar için imkânsızlık çoktur;   fakat Allah için imkânsızlık yoktur.
İnsan, aslî vazifesinin idrâki içerisinde, onu Yaratan ve imtihan için bu dünyaya Gönderenin maksadına uygun olarak bu dünyada yaşayabilmeli ve “Allah’a itaat” sırrını kavrayabilmelidir. 
Bu devirde, genelde “Tabiat kanunları” olarak bahsedilen; “Allah’ın âdetullah kanunları”na itaatle nasıl dünya işlerinde başarılı olabiliyorsa, ebedî âhiret hayatının başarısı için de, Allah’ın kendisine kitabıyla ve peygamberiyle gönderdiklerine iman ile itaat etmelidir.
 
İnsanın hakikî ve en büyük başarıyı kazanıp onun mükâfatını alması böyle mümkün olabilir.

Delilin Kıymeti! (Yaratılış Delilleri) (Video)

Asrımızın mühim bir hastalığı, imani hakikatlere karşı lakaytlık ve iman hakikatlerini ispat eden delillerden yüz çevirmektir. Maalesef bu hastalık sadece ehl-i gafleti değil, manevi âlemde yol almak ve terakki etmek için ciddi çalışan Müslümanları dahi kuşatmıştır. Hatta bir kısım Müslümanlar daha da ileriye giderek imani konularda delil aramayı malayani kabul etmekte ve: “Şüphemiz yok ki delile ihtiyacımız olsun.” demektedirler. Yani onlara göre iman hakikatlerini ispat eden delillerle uğraşmak kalbî hastalıkların emaresidir ve şüphesi olmayanlar için gereksiz bir iştir. Bu görüş ve itikat, tamamen İslami bilgi eksikliğinden ve cehalettendir. Bu sözü ancak İslam’ın delile verdiği kıymeti bilmeyenler ve imanın mahiyetinden habersiz olanlar söyleyebilir.

İmam-ı Azam,  Ahmed İ. Hanbel, İmam-ı Şafi, Süfyan-ı Sevri ve diğer bütün âlimlere göre: Kişinin imanı, delili olmasa da sahihtir. Ancak delil aramayı terk ettiği için günahkârdır ve asidir.  Bu âlimlere göre: İman hakikatlerinin delillerini bilmek vaciptir. Terki ise haramdır.

İmam Eşari ise biraz daha ileriye gider ve der ki: “İmanın sıhhatinin şartı: İmanın temel meselelerinden her bir meseleyi akli deliller ile bilmektir.”

Buna göre: İmanın delillerini bilmeyen kimse, İmam Eşari’nin katında mutlak olarak mümin değildir. Bu kişi her ne kadar mutlak olarak mümin olmasa da küfre zıt olan şeyin kendisinde bulunmasından dolayı kâfir de değildir. Bu kişi araştırma ve delil talep etmeyi terk ettiği için asidir. İmam Eşari şöyle devam eder:”Bu kimse diğer asiler gibidir. Yani içki içen, kumar oynayan ve diğer haramları işleyen asiler gibidir. Onun durumu Allah’a kalmıştır. Allah isterse onu affedip cennetine koyar, dilerse günahı kadar ona azap çektirir ve daha sonra cennetine sokar.”

Demek, üç mezhep imamı olan İmam-ı Azam, İmam Şafi ve Ahmed İbni Hanbel’e göre delil talep etmek ve imani meseleleri delilleriyle bilmek vaciptir. Bilmeyen mümindir; ama delil aramayı terk ettiği için asi ve günahkârdır. Cumhur’un görüşü de budur. İmam Eşari ise delili, imanın sıhhat şartı kabul etmiş ve iman hakikatlerini delilleriyle bilmeyenin mutlak mümin olmadığını söylemiştir.

O hâlde bir Müslüman’ın ilk işi: Öğrenilmesi vacip olan iman hakikatlerinin delillerini öğrenmek ve delilleri öğrenmeyi terk etmekten dolayı kazanılan “asi” ve “günahkâr” sıfatından kurtulmaktır. Bu; namaz kılmak, oruç tutmak ve kurban kesmek gibi kişiye gerekli olan bir ibadettir. Farz-ı kifaye değil, kendisine farz-ı ayn olan bir ilimdir.

İmanın mahiyeti, kaça ayrıldığı, delil talep etmenin önemi, imanda artmanın ve eksilmenin olup olmadığı, Kuran’ın delil talebine verdiği önemi ve imanla ilgili diğer meseleleri “İmanın Dereceleri” isimli eserimize havale ederek burada bu kapıyı açmıyoruz.

Feyyaz Bilişim ve Yayıncılık Hizmetleri olarak bu eseri hazırlamaktaki amacımız: Allah’ın varlığının delillerini beyan etmek ve Allah’ın varlığı hakkında şüphesi olanları bu şüphelerden kurtarmaktır.  Bu eserde anlatılan deliller son derece kuvvetli olup çürütülmesi asla mümkün değildir.

Şunu da çok açık bir şekilde beyan ediyoruz ki: Allah’ın varlığı ve diğer iman hakikatlerinin ispatı konusundaki söz hakkı, Bediüzzaman Hazretleri’nin ve Risale-i Nur külliyatınındır. Hiçbir eser, iman hakikatlerini Risale-i Nur külliyatı kadar açık ve net bir şekilde izah edemez. Zaten bu eser hazırlanırken de Risale-i Nur külliyatı kaynak eser olarak kullanılmıştır. Yaptığımız bu çalışma, Risale-i Nur’larda geçen hakikatlerin şerhleri ve izahlarıdır.

Dolayısıyla bu eserin asıl muhatabı Risale-i Nur’larla tanışmayan okuyuculardır. Bu okuyucular hakkındaki ümidimiz şudur ki: Bu eser, Risale-i Nur’lar ile onların arasında bir köprü vazifesi yapar ve bu eserin madeni ve kaynağı olan Risale-i Nur’lara kavuşmalarına bir vesile olur.

O hâlde diyebiliriz ki: Bu eserden faydalanacak olanlar iki gruptur:

1-Risale-i Nur’ları okumamış olanlar. İnşallah bu eserdeki kuvvet, onların Risale-i Nur’ları merak etmesine sebep olacak ve Risale-i Nur ile onların buluşmasına bir vesile olacaktır.

2-Risale-i Nur’ları okuyanlar. Bu grup için de bu eser, Risalelerde geçen hakikatlerin izahları olup onların tefekkür penceresinin gelişimine bir sebep ve o hakikatlerin anlaşılmasına bir basamak olacaktır.

Bu eserde, Allah’ın varlığı iki kere iki dört eder derecesinde kati bir şekilde ispat edilmektedir. Bizler Marmara Eğitim olarak diğer iman hakikatlerinin ispatı hususunda da farklı eserler hazırlayıp sizlerin istifadesine sunduk.

İmanların takviyesine, taklitten tahkike çıkmasına ve Risale-i Nur’lara ulaşmaya bir vesile olabilirsek ne mutlu bizlere…

İnayet ve tevfik Allah’tandır.

İmam-ı Âzam, Fıkh-ı Ekber (Şerh eden: Allame Aliyyül Kâri) Mukallidin İmanı s.384

Seyrangah.Tv

Yaratılıştaki Denge (Yaratılış Delilleri) (Video)

İnşa: Maddelerin ve elementlerin bir araya gelerek bir yapıyı oluşturmasıdır. Birçok madde ve element bir araya gelerek bir mevcudu oluştururlar ve bir vücutta toplanırlar. Buna terkip de denilir. İnşadaki denge, Cenab-ı Hakk’ın varlığına büyük bir delildir. Şöyle ki:

Bir eczanede, muhtelif maddelerle dolu yüzlerce kavanoz şişenin bulunduğunu farz ediyoruz. Bizlerden, bu kavanozlardaki maddeleri kullanarak bir macun ve bir ilaç yapmamız istendi. Bizler eczaneye geldik, gördük ki: O macun ve ilacın yüzlerce ferdi yapılmış ve tezgâha konulmuş. O macun ve ilaçları tetkik ettik, gördük ki: O kavanoz şişelerin her birinden, mahsus bir ölçüyle bir-iki miligram bundan, üç-dört miligram ondan, altı-yedi miligram başkasından ve bunlar gibi, her birinden muhtelif miktarda maddeler alınmış ve o macun ve ilaçlar oluşturulmuş. Eğer birinden bir miligram eksik ya da fazla alınsa o macun ve ilaç tesirini gösteremez; ilaç iken zehir olurlar.

Acaba hiçbir cihette imkân ve ihtimal var mıdır ki o şişelerden alınan muhtelif miktarlar; şişelerin garip bir tesadüf veya fırtınalı bir havanın çarpması sonucu devrilmesiyle her birinden alınan miktar kadar, yalnız o miktar şişeden aksın, diğer şişelerden akanlar ile beraber gitsin ve toplanıp o macunu ve ilacı teşkil etsinler? Acaba bütün dünya toplansa bir macunun ve ilacın tesadüfen oluştuğuna bizi ikna edebilirler mi? Hele bu ilaç ve macunun milyonlarca ferdi bulunsa, tamamının tesadüf eseri olduğuna bizi inandırabilirler mi? Acaba bu fikirden daha hurafe ve daha batıl bir şey var mıdır?

İşte bu misal gibi, her bir hayat sahibi bir macundur. Her bir bitki ise bir ilaçtır ki çok çeşitli maddelerden, gayet hassas bir ölçüyle alınan elementlerden terkip edilmiştir. Mesela sadece insana bakalım:

Vücudumuzda altmışa yakın element bulunmaktadır. Bu elementlerin hepsi bir ölçüye ve dengeye göre vücudumuzda bulunmaktadır. Vücudumuzda belli ölçülerde demir, magnezyum, krom gibi elementler vardır. Bunların azlık veya çokluğu hastalıklara sebep olur. Mesela bakır kan yapıcı özelliğe sahiptir. Eksikliğinde sinir hastalıkları baş gösterir. Mangan, beyin fonksiyonlarını işlettirir. Eksikliği davranış bozukluklarına sebep olur. Kadmiyumun görevi ise tansiyonu ayarlayıp düzgün çalışmasını sağlamaktır. Eksiklik veya fazlalığında tansiyon rahatsızlıkları baş gösterir. Vücudun herhangi bir yerine elementlerin yığılması ise hormonal bozuklukları meydana getirir.

İnsanın vücudunda böyle son derece hassas bir denge hâkim olduğu gibi, diğer hayat sahipleri olan hayvanların ve bitkilerin vücudunda da aynı denge hâkimdir. Bizler, bu dengenin misalleriyle sözü uzatmıyor ve bu dengeyi öğrenmek isteyenleri ilgili fen kitaplarına havale ederek soruyoruz:

Acaba en basit bir ilaç dahi tesadüfen oluşamazken, bu derece dengeli olan insan vücudunun ve diğer varlıkların tesadüfen oluşması hiç mümkün müdür?

Bütün dünya toplansa bir aspirinin, cam kavanozdaki ilaçların tesadüfen dökülmesi sonucunda oluştuğuna bizi ikna edemez iken; nasıl olurda, bu haptan milyonlar derece daha hassas bir yapıya sahip olan insanın, tesadüf sonucu ortaya çıktığına bizi ikna edebilir? Acaba böyle batıl bir fikre inanana akıllı denilebilir mi? Değil akıllı denilmek, evvela ona insan denilebilir mi?

Ayrıca vücudumuz, bir ilaç gibi bir defa yapılan ve sonra öylece bırakılan bir şey değil, daima yenilenen bir terkiptir. Bir sene boyunca bağırsaklarımızda ölen toplam hücre ağırlığı 90 kg’dır. Ölen deri hücrelerimizin ağırlığı ise 45 kg’dır. Her gün vücudumuzda 200 milyar alyuvar ölür ve saniyede 10.000 alyuvar yaratılır. Vücudumuz altı ayda bir tamamen yenilenen harika bir terkiptir.

Bu terkibin tesadüfen olması nasıl mümkün olur? Hem de bu terkipten şu anda yeryüzünde yaklaşık yedi milyar insan varken. Hepsinin tesadüfen oluştuğuna nasıl inanılır?

İnşadaki terkip delilimizi, iman dersini alan bir öğrencinin hatırası ile tamamlayalım: Zeki öğrenci, sene başından beri tesadüfü anlatan ve her şeyin kendi kendine oluştuğunu iddia eden biyoloji öğretmenine güzel bir sürpriz hazırlamış. Hocasının derse gireceği teneffüste tahtaya kocaman bir eşek resmi çizmiş ve üstüne de hocasının adını yazmış. Derse giren öğretmen, tahtada çizilmiş eşeğin üzerinde kendi ismini görünce kızarak sormuş: “Çabuk bana söyleyin bakayım, bunu yapan edepsiz kim?” Sınıftan hiç ses çıkmamış. Kızgın hoca aynı soruyu üç defa tekrar etmiş ve yine sınıftan hiçbir cevap alamamış. Bunun üzerine zeki öğrencisi elini kaldırarak söz almış ve: “Hocam, ben yapanı gördüm.” demiş. Hocası heyecanla: “Söyle bakayım evladım kim yaptı?” demiş. Öğrencisi şöyle anlatmış: “Hocam, teneffüste arkadaşlar pencereyi açtı ve içeriye doğru bir rüzgâr esti. İçeriye esen rüzgârın etkisiyle tahtanın altındaki tebeşir tozları havalandı ve tahtada bir eşek resmi meydana geldi. Sonra bir rüzgâr daha esti ve bu rüzgârla da bir tebeşir havalanarak eşeğin üstüne sizin isminizi yazdı. İşte olay böyle oldu.”

Bunu işiten hocası daha da sinirlenerek: “Oğlum, delirdin mi sen! Böyle saçma şey olur mu hiç!” deyince, bizim öğrenci de taşı gediğine oturtmuş: “Hocam niye olmasın ki, siz sene başından beri bize bundan farklı bir şey mi anlattınız? Bu basit resimden milyon defa daha harika olan eşeğin kendisi tesadüfen olabiliyor da, basit bir resim olan şu eşek resmi mi tesadüfen olamıyor? Yani şu kâinat, şu dünya, içindeki insanlar, hayvanlar, bitkiler, dağlar, denizler ve saymakla bitiremeyeceğiz her şey tesadüfen olabiliyor da şu basit resim mi tesadüfen olamıyor ve illaki bir fail istiyor, öyle mi?”

Biz de Allah’ı inkâr edenlere soruyoruz: Öyle mi?

Seyrangah.Tv

İmkan Delili (Yaratılış Delilleri) (Video)

Şimdi sizlerle birlikte, muhtemelen şimdiye kadar hiç duymadığınız bir hayvanın resmini çizeceğiz. Çizeceğimiz hayvanın ismi: “Armadillo” Bilmediğimiz bir hayvanı çizmeye çalışmamız sayesinde imkân delilini daha iyi anlayacağız.

Şimdi Armodillo için bir vücut çizeceğiz. Sorumuz şu: Armodillo için çizilebilecek kaç farklı vücut vardır? Ya da şöyle sorsak: Şu anda yeryüzünde yaşayan yedi milyar insanın eline bir kalem versek ve Armodillo için bir vücut çizmelerini istesek. Armodillo’yu hiç görmeyen bu insanların her biri, farklı bir vücudu çizmez mi? Elbette çizer ve kimsenin çizdiği de diğerine benzemez. Mesela birisi onu 5 metre boyunda çizerken, diğeri 5 cm. boyunda çizer. Birisi enini 1 metre yaparken, diğeri enini 5 cm. yapar. Birine göre bu hayvanın dört ayağı varken, diğerine göre iki ayağı vardır. Birine göre kırmızıdır, diğerine göre yeşil… Vücut için saymak ile bitmeyecek kadar çok ihtimal olduğundan, yedi milyar insan Armodillo için birbirinden farklı tam yedi milyar vücut çizebilir. Eğer her birinden iki farklı vücut çizmesini isteseydik, bu sefer Armodillo için on dört milyar farklı vücut ihtimali olurdu.

Şimdi de Armodillo için bir yüz çizeceğiz. Sorumuz yine aynı:  Acaba Armodillo için kaç farklı yüz çizilebilir? Cevabımız da aynı: Hadsiz sayıda yüz çizilebilir. Zira yine yedi milyar insandan Armodillo için bir yüz çizmesini istesek. Her biri farklı bir yüzü çizecektir. Birisi burnunu uzun yapar, diğeri kısa; birisi kulaklarını yanda yapar, diğeri yukarıda; birisinin çizdiği ağızda beş diş vardır, diğerininkinde on diş… Hiç görmedikleri hayvan için çizilebilecek hadsiz yüz ve saymakla bitmeyecek kadar çok ihtimal vardır.

Şimdi de Armodillo için aza ve cihazlar çizeceğiz. Yani eli nasıl olsun, ayağı nasıl olsun, parmakları nasıl olsun ve bunlar gibi diğer cihazları nasıl olsun? Yine aynı soruyu soruyoruz: Acaba Armodillo için kaç farklı cihaz ve aza çizilebilir? Cevap burada da aynıdır: Hadsiz azalar… Zira biri kanat çizer, diğeri çizmez. Birisi ayağını 1 metre uzunlukta çizer, diğerine göre ayağı yoktur; bu bir sürüngendir. Birisi parmaklarını üç tane yapar, diğeri beş tane… Bunlar gibi hadsiz ihtimaller içinde herkes Armodillo’ya farklı aza ve cihazlar çizebilir. Yedi milyar insanın her birinde kalem olduğu farz edildiğinde, yedi milyar farklı aza ve cihaz tasarımları oluşur.

Şimdi de Armodillo’nın sıfatlarını belirleyelim. Yani cesur mu olacak, korkak mı? Eğer cesur olacaksa, cesaretinin mertebesi ne olacak? Yine acaba yavaş mı hareket edecek, yoksa hızlı mı? Eğer hızlı hareket edecekse, hızının limiti ne olacak? Yine acaba tembel mi olacak yoksa çalışkan mı? Eğer tembel olacaksa, tembelliğinin derecesi ne kadar olacak? Bunlar gibi bütün sıfatlar için teker teker bir seçim yapacağız ve seçtiğimiz her sıfatın da derecesini belirleyeceğiz. Demek önümüzde Armodillo için seçilecek yüzlerce sıfat ve her sıfatın yüzlerce derecesinden seçilecek bir derece var. Şimdi sorumuz şu: Şu anda dünyada yaşayan yedi milyar insanın önüne Armodillo için seçilecek yüzlerce sıfatı koysak ve bu hayvanın sıfatlarını ve bu sıfatların derecelerini belirlemelerini istesek. Yedi milyar farklı sonuç ortaya çıkmaz mı? Elbette çıkar. Demek seçilecek sıfatlar için de hadsiz imkânlar vardır.

Bizler Armodillo’yu çizmeye kalktığımızda, onun için çizilebilecek milyarlarca farklı vücut, yine milyarlarca farklı yüz ve milyarlarca farklı cihaz ortaya çıktı. Ayrıca onun için seçilebilecek hadsiz sıfatlar var.

Bu hadsiz imkânlar içinde, şimdi bir baktık ki karşımızda bir Armodillo duruyor. Hem de resmi değil kendisi. Onun için en mükemmel vücut seçilmiş, ona en güzel yüz verilmiş, ona en hikmetli ve faydalı cihazlar takılmış ve hayatının idamesi için gerekli olan sıfatlar ile donatılmış.

Acaba bu durumda hiç mümkün müdür ki, bu sınırsız imkânlar içinde, en güzel ve hikmetli ihtimalin seçimi, bir tercih edicinin, bir tayin edicinin ve bir tahsis edicinin fiili olmasın ve bu iş tesadüfün işi olsun. Buna imkân var mıdır?

İşte bu, imkân delilidir: Hadsiz imkânlar içinde en mükemmel ihtimalin tercih edilmesi…

Şimdi şu âleme bakıyoruz ve görüyoruz ki: Her varlık, kendine mahsus bir vücut, güzel bir suret, hikmetli ve faydalı cihazlar ve hayatının devamı için kendisine gerekli olan sıfatlar ile bu dünyaya gönderiliyor. Hâlbuki o varlığa, hadsiz imkânlar içinde o vücudu vermek, o nakışlı ve münasip sureti giydirmek, o hikmetli ve faydalı cihazları takmak ve vücuduna uygun sıfatları yerleştirmek; elbette bir tercih edici, tahsis edici ve tayin edicinin, yani Allah’ın işi olabilir. Tesadüfün işi asla olamaz.

Dilerseniz şimdi deveye bakarak en uygun tercihlerin nasıl yapıldığını görelim:

Devenin hörgücü depo gibidir. Günlerce bu depodaki rızık ile idare edebilir. Üç hafta su içmeden yaşayabilir.

Ayakları geniştir. Kumda batmadan koşabilir.

Göz kapaklarındaki kirpikler ağ gibidir. En şiddetli kum fırtınalarında bile gözleri kum ile dolmaz.

Burnu öyle bir şekilde yaratılmıştır ki en korkunç fırtınalarda bile rahatça nefes alabilir.

Üst dudağı yarıktır. Bu da dikenli çöl bitkilerini kolayca yemesini sağlar.

Uzun boynu yerden üç metre yükseklikteki yaprakları bile yemesine imkân tanır.

Dizler, bir boynuz kadar sert ve kalın bir zardan oluşan nasırla kaplıdır. Bu nasırlar hayvan kumlara yattığında onu aşırı sıcak olan zeminden ve yaralanmalardan korur.

Kalın kürkü sayesinde yazın (+) 50 dereceye varan sıcağa, kışın ise (-) 50 dereceye kadar ulaşan soğuğa dayanabilir. Ve daha bunlar gibi birçok özellik…

Mesela, devenin diğer bütün özellikleri olmakla birlikte sadece ayakları atın ayakları gibi olsaydı çölde bir km bile gidemezdi. Ya da gözü ağlı olmasaydı fırtınalarda tek bir adım bile atamazdı. Veya dudakları yarık olmasaydı beslenemezdi… O zaman diğer özelliklerinin bir önemi kalır mıydı?

İşte devenin vücudunda hadsiz şekiller ve imkânlar düşünülebilirken, hayatının devamı için en mükemmel vücut ve suret ona verilmiş, en hikmetli cihazlarla teçhiz edilmiş ve ona en gerekli sıfatlarla donatılmış. Elbette bu iş, bir tercih ediciyi ve bir tahsis ediciyi ispat eder ve o zatın ilmini ve iradesini kör gözlere bile gösterir.

Şimdi filleri, balıkları, kuşları, böcekleri, bitkileri ve diğer mahlukatı deveye kıyas edin. Onların vücutları, suretleri, cihazları ve sıfatları için var olan imkânları düşünün ve daha sonra en mükemmel ihtimalin tercihini gözünüz ile görün. Bundan sonra da bu tercihin tesadüfün işi olup olamayacağını kendinize sorun. Ya da eğer bütün mahlukata bakamıyorsanız, bir sineğin kanadına bakın. Sonra düşünün. Sineğe takılabilecek binlerce kanat şekli varken, onun vücuduna en uygunu tercih edilmiş. Ve bu bir sinekte değil, yaratılan bütün sineklerde aynı tarzda yapılmış. Acaba binlerce kanat ihtimali varken en mükemmelinin seçilmesi ve bunun bütün sineklerde gözükmesi hiç tesadüfün eseri olabilir mi?

Şimdi bu misallerin ışığında imkân delilini şöylece özetleyelim:

Şu âlemdeki her bir varlığın kendine mahsus bir vücudu vardır. O vücut için hadsiz imkânlar varken en güzel imkânın seçilmesi; bir tercih edenin vücudunu ispat eder. Bu tercih edici de Allah-u Teâlâ’dır.

Yine şu âlemdeki her bir varlığın kendine mahsus bir sureti ve şekli vardır. O suret ve şekil için de hadsiz imkânlar varken en güzel suretin seçilmesi; bir irade sahibinin vücudunu ispat eder. Bu irade sahibi de Allah-u Teâlâ’dır.

Yine şu âlemdeki her bir mahlukun kendine mahsus bir şahsiyeti vardır. O şahsiyet için hadsiz imkânlar varken en güzel şahsiyetin seçilmesi; bir tahsis edicinin vücudunu ispat eder. Bu tahsis edici de Allah-u Teâlâ’dır.

Yine şu âlemdeki her bir mahlukun kendine has sıfatları ve hikmetli cihazları vardır. O sıfatlar ve cihazlar için hadsiz imkânlar varken en güzel imkânın seçilmesi; bir tercih edicinin, bir tahsis edicinin ve bir tayin edicinin vücudunu ispat eder. Bu da ancak Allah-u Teâlâ’dır.

Sözün özü: Değil âlemin vücudu, bir sineğin kanadı bile tesadüf ile izah edilemez.

Seyrangah.TV

Hudus Delili Nedir? (Yaratılış Delilleri) (Video)

Bir odaya bir kalem ile kâğıt koysak ve ikisini tam bin sene baş başa bıraksak. Acaba tek bir ‘A’ harfinin kâğıtta vücut bulması mümkün müdür?

Ya da bir odaya bir parça tahta, biraz çivi ve bir de çekiç koysak ve bu eşyaları yine tam bin sene baş başa bıraksak. Acaba bu bin senede bir masanın kendi kendine oluşması mümkün müdür?

Ya da yine bir odaya biraz boya ile bir de tuval koysak ve yine onları bin sene hatta on bin sene baş başa bıraksak. Bir resmin ke03ndi kendine oluşması mümkün müdür?

Ya da şöyle sorsak: Bir tek ‘A’ harfinin ya da bir masanın veya bir resmin tesadüfen oluştuğuna sizi inandırabilirler mi?

Yani deseler ki: Bu ‘A’ harfi, kalemin kendi kendine tesadüfen hareket etmesiyle oluştu.

Ve bu sanatlı masa, tahtaların üst üste gelmesi ve çekicin bu tahtalara tek başına çivi çakmasıyla oluştu.

Ve bu harika resim de, rüzgâr esti ve boyalar tuvalin üzerine dökülerek oluştu.

Bu fikre sizi ikna edebilirler mi? Elbette Hayır! Zira tesadüf, bir esere sanatkâr olamaz ve bir eserin ustası olarak asla gösterilemez.

Çünkü sanatla yapılmış bir eser, kendisini sanatla yapan ve varlığını yokluğuna tercih eden bir sanatkârı gerektirir. Sanatkâr olmaksızın bir eserin meydana çıkması mümkün değildir. Evet, bir harf kâtipsiz, bir masa ustasız ve bir resim de ressamsız olamaz.

İşte bu hakikate “Hudus Delili” denilir. Hudus: Sonradan yaratılma, demektir. Sonradan yaratılana “Hâdis” ve sonradan yaratana da “Muhdis” denilir. Her hâdisin bir muhdisi, yani her sonradan yaratılanın bir yaratıcıyı gerektirmesine de “Hudus Delili” denilir.

Bu delili şu misalle daha iyi kavrayabiliriz: Elimize bir kalem alıp bir kâğıda ‘A’ harfi yazdığımızı farz edelim. Yazdığımız bu ‘A’ harfi hâdisdir, yani sonradan olmuştur. Birkaç dakika önce yoktu, şimdi ise var. Madem ‘A’ harfi birkaç dakika önce yoktu ve şimdi var oldu. O hâlde onu yazan bir muhdis (sonradan yaratan) olmalıdır. Kâtip olmaksızın ‘A’ harfinin vücut bulması mümkün değildir. Çünkü kaidemiz şuydu: “Sonradan yaratılan her sanatlı eser, kendisini yapan ve varlığını yokluğuna tercih eden bir sanatkârın varlığını ispat eder.”

Aynen bunun gibi, gözümüz önünde yaratılan varlıklar da bir ‘A’ harfi hükmündedir. Bir kuştan tutun bir çiçeğe; bir kelebekten tutun bir ağaca; bir balıktan tutun bir arıya kadar ne kadar varlık varsa her biri ‘A’ harfi hükmündedir. Hatta ‘A’ harfi değil, belki bir kitap hükmündedir. Bir tek ‘A’ harfi bile varlık âlemine çıkabilmek için bir yaratıcıya ihtiyaç duyuyor ve o olmadan var olamıyorsa, elbette şu âlemde yaratılan hadsiz eşyanın da kendi kendine var olması mümkün değildir. Hem nasıl ki bir tek ‘A’ harfi, varlığı ile kâtibinin varlığını ispat ediyor ve varlığı ile onun varlığını haykırıyorsa; aynen bunun gibi, kitap hükmünde olan hadsiz varlıklar da kâtipleri olan Allah’ın varlığını ispat ederler ve hâl lisanı ile Allah’ın varlığına şehadet ederler.

Şimdi, bir harfin kâtipsiz, bir resmin ressamsız ve bir fiilin failsiz var olamayacağını kabul eden insan, nasıl olur da şu kâinat kitabının kâtipsiz ve içindeki hayatdar manzaraların sahipsiz ve kâinatta cereyan eden bunca fiilin failsiz olacağına hükmeder? Ve bu hükmü verene nasıl insan denilebilir?

Hudus delilini, kâinatın yokken var edildiğini göstererek de kullanabiliriz. Zira misalimizdeki ‘A’ harfi gibi, kâinatta bir zamanlar yoktu ve sonradan yaratıldı. Madem sonradan yaratılan her şey, bir yaratıcıya muhtaçtır. O hâlde şu kâinatın da bir yaratıcısı olmalıdır. O yaratıcıdır ki, kâinatın varlığını yokluğuna tercih etmiş ve bu âlemi yokluk karanlıklarından varlık âlemine çıkarmıştır.

Seyrangah.Tv