Etiket arşivi: kalp

Vicdan ve Nefis

İnsanın mânevî cephesini de maddî cephesini de ayrı birer mekanizma şeklinde ele almak ve öyle değerlendirmek gerekir. İsterseniz bunlardan, mânevî olana vicdan mekanizması, diğerine de nefis mekanizması diyebiliriz.

Kalb, ruh, sır, hafî, ahfâ âlem-i emre ait Rabbanî latîfeler, irade, idrak, şuur, his ve duygular vicdan mekanizmasını meydana getirirken; her türlü şehevî arzu, istek ve kaprisler, kin, nefret, öfke, inat gibi belli hikmet ve gayeler için insana verilen duygular da, nefis mekanizmasını meydana getirirler.

Bu iki mekanizma âdeta hep birbirinin aleyhine işler. Şu kadar var ki, vicdan mekanizmasının galebesi halinde, nefis mekanizması da müsbete dönüşür ve insanın yücelip yükselmesine hizmet eden bir mekanizma hâline gelir.

Her hafta Cumartesi günleri devam eden Keşan Risale derslerine Abdülhamid Oruç Hoca konuk oldu. Devamını hep birlikte izleyelim…

Hikmet Nedir? Ne Faydası Var?

Hikmet; ilim, sır, gaye, fayda, adalet, felsefe demektir. Ayrıca hikmet, kâinatı ve ondaki varlıkların yaratılış gayesini ve faydalarını bilmek gibi manalara gelir.

Hikmet; Kur’an-ı Kerim, ilim, fıkıh, ilm-i ledünni, nübüvvet, din ve dünyanın salahı, “İlahi emirlerin faydasını anlama”, güzel fiilleri meydana getirme melekesi, “ahlak-ı ilahiyye ile ahlaklanma” ve “müktezayı hale göre hareket etmektir.” Başka bir ifadeyle hikmet, “Hakkı hak bilip ittiba etmek ve batılı batıl bilip ondan sakınmaktır.”

Hikmet, her türlü aşırılıktan uzak durarak sırat-ı müstakim üzere yaşamaktır.

Kur’an-ı Kerim’de hikmet kelimesi bir kaç manada kullanılmıştır. Bir ayette mealen şöyle buyrulur: “Allahın üzerinizdeki nimeti ve size öğüt vermek için indirdiği kitabı ve ondaki hikmeti düşün. “1 Bu ayetteki hikmet, nasihat ve öğüt manasındadır.

Başka bir ayette ise şöyle buyrulur: “Andolsun biz, Lokmana hikmet verdik” 2 Burada geçen hikmet, “derin anlayış, Kur’an’ın sırlarına vukufiyet, tefekkür ve ilim” manasındadır.

Bir başka ayette ise: “Allah(c.c.) Davud’a saltanat ve hikmet verdi.”3 Burada ifade buyrulan hikmet kelimesi ise peygamberlik manasındadır.

Yine bir başka ayette de şöyle buyrulur: “ Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona çokça hayır verilmiş demektir. Bunu ancak akıl sahipleri anlar.” 4 Bu ayette geçen hikmet kelimesi de Kur’an’ın inceliklerini ve sırlarını anlama manasınadır. Hikmetin ehemmiyetini ve onu hangi zatların takdir edebileceğini gösterir.

Merhum Ömer Nasuhi Bilmen bu ayetin tefsirinde şöyle der: “Allah Teala, kullarından dilediğine güzel amele karşılık olan ilim verir, hakaik-ı eşyaya vukuf verir. Evamir-i ilahiyenin faidelerini, gayelerini anlayabilecek istidad verir ve fazilet ihsan buyurur. Böyle kimse pek mesuttur ve pek büyük bir lütf-u ilahiye naildir. Ebedî selamet ve saadete namzet bulunmuş olur. Bunun bir muazzam mevhibe-i ilahiye olduğunu takdir ederek vazife-i ubudiyetlerini kemali şevk ile, bir latif hiss-i şükran ile ifaya çalışır dururlar. Ne büyük muvaffakiyet!”5

Bazı müfessirler de Kur’an-ı Kerim’in bazı ayetlerinde geçen hikmet kelimesini sünnet olarak tefsir etmişler. “Kitap ve hikmeti onlara öğretir.” 6 Burada zikredilen kitaptan maksat Kur’an, hikmetten maksat ise sünnettir. Zira, Hz. Peygamber (s.a.v) hikmet sahibiydi. Onun her sözünde ve fiilinde bir incelik ve mana vardı. O az sözle çok derin ve engin manaları ifade ederdi. Hakka uymayan söz ve fiil sudur etmezdi. Hazret-i Peygamber (s.a.v) “(Ey Muhammed) Sen (insanları) rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütlerle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.”7 ayet-i kerimesine kemal derecede mazhar olmuş ve İslamın neşir ve ilan edilmesinde en büyük esas olan tebliği, hikmetle yerine getirmiştir. O’nun varisi olan ümmetinin de bu mazhariyete nail olması iktiza eder. Böylece diğer ümmetlerin haiz olmadığı yüksek bir dereceye ulaşılmış olur.

İslam âlimleri, “Hikmet; faydalı ilim ve salih ameldir.” diye tarif etmişlerdir. Diğer bir ifadeyle hikmet, “eşyanın hakikatlerine olduğu gibi vakıf olmak ve onun muktezasıyla amel etmektir.” Nitekim Peygamber Efendimiz “Yarabbi! Bana eşyanın mahiyetini bildir.” diye dua etmişlerdir. Avrupalı bir mütefekkir, “O zattan başka hiç bir kimse böyle bir sözü söylememiş, böyle bir niyazda bulunmamıştır.” demiştir.

Hikmet bir nurdur ki, hak ile batılı ve hayır ile şerri birbirinden tefrik eder. O öyle faydalı bir ilimdir ki, insanı, salih amellerle Cenab- Hakk’a yaklaştırır. O’nun sevgisine ve rızasına mazhar eder. Allah’tan hakkıyla korkup, yasaklarından sakındırır. Zira, “hikmetin başı Allah korkusudur.”

Allah’tan korkmak insanı her türlü kötülük, zarar ve günahtan muhafaza eder ve ebedi saadetin kazanılmasına vesile olur. Günahlardan kaçınıp, dinin emirlerini yerine getiren bir insan, imanını bu tehlikeden koruduğu gibi, Allah katında da insanların en çok ikram edileni ve en sevgilisi olur. Bir insanın Allah’tan korkması ve akibetinden endişe etmesi yaratılışın ve aklın gereğidir.

Allah’tan korkmanın birçok mertebesi vardır. En aşağı mertebesi, küfürden sakınmak, vasat mertebesi günahlardan sakınmak ve en yüksek mertebesi de Cenab-ı Hakk’ın muhabbet ve marifetine mani olacak her şeyden kalbi muhafaza etmektir.

Her hikmet, güzellik ve iyilik Allah korkusundan meydana gelir. İnsanlara fazilet hissini veren Allah korkusudur. Cenab-ı Hak kendisinden korkanı sever ve kendisinden hakkıyla korkanı korkutmaz. Allah korkusu insanları bütün dalaletlerden, tehlikelerden ve nice afetlerden kurtararak sırat-ı müstakime götürür ve insanın aklına nur ve rehber olur.

Hikmet eşyanın hakikat ve mahiyetini idrak etmektir. İlimlerin menbaı ve bütün faziletlerin kaynağı hikmettir. Dünyevi ve uhrevi saadetlerin, maddi ve manevi nimetlerin vesilesidir. Cehaletle ölmüş kalpleri dirilten ve onları ihya eden hikmettir. Hikmet, dünyevi ve uhrevi maksatları anlayıp ikisini beraber yürütmek ve o nisbette tarakki ve tekamül etmektir.

İnsan hikmet ve felsefenin takip ettiği yolu dikkatli incelerse görür ki, hikmetin asıl gayesi vahdaniyet-i İlahiyeyi delil ve hüccetlerle ispattan başka bir şey değildir. Evet, hikmetin gayesi ve neticesi teslis değil, tevhiddir.

Cenab-ı Hakk’a isnad olunan hikmetten murat ise, O’nun ilim ve kudretinin, şefkat ve merhametinin sonsuz olması, abes hiç bir şey yaratmaması ve yarattığı her şeyde binler fayda ve maslahat bulunmasıdır. Zira, bütün eşyayı mahiyetiyle, hakikatıyla, vazife ve gayeleriyle bilen Cenab-ı Hak’tır. Öyle ise, mutlak hikmet sahibi ancak O’dur.

Merhum Hamdi Yazır da; “Hem ilim, hem amel-i salih, hikmetin esası ve temelidir.” demiştir.

Evet, ilimsiz amel, faydalı da olsa hikmete muvafık olmayacağı gibi, amelsiz ilim de ne kadar cazip ve faydalı olursa olsun hikmet ismini alamaz. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v), “Allah’ım! Faydası olmayan ilimden sana sığınırım.” diye buyurmuştur. Ulum-u akliye ve ulum-u nakliye olarak ikiye ayrılan ilimlerin bir arada cem olmasına hikmet denilir. Bunlar birbirinden ayrıldıkları zaman letafetlerini kaybederler. Zira birini ihmal edip, diğeri ile iktifa etmek, hikmete zıttır.

Hükema ise; “hikmet, alemin ahvalini derinden derine tefekkür etmektir.” demişlerdir.

Avrupa hükemasından Yufro ve taraftarları da “ hikmet, hakikatı henüz taayyün etmemiş bir sırdır. Eğer taayün etmiş olsa idi, hükema adedince hikmet olmazdı. Yani birden fazla hikmet bulunmazdı.” demişlerdir.

Felsefe ve hikmetin hakikatini anlayan Yunan mektebinin reisi olan Talis adlı bir feylesof da, “ Bu alem bidayetten ve nihayetten münezzeh olan bir Sânii Hakim’in eseridir.” diyerek Cenab-ı Hakk’ın ezeli ve ebedi olduğunu ifade etmiştir.

Şunu da ifade edelim ki, bütün bu hükema ve feylesofların fikir ve düşünceleri insanın hakiki saadet ve selameti adına ciddi ve sağlam bir yol ortaya koyup, onları irşat edememişlerdir. Bunun içindir ki, Avrupalı bir fikir adamı şöyle der: “Ben bir çok hükemanın fikirlerine müracaat ettim ve bir çok eserlerini tetkik edip okudum, ancak cümlesini anlamakta aciz kaldım. Zira onlar birbirinin görüş ve iddialarını çürütüp, kendi fikrinin doğruluğunda ısrar eden dayanaksız ve cahil bir topluluk olarak gördüm. Bütününün delil ve düşüncelerinin fasid olduğunu anladım. Baktım ki, hepsi kendi dava ve şöhreti namına doğruyu söylemiyor. Felsefeciler iyi bilsinler ki, ruy-i zemini tenvir ve ihya eden kendi hikmetleri değil, hak din olan İslamiyettir.”

Sokrat da “feylesoflar aldanmışlardır, his ve zevkler de bizi aldatır.”8 diyerek, bunların bir noktada ittifak etmediklerini ifade etmiştir.

Felsefe hep ihtimaller üzerine hareket eder. Çünkü menbaı akıl ve fikirdir. Herkes kendi aklı ile hareket etmiş, kendi ilmini kafi görmüş, birbirlerini tekzip ve fikirlerini çürütmekle meşgul olmuşlardır. Bu bakımdan felsefeciler, tarih boyunca bir noktada ittifak edememişlerdir. Sadece akıl ile hareket edenler, hadiselerin iç yüzünü, necat yolunu, ahiret alemini bilemezler ve bilemediler de. Demek ki akıl, tek başına hakim olamaz ve daima sırat-ı müstakimde yürüyemez.

Bediüzzaman Hazretleri Kur’an ve felsefenin mukayesesini şu orijinal cümleleri ile şöyle ifade eder:

Felsefenin talebesi, “Her menfaatli şeyi kendine “Rab” tanır. Hem o dinsiz şakird, mütemerrid ve muanniddir. Fakat bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir.

Amma hikmet-i Kur’anın hâlis tilmizi ise; bir abd’dir. Fakat a’zam-ı mahlukata da ibadete tenezzül etmez. Hem cennet gibi a’zam-ı menfaat olan bir şeyi, gaye-i ibadet kabul etmez bir abd-i azizdir. Hem hakikî tilmizi mütevazidir; selim, halimdir. Fakat Fâtırının gayrına, daire-i izni haricinde ihtiyarıyla tezellüle tenezzül etmez. Hem fakir ve zaîftir, fakr ve za’fını bilir. Fakat onun Mâlik-i Kerim’i, ona iddihar ettiği uhrevî servet ile müstağnidir ve Seyyidinin nihayetsiz kudretine istinad ettiği için kavîdir. Hem yalnız livechillah, rıza-i İlahî için, fazilet için amel eder, çalışır… İşte iki hikmetin verdiği terbiye, iki tilmizin müvazenesiyle anlaşılır.

Amma hikmet-i felsefe ise, hayat-ı içtimaiyede nokta-i istinadı, “kuvvet” kabul eder. Hedefi, “menfaat” bilir. Düstur-u hayatı, “cidal” tanır.

Amma hikmet-i Kur’aniye ise, nokta-i istinadı, kuvvete bedel “hakk”ı kabul eder. Gayede menfaate bedel, “fazilet ve rıza-yı İlahî”yi kabul eder. Hayatta düstur-u cidal yerine, “düstur-u teavün”ü esas tutar. Hakkın şe’ni, ittifaktır. Faziletin şe’ni, tesanüddür. Düstur-u teavünün şe’ni, birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin şe’ni, uhuvvettir, incizabdır. Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemalâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, saadet-i dareyndir.”

Hikmeti, nazari ve ameli olarak iki kısma ayıranlar da olmuştur.

Nazari hikmet; kâinatta cereyan eden ilahi kanunları ( sünnetullah, Allah’ın takdir edip var ettiği kanunlar) tefekkür ve muhakeme yoluyla elde edilir. Kâinat, tefekkür erbabı için hikmetlerle dolu bir kitaptır.

Ameli hikmet; akla uygun ve faydalı fiillerdir. Faydalı ilim salih amelden ayrı düşünülemez. Onun için ehl-i hikmet şöyle demiştir; “hikmetin evveli kainat kitabını tefekkür, ortası din ve itaat ve nihayeti de ebedi saadettir.

Kainat, insan aklının önüne açılmış, okumakla bitmez koca bir kitaptır. Kainatta olan mahlukat nevileri hesaba gelmeyecek kadar nihayetsizdir. Basiret sahibi her insan, bu sahifelerde tecelli eden binler ayet ve ilahi hikmetleri görür, okur ve onu yazan Halik’ının mevcudiyetini bilir ve O’nun azamet ve kudretini tasdik eder. Kâinat kitabını ibretle tefekkür edip okuyan bir insan, eserden müessire, sanattan sanatkâra, nakıştan nakkâşa, sebebler âleminden o sebepleri yaratan Cenab-ı Hakk’a intikal eder. Bundan sonra bütün bu kainatı evirip çeviren, bütün mahlukatı yoktan var eden Rabbine karşı kulluk vazifesini ifa eder. İnsanın yaratılış gayesi olan tefekkür ve ubudiyet de onu ebedi saadete mazhar eder. İşte hakiki hikmet budur ve hikmet buna denilir.

Mehmed KIRKINCI / Nükteler / www.mehmedkirkinci.com

Dipnotlar:

1 Bakara Suresi 2/23

2 Lokman Suresi 31/12

3 Bakara Suresi 2/251

4 Bakara Suresi 2/269

5 Ö.N Bilmen Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meali Âlisi ve Tefsiri 1.Cilt

6 Âl-i İmran Suresi 3/164

7 Nahl Suresi 16/125

8 Bkz. E. H. Yazır Metalip ve Mezalip s,46

Kalbin kimin evi?

Allah sevgisi enfüsi bir şeydir; ruha aittir. Ölçülüp tartılamaz. İman, intisaptır; Allah’a itaat etmektir.

Her Müslüman “Ben Allah’ı ne kadar seviyorum?” sorusunun cevabını, “Ben Allah’a ne kadar itaat ediyorum?” sorusuna verdiği cevapta aramalıdır. İşte imanımızın ölçüsü bu mukayese ile anlaşılır. Ateş bizim hizmetkârımızdır, yanlış kullanırsak yangın çıkar. İşte her duygunun iki yönü vardır, biri rahmanî, diğeri şeytanî. Necip Fazıl şöyle diyor:

Ben neyim ve bu hal neyin nesi?

Yetiş, yetiş, hey sonsuz varlık muhasebesi?

İslam alimleri putçuluğu şöyle hülasa etmişler: İnsan neyi çok severse o, onun putu olur. “Ben neyi çok seviyorum?” İşe buradan başlamalı. Çünkü ilk adımımız, bize varacağımız menzili gösterir. İslamiyet insanlara emanettir. Bu emanete kim ne kadar sahip çıkarsa Allah da o kuluna o kadar sahip çıkar. Bütün dünya kâfir olsa, bir mü’min tek başına kalsa onun vazifesi yine İslamiyet’i yaşamaktır. İslamiyet’i yaşamak ve tebliğ etmek için hiçbir peygamber ordu, hazine, devlet vs… istemedi. Mevlânâ, Moğol istilası içinde İslamiyet’i yaşarken, İmam-ı Rabbani Hindular içinde tebligatını yapıyordu. 1884’te dünyaya gelen Ömer Nasuhi Efendi, tarihin en karanlık günlerinde yoksulluk, savaş, göç, istila içinde; Said Nursi, Abdülhâkim Arvasi, Süleyman Hilmi Tunahan gibi Cumhuriyet’in kurulduğu devirlerde her türlü zorluğa rağmen İslamiyet’i var güçleriyle yaşadılar ve anlattılar. Yalnızlığın ve maddi imkânsızlığın içinde Allah’ın rızasına erişmeye çalıştılar… La ilahe illallah diyen kimse Allah’ı sevmeli, Allah’ı sevenleri sevmeli, Allah’a itaat etmeli, Allah’a itaat edenlerle birlik ve beraberlik içinde bulunmaya çalışmalı. Bir kere la ilahe illallah deyip, bin kere düşünmeli: Neler ilah olmuş? İnsanlık tarihi boyunca neler ilah yapılmış? Bu hatalara yeniden düşülemez mi?

Herkes erken kalkabilir; amma ne için?

Herkes çalışabilir; amma ne işte?

Herkes yiyip içebilir; amma helal mi haram mı?

Elbette gübrenin bol olduğu bahçelerde güller de vardır. Herkes yerini bilmeli ve tayin etmelidir.

Kalp sadece kan pompası değildir. Hakikatlerin merkezi, imanın mahalli, kâinatı kuşatan sevgi ve arzuların dolduğu yerdir. Sevgiler Allah için olmadıkça o kalp hastadır. Kalp doktoru, kalbin manevi hastalığını da bilip tedavi edebilseydi, tıp insanlığa daha büyük hizmetler ederdi. Çünkü insanı ebedi hüsrandan kurtarıp sonsuz saadete erdiren; imanlı kalptir. Bu durumda herkes kalbine kulak versin; “Kalbim kimin evi? Oraya kimleri kimleri buyur ettim?

Yıllarca ibadet eden bir mümin bazen kendisinde boğulabiliyor. Kendine dost olmayanlar başkalarına dost olamıyor. Manevi yolların karıştığı şu devirde ilmiyle amil olan insanları manevi trafik işaretleri gibi görmeli… Faziletimizi artırmanın yolu, Allah’ı sevenlerle beraber olmaktan geçer. Hiçbir şey kararında kalmıyor. Maddi manevi her şey bir başka alemden dünyaya geliyor. Dünyadan bir başka aleme gidiyor. Gidenler bize veda etmeden gidiyor. Her giden, sevgi bağlarını koparırken canımızı yakıyor, üzülüyoruz. Bu sebepten herkes sevdiği şeyleri hayal etsin. Ne kadar çok şey seviyorsak gelecekte o kadar üzüntümüz olacaktır.

Eskiler “ya Baki ente’l-Baki” diye zikrederlermiş. Yani Baki olan sadece Allah’tır. Gerisi hep fani. Beka isteyen ruh, Baki olan Allah’ın emrine girmelidir. O zaman o da saadet-i ebediyede beka bulur…

Hekimoğlu İsmail / Zaman

Nefse Karşı En Etkili Silah!

İnsan midesi kadardır. Mide kalp kapısıdır. Her lokmaya açandır ya da kapatan. Bu sırrı bilen ehl-i velayet her lokmada Bismillah ve sonunda elhamdülillah der. Kırk gün bu sır üzere yemek yiyenin de manevi hallerinin inkişaf edeceği söylenir. Tahiri Mutlu Ağabeyin hep bu şeklide yediği belirtilir.

Nefis az yemek ve az uyumak ile emmareden vazgeçer. Riyazet denen az yemenin piri İsa aleyhisselamdır. Tüm peygamberler bu yolu salık vermişlerdir. Yahya peygamber zahitler reisidir. Çocukluğundan beri Allah korkusundan ağlayan, kıl cübbeden başka bir şey giymeyen, yemeyip içmeyen Yahya alehisselam birgün arpa ekmeği ile karnını iyice doyurur. O gece uyanamaz ve gece zikrini de yapamaz. Rüyasında Rabbi ona seslenir,

Ey Yahya! Kendin için benim evimden daha hayırlı bir ev mi buldun? Yahut bana yakın olmaktan daha hayırlı bir muhit mi buldun? İzzetim ve celalim hakkı için eğer Firdevs cennetine muttali olsaydın ve cehennemi hakikatiyle kavrasaydın gözlerinden yaş yerine irin akıtarak ağlar ve kumaş yerine demir elbise giyerdin.

Rabbe giden yolda nefis engeli az yeme ile kırıl ve kalp kapısı midenin yol verdiği kadar açılır. Dünya zevki taama konulmuştur. İnsanda hayvanî kısımları açan taamdır. Taamdaki her çeşit zevk, insanda bir zevk noktasını açar. Her zevk de insanı dünyaya bağlar. Efendimiz bunun için şöyle buyurmuştur:

Kalplerinizi oburca yiyip içerek öldürmeyin. Çünkü aşırı derecede sulanan ekinin öldüğü gibi kalp de ölür.

Yine Efendimiz kalplerin nasıl nurlanacağı ve nefsin nasıl alt edileceği konusunda şu tavsiyelerde bulunmuştur:

Kalplerinizi açlıkla nurlandırınız. Açlık ve susuzluk silahıyla nefsinizle cihat ediniz. Açlıkla cennetin kapısını çalmaya ısrarla devam ediniz. Zira nefsini terbiye etmekle mücadele edenin mükafaatı Allah yolunda cihat edenlerin mükafatına denktir. Allah katında nefsi açlık ve susuzlukla terbiye etmekten daha sevimli bir amel yoktur. Midesini sürekli dolu tutan melekut alemine asla giremez. Oburluğa devam edenler ibadetlerden lezzet alamaz.

Nefis, şeytanla insana karşı müttefiktir. Şeytana karşı kalp kapılarını açan nefistir. Nefse karşı en etkili silah az yemek ve yemekte çeşidi azaltmaktır.

Az yemenin temeli kalbi inkişaf ettirip ruhu güçlendirmektir. Cesedin ağlamasına karşılık ruhun gülmesini sağlamaktır. Nefis dünya ile zevklenir, kalp cennet ile, ruh da Allah ile zevk eder. Nefis bağı olan ceset az yemek ile zayıflatılınca kalp nefse galabe eder. Nefis toprak edilmeli ve nefis toprağı az yemekle sürülmeye başlanmalı ta ki ten incinsin ve incelsin; nefis emmeare ve levvame boyutlarını aşsın.

Aynı zamanda açlık sabır duysunu ve iradeyi güçlendirir. Hz. Fatıma kadar açlığa maruz kalan olmamıştır. Açlıktan çoğu zaman rengi sararır ve bayılır. Çünkü Hz. Fatıma kalp sırrındadır. Velayet silsilesinin büyük anası, kalbi inkişaftaki sırırın en güzel örneğidir.

Hz. Ebu Bekir’in şu sözleri midenin kalp ile araya giren en büyük engel olduğunun güzel bir tespitidir.

İbadetin zevkini almak için müslüman olduktan sonra doyasıya yemedim. Rabbime kavuşma iştiyakından dolayı kana kana su içmedim.

Kalp sırrına erilmezse ibadetten zevk alınmaz. Kalbi tahliyede önce mideden başlamak gerekir.

Dolu mide kalp duvarı, nefis dostudur..

 Nuriye Çeleğen