Etiket arşivi: kalp

Dolgun’un faresi

Stalin’in zindanlarında yıllar geçiren Aleksander Dolgun, uzun bir açlıktan sonra hücre duvarındaki delikten beliren bir fareyi yakalayabilmek için saatler boyu kan ter içinde nasıl uğraştığını anlatırken, farenin o anda gözüne nefis bir ziyafet olarak göründüğünü de uzun uzun tasvir etmekten geri kalmaz.

Karnı günde üç defa dolup boşalan insanların bu manzarayı hissen idrak etmesi elbette mümkün değildir. Selim fıtratların kaçınılmaz olarak tiksindiği birşeyi Dolgun’un o andaki gözüyle görebilmek için, evvelâ Dolgun kadar aç kalmak gerekir. Ama hissen değilse bile mantık yönüyle bu hâdisenin açıklamasını yapmakta zorlanmayız. Çünkü herkes bilir ki, açlık bir canlının en karşı konulmaz duygusudur. Mutlaka tatmin ister, şiddetlendikçe diğer bütün duygu ve ihtiyaçların önüne geçer ve eğer tehlike sınırlarına gelip dayanmışsa, akla gelen herşeyi rahatlıkla, kolaylıkla ve — Dolgun örneğinde olduğu gibi — iştahla insana yaptırır!

Bunu herkes bilir de, açlığın sadece karnımızın sol tarafındaki rızık deposuna has bir duygudan ibaret olmadığını herkes her zaman hatırlamaz. Eğer insanlar her çeşit açlığını aynı şiddette hissedebilseydi, bugün beşer âleminin çok daha başka şeyler etrafında pervane olduğunu görecektik.

Üstad Bediüzzaman, “insaniyet, İslâmiyet ve iman midelerinden” söz eder ve bu midelerin önüne serilmiş kâinat dolusu rızıklara binlerce sayfalık muhteşem tasvirlerle iştahımızı açar. Üstelik bu sofralar, bize pahalıya satılan cinsten ziyafetler de değildir. Onlarla rızıklanmak, gözünü açıp bakmak kadar kolay, kulak verip işitmek kadar basit, bir kitabı okumak kadar rahat, düşünmek kadar doğal, yaşamak kadar lezzetlidir. Kendi iradesiyle kendisini mahrum etmeyen hiç kimse bu sofralardan kovulmaz; hiç kimseden de şükürden başka bir ücret istenmez. Kaldı ki, şükrün bizzat kendisi, bütün bu sofraların ötesinde başlı başına bir ziyafettir. “Bir ateistin en bedbaht ânı, şükretmek isteyip de şükredecek birisini bulamadığı andır” diyen Batılı yazar, en büyük ziyafetten mahrumiyeti ve en büyük açlığı veciz bir şekilde ifade etmiştir. Kur’ân da, kendisini yalanlayanların en büyük hüsranını onların yüzlerine bir şamar gibi vurur:

“Yoksa bu rızıktan nasibinizi, onu yalanlayıp da kendinizi bütün bütün mahrum etmekten ibaret mi kılacaksınız?” (Vâkıa sûresi, 56:82.)

İnsaniyet, İslâmiyet ve iman midelerinin açlığı, tıpkı maddî açlığımız gibi, kendisini mutlaka hissettirir. İnsanları aldatan ise, bu hissi hiç duymamak değil, çoğu zaman yanlış teşhis koymaktan ibarettir.

Eğer hergün gelip geçtiğiniz yolun kenarındaki çiçekler her sabah size tatlı tebessümleriyle selâm verip durdukları halde siz onları görmeden gelip geçiyorsanız, sakın ruhunuzda onlara bir iştiyak kalmadığını sanmayın. Yanlış çiçekleri koklamaktan vazgeçerseniz, o iştiyakı hissetmeye başlarsınız.

Gün boyunca etrafınızda cıvıldaşan serçelerin tesbihatından hergün ayrı bir lezzet alamıyor, o cıvıltıları işitmediğiniz zaman hayatınızda bir eksiklik hissetmiyorsanız, hayatınızı ve hayalinizi dolduran gürültülerden hiç değilse kısmen arınmayı deneyin. Tatlı bir iştah suretinde belirmeye başlayan bir açlığın her defasında yeni bir lezzetle tatmin olmaya başladığını görürsünüz.

Yaz mevsiminin gelişini karpuz yemek şeklinde telâkki etmeye başlamışsanız, onu ve diğer yaz nimetlerini yemeden önce beş on dakika onları seyredin ve dinleyin. Aynı sofranın kaç mideye birden rızık dağıttığını bilfiil yaşarsınız.

Ama, ilim ve hikmetten, iman hakikatleri ile tefekkürden mahrum şekilde günleriniz gelip geçtiği halde, “Dünyevî vazifelerle uğraşmak, fıtraten hoşlandığım ve hakaikine meclûb olduğum nurlu Sözlerle iştigalime kısmen mâni oluyor; işte buna müteessirim, fakat elimden birşey gelmiyor” diyen Nur kahramanının ıztırabını derinden derine de olsa duyamıyorsanız…

O zaman, maneviyat âleminin tabiplerinden Fetih bin Said el-Musulî’nin teşhisine kulak vermek zamanıdır:

“Yemekten, içmekten ve ilâçtan alıkonan hasta nasıl ölürse, üç gün üst üste ilim ve hikmetten alıkonan kalp de öylece ölür.”

Midemiz haftalar süren bir açlığa dayanabildiği halde, kalp, uzman ifadesiyle, en fazla üç günlük bir açlığa dayanabilecek bir yapıda yaratılmıştır. Bu açlığı hissetmeyenler, kalplerinin fazla dayanıklı olduğunu sanmasınlar. Gerçekte açlık tehlike sınırını çoktan aşmıştır da, selim fıtratların reddettiği şeyleri kalp ve ruha boşaltarak oralarını Halkalı çöp-lüğüne çevirmeye başlamıştır.

Onun için, dikkat!

İlimden, hikmetten, iman ve Kur’ân hakikatlerinden mahrum tek bir günümüz geçmesin.

Ve Dolgun’un fareleri sakın bize sevimli gelmesin!

Ümit Şimşek

KALBİN MADDESİ ve MÂNÂSI

İnsanların yeryüzüne geldiklerinden beri merak ettikleri fakat bir türlü gerçeğini öğrenemedikleri konu: “Kalp” konusudur. Çünkü kalp ilk bakışta insanın maddesel yapısının devamını sağlayan sıradan bir organ, bir pompa, bir motor gibi sanılır. Hâlbuki insan vücudunun adeta merkezinde yerleşmesiyle bizi ikaz eden çok önemli sırları vardır. Ancak kalbin bu maddi-manevi hikmetlerini bir arada görebilmek için önce maddesindeki mesajları anlamak lazım gelir. Çünkü Cenâb-ı Hakk kalbin maddesine verdiği mesajlarla bize; “İnsanlığın en önemli özelliği kalptedir” emrini vermektedir.


Konu Başlıkları

  • 1KALBİN MADDESİ
  • 2KALBİN DUYGU SİSTEMİ
  • 3MERKEZİ SİNİR SİSTEMİ
  • 4BİTKİSEL SİNİR SİSTEMİ
  • 5KALBİN DUYGUSAL SİNİR SİSTEMİ
    • 5.1. Kalbin duygu sistemleri neresinde?
    • 5.2İlâhi kelama dikkat
    • 5.3Kalbi mühürlenmiş olan bir kimsede…
    • 5.4Gözyaşı bezini kalple bağlamıştır
  • 6KALBİN MÂNÂSI
    • 6.1. Kalbin mekânsız olabilmesi
    • 6.2Kalbin mânâ kapakları
    • 6.3Kalbin canlılığı
    • 6.4Gönlündeki gayba iman
    • 6.5Gençlerdeki gönül sırrı
  • 7TÜRK MİLLETİNİN AYRICALIĞI
  • 8GÖNLÜ YAŞIYORSA İNSAN VARDIR

KALBİN MADDESİ

Şimdi kalbin maddesi itibarıyla baktığınız zaman, evvela yakın yıllara kadar kalbin maddesini sıradan bir kas saymak, dolayısıyla tümüyle maddesiyle bir organ saymak gafletinden kurtulmak lazım. Kalp dokusu aslında kesinlikle yüzde yüz kas olan bir doku değildir. Tam aksine sinir dokusuyla kesinlikle kas dokusu arasında çok özel bir dokudur. Bunun bu hususiyeti bir yerde kalbin duygusal sistemle motor sistem arasındaki köprü rolünü de simgelemektedir. Ancak kalbin sinirsel doku yapısı ve içinde bulunan özel sinir merkezleri, ayrı bir elektronik bağlantıyla bağlanınca göğüs boşluğunda bambaşka bir mekanizma oluşmuş oluyor. Bu mekanizmada beyinden kalbin akışıyla ilgili ahenk sinirlerinin varlığı kalbi beyne bağlı bir organmış gibi telakki etmemizi gerektirmiyor. Çünkü vücudun çeşitli yerlerinden gelen tembihlerin, kan ihtiyaçlarının, yorgunlukların, uykunun, bir takım faaliyetlerin yeri beyinde olduğu için buradan kalbe bir takım elektronik bağlantılar yapılması zaruridir. Ama aslında kalp kası, bütün cereyan düzenini, kasılma sistemini kendi minik elektronik beyincikleri ile idare eder. Şöyle ki; mesela bir kalbi tamamıyla beyin tembihlerinden uzaklaştırsanız, kalp kendi kendine yine çalışır. Bu özelliği kalbin kendine has enerji, elektrik enerjisini üretme özelliği, onun doğrudan doğruya onun deminki söylediğim sinirle kas arasındaki özel doku sırrından doğar.

Kalbin yine çok önemli bir sırrı kapaklarındadır. Kalp kapakları kirli kanın ve temiz kanın arasında bir geçiş santrali vazifesi gördüğü için; bu kapaklar vasıtasıyla dört odacığında akciğere giden, akciğerden gelen kanları, vücuttan gelen ve vücuda gidecek kanları dağıtım vazifesiyle zorunludur. Bu dağıtım işte kapaklarla süregelmektedir. Yani kirli bir kanın akciğere gönderilirken temizlenmek üzere ve akciğerden temizlenmiş olarak gelen bir kanın tekrar vücudun hücrelerine gönderilmesi olayı fevkalade nazik, elektronik sistemlerle kompitürlerle idare edilen bir hadisedir. Ve bunun seyredilmesi bambaşka bir biyolojik ihtişamdır. Kalbin kapaklarını, mesela kalbin bir karıncığına girip de bu kapakları seyretmeye gücünüz yetse göreceğiniz şey; saray perdesi gibi, saray perdesinin farbelaları gibi üst üste büzülmüş minicik kasların kalp duvarındaki, kalp ve kas dokusu üzerine ağızlaşması ve kalbin en ucundan başlayarak kapağa en yakın noktasına kadar yavaş yavaş artan bir ahenkli, adeta bir dalga harekâtı gibi. Denizdeki dalgaların yavaş yavaş gelip sahile vurmasındaki ahenk gibi bir ahenk içerisinde elektriksel bir yansımayı temsil eder. Adeta kalbi, kalbin içerisindeki temizlenmiş kanı, vücuda ulaştırırken bu kapakcıklar yaptığı hayat vazifesinin farkındaymış gibi adeta titreşirler. Yani onların bir titreştiğini, zikrettiğini seyredersiniz. O kapakcıkların yüzlerce minik telleri, o perde ferbelası gibi olan o telleri, o kapak açılırken ve kapanırken, o kadar âhenkli bir şekilde omuz omuza görev görürler ki; sanki yüzlerce derviş hep beraber zikrediyor sanırsınız. Bu faaliyetlerin yanında kalbin çok önemli bir hususiyeti damarları ile olan ilgisidir. Kalp damarları kalbe monte edilmiş damarlar değildir. Tam aksine kalbin uzantılarıdır. Yani vücudun en ücra yerine, en uzak yerine kadar giden damarlar, aslında kalp dokusunun vücudun en uzak hücresine kadar devam etme olayıdır. Bu bakımdan damar dediğimiz olay, bizzat kalbin hayat vereceği en uzak noktada kalp dokusunun hücreleri ziyaret ettiği, onlara tasarruf ettiği bir sistemdir. Bundan dolayıdır ki, rahatlıkla söyleyebiliriz kalp, hayatı yalnız bir merkezden pompalayan değil. Aksine en ufak, en uzak hücrelerinde dahi hayatı bizzat yaşayan yaşatan ve onunla iç içe olan bir organdır. Kalbin böylesine maddesindeki bu muhteşem senaryoyu gördükten sonra elbette mânâsı konusuna biraz daha yaklaşmak mümkündür.

KALBİN DUYGU SİSTEMİ

Şimdi acaba kalbin duygu sistemi dediğimiz şeyi nedir? Bunun üzerinde durmak istiyorum. Çünkü kalbin mânâsı başkadır, duygu sistemi başkadır, kalbi pompalayan maddesel vazifesi başkadır. Bunları ayrı ayrı mütalaa ederek birleştirmek kalbi anlayabilmek mümkündür. Kalbin duygusal sistemle ilgisini çok eski insanlar sezmişlerdi. Fakat bunun maddesel yapıyla bir ahenk bulmak imkânını o zamanın bilim seviyesiyle imkânını bulamamışlardı. Ancak bir kaç olay vardı ki, kalpte mutlaka duygusal sistemle bir yakınlık var. Ama duygusal sistemin kalp neresinde veyahut da kalbin duygusal sistem neresinde? Bunu çözmek mümkün değildi. Meselâ bir üzüntüde kalbin sızladığını, bir heyecanda kalbin sıkıştığını, bir zevkte kalbin âdeta o zevki yaşadığını her insan hisseder. Bunu hissetmemek mümkün değil! Hiç bir kimse gördünüz mü ki; üzüldüğü zaman, heyecanlandığı zaman, haz aldığınız zaman, her hangi bir müzikten, herhangi bir sevdiğiyle konuşmaktan mutlu olduğu zaman beyninin değiştiğini, kafasının içerisinde bir duygu duyduğunu… diyelim ki bir üzüntü sırasında kafasının içerisine bir şey sıkıştığını hiç kimse söyler mi size? Aksine hepsi; “göğsüm sıkışıyor, göğsümün içinde bir mutluluk hissettim” der. Demek ki, insanoğlu mutluluk gibi, haz gibi, üzüntü gibi duyguların tümünün kalpte olduğunu biliyor. Ama bunun nasıl, neresinde yerleştiklerini bir türlü anlayamıyordu. Son otuz yıldır yapılan çalışmalar, eskiden bilinen insandaki iki sinir sisteminin yanında üçüncü bir sinir sistemi olması lazım geldiğini doğrulamıştır.

MERKEZİ SİNİR SİSTEMİ

Yani söyle, insanda bir merkezi sinir sistemi vardır. Beyin’e bağlıdır… Beynin kompitürleri vasıtasıyla yönetilir ki, bunlar genellikle iradi hareketler denir. Yürümek gibi, kaba hatlarıyla duygular gibi. Meselâ elin yanmasında duyulan acı! Veyahut bir duvara çarptığınız zaman oradan aldığınız sert bir duygu! Bunların hepside iradi sistemin, yani beyin merkezi sistemi olan hücrelerinde alış-veriş gören hadiselerdir.

BİTKİSEL SİNİR SİSTEMİ

Birde insan vücudunda bitkisel sinir sistemi dediğimiz, çeşitli hastalıklar vasıtasıyla hemen hemen herkesin tanıdığı bir sinir sistemi vardır ki, bu sinir sistemi; insanların kontrolünde değildir. Yani, insanların midesinde asit salması yahut da bir hormon salgı bezinin bir miktar hormon salması ve yahut böbreklerin kanı süzmesi insanların kontrolünde değildir. Hatta insanın haberi yoktur bu sistemden… Merkezi sinir sisteminin yanındaki bu sinir sisteme, bitkisel sinir sistemi denir ki, asıl temel hayati fonksiyonlar; karaciğerin salgıları, dokuların oksijenleri alış-veriş sıralarındaki muhtaç olduğu bir takım büzüşmeler, gerilmeler, kanlanmalar, aksine kandan mahrum kalmalar hep bu bitkisel sistemin etkisiyle olur. Bu bitkisel sisteminde bir kısmı beynin alt kısmındaki merkezlere bağlıdır. Bir kısmı da vücudun muhtelif yerlerinde, özellikle omurganın iki tarafındaki ufak merkezlere bağlıdır ki, bunlara sinir ganglionları derler. Şimdi bu iki sistem bu son otuz yıla kadar; insanın sinir sistemi, her tarafı bundan ibaret sayılıyordu.

KALBİN DUYGUSAL SİNİR SİSTEMİ

Yavaş yavaş anlaşıldı ki, bir takım duyguların bu iki sisteme yerleştirilmesi mümkün değildir. Bunların en ilginci, üzüntüler ve hazlardır. Sevgiler, heyecanlar ve ruhsal acılar diyebileceğimiz hasret gibi, kırgınlıklar gibi hadiselerin hiç birisini bu hadiselerin hiç birisinin içine koymanız mümkün değildir. Ne merkezi sinir sisteminde vardır, iradi değildir çünkü bunlar; ne de bitkisel sinir sisteminde vardır bunlar, otomatik çalışmaz. Bu sisteme ait duygularında bir vücutta mutlaka belli bir merkezi olması kanaati uyanmıştır, bilim dünyasında.. Ama bu merkezi bir türlü tespit edememişleryani, bir insanın vücudunun bir yerini sıkarak haz duydurmak veyahut sevgi duydurmak mümkün değildir.Binaenaleyh, böyle bir organı bulmak mümkün olmamıştır ama bu merkezlerin göğüs boşluğunda olduğunu.. işin şeyine bakın ki, inanılmaz yanına! İlk defa göğüs boşluğunda böyle bir sinir sisteminin bulunmasını iddia eden Rus bilim adamlarıdır. Ve bugün Rus bilim adamları, kalp veya civarında bu merkezlerin mutlaka var olduğuna inanmışlardır.

Şu halde kalbin bu duygusal sinir sistemindeki merkezi rolü, biraz daha sonra açıklayacağım. Tamamıyla madde ve mânâ arasında bir geçişi temsil etmektedir. Çünkü “Haz duymak, sevgi almak olayı maddesel değil mânâsaldır, ama vücuda etkisi maddeseldir.” Yani sevgiden doğan bir takım reaksiyonlar vardır insanın vücudunda… onlar tamamen maddesel olur.

Meselâ, sevdiği insanla yemek yerken iştahı açılır insanın! Üzüldüğü zaman iştahı kapanır. Demek ki, madde ile mânâ arasındaki bu geçişleri, sinir sistemi açısından tamamen kalp yönetmektedir.

Kalbin duygu sistemleri neresinde?

Acaba kalbin bu duygu sistemleri neresinde diye araştırılmıştır ve daha hâlâ da araştırılmaktadır. Ancak kalbin anatomik yapısında çok önemli bir organcık vardır ki, bunlara aurikula denir. Bunlar kalbin en üst yanında damarların çıktığı yere yakın bir yerde, iki tane küçük et parçası gibi yapışıktır. Ve bunların fonksiyonu bilinmemektedir. Ve bunların yapısı da kalbin yapısına rağmen daha sinirsel doku görünümündedir. Ama buradaki merkezler tespit edilerek, bunlar tahrip edilerek herhangi bir sonuca varılmış değildir. Yani bu sistemlerin, kalbin üstündeki bu aurikula’ların, sinir dokusuna yakın olan bu dokuların bozularak, sevgi veya haz sistemi getirilmiş değildir.

Bunun sebebi de şudur: “Kalbin bu duygusal yanı aslında maddesel bir zemine oturmakla beraber… Aslında mânâya ait olduğu için, bunları laboratuara sokamazsınız, bir salgıya bağlayamazsınız.” Bunlar ancak, gayet iyi biliyoruz ki, bunlar kalp üzerinde, kalp gibi önemli bir organın üzerinde fazla bir et parçası gibi görünen bu aurikula’lar, böyle bir mânevi duygu sisteminin yataklarıdır. Bu yataklardan gelişen, bu yataklarda oluşan duyguların yahut dışarıdan gelen bilmediğimiz etkilerin tesiriyle bu kapaklarda meydana gelen elektriksel çeviri; “kalbin evvelâ maddesel yapısına, ondan sonra bitkisel sinir sistemine, ondan sonra bütün vücudumuza yayılır.” Bu etkileşme yani duygusallığın maddeye çevrilmesi olayında çok önemli bir hadise göz ile kulaktır. Buraya kadar anlattığım hadiselerin varlığını bize Yüce Kitabımız 14 asır evvel, mucizevî bir âyetle tanımlamıştır. “Hatemallâhu alâ kulûbihim ve alâ sem’ıhim, ve alâ ebsârihim gışâve”(Bakara sûresi 7. Âyet). Yani bunu şöylece kısaca tercüme edebiliriz:

“Onların kalplerini, kulağını mühürledik. Gözlerinde de perde vardır.”

İlâhi kelama dikkat

Bu ilâhi kelama dikkat ettiğiniz zaman bize çok önemli iki mesaj veriyor kalp konusunda; birincisi kelamın gramerinde olan çok önemli bir inceliktir ki, bu kalplerini dediği halde… Kulağını diyor. Arapçada çoğul ve tekiller fevkalade önemli kalıplardır. Çoğul olması lazım gelen yerde tekil kullanılması mümkün değildir. Eğer kalplerini diye Âyet-i Kerime’nin kast ettiği, “birçok kimsenin kalplerini mühürledik anlamına gelseydi”, kulaklarını da diyecekti. Hâlbuki ” Âyet-i Kerime kalplerini ve kulağını mühürledik” diyor. Demek ki, buradaki çoğul, doğrudan doğruya organa ait! Organa ait.. organa ait olunca, niçin “kalplerini” diyor, niçin kalbe ikilik getiriyor da.. “iki tane” diyor da, kulağa “bir tane” diyor? Buradaki incelik birincisi…

İkincisi de, kulakla kalp arasındaki irtibatı gösteriyor. Şimdiye kadar biz, her ne kadar kalbin biraz önce anlattığım gibi duygusal sisteminde az-çok bilgi sahibi idiysek de, hiç bir zaman bilmiyorduk ki, kulakla kalbin arasındaki ilgiyi, merkezleşme nasıl olabilir? Ama bunu

Kuran bildirmiştir; “Duygu sistemi olarak yaratılmış olan kulak, aslında bir teliyle beyine, bir teliyle kalbe bağlıdır.” Bundan dolayıdır ki, “Bir sözün anlaşılması, anlaşılabilir halde olması, kavranabilmesi, bir sözden çıkacak yargılar veya hükümler sanıldığı gibi beyin vasıtasıyla olmaz, kalp vasıtasıyla olur.”

Nasıl olur?! Cenâb-ı Hakkın Âyet-i Kerime’de vurguladığı ikinci mucize budur! Yani birincisi; İki kalbin oluşu.. yani, bir duygusal kalbin oluşu, birde mânâ kalbinin oluşu.. Madde kalbinden hiç bahsetmiyor bu âyet, yani kalbin pompasından değil! Bir duygusal yanından birde mânâ kalbinden bahsediyor. Biz daha mânâ kalbini konuşmadık. Ancak kalbin duygusal yönüyle ilgili olarak, Âyet-i Kerime’nin kulağı ve gözü simgelemesi fevkalade enteresandır.

Kalbi mühürlenmiş olan bir kimsede…

Demek ki, İnsanlar bakarlar ama görebilmek için kalp ve göz arasındaki bir iletişime tabiidirler. Eğer, kalplerinin mânâ ve duygu yönü kapalıysa gördüğünü fark edemez. Bir fotoğrafı alır… o fotoğraftan ne haz alır, ne o fotoğrafın inceliklerini bilir, ne de güzelliğini fark eder! İşittiği bir sesin ne hazzını alır, ne mânâsını kavrar, ne de ondan insancıl bir sonuç çıkarabilir. Yüce Kitabımızın kalbi mühürlenenin kulağını mühürlemesi ve gözüne perde getirmesi olayı nedir?

Demek ki, “Bir insanın kalbini Cenâb-ı Hakk mühürlediği zaman, gözü açık kalırsa, perdeli olmazsa ve kulağı da mühürlenmezse hâlâ o kalp yaşıyor” demektir.

Çünkü Allah diyor ki; “Kulak ve göz kalbi devamlı surette besler” diyor. Allah huzurunda sildiği, insanlık cetvelinden sildiği insanları iptal ederken, yalnız kalbin duygusal ve mânâ yönünü iptal etmekle bırakmıyor. “Ben kalbin duygusal yönünü ve mânâ yönünü iptal ediyorum ama bu kalp hâlâ çalışır” diyor. Çünkü kulaktan kendine tembih gelecektir. “Kulağı da mühürlerim” diyor. “Gözden bir intiba alacaktır, göze de perde çekerim görmez” diyor. Kalbi mühürlenmiş bir kimseyi şimdi ele alırsak, kalbin fonksiyonlarını daha iyi anlarız:

“Kalbi mühürlenmiş bir kimse fizik olarak görür, fizik olarak işitir ama ne mânâ görür, ne mânâ işitir!”

Şimdi kalbi mühürlenmiş olan bir kimsede yalnız mânâsı yani imanı mühürlenmez. Duygusallığı da mühürlenir! Bunun inceliği şuradadır. Kalbi mühürlü bir insanı tespit ettiğiniz zaman, o insanın bütün zevklerden mahrum olduğunu göreceksiniz! Çünkü “kalbin duygusallığını mühürledim” diyor. İkisini birden mühürledim, kalplerini, diyor. Kalbin duygusallığını mühürledim, diyor.

O adamın artık zevk alma hassası bitmiştir, O adamın anlayışı bitmiştir, O adamın gönlündeki sızı bitmiştir, hiç kimseye acıyamaz elinde değil artık kalbi mühürlendikten sonra.. O tam bir zalim olmuştur. Çünkü duygusal sistemi iptal edilmiştir. Onun için kalbin varlığı, kalbin duygusallığının varlığı biraz sonra anlatacağım. Mânâ kapısına girişte fevkalade önemlidir. Ama Cenâb-ı Hakkın mühürledim emriyle bize göstermek istediği şey;

“Siz bu kıymetli organınızı öğrenin bakayım! Mühürlersem bakın neler oluyor? Kulağınızı gözünüzü bıraktığım halde hiç bir şeyin farkında değilsiniz! İnsanlık vasıflarını tamamen yitirdiniz” demektir.

Kalbin mühürlenmesi halinde de yine bu pompa sizin vücudunuza kan götürecektir ama işte o ateistlerin sandığı gibi, bir kan pompasından ibaret kalacaktır. Ne duyguyla sizin hayatınıza yardım edecektir, ne de diğer bütün hayvanlardan ayırdığı duygusallığı size getirebilecektir de! Bütün bu sistemin içerisinde yine Cenâb-ı Hakkın, gözle kalp arasındaki ilgiyi anlatmak için verdiği çok enteresan bir anatomik yapı vardır. Bir insan normal olarak canı şiddetli yandığı zaman beyindeki hücreler gözyaşı bezlerini büzer ve gözyaşı çıkar. Peki, bir insan haz aldığı zaman nasıl ağlar? Haz alan bir insan, ilahi haz alan bir insan gözünden yaş geliyor, nasıl gelir? İşte kalple göz arasındaki irtibatı Cenâb-ı Hakk bizlere anlatabilmek için;

“Yarattığım insanoğlu sen sıradan bir varlık değilsin! Sen baktığının mânâsını göreceksin!”

Gözyaşı bezini kalple bağlamıştır

Bunu anlatabilmek için gözyaşı bezini kalple bir sinir sistemi vasıtasıyla bağlamıştır. Kalpte doğan meydana gelen bir hadise doğrudan doğruya boynumuzda Ganglion stellare diye bir bitkisel sinir sistemi vardır o merkez vasıtasıyla gözyaşı bezine bağlıdır. Gözyaşı direkt olarak kalbe bağlıdır. Yani kısa yoldan aralarında bir bağlantı vardır ki, “KALBİN GÖZÜ AĞLATTIĞI KESİNDİR!”

Bilim dünyasında kalbi ne kadar madde görmek isterlerse istesinler… Nasıl olur Ganglion stellare vasıtasıyla göz yaşı bezini sıkar, gözün yaşını çıkar da.. Anlatabilmeleri mümkün değil! Bu doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakkın, insan kalbinde ve gözündeki ortak yapıya bir misal olsun diye bunu göndermiştir.

KALBİN MÂNÂSI

Şimdi bu ana şeyleri tespit ettikten sonra Peki kalbin mânâsı nedir? Çünkü birçokları sanıyorlar ki, kalbin duygusallığını kalbin mânâsı sanıyorlar. Hayır, eğer kalbin duygusallığı kalbin mânâsı olsaydı Cenâb-ı Hakk: “Ben arza semalara ve arşa sığmadım. Ancak bir müminin kalbine sığdım ki, o mümin Naki ve Taki olsun. Naki ve taki olmak demek; gönlünü tamamen yıkayıp boşaltıp Allah’a hazır hâle getirmektir. Demek ki, kalbin bir yanı var ki, mekânsız bir yanı var. İşte kalbin mânevi yanı mekânsız olan yanıdır. Şimdiye kadar anlattığımız sisteme dikkat ederseniz bir mekândır. Gerek kalbin hassasiyetlerini, duygularını simgeleyen aurikula’lar, gerekse kalbin sinirsel yapısı… Hatta beyin ve bitkisel sinir sistemi arasındaki iletişimler, elektronik yapıların tümü, netice itibarıyla maddesel bir sistemdir ve mekânı vardır. Maddesel olmayan şeylerinde mekânı vardır. Ama kalbin mekânsız bir noktası vardır. Bunu anlatabilmek için de… Yani bu Cenâb-ı Hakkın bu gönle sığarım olayını anlatabilmek için, maddeyle arasındaki farkı anlatabilmek için; Hz Ali Nehc-ül Belâga’sında çok önemli bir cümle söylüyor, diyor ki: “Bütün âlemler, âlem-i Sügra’dır, küçük âlemdir. İnsan ise büyük âlemdir, diyor… Evvelâ âlem-i Kübra’dır diyor. Sügra ve Kübra kelimeleri birbirine ahenkle yakışık olduğuna göre, ilk defa bu cümleyi insan; âlem-i Kübra’dır. Geriye kalanlar tüm âlemi âlem-i sügra’dır, diyince insanlar sanıyorlar ki, kelimeyi ters kullandı. Yani insan küçük âlemdir, âlemler de büyük âlemdir. Çünkü mantıki gelir. Hani insan bunları öğrenir, bilir filan… Binaenaleyh, küçük âlem sayılabilir. Yahut da insan vücudundaki hücreler, şunlar bunlar atomlar bir nevî küçük âlemleri temsil edebilir diye düşünür. Ama Hz. Ali dedi ki; Sügra ve Kübra kelimelerini yanlış kullanmadım, dedi. “İnsan büyük âlemdir”, dedi. Anlamadıysanız anlatayım, dedi.

“İnsanın gönlüne Allah tecelli eder. Âlemler ise, Cenâb-ı Hakkın tecellisi ile meydana gelmiştir. Allah’ın zât-ı sıfatlarından büyük olduğu için, insan büyük âlemdir”, dedi.

Demek ki, kalbin bir yanı var ki, mânâsında mekânsız bir yanı var. Bütün insanlar bu kabiliyette yaratıldığı halde, yani bir kalp dediğimiz bir organı yaratmış Cenâb-ı Hakk.

Kalbin mekânsız olabilmesi

Maddesiyle muhteşem, duygusal sistemiyle akıl almayacak kadar muhteşem, bir de mânâsıyla muhteşem! Bu üç ihtişamlı sistemin içerisinde Cenâb-ı Hakkın çok büyük bir hediyesi olarak verilmiştir. Ama “kalbin mânâ yanı.. Mânâ yanı mekânların dalga dalga gelip duygulaştığı, duygunun mânâya intikal ettiği, mânânında mekânsızlığa intikâl ettiği bir organ hâline gelmiş.” Yani kalbin dıştan içeri doğru maddesel yapısının yanında bir nokta geliyor ki, “Kalbin Mânâsı” dediğiniz zaman mekânı yok! İşte o mekânsız bir yer var… Allah da mekândan münezzeh olduğu için oraya tecelli ediyor. Ancak, “Kalbin mekânsız olabilmesi için, maddeden gelebilecek, duygu sisteminden gelebilecek tüm pisliklerden arınması lazım!” Çünkü Cenâb-ı Hakkın misafiri olacağı sarayda şirk olmaz! Bir insan gönlünde; hem dünya ihtiraslarını, hem dünya kaygılarını, vesveseyi hem parayı, çevreyi put yapacak sonra Cenâb-ı Hakka gel diyecek, mümkün değildir! Gönül Kâbe’sinin temizlenmesindeki murad, hac ibadetindeki hikmet budur! Gönül Kâbe’sini putlardan temizlemedikçe Cenâb-ı Hakk tecelli etmez, kıble de olmaz!

Cenâb-ı Hakkın, “Bir gönül kırarsan bunu bir türlü ödeyemezsin! Kedinin şeyde, Anadolu’nun Türklerin bir tanımı var: “Kedinin tüyünce cami yaptırsan kırılan kalbin günâhını ödeyemezsin!” diyor. Niye diyor? Çünkü “Bu kırılan kalp Allah’ı kırmaktır, doğrudan doğruya!” Ama peki Allah, böyle mekânsız bir yerde olduğu zaman… benim kalbimdeydi, onun kalbindeydi tartışamazsınız, mekân yok çünkü! Sen yoksun orada bir defa! Mekân kalktığı zaman senin adresinde yok orada! Ancak senin kalbin, her insanın kalbi böyle mekânsız bir noktaya açılma istidadındadır. Kalbin bu vasfı bir nevî Ledûn vasfıdır! Evvelâ (kadının:) kalbin maddesel şeylerinin kaygılarının, maddesel fonksiyonlarının, arkasından duygusal fonksiyonlarının bir hududuna geldiğiniz zaman orada Âlem-i Ledûn açılıyor. Henüz daha Cenâb-ı Hakkın tecelli edeceği kalbin mekânsız noktası yok! Ama bir pencere açılıyor ki, bu açılan pencere Ledûn Âleminedir. İnsan gönlü direkt olarak Ledûn Âlemine açılır. Ledûn Âlemine açıldığı zaman.. Ledûn Âlemi demek; bütün âlemlere intikâl edebilen bir tarz âlemler arası uçak istasyonuna benzer. Orası bütün âlemlere gitmek için Ledûn Âleminden hareket edilir. Ve sonsuzluklarına, âlemlerin, evrenlerin sonsuzluklarına.. İşte kalbin mânâsı bu noktaya gelir ve bu noktaya gelir ve evrenlere açılır. Gönülden, yani kalbin mânâsından yalnız Cenâb-ı Hakkın mutlak mekânsız varlığına gitmeden önce daha gidilecek pek çok yerler vardır. Cennet âlemi vardır, melekler âlemi bunların hepsine kalbin derinlerindeki mânâ katlarından gitmek mümkündür. Ancak burada yine çok ince bir hesap vardır ki, kalbin bu fonksiyon yapıları, bu gelişmelerinde maddeden mânâya doğru, yüzeyden derine doğru gidişte bir takım ilkeler vardır ki, Kuran bütün bu ilkeleri madde madde anlatan tek eserdir. Başka hiç kimse kalbin bu maddesinden mânâya nasıl geçilir? Hiç kimse ne buna bir şey ilâve edebilir, ne bir felsefe, ne bir fikir bu konuda en ufak bir şey söyleyemez! Çünkü Kuran daha başlangıcında, Fatiha ön sözünden sonra başlangıcı sayılan sûre-i Bakara’nın 7. Âyette; kalbe ait bütün gerçekleri bir çırpıda bitirmiştir. “O kalp ve göz pencerelerinden sonsuzluğa bağlanan bir sırdır.” “Ben onu mühürledim mi bitersiniz! Hiç bir şeyi hissetmezsiniz, hiç bir şeyi görüp anlamazsınız! Hiç bir şey duymazsınız,” diye kalbi başından tarif etmiş!

Kalbin mânâ kapakları

Ondan sonra da çeşitli âyetlerinde, kalbin hastalığı nasıl tedavi edilir? Bu kalbin mânâ kapakları açılmıyorsa ne yapılır? Bunları perde-perde, perde-perde gelmiş anlatmış. Ancak burada fark edeceğimiz en önemli hadise şu; Cenâb-ı Hakk yine kalp konusunda bizi ikaz edebilmek için, çok enteresan mesajla yine… Kuran’ın ilk âyetlerinde daha ne diyor? Gayba iman ediniz! Akıla gelebilir ki, Yüce Kitabımız en son din olan, en mükemmel din olan dinin tanımını yapmaktadır. Binaaleyh, Yüce Kitabımızın daha birici cümlesinde, “Siz Allah’a inanın demiyor da, gayba inanın” diyor. Buradaki incelik nedir? Normal olarak aklına gelen nedir? Siz Allah’a inanın demesi lazım gelir Yüce Kitabımız! Ama siz gayba inanın diyor. Peki, nasıl söylüyor, gayba nasıl inansın insanoğlu? İşte kalp gerçeğini 7. Âyet’inde bildirecek. Gayba nasıl inanmalı? Gayba nasıl inanılacağını Cenâb-ı Hakk 7. Âyet’te bildirmiş oluyor. Diyor ki, gayba inanın çünkü bu bir kalp işidir, beyin işi değildir. Bir gönül işidir, diyor.

Onun için, “İman gönülde başlar, gönülde devam eder ve gönülde bitmez tabii, sonsuzlaşır.”

Onun için kalbin özeliliğini anlayabilmek için, bir kalbin maddesi, duygusallığı çalışıyor mu, çalışmıyor mu? Bunu mutlaka bilmek lazımdır ki, karşımızdaki insanın insan olup olmadığını bilelim.

Kalbin canlılığı

Eğer bir insanın kalbin duygusal yönünü simgeleyen ve mânâya açılacağını bize açıkça gösterebilen vasıfları yoksa kalbi ya ölüdür ya mühürlenmiştir. Ölüyse hiç reaksiyon göstermez. Meselâ; bir insanın merhameti bitmişse… Bunlar dört tane önemli şeydir, vasıftır. Merhameti bitmişse, infâkı bitmişse, yani her nimeti başkalarıyla paylaşma duygusu bitmişse, heyecanı bitmişse, coşkusu olacak kesinlikle ki, o heyecanın mutlaka -heyecan denince hatıra mutlaka böyle bir fırduayen hadise hatıra geliyor. Öyle değil gözyaşıdır, gözyaşıdır heyecan! Eğer bir insan Allah ve Resulüne ve O’nun sevdikleri anıldığı zaman gözünden bir yaş geliyorsa onun gönlünde heyecan var demektir.

Eğer bir insan, Allah düşmanına nefret duymuyorsa gönlünde heyecan yok demektir. Binaenaleyh, kalbin canlılığını gösteren bu hadiselerin yanında iki tane de özellik artık onun yaşadığını, simgeleyecektir. Onlar da; “İmanla sevgidir.” Eğer bir kalp canlıysa mutlaka inanmak zorundadır, hem de gayba inanacak. Aramayacak çünkü kalbin fotoğraf çekmeye, bu dökümanları toplayıp da mantık yapmaya hâli yok. Çünkü kendisisini inkâr etmiş olur. Kalp öyle bir varlık ki; kendine çünkü gayb dediği şey kendisidir kalbin!

Gönlündeki gayba iman

Cenâb-ı Hakk gayba iman edin derken, “Gönlündeki gayba, gönlündeki sonsuzluğa bir iman et, Beni orada bulacaksın” diyor. Nitekim sûre-i İhlâs’ta Cenâb-ı Hakk kendi kendini tanımlarken, dördüncü âyet’te: Benim zıttım ve benzerim yoktur, diyor. “Velem yehu küllehu küfüven ehad.” Peki, nasıl tanıyacaksın Allah’ı sen? Zıttı ve benzeri olmayan şeyi ilmen bulman mümkün müdür, Mümkün değildir! Çünkü bütün ilim zıtlar ve benzerlikler üzerine kurulur. İlmin temeli budur çünkü. Ama Cenâb-ı Hakk benim benzerim ve zıddım yoktur diyor. Peki, nasıl bileceğiz derseniz, o kadar bir incelik getirmiştir ki! Çünkü Kuran’ın her kelimesi her harfi bir mucizedir! Bir sûre gönderiyor Cenâb-ı Hakk kendini tarif ediyor, üç satırlık sûre, sûre-i İhlâs. Allah kendini tarif ediyor, surenin ismi İhlâs! Hiç ilgisi yok, ihlâs ne demek, içtenlik demektir. Sûre-i İhlâs’ın hâşâ! İsmi sure-i tevhit olması lazım gelirdi mantıken, Allah birliyor orada kendisini çünkü ben Samed’im diyor, ben Ahad’ım, doğmadım, doğrulmadım diyor. Ama kesinlikle herkes bunun isminin sure-i tevhit olacağını zannediyor. Ama İhlâs diyor; İçtenlik! Ne demek bu? Allah kendini tarif ediyor: “Beni bilemezsiniz, Ben Samed’im bilemezsiniz, Ben Ahad’ım bilemezsiniz, Zıddım yoktur bilemezsiniz, Benzerim yoktur bilemezsiniz, Nasıl biliriz ya hu? İsmi var diyor. İsmine baksana! İhlâs içtenlikle bilirsiniz. İhlâs nerede olur, gönülde olur. Cenâb-ı Hakk kendisini tarif ettikten sonra kendisinin yerini söylüyor surede ismiyle. Böylesine ince bir nizampaj içerisine sokmuş kendisinin varlığını.

İşte Cenâb-ı Hakkın gönül üzerinde, kalp üzerindeki bizden beklediği, bizden istediği şey; işte maddesi, şu ihtişama bakın! Akıl sır erer mi? En ufak, en uzaktaki hücrenizin dahi içindedir bu madde! Bu nasıl sıradan bir madde telâkki edilebilirsin. İşte kalbin perdeleri! Bunun açılıp kapanması için bin tane, en aşağı elektronik beyin koymanız lazım o küçücük kalbe! Onu geçtiniz hadi duygu sistemi; bu duygu sistemini izah edeyim bakayım. Acı nedir, elem nedir, haz nedir? Bir şeyi gördüğü zaman o güzellik üzerindeki titreşimin nedir? Bütün fotoğraflara bakıyorsun, insan fotoğraflarına ama bir tanesi rastlıyor ki çarpılıp kalıyorsun. Nasıl izah edersin bunu, diyor Allah!

Bunları da açtı, ondan sonra da sonsuz boyutlarını açıyor. “Sen eğer sevgiyle ve imânla ayağa kalkarsan ben sana bu gönül perdesinden bütün evrenleri seyrettireceğim,” diyor. Bütün evrenleri seyrettireceğim ve onun sonsuz mekânlarında, mekânının bittiği yerde de “Ben varım” diyor Cenâb-ı Hakk. Şimdi kalbin bu muhteşem şeyinde, hani bir nevi hâşâ bize düşmez de Hilkat harikasıdır kalp! Maddesiyle hilkat harikasıdır, duygusallığıyla hilkat harikasıdır, mekânsızlığıyla büsbütün hilkat harikasıdır. Cenâb-ı Hakkın bu lütuflarında o kadar harikaların bir araya gelip de bir göğüs boşluğunda lütfen yerleştirdiği bu cihazı böyle bırakması mümkün mü, mümkün değil! Artık kalp kalplikten çıkmış. Tik-tak demez kalp! Yanlış yere öğretilmiş bir laftır. Kalbin atışını mikrofonlara bağlar alırsanız, mikrofonlardan dinlerseniz; Al-lah, Al-lah, Al-lah der. Kesinlikle tik-tak şeklinde değildir, tik-tak iki tane çiğ sestir. Kalp de çiğ ses yoktur. Yani kesikli metalik ses yoktur kalpte. İkinci ses, özellikle dikkat ederseniz, “hah” şeklindedir ki kesinlikle. Birinci seste, kesinlikle “Al-lah” “Al-lah” şeklindedir ve zikirde Allah derken eğer çok iyi bir zikir sistemi içerisine girip bunu senkronize edebilirseniz; tasavvuru hiç kimse ne kadar taş olursa olsun, o bu senkron şeyin altında, sedasının altında mutlaka şey eder, içindeki pislikleri atar kalbin, mânevi pisliklerini atar kalbin, bu bir…

İkincisi; hamd-ü senalar olsun, Cenâb-ı Hakkın nasip ettiği, kalbin demin ki söylediğim duygusal sistemi, mekânsız mekânlığının, bulunduğu geçiş noktası üzerindeki aurikulaların, sol aurikulaların üzerinde de Allah imzasını atmıştır.Kuran harfleriyle “Allah” yazmıştır. Bunu okuyup da yahut anlattıklarımıza da, bazı okuyucularımız içerisinde iyice göremeyenler var. Bunları size kitapta göstermek istiyorum. Hiç montajı sırasında en ufak bir muamele yapılmamış. Bakınız okun ucunda “elif” yani “A”… Ondan sonra iki tane yan yana “L L” yani lâm… Ve ondan sonra da “H” tam Kurandaki şeyleriyle, harfleriyle tam bir Allah imzası. (Bu yatık y (dil sürçmesi), bu Allah imzası bu et parçası gibi duran bu aurikuların üzerlerinde avuç içindeki çizgilerden daha derindir. Çünkü avuç içerisindeki çizgiler deri ile beraber biter. Hâlbuki aurikula üzerindeki bu çizgiler, aurikulanın sonuna kadar, et kısmına kadar geçer. Ancak bir ölü kalbine bakıldığı zaman üst üste çizgiler gelirse onları fark edememek, yani net olarak okumamak mümkündür. Tıpkı avucumuz buruştuğu zaman, avucumuzun çizgilerini göremediğimiz gibi. Bir ölü kalbini hafifçe gerip sol aurikulasına baktığınız zaman, kesinlikle Allah yazılıdır. Bunun inkârı mümkün değildir. Ancak bu kadar net bir mucizeye insanoğlu bu da olur mu diye şaşırdığı için bazıları inanmak istemiyorlar. İnkârlarından değil. Yani bu kadar net olarak açık imzayı hayalleri almıyor. Hâlbuki düşünmedikleri şey, Allah’ın girip misafir olduğu bir hanenin kapısına Allah imzasının atmasından daha net daha belirgin bir hadise yoktur.

Niçin Cenâb-ı Hakk bu sırrını asırlar boyunca ancak ehli olan bilmişte diğerleri bilememiş? Cenâb-ı Hakkın bir hikmetidir. Çünkü Cenâb-ı Hakk, Duhâ Sûresinde Efendimiz’e; Efendimiz’in üzülmesi dolayısıyla, “Benden sonra devr-i secâda gelecek, yani karanlık devirlerde gelecek müminlerin ne olacak” diye Cenâb-ı Hakka karşı niyâzları ve üzüntüsü sırasında Cenâb-ı Hakk O’na müjde verdi Dûha’da… Ne dedi? Merak etme Habibim, en karanlık gününe, en aydınlık güneş ânını… “Duha” en aydınlık güneş hâli demektir. Bir edeceğim, o karanlık günlerin içerisinde bütün sırlarımı, ilmi sırlarımı insanoğlunun gözünün önüne sereceğim, dedi. Artık Cenâb-ı Hakkın varlığı kalbin sonsuz boyutlarındaki, akıl almaz hikmetlerinin derinliklerine giderken… Artık fotoğrafını da gösteriyor imzasını Cenâb-ı Hakk! Hamd-ü senalar olsun ki, biz bu Dûha devrinde gelerek, Dûha’nın sırlarıyla beslenen bir kuşağın içerisinde bulunuyoruz.

Gençlerdeki gönül sırrı

Allah bu gönüldeki imzasıyla, sesiyle Allah diyen bu muhteşem sırrı yüzü suyu hürmetine; “Bütün Türk İslâm cemaatinin gençlerinin gönüllerinde; en derininden, en yüzeyine kadar bütün hikmetlerini, inşallah anlatacaktır. Gençlerdeki gönül sırrı bu noktadandır. Gencin gönlü mânâsıyla kirlenmemiştir. Dünyanın kaygusuyla, dünyanın ihtiraslarıyla batağa batmamıştır, yıpranmamıştır. Çünkü kalbin duygusal sistemi çok hassastır. Maddesi yetmiş sene de eskir ama manası on beş senede eskir. Eğer ona siz iman ışığı, sevgi suyu vermezseniz o çiçek solar. Bundan dolayı bir gencin kalbi iman ışığı ile, sevgisi ile devamlı diri kalmak hassası kazanır. Eskimiş, bir türlü rabbine yaklaşamamış… Hatta Allah’ı inkâr etmekte nerdeyse yarış yapmış insanların kalbi zaten buruşmuş ölmüştür. Onlar komadadır, onlarla yapılacak, tartışılacak bir iş yoktur. Onlar ister ibadet ediyor olsun, ister zındık olsun, ne olursa olsun, fark etmez. Çünkü Allah’ın yüce Kitabımız’da üzerinde israrla durduğu şey kalpteki faaliyet, kalpteki heyecan. Niçin yüce dinimizde şehitlik makbul sayılmıştır? Çünkü eğer yüreği canlıysa Allah için ölümü göze alır. Eğer yüreğinde kaygılar varsa, değil Allah için ölmeyi, beş kuruş vermeyi bile göze alamaz. Zekâtımdan ne çalarsam kâr diye düşünür. Onun için Cenâb-ı Hakkın kalp konusunda insana ayrıcalık tanıyan hususiyetinin olduğunu çok iyi bilmeliyiz.

“Eğer bir insan insansa kalbi olduğu için insandır. Beyni olduğu için insan değildir.”

Bu beyni küçümsemek değildir. Beynin nice güzel elektronik sistemleri vardır. Dünyada hiçbir âlimin, aklın yapamayacağı kadar kompitür nizamları, şifreleri vardır. Ama kalp onlardan o kadar süper üst düzeydedir ki, Kalp dediğiniz zaman durur.Beynin fonksiyonları Allah’a götürmez insanı ama kalbin fonksiyonları Allah’a götürür insanı.

Yaratıcının insanı muhatap sayması, Sûre-i Rahman’da: Ben insanı bana beyanda bulunsun diye yarattığımın sırrı, gönlüyle beyanda bulunsundur. Hiç bir varlığa, hiç bir mahlûka beyanda bulunma sırrını istememiştir Cenâb-ı Hakk.Cinlerini de yaratmıştır, daha birçoğunu bilmediğimiz âlemlerin birçok varlıklar yaratmış. Ama bunlara beyanda bulunsun, beni bana tanıtsın, hâşâ beni bana tanıdığını anlatsın. Beni gördüğünü söylesin, demek istiyor Cenâb-ı Hakk ki, bu ancak kalp dediğimiz, akıl fikir ermez süper aletin vasıtasıyla yapılır. Ama bu kalbi körleterek, insanım deyip ben Allah’ı anlayacağım, Allah’ı bileceğim demek nerdeyse mümkün değildir.

TÜRK MİLLETİNİN AYRICALIĞI

Türk Milletinin ayrıcalığı, Türk İslâm cemaati dediğimiz zaman bunlara saydığımız ayrıcalığın büyük hususiyeti işte gelir buraya toplanır. Çünkü gönlü sağlıklı olan, heyecanını, imanını icabında başını dininin önüne koyacak bir kavimdir, Türk kavmi. Ve bundan dolayı Allah bu kavme çok özel muamele yapmaktadır. Bizdeki bu inceliği anlamak için, topraklarımıza Allah’ın bir lütfü hediyesi olan Veysel Karani Hz.lerinin öyküsünü hatırlamak kâfidir. Çünkü Veysel Karani Hazretleri Efendimiz’e ne kadar uzakta Yemen’de, hiç görmeden O’nun sevdasını aynen yaşayabilmiş ve hafız olmuş bir Zât’tır. O zamanın teknolojisini, radyosunu, eğitimini nakilleri hesap edin. Birde Efendimiz’i görmeden âşık olmanın, hafız olmanın sırrını düşünmeye çalışın! Bunu beyinle, insan hafızasıyla bulmak mümkün değildir. Ancak, “Gönül penceresinden seyredilmiş bir hadisedir.” Ve bu sebepledir ki, Veysel Karani Hazretleri seksen yaşında gelip şehit olmuştur. Deminki söylediğim, başı dinine koyma olayını, fonksiyonunu yaşamıştır.

Bu özelliğin Türk Milletine yansıması ise, Kerbelâ’daki bir olayla paralel gitmiştir. Kerbelâ’da Hz. Hüseyin’in 9 Muharremde huzuruna gelen 7 Türk atlısı Hz. Hüseyin’e; “Biz seni kurtaracağız, sen peygamber torunu değil misin, diye müracaatta bulundukları zaman, Hz. Hüseyin Efendimiz:

“Bu kalabalığın içinde, bu karşı tarafın o melun askerlerini göstererek, nasıl götürürsünüz” dediği zaman. Savaş bizim sanatımız, seni götürürüz, dediler.

Çünkü gönülden istiyor, çünkü gönlün feth edemeyeceği bir dava yok! Çünkü gönlün çözemeyeceği bir hadise yok. Bu hadise üzerine Hz. Hüseyin Efendimiz demiştir ki; “Çok güzel bir mesaj almışsınız ancak bir zaman şeyiniz var, inhirafınız var. Kurtaracak olanınız ben değilim, oğlum Zeynel Abidin’dir, demiştir. O da üç buçuk yaşında o zaman, susuzluktan komaya girmiş, beni yarın şehit edecekler. Oğlumu da öldü sanıp bırakacaklar. Bütün erkek soyumu kılıçtan geçirecekler, siz bunu götürün, demiş. Onlarda hay hay emriniz başımız üzerine demişler. Atlarını bir tepenin etrafında saklanmak üzere yollanırken atlarıyla…

Hz. Hüseyin Efendimiz elini açmış; “Yarabbi! Bu yedi atlı için yedi tane Millet ver,” diye dua etmiştir.

Ki bugün işte, Dûha sırrı içerisinde yaşadığımız hikmetlerden bir tanesi; başta bizim Anadolu’daki Türk Cumhuriyetimiz olmak üzere etrafında altı tane, bir dev şerrin yıkılmasıyla doğan devletler… Bu mucizevî duanın ve gönülden gönüle yansıyan esrarın, söylediklerimizi çok iyi ispat eden bir vesikasıdır. Yoksa altı tane Türk devletinin aynı yörelerde yaşamasına rağmen lisanlarındaki ufak tefek farklılıklar, aralarındaki hudutlar, izah etmek mümkün değildir. Hep Hz. Hüseyin Efendimiz’in gönlünden yapılan duanın, sonsuz Ledûn âleminden levh-i mahfuz’a geçmesi, levh-i mahfuz’dan fiili haritalara dökülmesinden ibarettir. Ve bu haritalar Ahmet Yesevi hazretleri tarafından bin sene evvel çizilmiştir. Dokuz yüz sene öncesinden çizilmiştir.

Kazakistan’ın sınırları, Türkmenistan’ın sınırları, Ahmet Yesevi hazretleri bin yıl önce çizmiştir, levh-i mahvuz’a yansıyan bu gönül hikmetinden. Eğer gönlü, kalbi bu ölçüler içerisinde anlarsak, insanı işte, Türk İslâm insanının niçin bu davayı bin sene içinde, bütün dünyanın üzerine gelmesine rağmen eline bu meşaleyi tutabilmenin hikmetini anlarız.

Bu bir gönül meselesidir. Eğer mantıkla, akılla olsaydı bu dava çoktan biterdi; eğer Türk İslâm cemaatinin gönlü açık olmasaydı, kalpleri canlı olmasaydı, bu davayı çoktan götürürlerdi. Dünyanın topluca üzerine saldırdığı, bütün şerlerin üzerine saldırdığı bir davayı elinde tutabilmişse inandığı gönlün kudretinden ve o gönüldeki sıcak cereyanın sayesindedir. Ve bu cereyan bugün çağımızda bir meşale halinde, bir nûr halinde doğmuştur.

Artık bir düşünce hayal temenni âleminden çıkmış ve Cenâb-ı Hakkın gönüllerine bakarak özel bir mevkii verdiği Türk İslâm cemaati hem kendi yörelerindeki İslâm dünyasının ışığı olacaktır, olmuştur. Hem de bütün dünyaya ışık tutacaktır. Çünkü hakikatların örtülmesi, hakikatların boğulması aslında, insanların boğulması, insanlığın boğulması demektir.

İslâm düşmanı olmak, İslâm’ı sevmemek gibi bir takım insanlar dahi hayat hakkını mutlaka bu cemaat yüzü suyu hürmetine kendilerine verildiğini anlayacaklardır. Ve bu perde perde hadiseler o kadar net olarak göstereceklerdir ki, kendi elleriyle bu yedi Türk devletini yaşatmak, Türk İslâm cemaatine güç vermek zevkine varacaklardır. Çünkü verdikleri güç aslında kendi istikbalidir.

Dünya medeniyeti eğer bir süre daha sürecekse, kıyamete kadar medeni bir halde insanlar yaşama şansını bulacaklarsa, Türk İslâm cemaatin sağlıklı olmasına bağlıdır bu! Eğer Türk İslâm cemaatin sağlığına kast edecek bir takım davranışlarda bulunurlarsa, kıyamete kadar arz devam eder ama perişan halde devam ederler. Kendilerini perişan ederler. Çünkü nasıl ki bir vücut kendi kalbini tahrip etmek üzere bir takım kimyasal maddeler çıkarırsa kalp durur ama kendisi daha evvel ölür. Bunu çok iyi hissetmesi lazım. Dünyanın da kalbi bir anlamda bu cemaatin varlığıdır. Allah dediği zaman gözünden yaş gelen, Allah uğrunda başını koymuş bu cemaatin varlığıdır. Bundan dolayı gönlü anlamak demek; Türk İslâm cemaatini anlamak demek… Topluca elbette Müslüman’ı anlamak demek… Daha ötesinde de insanı anlamak demektir.

GÖNLÜ YAŞIYORSA İNSAN VARDIR

Eğer insanlar kendilerini beyinden ibaret sayarlarsa, bu beyinden ibaret saydıkları insanı sonunda götürürler, ya uzay safsataları içerisinde bir varlık sayarlar, Veyahut evrimdeki masallara kendilerini köpekten geldi sayarlar.

Ama gönlü varsa, gönlü yaşıyorsa kesinlikle bu insan vardır. Bu insan vardır ve insandır. Allah’a muhataptır. Allah’ın yüce güzelliğini seyreden, Allah güzelliklerini rahatlıkla hissedebilen karşılıklı bir alışverişin, akıl almaz güzelliklerin tekrar tekrar tekrarıdır. Fahr-i Kâinat Efendimiz’in özel sırrıyla, bu sırrın Kerbelâ’dan, Türk İslâm cemaatinin gönlüne yansımasıyla meydana gelen, bu akıl almaz mucizeleri bütün gençlerimizin gönüllerinde taşımasını ve Türk cemaatin gençlerini kalbi anlayarak… Kalpteki bütün kuvvetlerin yeryüzünün bütün maddi kuvvetlerinin çok üstünde olduğunu sezerek… hem zihinsel mücadelelerini hem de insanlığa hizmetlerini hem de imanlarına sımsıkı sarılarak… Onu korumakta bir ateş çemberi oluşturmalarını temenni ediyorum. Allah bütün Türk İslâm cemaatine hayırlı günler ve güzel başarılar sağlasın. İnşallah Allah sedasının, ezan sedasının koruyucuları ve muhafızı olarak bina ettiği bu gençleri payidar etsin. Sadakallah’ül âzîm…

Dr. Haluk Nurbaki – nurbakimektebi.com

İradeyi Güçlendirmenin Yolları Nelerdir?

Bir gemi için dümen ne ise, insan için irade odur. İnsan irade ile devamlı beyne mesajlar gönderir. Beyin net mesajlar ister. Kararsızlık insanı ruhen zayıflatır.

Bir ordu komutanı askerlerine, “Şöyle yapsanız herhalde iyi olur.” ; “Sanıyorum şöyle yapmanız gerekiyor” gibi ifadeler kullansa kimseyi harekete geçiremez.

Başarılı bir komutan, net ifadelerle emir ve direktiflerini verir. Onun gibi, “Bugün şu kitabı okusam herhalde iyi olur.” “Sanıyorum ders çalışmam gerekiyor”tarzında kararlar alan birisi hedefe varamaz. “Mutlaka okumalıyım, çalışmalıyım”diyen birisi ise, adım adım hedefine ulaşır.

İnsanın fiilleri meyillerden doğar. Meyiller ise; akıl, duyu organları ve latifelerle beslenir. İnsandan güzel fiillerin meydana gelmesi, bütün bunların irade dümeni ile güzel şeylere yönlendirilmesiyle mümkündür. Mesela, diğer gün zor bir imtihanı olan talebe, “mutlaka başarmalıyım” diye başarıya doğru meyleder. Bu meyil, onu çalışmaya sevk eder. Kendisi ders çalışırken dışarıda oyun oynayan arkadaşlarını görse bile, iradesi buna engel olur, oyunu en azından imtihan sonrasına erteletir.
“Sabah saat beşte uyanmalıyım” diyen birisi, saatini kurmasa bile o vakitte uyanır. Saatini sabah beşe kuran, fakat iradesini buna yönlendirmeyen ise, çalan saati duymayacaktır.
Kuvvetli bir evlenme isteği içinde olan bir genç, aklının öne sürdüğü “bak, daha okuyorsun. Bir ev geçindiremezsin” gibi gerekçeleri dinler, evliliğini tehir eder. İmanlı birisiyse, nefse hakimiyet için oruç tutar, hayalen dahi olsa, müstehcen görüntülerden kaçınır. Eğer dini bir terbiye almamışsa, o kuvvetli evlenme meyli, onu gayr-i meşru yollara sevk eder.
Alışkanlıklar zamanla insan kalbinin derinliklerine kök salar. Öyle ki, kişi istese bile iradesini isteği dışında kullanır.
İlim zekaya, amel iradeye bakar. Sadece ilmi terbiye gören birisi, amelde çok falso yapabilir. Sözgelimi, sigara içen hemen herkes bunun zararlı olduğunu bilir. Fakat o sigarayı bırakmak, sadece ilim işi olmadığından, ancak kuvvetli bir irade gösterebilenler bırakmakta başarılı olurlar.
, sadece ilmin yetmediğini beyan sadedinde şunu ders verir:
“Onlara o herifin kıssasını oku ki, ona ayetlerimizi sunmuştuk da, o onlardan sıyrıldı çıktı. Derken onu şeytan arkasına taktı da, sapkınlardan oldu. Eğer dileseydik biz onu o ayetlerle yükseltirdik. Lakin o, yere (süfli şeylere) saplandı ve hevasının ardına düştü. Artık onun meseli, o köpeğin meseline benzer ki, üzerine varsan dilini sarkıtır solur, bıraksan yine dilini sarkıtır, solur. İşte bu, ayetlerimizi yalanlayan kimselerin meselidir.” (A’raf Suresi, 7/175,176)
Ayet, ilminin hilafına amel eden kötü alimi anlatmaktadır. Böylelerinin dalalete düşmesi bilmemekten değil, irade terbiyesinin olmayışındandır.
İslamiyet, insanları başıboş bırakmaz, onları yönlendirir. “Şu haramdır, uzak dur! Bu helaldir, istifade et!” der. Bu yönden baktığımızda, irade eğitiminin esasının dindarlık olduğunu söyleyebiliriz. Dine kuvvetli inanan birisi, iradesini dinin gösterdiği esaslar doğrultusunda kullanır, haramdan kaçar, helalden yararlanır. Dini bir terbiye almayan birisi ise, iradesinin dizginini nefis ve şeytana verir. Nefis ve şeytan, böyle kişilerin iradelerini şehvet tarlalarına, isyan bataklıklarına yönlendirir.
AA

Mehdinin üç vazifesi

Bediüzzaman, mehdinin vazifelerini iman hayat şeriat olarak sıralar. Üç vazife, hayatın bütün dairelerini ilgilendirir.

Kalb dairesi merkez, muharrik ve murakıptır. Bu daire kişinin kalb dairesi iken, cemaatin kalb dairesi meşveret heyeti, köyün ihtiyar heyeti, il ve ilçenin encümen, devletin millet meclisidir. İşte bu kalb dairesindekileri de, bunlara bağlı olan dışarıdakileri de bekleyen ve sorumlu kılan iman hayat Şeriat vazifesi her makamda söz konusudur.

Her daire ve makamın muhatabı evvela imanını muhkem hâle getirmelidir. Tahkim edilen iman hayata intikal ettirilip yaşanılır olmalı. Bu öyle olmalı ki İslâm’ın emir ve yasakları manzumesi olan Şeriatın en dar daireden en geniş dairede hükümranlığı sağlanmalıdır.

İnsanın kalbi dünyası nefs-i emmarenin vesveselerinden arındırılması imanın sağlam temelli olmasıyla mümkündür. Sağlam temel üzerine inşa edilen duvarlar takva ile muhafaza edilip, amel-i salih ile tezyin edilmelidir. Bütün bunlara ruh olan ihlâsın devamı için; rabıta-i mevti iyi anlayıp, şirk-i hafiye yol açan beğeni peşindeki riyadan kurtulup, maddî ve uhrevî menfaate takılmayıp, hılletteki tefânî sırrının yaşandığı büyük havuzun içerisinde erimekle mümkündür. Sağlam ve samimi iman, kişinin özel hayatını tanzimde amir olmalıdır. Emir ve yasaklarla düzenlenen hayat en yakınındaki eş ve evladına, dost ve arkadaşlarına numune olan tebliğ tarzını oluşturur.

Sorumluluk makamındaki heyetin iman, hayat ve Şeriat konusunda bekleyen özel genel anlamda vazifeleri var. Bu heyetin her bir ferdi kişisel âlemindeki kalb dairesinde iman, hayat ve Şeriat konulu vazifesini icra ederken bulunduğu makamdaki şahsiyet noktasında da iman hayat ve Şeriat bağlamında vazifeleri vardır. Makamlar karıştırılmadan ve her makamın şartları gereği icra edilmesi gereken üç vazife en ciddi ve başkalarının da sorumluluğunu üstlenen bir şuurla yapılmalıdır.

Zerratı günahkârlardan mürekkep bir hükümetin masum olamayacağı gerçeğinden hareketle üç vazifenin yapımında muhtemel arızalar çıkacaktır. İşte bunun için en temeldeki iman hizmeti vazifesi diğerlerine göre daha fazla önemlidir. Yapı taşlarının sağlam hale getirilmesi inşanın sıhhatini artırmasından hareketle iman hizmeti zinde, etkili ve devamlı olmalıdır.

Üç vazifeyi kucaklayan hakikat ve uhuvvet konusu iyi kavranmalıdır. Üç vazifede tecelli ve tezahür için saklı bulunan hakikat, kâşiflerini beklerken, sarmal bir gerçek olan uhuvvet de kâşifleri beklemektedir.

Tohumun çatlayıp aşağı yukarı filiz attığı yer kalb dairesidir.  Enfüsî manada esma ve sıfat-ı İlâhinin tecelli ve tezahürü hakikatleri kalben tezekkür edilirken afakî âlemdeki ufukları kucaklayan tahayyüle dayanan gerçekleri de aklen tefekkürün ana direği yine de kalb dairesidir ki duruşunu oradan alır.

Şimdi mehdinin üç vazifesini üstlenen ve her an şahs-ı maneviyi bekleyen üç mühim vazifenin motorize gücünü iman hizmetinden alması gerektiği gerçeğiyle sıradaki diğer hizmetlere makamı gereği ve kadarı bakmak, ilgilenmek unutulmaması gereken, beni/bizi bekleyen bir başka vazife olsa gerektir.

Mehdinin şahs-ı manevisinin birer azası olan-inşaallah- ben/biz bu üç vazifenin yerine getirilmesinde fert, cemaat ve cemiyet olarak anlayış ve yaklaşımımızı bir daha gözden geçirilmesi temennisiyle…

Mehmet Çetin

Organlar da Konuşur!

Artık dayanamıyorum, dedi göz. Günde altı-yedi saat TV seyrediyor. TV’den gelen radyasyon retina tabakamdaki koni hücrelerini mahvetti. Ya kirpiklerim, yıkanmadığından mikroplarla doldu, arpacık hastalığına teslim oldum.

Kulak lâfa girdi.

Ya ben? Şehrin gürültüsü gibi 100 desibelin üzerindeki metalik gıcırtılarla titreşmekten genç yaşta ihtiyarladım. Oysa zarım, orta kulak kemikçiklerim ve korti organım 20-60 desibele ayarlı.

Direnecek gücüm kalmadı.

Kısık kısık öksürükler akciğerlerin homurtusu duyuldu:

Bir de bana sorun arkadaşlar halimi. Sahibimiz günde iki paket sigara içiyor. İncecik nazik zarlarla yapılmış alveollerim, soba borusu gibi simsiyah kurumlarla kaplandı. Nefes alamıyorum, boğulmak üzereyim.

Yanık kokuları sala sala deri geldi:

Ah kardeşlerim, ya benim derdim. Güzellik uğruna her yaz kızgın güneşlerin altında saatlerce kavruluyorum, neredeyse kansere yakalanacağım.

Dil söylenmeye başladı:

Yedikleri, içtikleri şeyleri hiç sormayın. En asitli koladan, bin bir çeşit alkollü içkiye kadar beni mahvedecek ve sizleri de öldürecek ne varsa içiyor. Üstelik abur-cubur yiyip komşum dişleri de fırçalamıyor bile. Bakteri yuvasına döndük.

Kokuyoruz.

Kaşına kaşına ayaklar lafa girdi:

Bütün gün üzerimde şişman birini taşımak ne demek, bana sorun. Üstelik tırnaklarım yıkanmadığından pislik ve mikrop dolu. Mantar hastalığı çekiyorum. Kaşınmaktan yara bere içinde kaldım. Yeter artık.

Beyin konuşmalara katıldı:

Tefekkür için, Yaratan’ı (cc) bulmak, tanımak için, O’nun rahmetini, şefkatini, güzelliğini ve diğer isimlerini, kâinatta harf harf söküp okumak için yaratılmıştım. Sizler de bana bu konuda yardımcı olacaktınız. Oysaki yalana, düzenbazlığa, kurnazlıklarla haram yollarda menfaat peşinde koşmaya harcandım. Hakkımı istiyorum.

En sonunda kalp, manevi boyutuyla birlikte, ağır ağır adımlarla yanlarına geldi:

Hepiniz haklısınız. Ama bir de beni dinleyin.

Ben manevi yönümle, sonsuza kanatlanıp uçmak için yaratıldım. Rabbimize aşık olmak için varım. Bunun için kâinatı, Yaratan’dan dolayı her şeyiyle sevebilecek kapasitedeyim. Yaratan’a kul olma makamının başında ben gelirim. Ben bir çekirdeğim.Büyüyüp kocaman bir ağaç olabilirdim ki o ağacın kökü iman, gövdesi sevgi, meyvesi Yaratan’a kul olmaktır. Bir de şu halime bakın. Mala, mülke, cismani zevklere harcandım. Kula kul oldum. Yalancı sevdaların peşinde perişan oldum. Maddi boyutumda ise, yanlış beslenme, sigara ve tembellik yüzünden koroner damarlarım tıkandı, artık yaşamak istemiyorum.

Bütün organlar ayaklanmıştı, sesleri giderek yükseliyordu ki pürtelaş önsezi koşarak geldi. Arkadaşlar, koca bir kâinat dolusu kızgın kalabalık buraya doğru geliyor. Aralarında kimler yok ki? Etini, sütünü veren koyundan, bir kilo bal için on binlerce çiçek dolaşan arıya, fotosentezle çamurlu bir suyu bir bir kimyevi işlemden geçirip elma, incir, üzüm yapan ağaçlara, bir lamba gibi hiç durmadan yanarak dünyayı aydınlatan güneşe kadar, karıncadan yıldızlara bütün varlıklar bir ordu gibi buraya geliyorlar. Kızgın ve öfkeli, haklarını almak için geliyorlar. Bize katılacaklarmış.

Bu haber üzerine bütün organlar sahiplerini Rablerine (cc) şikâyete karar vermişti ki yollarını gözleri yaşlarla dolu ümit kesiverdi.

Durun kardeşlerim. Biraz daha sabredelim. Şikâyetimizi geleceği kesin olan âhiret gününe saklayalım. Belki bu süre içinde sahibimiz pişman olur, kul olduğunu hatırlar. Müslümanca yaşayıp tövbe eder.

Evet, bu hikâyenin sonu nasıl biter bilinmez, ama bilinen bir şey varsa o da hepimizin verilen nimetlerden teker teker sorulacağı.

Yüce Allah utandırmasın.

Ayşegül Aygün