Etiket arşivi: kan

Said Nursi (R.A.) “Peygamber Soylu” Olmasa Ne Olur Ki?

Muhterem Ahmet Akgündüz’ün çalışması ince bir emek ürünü ve uzunca bir sabrın göz aydınlığı meyvesidir. Emeğe hürmet ediyorum. Sabrı tebrik ediyorum. Yeni bir şey öğrendik; bu güzel…

Risale-i Nur KülliyatıBir: “İnanıyorum ama kalbim mutmain olsun, keyfim gele gele inanayım” diyen İbrahimî ihtiyacın farkındayız elbette. [Bakınız, Bakara, 260] Said Nursi’nin onca eseri ortada iken, henüz kalbi mutmain olmamış olanlar olabilir. Bu belge onlara itminan verir, inanışlarına keyif katar inşaallah. Diğer taraftan, “perde-yi gayb açılsa yakinim ziyadeleşmeyecek” diyen İmam Ali’nin [ra] yolunun da hakkını vermemiz gerekiyor. Said Nursi’nin kimliğine dair bir perde açıldı: Ben hiç şaşırmadım. Kanca peygamber soyundan geldiğini öğrendiğim gün kalbimi yokladım; Said Nursi’ye muhabbetim kıl kadar artmamış! Aksi olsaydı, kıl kadar azalmayacaktı muhabbetim. Bu böyle biline…

İki: Elimizde bir senet var; doğru. Bulup getirenlere teşekkür borçluyuz. Çabaları mübarek olsun. Ama ben kalbimdeki senede dayanıyorum. Bağlılığımı geçmişe dair bir detaya değil, şimdi ve burada olan aktif ve aktüel senetlere dayandırıyorum: Söz’e, yani vahye. Böylesi Said Nursi’nin kişiler üzerinden değil, hakikat üzerinden kurduğu intisap yöntemine daha uygun. Ve bana yetiyor.

Üç: Said Nursi’nin Sözleri peygamber soyludur; aslolan da budur. Başka türlü bir soyluluk senedine ne ben ne Said Nursi ihtiyaç duyar.

Dört: Said Nursi bizi Söz üzerinden, yani Kur’ân üzerinden bağlar Peygamber’e… Başka türlü bir bağ arayışı içinde olmak vahiy üzerinden kurulan bağı göz ardı etme anlamı taşıyabilir. Niyet böyle olmasa da, aktüel ve aktif olan Söz bağını başka gözlerde zaafa uğratır. Said Nursi’nin kendisini bir şeyh gibi görüp şahsına hürmet ederek ziyaret edenlere Kur’an’a elçilik eden Risale’yi işaret ettiği sayısız belgeyle ortadadır.

Beş: Said Nursi’yi kan bağı üzerinden tanımlamak, eserlerine karşı sorumluluğumuzu geri plana itebilir. Kur’ân, İbrahim’in [as] babasını anlatırken, Nuh’un [as] oğlunu hatırlatırken, soyun kan üzerinden değil, iman üzerinden kurulması gerektiğini ima eder. İman üzerinden kurulan Said Nursi-Peygamber [asm] bağını bir de kanla desteklemek iyidir, güzeldir; amma velakin diğer türlü bağlanma cehdinden uzaklaştırabilir bizi. Kan bağı kimseye bağlanma sorumluluğu yüklemez ama iman bağı, bağlanmayı aktif bir çaba olarak omuzlara yükler. Ter dökülmeden kazanılan bir itibar sahih değildir. Uğrunda ter dökülmemiş bir itibarı bağlılık gerekçesi yapmak da sahih değildir.

Altı: İman bağı geniştir; herkesi içine alır; her türlü ırka davet sunar ve her geleni kucaklar. Ancak kan bağı dardır; kimilerini uzaklaştırır, çoğunluğu dışarıda bırakır. İnsanları baştan kaybedilmiş bir mağlubiyete uğratır. Said Nursi’ye talebe olmak, Said Nursi yüceltmesi yapmayı değil, Said Nursi’ce var olmaktır. Said Nursi’nin hikmetli ve şefkatli söylemi soya dayalı “ya hep ya hiç” hesabını bozar.

Yedi: Said Nursi, kendi soyuna sevgi isteyen Peygamber’in bu isteğini de imana endeksler. Demek ister ki “ehl-i beyt soyca dedelerinin doğal taraftarı olduğu için iman davasından yana durarak bu sevgiyi hak eder.” Bir diğer deyişle, kimse kan bağından ötürü hazır muhabbet kazanamaz, kimse de kan bağını baştan kaybettiği için muhabbetten olamaz.

Sekiz: Said Nursi ne kendi şahsına itibar arar, ne bedenine mezar talep eder. İster ki, diri ve diriltici olan Kur’an’ın mesajı dillerde ve dimağlarda dolaşımda olsun. Risale’nin Kur’an kelimeleri ve esma-i hüsna üzerinden yürüyen özel dili okuyucusunu “yürüyen Kur’ân” yapmayı amaçlar. Çok iyi bilindiği gibi, şahsı türbeleştirilen şahsiyetler, çok geçmeden nesneleşir ve tüketilmeye başlar. Çokları onların ne dediği ile ilgilenmez hale gelir, eserleri gözden ve gönülden düşer. Said Nursi’nin Sözleri halen aktif ve aktüel bir iman çabasının kayıtlarıdır. Hayat doludur; hayata çağırır. Anladığım kadarıyla, Said Nursi’nin şahsı etrafındaki her türlü yüceltmeyi engellemesi, eserlerin elçilik ettiği Söz’e emek vermeye teşvik etmek içindir. Bu da onun benzersiz şefkatinin ürünüdür.

Dokuz: Hadi ben insaflıyım diyelim. Bir de insafsızların ağzıyla konuşayım, izninizle. Said Nursi’nin Arap olduğunu ispatlama çabası, Said Nursi’yi “Kürt olma” şaibesinden(!) “temizleme” niyeti olmasın sakın! Elbette ki değil! Her hücresiyle ırkçılığa karşı imanı ortaya koyan Said Nursi’nin talebelerinin Kürt olmayı bilinçaltında “aşağı” sayması, olacak iş değil! Said Nursi’nin Kürt olmasını ya da Kürt diye bilinmesini itibar kaybı sanmak Nur talebelerinin işi değil elbette.

On: Bir başka muhtemel ve hatta vâki insafsız söz de şöyle: Soyca ehl-i beyte bağlamak, iyice kızışmış olan “mehdi pazarı”na Said Nursi’yi de sürme çalışması mı yoksa! Yine asla! Bin kere asla! Said Nursi mektebinde nezaket dersi almış bir talebe, mehdinin kim olduğuyla değil, kendisinin kim olduğuyla ilgilenir. “Mehdiye gelmişse, gelecekse, her kimse; mehdiye talebe olacak donanım var mı bende?” diye sorar.

Onbir: Said Nursi, hatırasına hürmet bekleyen biri değil, eserlerine gayret bekleyen biridir. Said Nursi’nin geçmişine yönelik belgelerden daha ziyade öngördüğü geleceğe dair değerler üretmek gerekiyor. Acil olan budur. Said Nursi üzerinden kendimize değer atfetmeye çabalamaktansa, Said Nursi’nin ürettiği değerleri insanlığa “peygamber soylu” bir duruş olarak takdim etmemiz gerekiyor.

Oniki: Değer üreten her güzel insan, kendisine gölge olunmasını değil, gövde olunmasını hak eder. Gölge geçmişe dairdir. Gölge hatıralar üzerinden uzar. Ancak gövde olmak, şimdiye dairdir. Gövde olmak sorumluluk almayı gerektirir. Said Nursi’ye gövde olmak, onun durduğu yerde, onun gibi durmayı, nihai tahlilde Peygamberce var olmayı kanıyla canıyla yine, yeni, yeniden gerçekleştirmek demektir vesselâm.

Senai Demirci

Kaynak: Haber7

 

Peygamberler, Dönemin Darwinistleri İle Fikri Cihad Etmiş, Kan Dökmemişlerdir

Cihad, Allah’ın dinini tebliğ etmektir ve en büyük farz ibadettir. Tarih boyunca tüm elçi ve peygamberler, bulundukları kavme Allah’ın varlığını ve birliğini anlatmış, onları azaba karşı uyarmışlardır. Hiç bir peygamber cihatında asla kan dökmemiş, zorlama ve baskı uygulamamış, fikri olarak mücadele etmiştir. Yalnızca Hz. Muhammed (sav) müşriklere karşı savaşmak zorunda kalmış ve 23 yıllık peygamberlik dönemi boyunca yalnızca 2 ay savaşmıştır. Yaptığı savaşlar da taarruza yönelik değil, savunmaya yönelik olmuştur.

Hz. Nuh (as)’dan Hz. Muhammed (sav)’e kadar bütün elçi ve peygamberlerin ortak özelliği, dönemlerinin Darwinist, materyalist zihniyetleri ile mücadele etmiş olmalarıdır. Bu mücadelelerinde kan dökmemiş, akılcı taktiklerle vicdanları harekete geçiren fikri mücadele vermişlerdir. Yine Allah’ın emri ile tarihin en azılı kafiri olan Firavun gibi azgınlara dahi yumuşak ve güzel sözle tebliğ yapmış ve kimseye şiddet ve baskı uygulamamışlardır.

“İkiniz Firavun’a gidin, çünkü o, azmış bulunuyor.”
“Ona yumuşak söz söyleyin, umulur ki öğüt alıp-düşünür veya içi titrer-korkar.” (Taha Suresi, 43-44)

Örneğin Hz. İbrahim putperest bir kavimde yaşıyordu ve kavmi, tıpkı günümüz Darwinistleri gibi Allah’ı bırakıp uydurma yalanlara tapıyorlardı. (Hz. İbrahim) Hani babasına ve kavmine demişti ki: “Sizler neye tapıyorsunuz? Birtakım uydurma yalanlar için mi Allah’tan başka ilahlar istiyorsunuz? (Saffat Suresi, 85-86) Hz. İbrahim inkarcı topluluğu kendinden uzaklaştırdıktan sonra kavminin tapmakta olduğu putların yanına giderek ”…yalnızca büyükleri hariç olmak üzere onları paramparça etti; belki ona başvururlar diye. (Enbiya Suresi, 58)

Hz. İbrahim’in, putların sadece birini sağlam bırakmış olmasının da önemli bir hikmeti vardı. Putlara bunu yapanın Hz. İbrahim olduğunu anlayan kavmi ondan intikam almak için onu arayıp buldular ve ilahlarına bunu neden yaptığını sordular. Hz. İbrahim ise “Hayır” dedi. “Bu yapmıştır, bu onların büyükleridir; eğer konuşabiliyorsa, siz onlara soruverin.” (Enbiya Suresi, 63) Müşrikler, Hz. İbrahimin bu akılcı tebliği üzerine  putların konuşmaya güç yetiremeyeceğini ister istemez düşündüler ve anladılar. O güne kadar bu taş parçalarının hiçbir gücü olamayacağını anlatan Hz. İbrahim’e inanmayan bu insanlar, onun bu hikmetli planı ile bu gerçeği kavradılar. Ancak Vicdanları kabul ettiği halde, zulüm ve büyüklenme dolayısıyla bunları inkar ettiler... (Neml Suresi14)

Tüm peygamberler tıpkı Hz. İbrahim gibi akılcı taktiklerle, dönemlerinin darwinist zihniyetlerine karşı fikri mücadele vermiş ve asla şiddete ve zorlamaya başvurmamışlardır. Hz. Nuh da 950 yıl kavmine tebliğ yapmış, ancak bu süreçte asla kan dökülmemiştir. Hz. Hud, Ad kavmine, Hz. Salih Semud kavmine tebliğ yapmış, düşmanca tavırlarla karşılaştıkları halde  kan dökmemişlerdir. Hz. Musa Firavun gibi bir zorbaya yumuşak ve güzel sözle Allah’ın dinini tebliğ etmiş, Firavun’un baskılarına rağmen onunla savaşmamış, kan dökmemiştir.

Tıpkı şu anki evrimcilerin iddia ettikleri gibi Firavun da canlılığın Nil’in çamurlu sularında başladığını iddia etmekteydi. Hz. Musa, dönemin darwinistleri ile mücadelede Allah’ın yardımı ile galip gelmişti. Firavun’un büyücülerinin ilüzyonlarına karşı asasını attığında asa, büyücülerin ilüzyonlarının hepsini yutan bir yılana dönüşmüştü. Tıpkı günümüz evrimcilerinin sahte çizimler ve makaleleri ara fosil gibi göstermeye çalışması ve 350 milyon Yaratılışı ispat eden fosilin tüm sahtekarlıkları yutması gibi…

Hz. Süleyman da, güneşe tapan Sebe kavmini uyarırken kararlı ve akılcı yöntemler kullanmıştır. Materyalist zihniyetteki insanların etkilendiği zenginlik, ihtişam ve gücünü Allah yolunda kullanmış ve tebliğinde asla kan dökmemiştir.

Hz. Muhammed (sav), neredeyse tamamen bozulmuş ve yozlaşmış bir kavme gönderilmiştir. O devirde insanlar ahlaki değerlere önem vermiyor, şeytanın etkisi altında olduklarından her türlü günahı işleyebiliyorlardı. İnsanlar Allah’a  iman etmiyor, putlara tapıyorlardı. Tıpkı günümüzdeki evrimcilerin tesadüf putunu ilah edinmeleri gibi. Dönemin azgın müşrikleri, peygamberimize ve müminlere tuzaklar kurmuş ve saldırıda bulunmuşlardır. Hz. Muhammed ve yanındaki müminler de Allah’ın izni ve emri ile müşriklere karşı kendilerini savunma amaçlı savaşmak durumunda kalmışlardır.

…Kim bir nefsi, bir başka nefse ya da yeryüzündeki bir fesada karşılık olmaksızın (haksız yere) öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu (öldürülmesine engel olarak) diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur. Andolsun, elçilerimiz onlara apaçık belgelerle gelmişlerdir. Sonra bunun ardından onlardan birçoğu yeryüzünde ölçüyü taşıranlardır. (Maide Suresi, 32)

Kuran’da tüm peygamber kıssalarında bildirilen tebliğ yöntemi akılcı taktikler, iman hakikatlerinin anlatımı ve materyalist felsefelerle mücadele üzerine kurulmuştur. Tüm elçi ve peygamberler fikri cihad etmiş ve silah kuşanıp kan dökmemişlerdir. Bu kıssalardan elbette hepimizin alması gereken hisseler vardır. Öncelikle darwinizmle mücadeleyi önemsiz görmeden, peygamberlerin sünnetine uyarak bu sahte teoriyi akılcı taktiklerle yok etmemiz gerekir. Çünkü şu an yaşayan müminlerin mücadele konusu, dönemin putu olan ‘Evrim Teorisi”dir.

Müslüman kardeşlerimizin yaşadıkları zulmün sebebi darwinist-materyalist felsefeler ve yobaz zihniyetlerdir. Bu zulüm ancak fikri mücadele ile son bulur. Bunun için silah kuşanmak yerine bilim ve bilgi ile kuşanıp fikri cihad etmek gerekir. Zira 100 milyon kişiyi öldürseniz de, geride aynı zihniyette milyonlarca insan olduğu unutulmamalıdır. Kafaların içindeki fikirler değişmedikçe o kafaları koparmak çözüm değildir.

Dünya üzerinde yaşanan zulmün temelini oluşturan bu felsefe ve akımlara karşı tek silahımız ilmimiz olsun.  İslam’ın ışıl ışıl, sade, sanata ve bilime önem veren, adaletli, hoşgörülü, akılcı ve herkesi kavrayan bir din olduğunu tüm dünyaya tebliğ edelim.

Zaman, İttihad-ı İslam zamanıdır.

Zaman, İslam’ın dünyaya hakim olma zamanıdır.

Zaman, fırsat varken ecirleri toplama zamanıdır.

İslam dünyaya zaten hakim olacaktır.

Önemli olan, bu şerefli görevin bir ucundan tutmak, Allah’ın ipine sarılıp Kuran’la mücadele vermektir. Buna bizim ihtiyacımız vardır.

İbrahim Akın

www.NurNet.org

Risale-i Nur Tefsir Ötesidir

Tefsir, teknik bir deyim. Ayetleri önünüze koyarsınız, öncesi ile sonrasıyla nasıl bir irtibatı olduğunu, ne demeye geldiğini, nasıl indirildiğini vs. anlatırsınız. Bu konuda, Risale-i Nur müellifi zaten bir çalışma yapmıştır. Hem de savaş sırasında, hem de at sırtında, hem de ana dilinde de değil, bir tefsirin olması gereken dilde, kendi dilinin yatağında “Arapça”, hem de hiç emsali olmayan bir duyarlılıkla ve tutarlılıkla…

Söz konusu tefsir, İşarât’ül İ’caz,  Bakara Sûresi’nin 32. ayetinin eşiğinde durmuştur. Bilahare Türkçe’ye de çevrilmiş, Arapçası da daha sade bir Arapça’yla yeniden aktarılmıştır. Yani, Said Nursî, bildiğimiz anlamda “teknik tefsir” yazamayacak biri değildir.

Peki ama Risale-i Nur nedir? Doğru, üstad da bizzat “tefsir”dir diyor ama. Bence bu Risale-i Nur’u en azından beklenen, bilinen, sevilen tefsir geleneğinin içinde de bir yeri olduğuna dair bir hatırlatmadan ibarettir.

Risale-i Nur “tefsir” değildir, “tefsir ötesi”dir… (Bu cümleyi, taassuptan azade söylediğimi gayet iyi biliyorum; Said Nursî takıntım da yok; öyle ki başka bir isim daha Risale-i Nur adı altında yeni metinler yazsaydı, seve seve okurdum. Bir fart-ı muhabbet de değildir bu; çünkü Said Nursî’ye dair değil eserine dair yazıyorum. Ancak, Nur talebeleri olarak bizi eleştirenlerin de hiç olmazsa bakışlarını anlayışla karşılamak gerek. Risale-i Nur, Kur’ân’ı yaşamak içindir, vahyin diri nefesini solumak için okunur. Risale, Risale okumak için okunmaz. Bu yüzden, Nur talebeleri de en az bir başkası kadar okudukların tekrarlayan, okuduklarını okumaya çağıran değil, okuduklarıyla Kur’ânla tanışan, yaşıyan ve Kur’ân’a Risale üzerinden muhatap olma heyecanını taşıran, taşıyan biri olana kadar bu iğneleyici eleştirileri hak vermesek de, anlayışla karşılamak zorundayız.) 

Risale-i Nur’un Kur’ân’la irtibatı “bilgi”sel/”informatik” değildir. Yani dışarıdan bakmaz vahye. Ayeti çerçevelenmiş bir nesne olarak önümüze koymaz. Bu tür bir bakışın, bizim meslekteki (tıp) karşılığı “in vitro” yani canlı dokuya tüpte bakmaktır. Oysa, asıl doku kendi ortamında tanınır; yani “in vivo” olarak.  Risale-i Nur bizi Kur’an’a muhatap ederken, “vahyin içine” koyar. Ayetin nabzını dışarıdan tutturmaz bize, bizi ayetin kalbinde tutar, odacıklarına sokar, varlığımızı ayetin nabzı eyler. Çerçevelemez ayeti, bizi, aklımızı, düşünme biçimimizi ayetin tablosu içine koyar.

O yüzden kışkırtıcı bir soru sorarım özellikle kendi meslektaşlarıma (ve tabii diğerlerine de): “Sen hiç kan gördün mü?” Cevap pat diye gelir; “Evet!” Oysa, görmemişlerdir, göremezler de, göremeyecekler de. Şimdiye kadar gördükleri kan hep “tüp içinde” oldu, hep “damar dışı”na akmıştı. Tüp içindeki kan,

(1) ölüdür ya da ölmek üzeredir,

(2) hareket etmez, tortulaşmak üzeredir,

(3) kalbe uğrayamaz, tüp içinde hapistir,

(4) soğuktur ya da soğumak üzeredir,

(5) basıncı yoktur; donup kalmıştır,

(6) pıhtılaşmıştır ya da pıhtılaşmak üzeredir; akışını kaybetmiştir,

(7) az sonra katısı sıvısından ayrışacak çökelecektir; rengini kaybetmiştir ya da kaybedecektir. Oysa damardaki kan,

(1) canlıdır hem de her damlasında binlerce can vardır,

(2) hareketlidir, hem de her noktasında binlerce hücrenin sürekli ve anlamlı bir dansı vardır,

(3) kalbe uğrar, nefes alır, nefes verir, canla irtibatı sürmektedir, canlıdır, canlandırır da,

(4) sımsıcaktır; her dokunduğu yere “bahar” gelir, vardığı her hücrede can tazelenir,

(5) basıncı vardır, ne az ne fazla.. hep dengede hep ahenk içindedir,

(6) akışkandır; pıhtılaşmayacak kadar seyreltik (diluted) damar dışına çıkmayacak kadar da kıvamlı (concentrated) akar her anda her mekanda,

(8) rengi hep tazedir, hep canlıdır, kan kırmızı bir dirilik içindedir..

Peki, bunca tıbbî ders ne anlama geliyor? Kur’ân ayetleri “damar içi kan” gibi canlı, hareketli, kalbe dokunan, neşeli bir akışkanlık içinde, sımsıcak temaslar sunan, akleden kalbi iten bir basınçla kıpırdayan, asla donmayacak, hiç pıhtılaşmamış,  kıpkırmızı kan renginde bir tecelligâhtır.

İşte Risale-i Nur bizi vahiyle tanıştırırken tüpe koymaz ayeti, bizi damar içine sokar…

O “kan kırmızısı” kapakların içinde sürekli bir hayat ırmağı akar, bizi de içine katar. 

Dipnot:  Ne garip ki, Üstad, “tefsir” olarak yazdığı İşârat’ül İ’caz’ın en son sayfasındaki son ayetin tefsiri için Risale-i Nur’un yazdırıldığını fark eder. Yani, milyonlarca Nur talebesi onlarca yıldır milyonlarca sayfalık dersleri sırf Bakara’nın 32. ayetini anlamak için okuyorlar… O ayet de ne diyor? “Subhansın Sen Allah’ım, biz bilmeyiz…”  “Tefsir” “bilmek” içindir; “bildirmek” için okunur; ama biz Risale-i Nur’u “biz bilmeyiz” demek için okuyoruz… “Bilmediğini bilmek” gibi eşsiz bir edep elbisesini giyebilmek ümidiyle bu dergâhın rahlesine diz çöküyoruz.

Senai DEMİRCİ