Etiket arşivi: kanaat

İktisad (Kanaat)-İsraf (Tebzir)

Hazırlayan: Melike Kaya

İktisad (Kanaat)-İsraf (Tebzir)

Milletçe fakirliğin bir sebebi

İktisadsızlık yüzünden müstehlikler çoğalır, müstahsiller azalır. Herkes gözünü hükûmet kapısına diker. O vakit hayat-ı içtimaiyenin medarı olan “san’at, ticaret, ziraat” tenakus eder. O millet de tedenni edip sukut eder, fakir düşer. (Lemalar – 145)

Sanki yedim deyip, lezzetin terkiyle yapılan iktisad

Böyle zamanda tereffühte izn-i Şer’î bizi muhtar bırakmaz

Lezaiz çağırdıkça “Sanki yedim” demeli. Sanki yedim düstur eden, bir mescidi yemedi.

{(*): İstanbul’da Sanki Yedim namında bir mescid var. “Sanki yedim.” diyen adam, hevesinden kurtardığı paralarla bina etmiş.}

Eskide ekser İslâm filcümle aç değildi. Tena’uma ihtiyar bir derece var idi.

Şimdi ise, ekserî açlığa düştü kaldı. (Lemaat)

Zaika telgrafçıdır, telziz ile baştan çıkarma

Vaktâ, taam girse hem

Ağıza, birdenbire zaika her tarafa bir telgraf çekiyor bedenin aktarına. Şâmme telefon veriyor, gelen taam nev’i, hem

Çeşitleri de söyler. Hâcetleri muhtelif, ayrı ayrı mürtezik, ona göre davranır, ona da hazırlanır ya cevab-ı red gelir. Hem

Kapı dışarı atar, yüzüne de tükürür. İnayet tarafından madem buna memurdur; zevkle baştan çıkarma. Hem

Telziz ile aldatma. Sonra o da unutur doğru iştiha nedir, bir iştiha-yı kâzib gelir; başına çatar. Hatası, maraz ile hem

İlletlerle cezalar gelir. Hakikî lezzet hakikî iştihadan çıkar, doğru iştiha sadık bir ihtiyaçtan. (Sözler–722)

İktisad farzdır

Bu seneye “sene-i iktisad” tesmiyesi layiktir. Çünkü iktisad şimdi herkese farzdır. (Osmanlica Lemalar-311)

İsrafla Süfyan’a esir olmak tehlikesi

Rivayette var ki: “Âhirzamanın eşhas-ı mühimmesinden olan Süfyan’ın eli delinecek.”

Allahu a’lem, bunun bir tevili şudur ki: Sefahet ve lehviyat için gayet israf ile elinde mal durmaz, israfata akar. Darb-ı meselde deniliyor ki, “Filan adamın eli deliktir.” Yani çok müsriftir.

İşte, Süfyan israfı teşvik etmekle, şiddetli bir hırs ve tama’ı uyandırarak insanların o zaîf damarlarını tutup kendine müsahhar eder diye bu hadîs ihtar ediyor. İsraf eden ona esir olur, onun dâmına düşer diye haber verir. (Şualar – 583)

Üstad’ın yüksek iktisadçılığı

Üstad’ın meşreb ve mesleğini tamamen anladıktan sonra, artık onun yüksek iktisadcılığını böyle yemek içmek gibi basit şeylerle mukayese etmeyi çok görüyorum. Zira bu büyük insanın yüksek iktisadcılığını manevî sahalarda tatbik etmek ve maddî olmayan ölçülerle ölçmek lâzım gelir.

Meselâ Üstad, bu yüksek iktisadcılık kudretini sırf yemek, içmek, giymek gibi basit şeylerle değil; bilakis fikir, zihin, istidad, kabiliyet, vakit, zaman, nefis ve nefes gibi manevî ve mücerred kıymetlerin israf ve heder edilmemesi ile ölçen bir dâhîdir. (Tarihçe-i Hayat – 14)

İsraf şükre zıddır, iktisad nimete ihtiram ve şükürdür

Hâlık-ı Rahîm, nev’-i beşere verdiği nimetlerin mukabilinde ŞÜKÜR istiyor. İsraf ise şükre zıddır, nimete karşı hasaretli bir istihfaftır. İktisad ise, nimete karşı ticaretli bir ihtiramdır

Kuvve-i zaikanin şükürde istimali

İsraf etmemek şartıyla ve sırf vazife-i şükraniyeyi yerine getirmek ve enva’-ı niam-ı İlahiyeyi hissedip tanımak kaydı ile ve meşru olmak ve zillet ve dilenciliğe vesile olmamak şartıyla, lezzetini takib edebilir. Ve o kuvve-i zaikayı taşıyan lisanı, şükürde istimal etmek için leziz taamları tercih edebilir. (Lemalar – 140)

Açlık ve kaht meselesinin en ehemmiyetli sebebi

Şu musibetin en ehemmiyetli sebebi; küfran-ı nimet ve şükürsüzlük ve nimet-i İlahiyenin kıymetini takdir etmemeklikten gelen bir isyan olduğundan… (Kastamonu – 141)

Bereketin kalkmasının sebebleri

Bu asırda israfat ile ve iktisadsızlık ve kanaatsızlık ve hırs yüzünden bereketin kalkmasıyla ve fakr u zaruret-i maişet ziyadeleşmesi… (Kastamonu -104)

Ehl-i dalalet halkı derd-i maişetle avlıyor

Derd-i maişet sersemliğiyle, ekser halk âhiret işlerine ikinci derecede bakmalarından, ehl-i dalalet istifade edip onları avlıyorlar. Risale-i Nur şakirdleri kanaat ve iktisad düsturlarıyla bu manevî hastalığa da mukabele ederler, inşâallah.

Bu dehşetli ihtikârdan çıkan kaht u galâ ve açlık ve zaruret, yaşamak damarını şiddetle yaralandırıyor. Bu yara, hissiyat-ı ulviye-i diniyeyi bir derece susturmaya vesile olup, ehl-i dalalete yardım ediyor. Herkes midesini düşünmeye başlıyor. Kalb, hakikatten ziyade ekmeği düşünüp hayata, yaşamağa yardıma koşup, vazife-i hakikiyesini ikinci derecede bırakır.

Buna karşı Risale-i Nur’un şakirdleri bir uzun Ramazan nazarıyla bakıp, keffaretü’z-zünub ve bir riyazet-i şer’iyeye çevirebilirler. Alenen nakz-ı sıyamla Ramazanın hürmetini kıran bedbahtlara gelen o musibet, masumları da incitir. Fakat Risale-i Nur şakirdleri ve masumları, o musibeti lehlerine döndürüp, hayırlı bir riyazete kalbederler. Kanaat ve iktisadla karşılarlar. (Kastamonu – 193)

İktisad, kat’i bir sebeb-i bereket ve medar-ı husn-u maişet olduğuna bir delil

İktisad eden, maişetçe aile zahmet ve meşakkatini çok çekmez. Evet iktisad, kat’î bir sebeb-i bereket ve medar-ı hüsn-ü maişet olduğuna o kadar kat’î deliller var ki, hadd ü hesaba gelmez. Ezcümle: Ben kendi şahsımda gördüğüm ve bana hizmet ve arkadaşlık eden zâtların şehadetleriyle diyorum ki: İktisad vasıtasıyla bazan bire on bereket gördüm ve arkadaşlarım gördüler. Hattâ dokuz sene -şimdi otuz sene- evvel benimle beraber Burdur’a nefyedilen reislerden bir kısmı, parasızlıktan zillet ve sefalete düşmemekliğim için, zekatlarını bana kabul ettirmeğe çok çalıştılar. O zengin reislere dedim: “Gerçi param pek azdır; fakat iktisadım var, kanaata alışmışım. Ben sizden daha zenginim.” Mükerrer ve musırrane tekliflerini reddettim. Cây-ı dikkattir ki: İki sene sonra, bana zekatlarını teklif edenlerin bir kısmı iktisadsızlık yüzünden borçlandılar. Lillahilhamd onlardan yedi sene sonra, o az para iktisad bereketiyle bana kâfi geldi; benim yüz suyumu döktürmedi, beni halklara arz-ı hâcete mecbur etmedi. Hayatımın bir düsturu olan “nâstan istiğna” mesleğimi bozmadı.

Evet iktisad etmeyen, zillete ve manen dilenciliğe ve sefalete düşmeğe namzeddir. Bu zamanda israfata medar olacak para, çok pahalıdır. (Lemalar – 141)

Beşerin saadet-i hayatiyesi iktisad ve saye gayrette olduğu

Medeniyet-i hazıra-i garbiye, semavî kanun-u esasîlere muhalif olarak hareket ettiği için seyyiatı hasenatına; hataları, zararları, faidelerine racih geldi. Medeniyetteki maksud-u hakikî olan istirahat-i umumiye ve saadet-i hayat-ı dünyeviye bozuldu. İktisad, kanaat yerine israf ve sefahet ve sa’y ve hizmet yerine tenbellik ve istirahat meyli galebe çaldığından, bîçare beşeri hem gayet fakir, hem gayet tenbel eyledi. Semavî Kur’anın kanun-u esasîsi

ﻟَﻴْﺲَ ﻟِـﻠْﺎِﻧْﺴَﺎﻥِ ﺍِﻟﺎَّ ﻣَﺎ ﺳَﻌٰﻰ ٭ ﻛُﻠُﻮﺍ ﻭَ ﺍﺷْﺮَﺑُﻮﺍ ﻭَ ﻟﺎَ ﺗُﺴْﺮِﻓُﻮﺍ ferman-ı esasîsiyle: “Beşerin saadet-i hayatiyesi, iktisad ve sa’ye gayrette olduğunu ve onunla beşerin havas, avam tabakası birbiriyle barışabilir.” (Emirdağ-2 – 99)

İktisad ve hissetin farkı

Bu hakikatı teyid eden bir vakıa:

Sahabenin Abadile-i Seb’a-yı Meşhuresinden olan Abdullah İbn-i Ömer Hazretleri ki; halife-i Resulullah olan Faruk-u A’zam Hazret-i Ömer’in (R.A.) en mühim ve büyük mahdumu ve sahabe âlimlerinin içinde en mümtazlarından olan o zât-ı mübarek çarşı içinde, alış-verişte, kırk paralık bir mes’eleden, iktisad için ve ticaretin medarı olan emniyet ve istikameti muhafaza için şiddetli münakaşa etmiş. Bir sahabe ona bakmış. Rûy-i zeminin halife-i zîşanı olan Hazret-i Ömer’in mahdumunun kırk para için münakaşasını acib bir hısset tevehhüm ederek o imamın arkasına düşüp, ahvalini anlamak ister. Baktı ki Hazret-i Abdullah hane-i mübarekine girdi. Kapıda bir fakir adam gördü. Bir parça eğlendi; ayrıldı, gitti. Sonra hanesinin ikinci kapısından çıktı, diğer bir fakiri orada da gördü. Onun yanında da bir parça eğlendi; ayrıldı, gitti. Uzaktan bakan o sahabe merak etti. Gitti o fakirlere sordu: “İmam sizin yanınızda durdu, ne yaptı?” 

Herbirisi dedi: “Bana bir altın verdi.” O sahabe dedi: “Fesübhanallah! Çarşı içinde kırk para için böyle münakaşa etsin de, sonra hanesinde ikiyüz kuruşu kimseye sezdirmeden kemal-i rıza-yı nefisle versin!” diye düşündü, gitti, Hazret-i Abdullah İbn-i Ömer’i gördü. Dedi: “Yâ İmam! Bu müşkilimi hallet. Sen çarşıda böyle yaptın, hanende de şöyle yapmışsın.” Ona cevaben dedi ki: “Çarşıdaki vaziyet iktisaddan ve kemal-i akıldan ve alış-verişin esası ve ruhu olan emniyetin, sadakatin muhafazasından gelmiş bir halettir; hısset değildir. Hanemdeki vaziyet, kalbin şefkatinden ve ruhun kemalinden gelmiş bir halettir. Ne o hıssettir ve ne de bu israftır.” İmam-ı A’zam, bu sırra işaret olarak ﻟﺎَ ﺍِﺳْﺮَﺍﻑَ ﻓِﻰ ﺍﻟْﺨَﻴْﺮِ ﻛَﻤَﺎ ﻟﺎَ ﺧَﻴْﺮَ ﻓِﻰ ﺍﻟْﺎِﺳْﺮَﺍﻑِ demiş. Yani: “Hayırda ve ihsanda (fakat müstehak olanlara) israf olmadığı gibi, israfta da hiçbir hayır yoktur.” (Lemalar – 144)

Kanaat ticaretli bir şükrandır

Ey kanaatsız hırslı ve iktisadsız israflı ve haksız şekvalı gafil insan! Kat’iyyen bil ki: Kanaat, ticaretli bir şükrandır; hırs, hasaretli bir küfrandır. Ve iktisad, nimete güzel ve menfaatli bir ihtiramdır. İsraf ise, nimete çirkin ve zararlı bir istihfaftır. Eğer aklın varsa, kanaata alış ve rızaya çalış. Tahammül etmezsen “Yâ Sabûr” de ve sabır iste; hakkına razı ol, teşekki etme. Kimden kime şekva ettiğini bil, sus. Her halde şekva etmek istersen; nefsini Cenab-ı Hakk’a şekva et, çünki kusur ondadır. (Mektubat – 285)

Şükrün mikyası

Şükrün mikyası; kanaattır ve iktisaddır ve rızadır ve memnuniyettir. Şükürsüzlüğün mizanı; hırstır ve israftır, hürmetsizliktir, haram helâl demeyip rastgeleni yemektir. (Mektubat – 366)

İktisad izzet ve cömertliktir

Bu hakikati teyid eden bir vakıa

İktisad, izzet ve cömertliktir. Hısset ve zillet, ehl-i israf ve tebzirin zahirî merdane keyfiyetlerinin içyüzüdür. Bu hakikatı teyid eden, bu risalenin te’lifi senesinde Isparta’da hücremde cereyan eden bir vakıa var. Şöyle ki:

Kaideme ve düstur-u hayatıma muhalif bir surette, bir talebem iki buçuk okkaya yakın bir balı, bana hediye kabul ettirmeye ısrar etti. Ne kadar kaidemi ileri sürdüm, kanmadı. Bilmecburiye, yanımdaki üç kardeşime yedirmek ve Şaban-ı Şerif ve Ramazanda o baldan iktisad ile otuz kırk gün üç adam yesin ve getiren de sevab kazansın ve kendileri de tatlısız kalmasın diyerek, “Alınız” dedim. Bir okka bal da benim vardı. O üç arkadaşım, gerçi müstakim ve iktisadı takdir edenlerdendi.

Fakat her ne ise, birbirine ikram etmek ve herbiri ötekinin nefsini okşamak ve kendi nefsine tercih etmek olan bir cihette ulvî bir haslet ile iktisadı unuttular. Üç gecede iki buçuk okka balı bitirdiler. Ben gülerek dedim: “Sizi, otuz kırk gün o bal ile tadlandıracaktım. Siz, otuz günü üçe indirdiniz. Âfiyet olsun.” dedim. Fakat, ben kendi o bir okka balımı iktisad ile sarfettim. Bütün Şaban ve Ramazanda hem ben yedim, hem lillahilhamd o kardeşlerimin her birisine iftar vaktinde birer kaşık {(Haşiye): Yani, büyükçe bir çay kaşığı iledir.} verip, mühim sevaba medar oldu.

Benim halimi görenler, o vaziyetimi belki hısset telakki etmişlerdir. Öteki kardeşlerimin üç gecelik vaziyetlerini bir civanmerdlik telakki edebilirler.

Fakat hakikat noktasında, o zahirî hısset altında ulvî bir izzet ve büyük bir bereket ve yüksek bir sevab gizlendiğini gördük. Ve o civanmerdlik ve israf altında, eğer vazgeçilmese idi, bir dilencilik ve gayrın eline tama’kârane ve muntazırane bakmak gibi, hıssetten çok aşağı bir haleti netice verir idi. (Lemalar – 143)

Bediüzzaman Said Nursi

Kaynak: RisaleHaber

Kazanmak istiyorsan yarışmayı bırakmalısın

İstemek, hem her nimetin kapısıdır, hem de her azabın kaynağı. Daha fazlasını istemek, ama her ne olursa olsun istemek, yani çılgınca istemek; bütün bunların kalpteki etkisi cehennem gibi. Cehennem nedir? Bana sorarsan (bencileyin) şöyle derim: Suyun zeytinyağıyla boğuşmasıdır. Üste çıkma/kalma telaşıdır. Üst, üst, daha üst… Dibi olmayan kuyu budur aslında. Düşmesi çıkma sanılan. Çıkıldıkça düşülen. Arkadaşım, âlemin neyi/nasıl sattığına aldanma, kalbine bak. İnenlerin çıktığını sandığı çok kuyular vardır.

Bitmek bilmeyen yarış. Stres. Hased. Yorgunluk. Ve geride kalmanın uyandırdığı tüm çirkinlikler. Kötülüklerin anası: Öne geçme arzusu. Daha fazlası olabilme arzusu. Yavrusu: Daha fazlasına sahib olma arzusu. Sonu gelmeyen yokuş: Esfele’s-safilîn. Bitiş çizgisi yok. Varacağı yer: Aşağıların en aşağısı. Bugünlerde en çok boğuştuğumuz yaradır bizim. Aç olmayan, istemeyen, koşmayan, arzulamayan, özenmeyen geride kalıyor. Her gün yeni birşey çıkıyor. Almayan geride kalıyor. Tüketmeyen geride kalıyor. Uymayan geride kalıyor. Benzemeyen geride kalıyor. Önündeki her kuyuya iştiyakla düşmeyen geride kalıyor.

Kâf sûresinde, cehenneme “Doldun mu?” diye sorulacağı, onunsa bu soruya şöyle cevap vereceği buyruluyor: Hel min mezid?/Daha yok mu? Bence bu söz, sadece cehennemin değil, cehennemliklerin de halet-i ruhiyesinin tarifidir. Demem o ki: Cehennemin şahs-ı manevîsi cehennemliklerin şahs-ı manevîsidir. Onlar gibi konuşur. Onların kalplerinden, niyetlerinden, günahlarından, isyanlarından, tükettiklerinden ve dahi bu dünyadan yanlarında götürdüklerinden yaratılır.

“Daha yok mu?” diyenlerin yurdu değil midir cehennem? Dünyadayken hırs ile mülke saldıranların; helal/haram tanımayanların; sömürenlerin, zulmedenlerin, başkasını yutmakla beslenenlerin, yani kanaat etmeyenlerin yurdu; hayırda yarışanların değil sahip olmak için koşuşanların memleketi değil midir? Mekan mekînini taklit eder. Elbet cehennemleri de onlar gibi davranacak. Onlar gibi “Daha yok mu?” diyecek.

Ebu Hureyre (r.a.), Kütüb-ü Sitte’de geçen bir rivayette Aleyhissalatuvesselamın şöyle buyurduğunu naklediyor: Sizden biri, mal ve yaratılışça kendisinden üstün olana bakınca, nazarını bir de kendisinden aşağıda olana çevirsin. Böyle yapmak, Allah’ın üzerinizdeki nimetini küçük görmemeniz için gereklidir. Ahirzaman insanı için bu söz sırtta yük gibi. Çünkü o yarışmak için gelmiş. Öyle sanıyor. Yarışmaktan ötesini bilmiyor. Daha fazlası için geldiğini düşünüyor dünyaya. Diğerlerini geçmek için. Yazdığı tüm başarı kitapları da ona bunu söylüyor.

O yüzden kanaatle işi yok. Yetinmek ayağında bağ. ‘Mutluluk daha fazlasına bağlı’ diye öğretilmiş ona. Daha fazlası istenmediği takdirde bir insan nasıl mesud olur? Bir ülke nasıl kalkınır? Bir millet nasıl müreffeh olur? Kazanmadığın bir yarış nasıl tatmin eder? Bunları anlaması mümkün değil. Çünkü ona göre yarıştan kaçınabilmek mümkün değil. ‘Yarışın kaçınılmazlığı’ dogması beyninin her hücresini fethetmiş durumda. Her ne olursa olsun ‘daha fazlası olmalı’ ona göre. Durmamalı. Koşmalı. İnsanlık büyük bir gelişim koşusuna başlamış. Ne işimiz olur artık zühdle, sabırla, iktisatla, kanaatle!

Onlar bizi geri bırakan ‘fakirliği içselleştirme’ şeyleri. Eski müslümanların nefesi açlıktan koktuğu için verilen emirler de böyle olmuş. Kur’an da o zamana göre emretmiş. Fakat biz? Biz, madem ki yapabiliyoruz, elimizden gelirse dünyayı yemeliyiz.

Ey nefsim! Deme, ‘Zaman değişmiş, asır başkalaşmış. Herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder, derd-i maişetle sarhoştur.’ Çünkü ölüm değişmiyor. Firak, bekàya kalb olup başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sür’at peydâ ediyor.

Mürşidimin bu sözünü artık yarışmaktan yorulduğum yaşlara gelirken daha iyi anlıyorum. Yorulmak yarıştan daha büyük bir hakikat. Hatta diyebilirim ki: Kazanmak geçici. Yorgunluk kalıcı. Yarışlar hırs. Yorgunluk acz. Yarışlar son bulsa da şu yorgunluk son bulmayacak. Kelebek ellere bir dünya asla sığmayacak.

Öyle ya! Neyin peşinden koşarsam koşayım. Ondan çok ben yoruluyorum. Kimi kıskansam ateşinin ilk dokunduğu benim. Hased ettiğim an içimde bir yerde koşmaya başlıyorum. Yarışmaya başlıyorum. Aleyhissalatuvesselamın hasedin fıtratını tarif ederken vurguladığı; Hasedden kaçının. Çünkü o, ateşin odunu yiyip tükettiği gibi, bütün hayırları yer tüketir! hakikati, yine mürşidimden mülhem şöyle karşılık buluyor dünyamda: “Ve haset ve kıskançlıkta öyle bir muaccel cezâ var ki, o haset, haset edeni yakar. Hem tevekkül ve kanaatte öyle bir mükâfat var ki, o lezzetli muaccel sevap, fakr ve hâcâtın belâsını ve elemini izâle eder.

Şimdi bana öyle geliyor ki: Arkadaşım, eğer insanı iyileştirmek istiyorsak, önce onu aciz ve fakir olduğuna ikna etmeliyiz. Bunu başaramadığımız sürece ona sunabileceğimiz hiçbir deva yok. Yarışın her şekilde ona kaybettirdiğine inanmazsa, yarışmayı kim/neden bıraksın? Bizim, kanaatin faziletini öğretmeden önce, onsuz dünyanın nasıl bir cehennem sakladığını anlatmamız lazım. Hatta her iyi hasleti anlatırken yokluğunun cehenneminden bahsetmemiz gerek. “Demek iman bir mânevî tûbâ-i cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise mânevî bir zakkum-u cehennem tohumunu saklıyor…” cümlelerinin öğrettiği de sanki biraz bu. Yaşadığımız cehennemin tadı dilimize değmeden cenneti aramaya başlamayacağız.

Bugünün tebliğ dilinin biraz buna ihtiyacı var gibi. Hatta, Bediüzzaman’ın Hastalar Risalesi’nde yine ‘daha fazlasını istemek’ meselesine dair verdiği minare basamakları örneği, bu halet-i ruhiyenin tasvirini içeriyor. Daha fazlasını istemek hiç sonu gelmeyecek merdivenlerini çıkmak gibi. Kanaat etmeyenin kazandığı elinde durmuyor. Ayağının altında akıp gidiyor sadece. Üzerine çıkılmıyor.

Hep bir fazlası, daha fazlası olacak. Bu yarışın hiç kazananı olmayacak. Herkesin bir üstü ve onun da diğer bir üstü olacak. Yukarıya bakarsan mutlaka şikayet edecek bir ‘daha fazlası’ bulacaksın. Bu yarış da yorgunluk da hiç bitmeyecek. Ta ki “Yeter artık!” deyinceye kadar. Yukarıya bakmayı kesinceye kadar. Durduğun yerden razı oluncaya kadar. “Tamam!” deyinceye kadar. Kudsî metinler de sanki bize bunu emrediyorlar.

Ve diyorlar: “Zaten bir gün gelecek ‘Yeter artık!’ diyeceksin. Zayıf omuzlarınla bu yüke güç yetiremeyeceksin. Yaşlanacaksın. Hastalanacaksın. Çökeceksin. Bari şimdiden kanaatkâr ol. Daha karnın çatlamadan söyle doyduğunu!” Vahyin en büyük güzelliği de burada değil mi arkadaşım? “Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur!” sırrınca yapanın, daha biz yaşamadan, bilen olarak bize olacakları öğretmesi. Bu yazıyı da böyle bitirelim: Bizi içimizdeki uçurumlardan çeviren Rabbimize hamdolsun.

Ahmet AY – risalehaber.com

Aslolan açlıktır

Şüphesiz insan azgınlaşır. Kendini ihtiyaçtan uzak görürse… Alâk sûresi, 6-7.

Bana şöyle geliyor: Mülkümüz tokluk değil açlıktır. Tokluk geçici bir haldir. Aslolan açlıktır. Allah en çok neyin kıymetini bilmemizi isterse bizi ona acıktırır. Tekrar be tekrar acıktırır. Ona dair herşeyi tadımlık kılar. Acıkmak kaybetmektir çünkü. Kaybetmek aramanın başıdır. Her nimet bir açlığa mukabildir. İnsan ihtiyaç duymadığı (veya duymadığını sandığı) şeyden yapılan başığı nimetten saymaz. En güzel sofralar dahi tokun istiğnasını sarsmaz.

Bu yüzden çoğu zaman elimizdekilerin kıymetini kaybettikten sonra anlarız. Neden kaybettikten sonra? Çünkü kayboluşu ihtar eder ancak lazımımız olduğunu. Eksikliğinin yokluğu hatırlatır varlığını. Bu nedenle ‘nimet’ kelimesine bir tanım getirdiğimizde, yalnız ‘faydalı’yı değil, ‘lazım derecesinde faydalı’yı da kullanmalıyız.

‘Lazım’ ile ‘faydalı’ arasında ince bir nüas var. Lazım, olmazsa seni eksik bırakandır. Faydalı, olduğunda seni arttırandır. İsraf, arttığında seni zarara uğratan, eksiltendir.

Bu kulakla dinlersek; “Yiyiniz, içiniz, ama israf etmeyiniz!” emr-i Kur’anîsi diyor ki bize: Dikkatli olun. ‘Lazım’ için çıktığınız yolculuk ‘faydalı’ya uğradıktan sonra (çünkü lazım olan herşey nihayetinde faydalıdır) müptelası edip israfa düşürmesin. Yemek ve içmek sizin lazımınız idi. Oradan yola çıktınız. Ne güzel. Lezzet, koku, süs, renk vesaire, o lazımı yapmanızın mükafatı/ücreti idi. Aman maşaallah. Fakat sakın lüzumun mükafatını lazımın kendisi sanıp yemeyi ve içmeyi araçsallaştırmayın. İşte o zaman yediğiniz, içtiğiniz israf olur. Sizi arttırmaz, azaltır. Yalnız tenevv-ü et’imeden (yeneceklerin çeşitliliğinden) gelen bir yalan iştah kalır dilinizde. Ücreti hedef kılmışsınızdır çünkü. Kapıcıyı sultan etmişsinizdir. Sağlığınızın bozulmasından dahi azaldığınızı farkedersiniz. Mürşidim nasıl tarif ediyor onu 19. Lem’a’da:

İşte, iktisat ve kanaat, hikmet-i İlâhiyeye tevfik-i harekettir; kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise, o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı hakikîyi kaybeder. Tenevvü-ü et’imeden gelen sun’î bir iştihâ-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder.”

Dedik ya başta: Her nimet bir açlığa mukabil. Kumruya aslanlara layık et versen makamında değersizdir. Kedinin kuyruğu tavus olsa ona yakışmaz. Balıklara oksijen tüpü bağlasan severler mi sanırsın? Herşey yerinde hikmetli. Herşeyin yerli yerindeliği hikmet. Hikmetin bir gözü ‘ihtiyaç’a bakıyor. Muhtaç edildiğin kadar edinebilmeyi öğütlüyor. Görebilirsek.

Ve görebilirsek, Allah’ın rububiyeti, yani terbiye ediciliği, o ihtiyaçların diliyle ve eliyle bize gösteriliyor. İhtiyaçlarımız bizim öğretmenlerimiz. Belki de bu yüzden, 78 ayetlik Rahman sûresinde, tam 31 kere aynı şey soruluyor: Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz? Ben bu soruyu nimet ve ihtiyaç arasında yukarıda kurduğum bağlantının diliyle şöyle de işitiyorum: “Ey insanlar ve cinler topluluğu ihtiyaçlarınızdan hangi birini inkâr edersiniz?” Öyle ya. İhtiyaçlar inkâr edilmezdir. Nimeti ihtiyaç penceresinden okuduğunuzda nimetler de inkâr edilmezdir.

Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelâle verir. Halbuki en keskin tarîk olan aşk, nefsinden elini çeker, fakat mâşuk-u mecâzîye yapışır. Onun zevalini bulduktan sonra Mahbûb-u Hakîkiye gider. Hem şu tarîk daha eslemdir.”

O mübarek sûrede sayılan mübarek şeylere dikkatle baksan göreceksin ki: Olmazsa olmazların onlar senin. Güneş, ay, gece ve gündüz, otlar, ağaçlar, beyan yeteneği, Kur’an ve diğerleri. Hepsine muhtaçsın aslında, fakat elinden alınmadıkça ve alınmış haliyle alınmamış halini kıyaslamadıkça, farketmiyorsun, farkedemiyorsun.

Ey imtihana gelen arkadaşım, sen, Allah’ın rububiyetini ihtiyaçlarınla ders alıyorsun. Birinci Söz’de geçen, aczinin ve fakrının en makbul şefaatçi oluşunu biraz da böyle anla. Onlar senin öğretmenlerin, eğer görebilirsen, o gözle bakabilirsen.

Sen Allah’a ihtiyaçlarının sayısınca muhtaçsın. Sen Allah’ı ihtiyaçların sayısınca bilebilirsin. Sen Allah’a ihtiyaçların sayısınca dua edebilirsin. Her ihtiyacın bir irtibat noktası aynı zamanda. Bir kapı, dilenebileceğin, arayabileceğin, görebileceğin. Demem o ki: Ancak ihtiyaçlarının sayısınca alabileceğin dersler var.Muzaaf meyil, ihtiyaç olur; muzaaf ihtiyaç, iştiyak olur; muzaaf iştiyak, incizab olur.” Yani ancak böyle Rahman u Rahim’e doğru çekilir, zaten muhtacı olduğun Allah’ın (tabir-i caizse) yörüngesine kapılır, pervanesi olursun. Acz, fakr, şefkat, tefekkür yolunu bir de böyle düşün. Yüzünü öğretmenine dönmeyen nasıl dersini tefekkür etsin?

Ahmet Ay – hicbisey.com

Hırstan Sakınmak

İnsanın istikametten uzaklaşmasına yol açan en tehlikeli bir ahlak-ı seyyie hırstır. Hırs bir şeyi şiddetle istemektir. Hırslı bir kimsede hisler akla galip geldiği için, onun verdiği kararlarda isabet etme ihtimali çok düşüktür. Özellikle ticari hayatta hırsın çok menfi neticeleri görülmektedir. Bir çok iflas olayının arkasında dört temel sebep vardır. Bunlar hırs, israf, faiz ve kişinin kendi hevesine ve kanaatine göre hareket edip istişare etmemesidir. Çoğu zaman diğer sebepler de, birinci sebep olan hırstan kaynaklanır.

Peygamber Efendimiz (sav.) bazı hadis-i şeriflerinde hırsın ne kadar zararlı olduğunu şöyle ifade ederler:

“Bir koyun sürüsünün üzerine salıverilen iki aç kurdun o sürüye verdiği zarar, kişinin mal ve şeref hırsının dine olan zararından daha ağır değildir.”1

“Ademoğlu yaşlanır, fakat ondaki iki şey gençleşir: Mal üzerine hırs ve ömür üzerine hırs.”2

“Ademoğlunun iki vadi dolusu malı olsa, bir üçüncüsünü ister. Onun gönlünü (gözünü) topraktan başka bir şey doldurmaz.”3

Bediüzzaman Hazretleri, hırsın kanaatsizlik ve şükürsüzlükten kaynaklandığını şöyle ifade eder:

Kanaatsizlik ise sa’ye, çalışmaya şevki kırar. Şükür yerine şekva ettirir, tembelliğe atar. Ve meşru, helâl, az malı terk edip; gayr-ı meşru, külfetsiz bir malı arar. Ve o yolda izzetini, belki haysiyetini feda eder.”4

Şükrün mikyası; kanaattir ve iktisattır ve rızadır ve memnuniyettir. Şükürsüzlüğün mizanı; hırstır ve israftır, hürmetsizliktir, haram helâl demeyip rast geleni yemektir. Evet, hırs; şükürsüzlük olduğu gibi, hem sebeb-i mahrumiyettir, hem vasıta-i zillettir.” 5

Öyle ise, kişi, mutlaka zengin olacağım düşüncesiyle hırs göstermemeli, İslam dinine muhalif olan hırs, israf, yalan, hile, kumar, haksız kazanç ve faiz gibi gayr i meşru yollara sapmamalı; aile fertlerine helal lokma yedirme konusunda çok titiz davranmalı, helal dairesindeki kazancına kanaat edip şükretmelidir.

“Zira helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur.”6

Evet hırs, kişinin gayr-i meşru yollara yönelmesine sebeptir. Hırslı insan dünyadaki ticaretinden bir fayda göremediği gibi, ebedi hayatının da felaketine sebep olabilir. Kazancın en güzeli ve en efdali, kesb-i helaldir. “Helal mal talep etmek, her Müslüman üzerine vaciptir.” ve büyük bir cihattır.

Bu bakımdan, ticaret erbabı olan bir kişi, çok zengin olayım, lüks bir hayat süreyim niyetiyle değil, aile fertlerine helal rızk yedireyim, zekât ve hac görevlerimi yerine getireyim, sadaka vereyim, İ’la-yı kelimetullah için çalışanlara ben de malımla iştirak edeyim niyetiyle zengin olmayı istemeli ve meşru yollarla servet elde etmeğe çalışmalıdır.

Şunu da ifade edelim ki, bir insan, kendi hakkında zenginliğin mi yoksa fakirliğin mi hayırlı olacağını bilemez. Cenab-ı Hak Eyüp (a.s) gibi sevdiği bir kulunu hastalıkla imtihan ettiği gibi, kimi insanı servet ile, kimini makam ile bazılarını da evlat ile imtihan eder. Israrla zenginlik isteyen ve Hz. Musa’nın (as.) yakın akrabası olan Karun’un elîm akıbeti bunun en çarpıcı bir misalidir. Karun, çok fakir biri idi. Her gün Hz. Musa’nın cemaatine katılırdı. Karun birkaç gün cemaate gelmeyince, Hz. Musa gidip sebebini sorar. Karun: “Ya Musa benim giyecek tek bir elbisem var, hanımla sıra ile giyip ibadet ediyoruz. Allah’a dua etsen de bana servet verse” deyince, Hz. Musa: “Belki bu durum senin hakkında daha hayırlıdır, sabret” der. Fakat Karun, Hz. Musa’yı her gördüğünde ısrarla zengin olması için dua etmesini ister. Hz. Musa (as.) onun ısrarları karşında bir gün Cenab-ı Hakk’a niyazda bulunur ve nihayet Karun çok zengin olur. Malı ve mülkü ile meşgul olan Karun, artık cemaate gelmez olur ve ibadetten uzaklaşır. Cenab-ı Hak, Hz. Musa’ya Karun’dan zekât almasını emreder. Hz. Musa, Karun’a malından dörtte bir zekât vermesini ister. Karun malının dörtte birini ayırır, fakat ayırdığı malın çok olduğunu görünce, Ya Musa bu çok fazla der. Hz. Musa, onda bir vermesini söyler, onun da çok olduğunu ifade eder. Hz Musa bu kez kırkta bir vermesini söyler, fakat o buna da razı olmaz ve “ ben o serveti kendi ilmim ve gücümle kazandım” diyecek kadar haddini tecavüz eder. Artık onun zenginliği onu azdırmış ve felaketine sebep olmuştur. Bu durum karşısında Celalli bir peygamber olan Hz. Musa Cenab-ı Hakk’a niyaz eder ve Karun ile beraber malı mülkü yerin dibine batar. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de şöyle anlatılmaktadır:

“Karun, Musa’nın kavminden idi de, onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarlarını güçlü kuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Kavmi ona demişti ki: ‘Şımarma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez. Allah’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu gözet, ama dünyadan da nasibini unutma! Allah’ın sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez.’ Karun ise: ‘O (servet) bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi.’ demiştir. Bilmiyor muydu ki Allah, kendinden önceki nesillerden, ondan daha güçlü, ondan daha çok taraftarı olan kimseleri helak etmişti. Günahkarlardan günahları sorulmaz (Allah onların hepsini bilir). Derken Karun, ihtişam içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzulayanlar, ‘Keşke Karun’a verilenin benzeri bizim de olsaydı. Hakikat şu ki o, çok büyük devlet sahibidir.’ dediler. Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise, şöyle dediler: “Yazıklar olsun size! İman edip iyi işler yapanlara göre Allah’ın mükafatı daha üstündür. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir. Derken biz onu da, sarayını da yerin dibine geçirdik. Artık Allah’a karşı kendisine yardım edecek taraftarları olmadığı gibi, o, kendini savunup kurtarabilecek kimselerden de değildi. Daha dün onun yerinde olmayı isteyenler de: ‘Demek ki Allah kullarından dilediğine rızkı çok da, az da verir. Şayet Allah bize lütufta bulunmuş olmasaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi. Demek ki inkârcılar iflah olmazmış.’ demeye başladılar. İşte ahiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimselere veririz. (En güzel) akıbet, takva sahiplerinindir.”7

Zengin olmak için ısrarla Hz. Peygamber’den dua isteyen ve büyük bir servete sahip olduktan sonra ise gözünü mal hırsı bürüyün ve zekatı dahi vermeyip elim akıbete duçar olan Salebe’nin durumu da bu konuda çok ibretamiz bir misaldir.

Medine halkından olan Salebe ısrarla zengin olmak istiyor, hakkında hayırlı mı, yoksa şer mi olacağını hiç düşünmüyordu. Bunun için de üç defa Peygamber Efendimiz’den (sav.) zengin olması için dua istemiş ve sonunda da; “Seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, beni zengin ederse fakirin hakkını fazlasıyla vereceğim, yoksullara yardım edeceğim. Yeter ki Rabbim istediğim zenginliği bana versin.” demişti.

Efendimiz (sav.) ise her defasında ona; “Ey Salebe! Şükrünü eda ettiğin az mal, şükrünü yapamadığın çok maldan hayırlıdır.” diyerek ikazda bulunuyor, fakat Salebe’yi zengin olma sevdasından vazgeçirmek mümkün olmuyordu. Nihayet Peygamber Efendimiz (sav.): “Ya Rabbi! Salebe’yi istediği mala kavuştur.” diye niyazda bulundu.

Birkaç koyundan ibaret olan Salebe’nin sürüsü kısa zamanda öylesine çoğaldı ki, mescitten çıkmadığı için kendisine “cami kuşu” adı verilen Salebe, koyun sürüsünün peşinde koşmakta ve artık cumalara dahi gelmemekteydi. Allah Resulü (sav.) zaman zaman Salebe’yi soruyor: “Çölde koyun sürüsünün peşinden ayrılmıyor.” denince de “Yazık oldu Salebe’ye!..” diyerek üzüntüsünü izhar ediyordu.

Bu sıralarda zekâtla alâkalı âyet nazil oldu. Hz. Peygamber (sav.) zengin olanlara zekât toplayan memurları gönderdi. Salebe’yi çölde sürüsünün peşinde bulan zekât memurları, gelen ayetin emri olarak zenginlerin malının kırkta birini zekât olarak almaya geldiklerini söylediler. Salebe, vaktiyle vermiş olduğu sözü unutmuş olacak ki; “Mal benim, çöllerde bu sıcaklarda dolaşıp kazanan benim. Size ne oluyor ki benden haraç ister gibi koyunlarımın kırkta birini istiyorsunuz?” dedi.

Salebe’nin bu söylediklerini duyan Rasulullah Efendimiz (sav.) gene:

“Yazık oldu Salebe’ye. Keşke o, zengin olmayı ısrarla istemeseydi de‘Hakkımda hayırlısı ne ise onu ver ya Rab’ diyebilseydi.”

buyurdular. Bu olay üzerine şu ayet-i kerime nazil oldu:

“Allah’a verdikleri sözü tutmadıkları ve yalan söyledikleri için, O da bu yaptıklarının sonucunu kıyamet gününe kadar yüreklerinde sürüp gidecek bir münafıklığa çevirdi.”8

Bu ayetin nazil olmasından sonra Salebe’nin bir yakını hemen onun yanına gitti ve zekâtını vermediği takdirde münafıklardan biri olarak damgalanacağı ikazını yaptı… Akrabasının zorlaması sonunda zekâtını alıp Hz. Peygambere (sav.) getiren Salebe: “Yoksulların hakkını getirdiğini” söyleyince, Peygamber Efendimiz (sav.): “Artık senin yardımını alamam Salebe!” buyurarak onun zekatını kabul etmedi.

Bu hâl çok dehşetli ve ibret verici bir durumdu. Salebe’nin: “Sizin yaptığınız haraç istemekten başka bir şey değildir.” sözü Allah Resulüne çok dokunmuştu. Peygamber Efendimizin ebedi âleme irtihallerinden sonra da Salebe, sırasıyla, Hz. Ebu Bekir (r.a.) Hz. Ömer ve Hz. Osman’a (r.a.) zekâtını kabul ettirmek için müracaat etmiş, ama hepsinden de; “Rasulullah’ın kabul etmediğini biz nasıl kabul edebiliriz?” cevabını almıştır.

Hz. Osman (r.a.) zamanında vefat eden Salebe son anlarını yaşadığı sırada kulaklarında Hz. Peygamber’in (sav.): “Şükrünü yaptığın az mal, şükrünü yapamadığın çok maldan hayırlıdır. Salebe!” ikazları yankılanıyordu, ama artık iş işten geçmişti. ‘Cami kuşu’ diye bilinen Salebe’nin zenginliği onun felaketine sebep olmuş ve zekâtı kabul edilmeyen zengin olarak anılmasına sebep olmuştur.

Karun ile Salebe’nin bu elim akıbeti, her Müslüman’a ders olmalıdır.

Öyle ise, kâmil bir mümin;

Elbette en bahtiyar odur ki: Dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, malayani şeylerle ömrünü telef etmesin; kendini misafir telakki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin; selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.”9

hakikatine uygun yaşamalı, elinden geleni yapıp, sebepleri bihakkın yerine getirdikten sonra neticeyi Cenab-ı Hakk’tan beklemeli ve kısmetine razı olmalıdır. Zaten tevekkülün gereği de budur.

Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir. Belki esbabı dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek; esbaba teşebbüs ise, bir nevi dua-i fiilî telakki ederek; müsebbebatı yalnız Cenab-ı Hakk’tan istemek ve neticeleri ondan bilmek ve ona minnettar olmaktan ibarettir.” 10

Dipnotlar:

1 Tirmizî, Zühd, 30.
2 Mâce, Zühd, 27.
3 Buhârî Tercemesi, 2025 nolu hadis, Tizmizi, Zühd, 19.
4 Nursî, B.S Lem’alar, On Dokuzuncu Lem’a.
5 Nursî, B.S Mektubat.
6 Nursî, B.S Sözler, Altıncı Söz.
7 Kasas Suresi, 28/76-83.
8 Tövbe Suresi, 9/75.
9 Nursî, B.S Mektubat.
10 Nursî, B.S Sözler.

Yazar: Mehmed Kırkıncı

İhtirasa çağrı

Kanaatsizlik aslında kötü bir huy değildir; ait olmadığı yerde kullanılmak onu kötüleştirir. Yerli yerinde kullanıldığı zaman ise, kanaatsizlik, övgüye en çok lâyık insanî özelliklerin gelişimi için bir vasıta olur. Lâkin biz çoktandır doyumu yanlış yerde aradığımız için, onun peşi sıra pek çok kavram da yer değiştirdi, bu arada kanaat ve hırs kavramları arasında da bir becayiş cereyan etti. Şimdi biz hırs gösterilmesi gereken yerde kanaat ediyor, kanaat etmemiz gereken yerde de hırslarımızın peşinde koşturuyoruz.

Hatânın başı, hadiste belirtildiği gibi, “dünya sevgisi” idi. Dünyaya karşılıksız bir aşkla bağlandıktan sonra, bütün hazlarımızı dünya hayatında aramaya başladık. Çok geçmeden de kendimizi bir fasit dairenin içinde buluverdik:

Doyum için dünya zevklerinin peşine düşüyorduk; ama eriştiğimiz her zevk, doyumun daha ötelerde bir yerde olduğunu bize gösteriyordu. İçtikçe susadık, susadıkça içtik dünya zevklerini. Önceki nesiller bir yana dursun, kendimizin dahi birkaç sene önce hayal edemediği imkânlara eriştikse de, aradığımız doyum ve huzur aksi istikamette yer aldığı için, onlarla aramızdaki mesafeyi kapatıyoruz zannıyla daha fazla açtık.

Oysa aradığımız şey bize çok yakındı.

Sadece bir yerde, kendi irademizle tayin edeceğimiz bir yerde ağzımızdan çıkacak tek bir söze bakıyordu bütün huzurumuz:

“Yeter” diyebilseydik, bu bize yeterdi.

***

Bu sözü nerede ve ne zaman söyleyeceğimizden daha önemli olan şey, onu söyleyebilmiş olmamızdır. Kimi bir lokma-bir hırkayı yeterli bulurken, kimi bu çizgiyi bir ev-bir araba seviyesinde, kimi de bunun biraz daha ilerisinde çizebilir. Yeter ki bir çizgi çizilsin ve “Buraya kadar olanı bana yeter” densin. Eğer bu çizgi çizilmezse, insanın ebedî bir hayat için yaratılmış duyguları bu fâni dünyada tatmin yolları arar, fakat aradığını bulamadığı gibi aramaktan da vazgeçmez. Nihayet insan, başarısız arayışlarla hebâ edilmiş bir hayatı ömrünün tek mahsulü olarak geride bırakıp dünyaya veda etmek zorunda kalır.

Maddî hazlarda “yeter” çizgisini çizen ve buna kararlı bir şekilde riayet eden insan ise, kendisini huzura ve tatmine ulaştıracak olan yolun önündeki en büyük engeli kaldırmış demektir. Artık o, maddî hırsların baskısından kendisini kurtarmış halde, manevî hazların peşine düşebilir. İşte burası, kanaatsizliğin ve hırsın geçer akçe olduğu bir mübarek ülkedir.

***

Almaya doyamayanların istilâsı altında can çekişen dünyamızda, bir de vermeye doyamayanlar var; hattâ dünya onlar sayesinde ayakta duruyor desek mübalâğa etmiş olmayız. Ama onlar gürültü çıkarmadıkları için varlıklarından pek az kimse haberdar oluyor. Fakat bu sessizlik içinde, asıl yaşanacak hayatı onlar yaşıyor.

Çünkü onlar Rablerinin kereminden iki şekilde nasipleniyorlar:

Bir yandan Rableri onları nimet ve ihsanlarıyla yaşatırken, onlar da Ondan gelen her nimetin farkında olarak, Onun hususî ihsanlarına mazhar olmanın hazzını şükür vasıtasıyla yaşıyorlar.

Bir yandan da, Allah onlara nasıl ihsanda bulunduysa, onlar da başka kullara ihsanda bulunmak suretiyle, “kerem” denen o yüce vasfın nasıl birşey olduğunu yaşayarak öğreniyorlar. Onlar bu İlâhî sıfatın cazibesine tutuldukları zaman, dünyanın maddî hazları, uzak bir gezegenin çekimi kadar bile onlar üzerinde bir tesir bırakmıyor.

***

İns ve cin şeytanları, insanı böyle büyük bir nasipten alıkoyabilmek için onun bütün dünyasını oyuncaklarla doldurdular. Ama ondan daha önce, bir kelimeyi ona yasakladılar:

“Yeter” sözünü bir küfür kelâmı olarak ilân edip hayattan bütünüyle dışladılar. Böylece, çağın en kutsal değeri olarak, tüketim tutkusu, hayatımızın merkezine yerleşti ve oradan bize hükmetmeye başladı.

Bu bâtıl dini tahtından indirmenin yolu, girdiği kapıdan onu çıkarmaktır. Ona ve beraberinde getirdiklerine “Yeter!” deyin, kâfidir.

Ondan sonra, iman kendi değerleriyle hayatımıza yerleşecek, orada hükmünü icra edecek ve bizim hırs ve ihtiraslarımıza asıl hedeflerini gösterecektir.

İşte bundan sonrası, her adımı bir huzur çağrısı olan bir doyumsuzluk yarışıdır.

“Nereye kadar?” diyecek olursanız:

“Mü’min Cennete girinceye kadar hayra doymaz.” (Tirmizî, İlim: 19.)

Ümit Şimşek