Etiket arşivi: kanun

Bilgi’nin değil, Bilim’in İslâmileşmesi: İslâmî B/ilim

Bilgi”yi elde edip, öğrenen; yani “bilen özne” olan insan zihni yönelmeden ve araştırma / gözlem yapmadan önce de; “varlık (kâinat)” ve varlığa mündemiç (içkin) “bilgi (veri / data – information – knowledge)” zaten “müslüman”dır. Diğer deyişle: İnsan zihninin konusu olmadan önce de; “kâinat” ve kâinatın taşıdığı ve işaret ettiği “mesaj ve bilgi”, ontolojik olarak ve fıtraten ve reel olarak zaten “müslüman” ve “mü’min”dir.

Varlık” ve “varlığın bilgisi”nin müslüman ve mü’min olması; kâinatın, Rabbimiz’in mahlûku olup, O’nun isim ve sıfatlarının tecelli ve tezahürü olması nedeniyle olup; bu, varlığın, O’nun “Tekvinî Kurallarına” teslim ve “Kevnî Şer’îât”ına uymasından da anlaşılmaktadır.

Bu açıdan “Bilgi’nin (knowledge) İslâmileşmesi” isimlendirmesi problemlidir. Daha başlangıçta, problemin yanlış teşhisinden kaynaklanan, bu yanlış ifade; sanki “kâinat ve kâinattaki bilgi daha önceden müslüman değilmiş de; sonradan biz o bilgi’ye İslâmî bir epistemolojik kılıf ve anlayış ekliyoruz; ikinci bir elbise giydiriyoruz; ikinci bir kimlik ve katman eklemeye çalışıyormuşuz” gibi yanlış bir anlam ve algı uyandırmakta. Yani bu ifadeden, sanki “bilgi’yi kendi inancımızın rengine boyuyormuşuz” gibi bir anlam çıkmakta. Halbuki problemin doğru teşhis ve ifadesi: Bilim’in (science) İslâmîleşmesi olmalı ve bu tespit ve ifade üzerinden çözüm olanakları araştırılmalıdır.

Aksi hâlde yanlış tespitlerle, yanlış sorular sorarak, doğru cevaplara ulaşamayız; çünkü yanlış sorunun, doğru cevabı olmaz. O hâlde, “doğru cevap nedir”den önce, “doğru soru nedir” sorusunun cevaplandırılması gerekiyor. Çünkü problemi doğru teşhis etmek, çözümün yarısıdır.

Problemin doğru ifadesi: “Bilgi’nin (knowledge) değil, Bilim’in (science) İslâmîleşmesi” olmalı ve bu tespit ve ifade üzerinden çözüm olanakları araştırılmalıdır demiştik.

Çünkü “bilgi (veri / data – information – knowledge)” ve  “bilim (science)” kavramları, farklı anlamlara gelmektedir. Kâinata içkin “bilgi”yi, Bilimsellik Kriterlerine göre, Bilimsel Yöntemlerle keşfetmeye çalışma ve bunun için Bilim/sellik Felsefe ve Metodlarına göre gözlem ve ölçüm, araştırma ve deney yapmaya ve bunun sonucunda elde edilmiş Bilimsel Bilgi’ye “bilim (science)” diyoruz. Bu açıdan; “bilgi”nin evrenselliğinden sözetmek anlamlıdır ama “bilim”in evrenselliğinden de sözedemeyiz.

Tespit ettiğimiz bu “bilgi – bilim” ayrımına göre, örneğin: “Belli şartlarda, suyun 100 santigrat derecede kaynamaya başlaması”; “bilgi”dir, “ölçüm bilgisi”dir; fakat “bilim” (science) değildir. Zaten mevcut Bilim ve Bilimsellik’in 1800’lü yıllarda doğup; sistemleşme ve kendi kavram ve yöntemlerini şekillendirmesinden, asırlarca sene önce de, suyu kim ölçerse ölçsün aynı sonucu alıyor veya alacaktı.

Mevcut Bilim’in “seküler” olup, “inanç” barındırmadığı; “nötr” ve “tarafsız” olduğu yanlış düşüncesine yolaçan sebeplerden birisi: “Bilim (science)” ve “bilgi (veri / data – information – knowledge)” ayrımının yapılmamış olmasıdır.

Halbuki varlığın “bilgi”sini (knowledge) keşfetmenin yöntemlerinden biri olan “bilim” (science) ve “bilimsellik” (scientific); yola çıkarken, başlangıçta kabul ettiği felsefe; doğru önvarsaydığı aksiyom ve kullandığı yöntem ve kriterler ve bu paradigmalarına göre evrende keşfettiği bilgilerin tasvir ve ifadesinde; müslüman olmayıp, “ateist ve materyalist, determinist ve natüralisttir.” Yani “Bilim/sellik”, sanıldığı gibi; evren gözlem – ölçümleri ve bunların ifadesinde tarafsız ve objektif, olgusal ve lâik değildir. Bu konuda “agnostik (bilinemezci)” bile değildir.

Zaten “dil’in mantığı” ve “mantık’ın da dili” nedeniyle; ayrıca insanın “beşerîyet ve sınırlılığı” nedeniyle; Bilim ve Bilimsellik’in nötr ve seküler, nesnel ve olgusal olması mümkün değildir.

Çünkü mantık ve dil’de; “fiil”, failsiz olamayacağı için; maddenin hareketlerinden bahseden Bilimsel İfadelerde, o fiile bir “fail ve özne” atama zorunluluğu doğuyor. Gene mantık ve dil’de; “eser”, müessirsiz ve ustasız da olamayacağı için; evrendeki eser ve sonuçlara, bir “usta” bulma zorunluluğu doğuyor. Yani Bilim’in, Rabbimiz’i “fail ve özne ve müessir” kabul etmemesinin zorunlu diğer şıkkı olarak; edilgen bir “nesne ve alet” olan “madde ve süreç, kanun ve kuvvet, sebep ve mekanizma, tesadüf ve zorunluluklar”; “etken bir özne” ve “iradeli bir fail” ve “canlı bir müessir / usta” katına yükseltilir.

Böylece, evrendeki “bilgi”nin (ham data – veri – information – knowledge), “bilimsellik” (scientism) Filtresinden geçerek, “bilim” (science) hâline dönüşmesi ve “bilimsel bilgi” olarak ifade edilmesiyle; bize böyle, “sahte ve kurgusal, sihirli ve masalsı” bir evren sunulmakta.

Elhasıl, neyi – nasıl yaptığını, sonuç ve çıktılarını bilmeyen “ağaç, güneş, arı, bitki, hücre, hayvan” gibi (akıl ve şuur, bilgi ve irade, hatta hayattan yoksun) varlıklar hakkında; Bilim/sellik’in “yapar, eder, verir, geliştirir, izin verir, sağlar, bölünür” gibi; düpedüz “ifade ve gramer, mantık ve bilgi” yanlışları içeren bu Bilimsel İfadeleri; safsata olup, hurafeler üretiyor. “Bilimsel Bilgi” dediğimiz ifadelerin hemen hemen tamamı, böyle “failsiz ve öznesiz” veya “sahte failli” cümlelerle kurgulanıp – dizayn edilerek, bize sunulur.

Bilimsel Bilgi ve İfadelerin; tasvir ve açıklamalarının, analiz ve yapısökümünden çıkan sonuçlar bu. Bilimsel Cümlelerin; gramatik inceleme ve metalinguistik açılımı, mantık ve mefhumundan çıkan sonuçlar bunlar.

Bilimsellik Felsefesi, her ne kadar “lâik ve seküler, nötr ve tarafsız” olduğunu iddia etse de; sonuçta Rabbimiz’in evrendeki “fiil ve eserlerini” incelemektedir. Bu sebepten; Bilim’in, madde ve evren hakkındaki gözlem ve tasvir ve açıklamaları; ister istemez, “Rabbimiz’in evrendeki icraat ve münasebetinin ne olduğunun” da tasviri olmaktadır. Yani Bilimsellik Felsefesi; “lâiklik ve sekülerlik” iddiâlarıyla, kendini “din”den ne kadar ayırmaya çalışsa bile; (Rabbimizin icraat ve eserlerini incelediği için) kaçınılamaz bir zorunlulukla, dinimizin alanına girmekte; bazı itikadî ve amelî esaslarımızı tenkid ve ret veya te’yid ve kabul etmektedir.

Diğer yandan: Bilim, ne kadar lâik ve seküler olmaya çalışsa bile; bizim dinimiz lâik ve seküler değil! Çünkü ve zaten, “din (İslâm)” dünyadaki davranış ve dünyevî amellerimizi düzenlemek için gönderilmiştir! Ve Rabbimiz bizi dünyaya gönderirken; “bazı kamusal alan ve zamanlarda ve ilmî çalışmalarınızda serbestsiniz, ne yaparsanız yapın, karışmıyorum” da dememiştir!

Başta “dil’in mantığı” ve “mantık’ın da dili” nedeniyle; Bilim ve Bilimsellik’in nötr ve seküler, nesnel ve olgusal olması mümkün değil demiş ve buradan Bilim ve Bilimsellik Felsefesi’nin “ateist ve materyalist, determinist ve natüralist” olduğunu söylemiştik.

Çünkü inançtan bağımsızlık ve tarafsızlık mümkün değildir; yani gözleyip – ölçtüğümüz birşeye ya “Yaratıcı ve Fâil ve Ustası var(mış)” veya “yok(muş)” önvarsayım ve aksiyomuyla bakarız. Bu 2 şıkkın ortası veya dışarıdan bakılacak, eşit uzaklıkta üçüncü bir gözlem ve koordinat noktası yoktur. Dahası; hükmün askıya alındığı veya agnostik tavır takınabileceğimiz; yani eşyanın objektiviteye izin verdiği “nötr ve flû” alanlar da yoktur.

İnançtan bağımsız ve tarafsız, nesnel ve objektif bir bakış açısı olamayacağı için; yaptığımız gözlem ve ölçüm, araştırma ve açıklamalarımızın ifadesinde; başlangıçta doğru önvarsaydığımız veya seçip, inandığımız şıkka göre, kelime ve cümlelerimizi belirleriz. Gözlem – ölçüm sonuçlarımızı ve kâinat tasvirlerimizi, başlangıçta doğru varsaydığımız bu paradigmalara göre yaparız. Çünkü “var(mış) – yok(muş)”un ortası, yani üçüncü bir ihtimâl olmadığı için; inançtan bağımsız, yani “olgusal ve nötr, tarafsız ve objektif” bir ifade biçimi üretemeyiz.

Bilim’in “Bilimsellik Felsefesi” ise; başlangıç aksiyom ve önkabülü olarak, “evrenin varlık ve işleyişinde; Tanrı yok(muş), varsa bile karışmıyor(muş)”u doğru önvarsaydığı için; mevcut “Bilim”, (kendini konumlayış biçimi ve kendini tanım ve ta’rifi icabı ve seçtiği yöntem olarak) “ateist ve materyalist, determinist ve natüralist” olup; “lâik ve seküler, nötr ve nesnel, tarafsız ve objektif, evrensel ve olgusal” değildir.

Bilim’in Bilimsellik Felsefesi, Lâik ve Nötr değildir / Bilimsellik Hipnoz ve İllüzyonu

“Bilgi” ve “bilim” arasındaki farkı anlatırken; “suyun belli şartlarda, 100 santigrat derecede kaynamaya başlaması”nın “bilgi, ölçüm bilgisi” olduğunu; fakat “bilim (science)” olmadığını söylemiş; fakat “bilim” ve “bilimsel bilgi ve ifade”nin ne olduğunu yarım bırakmıştık. Bu örnekte; suyun “ölçüm bilgisi”nden sonra; “ne, neden, nasıl” gibi sorular eşliğinde; “su’yun nedeni ve kaynağı” gibi soruların araştırılmasında “bilim” devreye girer.

Suyun bu kaynama ölçüm ve keşif aşamasından sonra, sıra, bu suyun neden ve nasıl olduğu ve kaynağına gelince; meselâ Rabbimiz’in yağmur fiil ve eser, sonuç ve ni’met, rahmet ve rızkı; Bilim’in elinde “yağmur nasıl oluşur, suyun çevrimsel döngüsü” gibi kavramsallaştırma ve başlıklarla, önce Rabbimizle olan irtibat ve çağrışımı kopartılır.

Sonra; “yaratma” yerine, oluşum; “rızık / ni’met” yerine, gıda maddesi; “sevk-i İlâhî ve ilham” yerine, içgüdü ve sevk-i tabiî; “İlâhî kanun ve Sünnetullah” yerine, tabiât – fizik – kimya kanunu gibi isimlendirme ve kavramsallaştırmalarla; kelimelerin ve işaret ettiği madde ve olayların, Rabbimiz’i gösteren “şeffafîyet ve aynalığı” giderilir!

Sonra, “yağmur”u Bilimsel olarak tasvir edip – nedensellerken kullanılan; “ısıyla buharlaşıp, yükselir; rüzgârla taşınıp, çarpışır; birleşir ve ağırlaşır; soğuk hava ve alçak basıncın da etkisiyle yoğunlaşır, soğur; sonra yerçekimi etkisiyle yere düşer” gibi Bilimsel ifadelerle; güya “otomatik bir makina ve mekanizma” ve “kendi kendine işleyen bir sistemden” bahsediyormuş da; bu sebepten, yağmurun yaratılma ve inşasında, herhangi bir “fail ve ustaya” ihtiyaç yokmuş altmesajı verilir.

Bilimsel Yöntem’in, cümlelerini, böyle “failsiz” veya “sahte faillerle” kurgulaması ve olayları sadece “neden – sonuç ilişkisiyle” şablonize edip; bu “yatay deterministik kalıplarla” ifade etmesi; kâinatın, Rabbimizle olan münasebet ve illiyetini, zihinde kesip; kâinatın, âyet ve delil ve mesaj olma vasfını kapatıp – köreltme işlevi görür.

Bu açıdan, “yağmur”la ilgili Bilimsel Bilgi ve Açıklama / İfadeleri; “Yağmur; İlâhî bir fiil / faâliyetin, İlâhî bir eser ve sonucu mu; yani O’nun icad ve ihsan ve ni’meti mi; yoksa evrendeki neden – sonuç ilişki ve işleyişinin, gayet tabiî ve olması gereken, doğal bir sonucu mu?” sorusuna; “inkâr” ve “şirk” lehinde verilmiş bir cevap olarak okuyabiliriz. Yani Rabbimiz’in fiil ve eserlerinde, “bazı sebep ve mekanizmalar” gibi; O’ndan bağımsız ve kendi kendine ayakta duran ve işleyip, çalışabilen ve eser / sonuçlar üretebilen “ortakları” olduğu iddiasını, delillendirme çabası olarak okuyabiliriz.

Yani Bilimsel Bilim’e göre, “yağmur”; hiçte “mu’cizevî” olmayan; yani Allah’ın işi ve fiili ve eseri gibi görünmeyen; (ve zaten Bilim’in yağmur için gösterdiği sebep ve mekanizmalar yeterli olup, ayrıca ek bir neden veya fail de gerekmeyen; yani yağmur için, öyle “Tanrısal çapta bir güç” ve müdahaleye de ihtiyaç olmayan); gayet doğal ve olağan bir sürecin, gayet normâl bir neden – sonuç ilişkisinin, tabiî ve zorunlu bir sonucudur!

Biz ise; gözlem ve araştırmalarında “kim ve niçin / anlam ve amacı ne” sorularını bilimsel bulmadığı için dışlayan; bu soruları “metafizik” görüp, “bilgi ve araştırmanın” değil, “inanç ve din, felsefe ve metafiziğin” konusu gören Bilimsellik Felsefesi’nin bu ateist varlık ve bilgi anlayışını kabul etmek zorunda değiliz.

Elhasıl: Bilim ve ders kitaplarında, “yağmur”; sanki failsiz ve zaten, fail’e mantıken ihtiyaç ve gerekte olmayan; yani kendi kendine (“yerçekimi – güneş – buharlaşma – soğuma – basınç – rüzgâr” gibi doğal neden ve süreçler ve deterministik zorunluluklarla)”; yani otomatik olabilmesi mümkün(müş) ve olan da, bu mümkün’ün gerçekleşip, vukû bulması(ymış) inancına göre kurgulanıp, tasvir edilir!

Bu yetmezmiş gibi bir de; Bilim/sellik’in, “yağmur”u determine ederek Rabbimiz’den kopartan bu “ateist ve determinist, materyalist ve natüralist” isimlendirme ve tasvirlerinin; güya “yağmur”un, olgusal ifade ve objektif açıklama, tarafsız nedenselleme ve evrensel tasviri olduğu iddia edilir!

Üstelik; Bilim’in “varsa bile işleyişte fonksiyonu olmayan ve evrene karışmayan âtıl Tanrı(!)” inancına göre şekillenmiş bu “Bilimsel Bilgileri”nin; “inançtan ve taraftan bağımsız Bilim” tarafından, “nötr bilimsel yöntem ve gözlemler” sonucuyla elde edildiği iddia edilir!

Halbuki, “yağmur” örneğinde de görüldüğü gibi; “Bilimsel Bilgi” yani “bilim”in (science), madde ve evrenin faâliyet ve işleyişini anlatan ifadelerinin ekserisi; “bu faâliyet, işleyişlerin Tanrıyla ilgisi yoktur; hem Tanrı var olsa bile, bu otomatik sistem ve deterministik zorunlu işleyişe karışmamaktadır; yani bu olay İlâhî değil, tabiîdir; bu hâdise, İlâhî bir fiilin iradî bir eseri ve sonucu değil; doğal bir işleyişin zorunlu bir sonucudur; yani evrendeki işleyişi nedensellemek ve açıklamak için, doğaüstü herhangi bir fail ve nedene atıf yapmaya zaruret ve ihtiyaç yok; evrendeki hareket ve sonuçlarını nedensellemek ve açıklamak için, Tanrı boyutunda süper bir güce ihtiyaç ve zaruret yok” inanç ve felsefesine göre ve sanki bu aksiyom ve önkabül doğruymuş gibi; bu “ateist zeminde kodlanır ve sunulur! Bu ateistik arka plâna göre kurgulanmış ve oluşturulmuş Bilimsel Bilgi ve ifade ve tasvirlerdeki, bu “subliminâl mesajlar”; bilincimizin işitemeyeceği desibelde, bilinçaltımıza fısıldanır!

Dahası: Bilinçaltımıza sessizce fısıldanan bu “subliminâl mesajlar”; Bilimsel jargon ve teknik terimlerle dizayn edilerek, cazibeli bir şekilde sunulan Bilim’in bu “virüslü tasvir ve cümleleri”; zihnimize çizdiği bu “ateistik senaryo ve hikâyeler”; şuurumuza direkt olarak ve açıkca “Allah yoktur; varsa bile, evrenin işleyişine etki ve müdahalesi yoktur; zaten varlığın, varlık ve işleyişinde O’na ihtiyaç ve zarurette yoktur(!) Yani O’na inanmak için, evrende, hiçbir mantıkî gerekçe ve neden, aklî ve gözlemsel delil yoktur” demekten, çok daha etkili ve yıkıcıdır!

Yani Bilimsellik Felsefesinin, evrendeki olayları “yatay deterministik neden – sonuç şablonlarıyla” tasvir edip – açıklaması; yani faile gerek yokmuş gibi ve failden hiç bahsetmeden, “şu şu, şu sebepten oluyor” demesi; “bu işi Allah yapmıyor” demekten, çok daha te’sirli ve ikna edicidir! “Evrendeki işleyişe Allah karışmıyor” demekten çok daha aldatıcıdır!

Bilimsellik Felsefesine göre dizayn edilmiş Bilimsellik Kriterlerinin ürün ve sonucu olan “Bilimsel Bilgi / Bilim”in, altmesaj olarak bize empoze ettiği bu “ateistik varlık ve evren ve bilgi anlayışı”; şuurumuza direkt, inkâr ve şirkin reklâm ve progagandasını yapmaktan çok daha etkili ve ikna edicidir! Çünkü mesajlar, şuurumuza farkettirilmeden, direkt şuuraltımıza ilka ve şırınga edildiğinden; biz de herhangi bir tepki ve itiraz, savunma ve cevap verme ihtiyacı uyandırmaz.

İbret vericidir ki: “Tanrı’nın varlık – yokluğu ve evrenimizde etken olup – olmadığı, Bilim’in konusu değildir ve Bilimsel olarakta ispatlanamaz; bizim konumuz, sadece deney – gözlem yapabildiğimiz ‘madde” diyen Bilim’in; konu “Tanrı’nın olmadığı veya kâinatla münasebeti ve içindeki maddeye etki ve illiyetininin olmadığına” gelince; hemen “hayır, yok” diyerek, bunu konusu içine almakta bir sakınca görmemektedir! Yani Bilim; inanç ve dinden bağımsız ve ayrı ve konu olarakta farklı olduğunu söylerken; keşif ve gözlemlerini, “ateizm(küfür ve şirk) lehine tanzim etmeyi, gayet “bilimsel” görmektedir!…

Neredeyse dünyaya gözümüzü açtığımız günden beri; evde, okulda, sokakta, medyada ve okuduğumuz kitaplarda; sık sık ve tekrar tekrar maruz kaldığımız bu “Bilimsellik Sihri” ve programlamasının etkisinden kurtulmak çok çok zordur! Üstelik; Bilim’in bu “Gizli Ateist Subliminâl Mesaj”, bu virüslü bilgi ve kodlarının farkında bile değiliz! Bir şekilde farkında olsak bile; bu kirli ve frekansı parazitli mesajlara karşı geliştirdiğimiz, hazır bir “antivirüs programımız” da yok!

Varsa ve olsa bile “Tanrı”ya, sadece evrenin başlangıcında (domino taşlarında ilk hareketi veren gibi)İlk Neden” olarak küçük bir rol veren “Bilim/sellik”in; artık evrenin ihtiyacı kalmadığı, şimdi âtıl ve gereksiz olan bu “İlk Neden Tanrısı”na, verdiği bu küçük rol de, kerhendir! Bu İlk Neden Tanrısını reddetmemesi de, bir süreliğinedir! Çünkü: “İleride Bilim; evrenin başlangıcını da çözüp – nedensellediğinde, bu karanlık noktayı da aydınlattığında; bu İlk Neden Tanrısı’na inanmak için de mantıkî bir zorunluluk ve neden veya aklî bir gerekçe kalmayacak” derler!

Alenî deist” veya “gizli ateist” olan; sıkıştırınca da “bunu gözleyip – bilemeyiz, dolayısıyle Tanrının varlık – yokluğu gibi meseleler Bilim’in konusu ve sahası değil” diyerek “agnostizme” kaçan Bilimsellik Felsefesi ve ürettiği “eser, müessirsiz ve fiilsiz; fiil de failsiz olabilir ve olur” gibi mantıksızlıklarını ve “evrende olanların neden ve nasılı; sebep ve mekanizma, madde ve kanunlarla nedensellenip – açıklanabiliyor olup; evrenin varlık ve işleyişinde, Tanrı gibi bir fail ve özne aramaya mantıkî veya gözlemsel bir zaruret ve neden yoktur” gibi inanç ve aksiyomlarını kabul etmek ve ölçüm – gözlemlerimizi de, bu “deist” veya “ateist” cümle ve kurgularla ifade etmek zorunda değiliz!

Bilim ateizme Alet edilmiyor, Ateizmin Kendisi!

Bu yazımızda yaptığımız “bilgi” ve “bilim” ayrımı ve bilim’in evrene, önvarsayım olarak “Tanrı yok(muş), varsa bile işleyişe karışmıyor(muş)” tarafından baktığı ve açıklamalarına, “asıl fail olan Rabbimiz” yerine başka failler ikame ettiği gibi noktalar dikkate alınırsa; sonuç olarak: Bilim, ateizm ve materyalizme alet edilmiyor olup; bilakis ateizmin kendisi olmaktadır!

Çünkü: Bilimsel Makale ve Yayınlarda; herşeyin “otomatik makina” gibi işlediği ve “Uzun Zaman + Madde ve Enerji + Tabiât + Kanun + Tesadüf ve Zorunluluk + Evrim ve Devrim = Herşey Mümkün” önvarsayım / aksiyom / inancının şekillendirdiği bir Kâinat Modeli’ne dayanan; yani Bilimsel İfade, denklem ve formüllerinde Allah’ın bulunmadığı bir kâinat tasavvuru kurgulanıp, inşa edilir! Bu model / metafora göre; Bilimsel İfade, denklem ve formüllerde “Tanrı’nın olmadığı / olsa da karışmadığı ve zaten evren kendi başına işleyebilip, O’na ihtiyaçta olmadığı”; yani “ateist ve materyalist, natüralist ve determinist” bir kâinat tasviri yapılır.

Bilimsellik Hipnoz ve İllüzyonuyla; madde ve sebepleri, fiil ve eserlerinde bir “alet – edavat” olarak kullanan Rabbimiz; (gözümüze yaklaştırılan küçük bir kibrit çöpünün, arkasındaki koca dağı kapatması gibi); Bilim’in de, “sebepleri” gözümüze yaklaştırıp – büyütmesiyle; görünmez olur.

Bir illüzyonistin dikkatimizi belli bir yöne çekerek; buradan, asıl yapacağı şeyi gözümüzden kaçırıp, elçabukluğuyla yapması gibi veya bir hipnoz uzmanının, dikkatimizi belli bir noktaya veya sese yönlendirip, odaklamaya çalışması gibi; Bilim de, dikkatimizi evrendeki bazı “sebep ve maddî nesnelere” yönlendirip – zumlayarak; buradan, “asıl ve tek faili”; yani “madde ve sebepleri, icraatında alet olarak kullanan Rabbimizi” görüşalanımızdan kaçırıp – gizler!

Bu Bilimsel Cümle ve ifadelerin tekrar ve telkiniyle; dünyaya gözümüzü açtığımızdan beri maruz kaldığımız bu zihinsel bombardıman neticesinde, Rabbimiz’i bize unutturur. Bu zihinsel manipülâsyon ve programlama sonucu; artık “bir harf bile failsiz ve yazar/yazansız olamadığı hâlde; her ‘atom’ harfinde bile ayrı ve muhteşem bir kitap yazılmış bu kâinat, nasıl failsiz ve yazarsız olabilir!?” sorusu akla bile gelmez! Gelse de, merak edilmez. Merak edilse de; Bilim/sellik’in ona da “failsiz, yani otomatik, yani kendi kendine, yani çeşitli madde ve sebep ve kuvvetlerin etkisi ve itme – çekmesiyle, yani çeşitli tabiî ve deterministik fizik – kimya kanun ve mekanizmalarıyla işleyen” formatında, Bilimsel bir cevabı vardır!

Bilimsellik Felsefesinin ürün ve sonucu olan Bilim’in, zihin ve bakış açımıza yaptığı “etki ve sihir” ve olmayanı olur(muş) gibi gösteren “illüzyon ve hokkabazlığı” burada bitmez. Sonraki aşamada; Bilimsel Cümle ve tasvirler kanalıyla, bilinçaltımıza enjekte edip – gönderilen “subliminâl mesajlar” ve “kirli – virütik bilgilerle”; bilinçaltımız kodlanır ve programlanır!

Objektif ve evrensel, nesnel ve olgusal, dinden ve inançtan bağımsız ve ayrı olduğuna inandırdığı için; kendisini, ülke ve milliyet, din ve inanç farketmeden, her yere kabul ettiren “Bilim ve Bilimsellik Felsefesi”nin; inanç ve itikadımızda yaptığı tahribat ve yıkımı halâ tüm boyutlarıyla farkedebilmiş değiliz.

Kendi ateizm ve materyalizm, determinizm ve natüralizm inancına göre; evren gözlem ve araştırmalarında “kim, niçin / niye, anlam ve amacı ne” sorularını dışlayan ve bu tür soruları spekülâtif kabul edip; bunları, “bilgi ve araştırma, delil ve gözlemin” değil; “felsefe ve din / inançların” konusu gören “Bilim”in bu inanç esaslarını kabul etmek zorunda değiliz.

Şimdi – şurada”da olmadığı için araştırma ve gözlem – deney yapma ve tekrarlama imkânı olmayan “Big Bang”in olduğunu “kızılötesi kayma ve kozmik fon radyasyonu” gibi ikinci derece delil ve gözlemlerden bilen veya teorik – matematiksel hesaplamalardan bulan; hatta “yerçekimi/kütleçekimi/gravitasyon” gibi “şimdi – şurada” olduğu hâlde, fiziksel varlığını hiçbir şekilde gözlemleyemeyen, fakat etki ve te’sirlerinden “var” kabul eden “Bilim/sellik”in; sıra “Tanrı, Nübüvvet, melek, vahiy” konularına gelince; “bunlar metafizik ve inanç işi; bu konularda gözlem ve deney, ölçüm ve araştırma yapılamaz ve hiçbir şekilde delil – ispatı da yapılamaz” demesi, tam bir çifte standarttır! Evet Rabbimiz’in “Zât”ı gözlenemez ama; “etki ve te’sir, fiil ve eserleri” meydanda!

Hem Bilim’in en temel amaçlarından birisi de: Görüp – gözlemlediklerinden, görmediklerini öngörmek ve tahmin etmek değil mi!? Şimdi/şuradaki gözlem – deneylerinden, geçmiş ve gelecek hakkında bilgi ve bulgular elde etmek değil mi!? Somut gördüklerinden, soyut kanun ve prensiplere ulaşmak değil mi!? Gördüğü varlık ve işleyişten (teorinin öngördüğü); “teoriye göre, evrende şöyle birşey de olması gerekir” deyip, henüz göremediği o varlık ve boyutları, keşfetmeye çalışmak değil mi!?

Ayhan KÜFLÜOĞLU

Yeni bir Bilim Anlayışının İnşasında, İslâmî bir Epistemoloji Önerisi (4)

Bilim’den Büyüklere Masallar!

Önceki Yazımızda, “ateist ve materyalist” felsefe ve inançlara göre dizayn edilmiş “Bilimsellik Paradigması”nın ürün ve sonucu olan “Bilim”in ürettiği; safsata ve hurafelerle karışık, masalvârî bazı “Bilimsel Bilgi” ve İfadelerden örnekler vermiştik. Bu örnekleri tekrar hatırlamakta fayda var:

“Bitkiler, fotosentez yaparak besin ve enerji elde ederler. Kökleriyle topraktan emdikleri suyu, onlarca metre yükseklikteki en uç dallarına kadar ulaştırırlar. Bitkilerin yaşamını devam ettirebilmesi için şekere de ihtiyacı vardır. Kökleri aracılığıyla topraktan aldıkları suyu, yapraklarında karbondioksitle birleştirip, güneş ışığının da yardımıyla şekere dönüştürürler. Sadece suyu topraktan emmek yeterli değildir. Bu suyu tüm yapraklara ulaştırmak ve üretilen şekeri gövdeye dağıtmak gerekir. Bitkiler bu amaçla mükemmel bir su tesisatı sistemi geliştirmiştir…”

“Bir çok canlı, avlanmak ve av olmaktan korunmak için çok çeşitli kamuflaj ve saklanma yöntemleri geliştirmiştir…”

“Güneş, dünyamızı aydınlatır ve ısıtır. Bunu; hidrojeni, nükleer füzyon ile helyuma dönüştürerek yapar. Böylece dünyamızı ısıtmakta, ayrıca bitki ve diğer canlıların enerji ihtiyacını karşılamaktadır…”

“Hücrelerimiz, mitokondride kendi enerjisini üretir…, Hücre zarı, hücreyi dağılmaktan ve dış etkilerden korur. Madde alışverişini sağlayarak, hücreye faydalı olanların geçişine izin verir. Bunu da reseptörleri aracılığıyla yapar…, Karaciğerimiz, üçyüzden fazla kimyevî reaksiyonu gerçekleştirir…, Arı, bal yapar…, Mutasyon, şunu yapar. Adaptasyon, bunu yapar. Doğal seleksiyon, eleme bunu gerçekleştirir. Evrim, şunu yapar…”

Evrenin, varlık ve işleyişinin “asıl faili; yani cansız zerre ve maddeleri yerinden kaldırıp, harekete geçiren ve birşeylere araç ve sebep yapan “asıl sebebi; yani evrendeki madde – enerji’lerin (bu işleyişte) ‘alet’ ve ‘sebep’ olmasının asıl nedeni; yani bütün bu varlığı, (fiil ve eserlerinin üretiminde) “alet – edevat” gibi kullanan “Rabbimiz”i kabul etmeyen Bilimsellik Felsefesi’nin ürettiği Bilim’in düştüğü çukur, işte tam da burası.

Başlangıçta yola çıkarken, evren gözlem ve incelemelerinde; “Allah var(mış)[kâinatın “faili (yaratıcı ve ustası ve işleticisi) var(mış)”] yerine, “Allah yok(muş)”u aksiyom olarak doğru önvarsayan “Bilim/sellik”in bu durumu; tıpkı, önünde hazırlanmış bir yemeği görüp, fail ve aşçısını gör(e)mediği için, o yemeği; “bıçak – soğan hareketleri, tencere – tava uçuşmaları ve ateşin ısısı, bıçağın basıncıyla” tasvir edip; güya böylece yemeği nedenselleyip – açıkladığını düşünen bir insanın düştüğü duruma benzer.

Halbuki böyle, doğadaki cansız ve bilinçsizlere “hayat ve şuur, bilgi ve irade” atfedip; böylece evrendeki canlı veya cansızları “insansılaştırmak”; böylece onları “bilinçli ve kendi irade ve bilgileri, kuvvet ve tercihleriyle bu işleri yapıyormuş” gibi göstermek; edebî bir sanat olarak, sadece “masallarda ve çizgi filmlerde” olur biliyorduk!

Bilim’in, evrenin varlık ve işleyişinde “fail” olarak gördüğü “madde” ve “sebepler” hakkında; bu “yapar, eder, geliştirmiştir” gibi ifadeleri; edebî kaygılarla seçilmiş (Bilimsel cümlelerde “mecaz ifadelere de yer verelim” gibilerinden) kelimeler olmayıp; vitalist ve animist bir anlayış ve felsefenin ürünüdür. Daha doğrusu: Bilimsellik Paradigması’nın, ürettiği Bilimsel Bilgi’ye; fail olan “Allah”ı eklememesinin zorunlu sonucu olarak, yerine başka “sahte failler” üretmesinin sonucudur.

Çünkü mantık ve dil’de; “fiil”, failsiz olamayacağı için; maddenin hareketlerinden bahseden Bilimsel İfadelerde, o fiile bir “fail ve özne” atama zorunluluğu doğuyor. Gene mantık ve dil’de; “eser”, müessirsiz ve ustasız da olamayacağı için; evrendeki eser ve sonuçlara, bir “usta” bulma zorunluluğu doğuyor. Yani Bilim’in, Rabbimiz’i “fail ve özne ve müessir” kabul etmemesinin zorunlu diğer şıkkı olarak; edilgen bir “nesne ve alet” olan “madde ve süreçler”; “etken bir özne” ve “iradeli bir fail” ve “canlı bir müessir / usta” katına yükseltilir.

Evrendeki “bilgi”nin (ham data – veri – information – knowledge),bilimsellik(scientism) Filtresinden geçerek, “bilim(science) hâline dönüşmesi ve “Bilimsel Bilgi” olarak ifade edilmesi; bize böyle, sahte ve kurgusal, “sihirli ve masalsı” bir evren sunmakta!

Elhasıl, neyi – nasıl yaptığını, sonuç ve çıktılarını bilmeyen “ağaç, güneş, arı, bitki, hücre, hayvan” gibi (akıl ve şuur, bilgi ve irade, hatta hayattan yoksun) varlıklar hakkında; Bilim/sellik’in yapar, eder, verir, geliştirir, izin verir, sağlar gibi; düpedüz mantık ve bilgi yanlışları içeren bu Bilimsel İfadeleri; safsata olup, hurafeler üretiyor. “Bilim” de, bizden bu masallarına inanmamızı istiyor! “Bilimsel Bilgi” dediğimiz ifadelerin hemen hemen tamamı, böyle “failsiz ve öznesiz” veya “sahte failli” cümlelerle kurgulanıp – dizayn edilmiştir.

Bilimsel Bilgi ve İfadelerin; tasvir ve açıklamalarının, analiz ve yapısökümünden çıkan sonuçlar bu. Bilimsel Cümlelerin; gramatik inceleme ve metalinguistik açılımı, mantık ve mefhumundan çıkan sonuçlar böyle.

Ağaç, elma yapamaz!

Sebepler içerisinde, cihaz ve kuvvetçe en zengin ve güçlüsü olan “insan” bile; kendi vücudunda olan fiil ve işler hakkında bile; bilerek yaptığı iradî fiillerinde bile; vücudunda olanlar hakkında ne bilgisi var ve ne de olurken şuuruyla farkında işleyişin.

Örneğin: Amaçlayarak ve bilerek, yani irade ve şuuruyla yaptığı yemek yeme fiilinde bile; yaptığı sadece, ekmeği eliyle ağzına götürüp, dişiyle çiğneyip, diliyle yutağa göndermek. Bundan sonra devam eden tüm fiil / faâliyetlerin % 99’u; o insanın, irade ve şuur ve bilgisi haricinde gerçekleşiyor. Vücudunun işleyişi ve sindirim; meselâ “göze gidecek minerâl – vitamin”in, o gıdadan ayrıştırılma ve  tevzisi, dağıtım ve depolanması, ve lüzumunda hücrelere nakli gibi işler de insana bırakılsaydı…

Elhasıl: İnsan; kendi vücudundaki işler de bile; kendi iradesiyle, bilerek yaptığı, kendi fiillerinde bile; bu kadar aciz ve bilgisiz ve kudret ve şuuru ulaşamıyorken; meselâ ağaç; elmaya sebeptir, sebeplerinden biridir cümlesindeki sebep kavramı ne manâya geliyor!? Halbuki ağaca sorsak; üzerindeki elmadan haberi bile yok!

Şimdi, Bilim’in ağacı, “sebep” ve meyvesini “sonuç” olarak tanımlayıp – etiketleyen Yatay Deterministik Perspektifle olaya bakarsak. Yani, hani Bilim Kitaplarında: “Bitkiler, fotosentez yaparak besin ve enerji elde ederler. Kökleriyle topraktan emdikleri suyu, onlarca metre yükseklikteki en uç dallarına kadar ulaştırırlar. Bitkilerin yaşamını devam ettirebilmesi için şekere de ihtiyacı vardır. Kökleri aracılığıyla topraktan aldıkları suyu, yapraklarında karbondioksitle birleştirip, güneş ışığının da yardımıyla şekere dönüştürürler. Sadece suyu topraktan emmek yeterli değildir. Bu suyu tüm yapraklara ulaştırmak ve üretilen şekeri gövdeye dağıtmak gerekir. Bitkiler bu amaçla mükemmel bir su tesisatı sistemi geliştirmiştir…” gibi Bilimsel Bilgiler veriliyor ya!

Yani “bitkiler”; şuurlu ve bilgili ve ne yaptıklarını biliyorlarmış gibi; içerler, emerler, ulaştırırlar, alırlar, birleştirirler, dönüştürürler, sistemler geliştirmişlerdir vs. diyor ya, o bakımdan.

Şimdi, “Bilimsel Bilgiler”in zihnimize çizdiği evrenin; sahte ve sanal, sihirli ve masalsı bir evren; kurgusal bir ilüzyon olduğunun ispatı için, kısa bir yolculuğa çıkacağız. Bu yolculukta, “Bilim”in bu hayalî ve sihirli evreniyle, reel evrenimizin uyuşup uyuşmadığını kontrol edeceğiz.

Bu yolculuğu kısa tutmak için, bu seferimizde sadece, “elma”yı imâl edip, üreten; yani “elma”yı, dünya ve kâinattan sentezleyip, terkip ve inşa eden ve “ni’met / rızık” olarak bize hediye edip, gönderen “sebep” ve “faili” arayacağız. Diğer deyişle: Evren Sarayının, Dünya Mutfağında, “elma”yı hazırlayan aşçıyı arayacağız.

Şimdi, yolumuza çıkan bir ağaca soruyoruz: “Ağaç kardeş, bir dakika! Bizim Bilimsel Kitaplarda, ‘ağaç, meyvenin sebebidir, sebeplerinden biridir’ yazıyor ve senin bu meyveyi nasıl inşa ve imâl ettiğini anlatıyorlar. Acaba bu üzerindeki meyveleri nasıl yapabiliyorsun? Hava ve topraktan, gerekli besinleri nasıl çekip – sentezliyorsun? Hem her meyvenin çekirdeğine, o ince programı nasıl yazıyorsun? Sonuçta sen tahtadan bir ağaçsın! Know-how vs. anlamazsın!”

Ağaç: “Senin bu bahsettiğin ve benim imâl ettiğimi iddia ettiğin meyveden ve çekirdeğinden haberim bile yok. Üzerimde gerçekleştiğini söylediğiniz diğer şeylerden de haberim yok! Bilgim, irade ve şuurum haricinde olan bu fiil ve sonuçlarına, sebep olabileceğimi nasıl düşünürsünüz! Benim kendimden bile haberim yok ki, sebep olduğumu iddia ettiklerinizden haberim olsun! Hem, meyvedeki çekirdeğine program yazacak aletim mi var benim! Yoksa, o programı kodlayıp – yazabilecek, birşey mi keşfettiniz yapımda! Ben değil o elmayı yapmak, resmini bile çizemem! Hem, bana hayat ve ruh üflense bile, gene de bu elmayı yapamazdım!” dedi.

Aynı soruyu toprağa soruyoruz: “Bizim Bilim Kitaplarında, ağaç ve bitkilere çok faydalı işler yaptığın söyleniyor. Bu ağacı nasıl yaptın? Meselâ: Ağacın programını, ufacık tohumunda nasıl okuyup – çözdün?” O da: “Ne alâka, haberim bile yok! Ben bilgisayar mıyım ki, CD’ye benzeyen tohumdaki bilgiyi, deşifre edip, kodlarını çözebileyim! Bir sineğin iki elinin giremeyeceği, gözle görünmeyen küçücük bir hücrede, o tohumdaki dizilimleri nasıl okuyup – çözeyim! Siz benim yapımda, öyle bir kod çözücü program ve alete rastgeldiniz mi!” dedi. Ve daha, elmanın kimyası ve tat – renk – kabuğundan bahisle; bütün bunları yapabilecek fizik – kimya laboratuvarları; boyahâne ve ambalaj – terzilik makinaları olmadığını söyledi.

Aynı soruyu “rüzgâr, bulut, hava, yağmura” sorduk. Onlar da: “Bizim gözlerimiz mi var ki, toprağı ve üzerindeki ağaç ve meyve – çiçeklerini görelim. Hem görebilseydik bile, meyve ve ağacın bize ihtiyacı olduğunu nereden bilecektik!? Bilsek bile, nasıl yardımcı olacaktık! Kaldı ki ‘meyve – ağaç – toprağı’ geç, bizim kendi varlığımızdan bile haberimiz yok. ‘Sebep’ olduğumuzu iddia ettiğiniz şeylere, biz nasıl sebep olabilelim! Mümkün mü böyle birşey!?” dediler. Daha: Rüzgâr, sadece ittiğinden”; yağmur, sadece ıslattığından bahisle; “elma”da olan fiil ve sanat, ustalık ve nakışların; kendi etki ve te’sirleriyle olamayacağını söylediler.

Güneş’e gidiyoruz: “Güneş kardeş, senin için Bilim Kitaplarında ‘Güneş, dünyamızı aydınlatır ve ısıtır. Bunu; hidrojeni, nükleer füzyon ile helyuma dönüştürerek yapar. Böylece dünyamızı ısıtmakta, ayrıca bitki ve diğer canlıların enerji ihtiyacını karşılamaktadır…’ gibi Bilimsel şeyler yazıyor. Anlıyorum ki sen, dünyamızı ısıtıyor ve aydınlatıyorsun; bunu da hidrojeni helyuma dönüştürmekle yapıyorsun. Hasılı çok büyük işler başarıyorsun. Acaba şu ağaçtaki meyvenin sebebi veya sebeplerinden biri de sen olabilir misin?”

Güneş: “Yok kardeşim, ben ne o ağacı ve meyvesini ve ne de sizi ve dünyanızı tanırım. Bilim Kitaplarınızda benim için ‘ısı ve ışığın sebebidir’ diye yazmışsınız, yalan! Ben hidrojeni, helyuma çevirmeyi ne bilirim! Bir de hakkımda, ciddi ciddi: ‘Dünyayı aydınlatır’ demişsiniz, bu da yalan! Benim gözlerim mi var ki, ‘aydınlatmayı’ bileceğim. Isı – ışık üretmeyi, sonra bunu dünyanıza göndermeyi nereden bileceğim! Bunların kavram ve idraki, tasavvur ve tahayyülü bile yok bende! Hem o ‘ağaç ve elmada’, öyle ince sanat ve nakışlar ve ilmî programlar var ki, bunların aletleri bulunmaz dükkânımda. Hem farz-ı muhâl: Aklım ve şuurum, bilgim ve iradem olsaydı da, bütün bu saydığınız işleri benim yapmam istenseydi; vallahi kendime bile faydam dokunmaz, daha ilk ânda düşerdim!” dedi.

Gördük ki; “elma”nın “üretim hattında” dolaşmakla; elma’nın, imâl ve üretim, terkip ve inşa sebebini bulamadık. Yani: Evren Sarayının, Dünya Mutfağında, “elma”yı yapan aşçıyı bulamadık.

“Bir de su ve güneş için ‘hayatın kaynağı’ diye kitaplarda yazar! Halbuki hayatı olmayan, nasıl hayat versin!? Aynı şekilde: Bilgisi olmayan bir cahil, nasıl bilgi ve ilim öğretsin!? Şuuru olmayan şeylerden, nasıl şuurlu ve iradeli varlıklar çıksın!?… Halbuki ben; cahil ve şuursuz, cansız ve akılsız, gözsüz ve iradesiz olan ‘madde ve sebeplerin’, bir sürü şeye sebep olduğu ve yapıp – yarattığını söylüyorum! Nasıl çözeceğim ben, bu mantıksızlık ve saçmalığı!?

Acaba elma’nın icad sebebini ararken; yöntem olarak, ufaktan başlayıp, parça parça gitmekle yanlış mı yaptım?! ‘Ağaçlardaki yapraklar; fotosentezle, besin ve enerji elde ederler’ diye buradan başlasam, ikna edici olur mu acaba? Cık, olmaz. ‘Fotosentez yaparak, enerji elde ediyormuşuz, güldürmeyin bizi! Biz kim, elde etmek ve üretmek kim! Şuurlu ve iradeli ve fotosentezi bilen varlıklar mıyız biz! Fotosentezi düşünecek; düşünsek bile uygulayabilecek bir kabiliyet ve özellik yok bizde! Siz gidin bu ‘Bilimsel Hurafe ve Masalları’ çocuklara anlatın!’ derlerse, rezil olduğumuzla kalırız!

Bir de meyveye mikroskopla mı baksak acaba? Belki orada, bizi ‘fail’ arama zahmetinden kurtaracak, bir ‘madde’ ve ‘sebep’ veya ‘otomatik bir mekanizma’ bulabiliriz. Tamam buldum işte!: Ağacı ve meyveyi, toprak ve daha fazlasını; yapıtaşı ve parçaları olan ‘atomlar’ yapmış olabilir ve yapmıştır!”

Fakat atomlarla görüşmemiz neticesinde; onların da “etken” değil, “edilgen” olduklarını ve tüm olanlardan habersiz olduklarını öğreniyoruz. Diğer sebepler gibi; onların da bu işleri yapabilecek kabiliyet ve özellik, mahiyet ve tabiatlarının olmadığını; hem bu işler için kullanabilecekleri alet – edavatları olmadığını; faraza olsa bile, bunları kullanma kapasitelerinin olmadığını görüyoruz.

Atom: “Benim, ‘elma ve ağacı ve onlarla bağlantılı şeyleri’ görebilecek bir gözüm mü var ki, elmayı yapabileyim! Görmüyor musunuz: Ben ve kardeşlerim olan diğer 114 küsur element ve atomların hepsi, temelde hammaddesi aynı olan ‘proton – elektron’ gibi parçalardan müteşekkiliz. Bizim özellik ve sıfatlarımızda olmayan, bizim alet çantamızda bulunmayan şeylere; bizden katbekat büyük olan eşyadaki özellik ve şekillere; bizi nasıl sebep gösterirsiniz! Bizler, kâtibimizin 3 boyutlu yazı yazmada kullandığı; harf veya nokta, mürekkep veya kalem uçlarıyız. Bizle ifade edilen kelime ve cümlelerin, taşıdığı ‘bilgi ve manâlara, iş ve işleyişe’ sebep olamayız. ‘Kalem’, yazının sebebidir; fakat ‘yazma’nın sebebi değildir; yazıdaki ‘bilgi ve manânın’ sebebi hiç değildir!  dediler.

Elhasıl: Etraflarını görecek gözleri ve iş yapacak elleri olmayan; üstelik şuur ve irade, bilgi ve canlılıktan mahrum olan bu “zerreler”den de, davamızı ispat için bir delil bulamıyoruz. Üstelik: Havada uçuşup, en küçük üflemede, dağılabilen bu şeylerin; “elma” inşaatında, organize olup – biraraya gelmeleri ve ittifak edebilmelerinin nedenini de, bulamıyoruz.

“Peki, bu olayları, acaba ‘fizik – kimya kuvvetleriyle’ nedenselleyip; böylece faile ihtiyaç ve zaruret olmadığını, buradan ispatlayabilir miyiz? Gerçi bu kuvvetlere sorsak, onlar da neye alet olduklarını ve nerede kullanıldıklarını ve nerede duracaklarını bilmiyorlar. Hem, değil evrendeki işleyişe sebep olabilme ihtimâlleri; kendi varlıklarından bile haberleri yok!

Üstelik: Bu ‘kuvvetleri’, şimdiye kadar hiç gören de olmamış! Ancak ‘madde’ üzerindeki etkileşme, te’sir ve sonuçlarından, farkedilip; varlık ve özellikleri biliniyor! Bu te’sirlerinden anlayabildiğimiz kadarıyla da; bu ‘kuvvetler’in işi, (genelde ve son tahlilde) madde’yi ‘itme – çekme, bağlama – ayırma, ısı ve basınç’ gibi hareketlerden ibaret.

Yani bu ‘çekim / kuvvet / enerji rüzgârlarıyla’, belki atom ve yıldızların hareket etme ve çarpışma – ayrılmalarını; nedenselleyip – açıklayabiliriz. Fakat ince ayar ve hassas denge ve ölçülü hareketlerini, bu kuvvetlerle nedenselleyemeyiz! Daha da özele inersek: Örneğimizdeki ‘elma’nın tuğlaları olan atomların, niye elma kalıbında yapışıp, üstüste bindiklerini; bu ‘elma’ hacminde niye biraraya gelip – sabitlendiklerini açıklayamayız. Çünkü: Evrendeki kuvvetleri, ‘elma’ yapmaya iten veya çeken ve bu kuvvetleri, belli noktalarda frenleyen veya engelleyip, durduran ayrı bir kuvvet ve sebepte gerekiyor…

Yahu bu ‘Ateist Yatay Deterministik Sebep – Sonuç Şablonuyla’ gitmeye devam edersek; ‘sebepler’, teorik olarak sonsuza kadar gidiyor! Meselâ; her kış mevsiminde, ‘sonuç’ gibi, ‘sebebi’ de ölüyor ve baharda ikisi de tekrar diriliyor. O zaman her sebebe de ayrı bir sebep bulmak gerekiyor ve bu sebeplere de ayrı bir sebep gerekiyor! ‘Bunun sebebi şu; onun da sebebi şu; onun da şu… Sebep – sebep – sebep – sebep…’ diye diye, bu iş sonsuza kadar gidecek!

En nihayetinde, bu da bizi; deney – gözlem yapamayacağız ve ölçüp – ispatlayamayacağımız ‘Sonsuz Paralel Evrenler’ Senaryosu uydurmak ve bu metafiziğe inanmak zorunda bırakacak! Sonra da: ‘Bu sonsuz evren ihtimâllerinden birisi de, bu ince ve hayata izin veren evrenimiz olmuş’ diye inanmak zorunda kalacağım! ‘Sonsuz Evren ve Sonsuz Zaman, Sonsuz Deneme – Yanılma ve Sonsuz Olasılık inancıma göre; bu evrenin olabilmesi mümkün ve zaten olmuş!’ diyerek; bu inancıma, başka amentü ve inanç esasları da ekleyeceğim!

Offf! ‘Bilimsel değil’ diyerek, sonsuz ve herşeye gücü yeten Tek Allah’ı kabul etmiyorum ama madde – enerji veya trilyarlarca zerrenin, sonsuz ve herşeye gücü yettiğini kabul etmek zorunda kalıyorum! Sanki bu çok bilimsel! Ve sanki deney – gözlem ve ölçümle doğrulanmış!

Peki, ‘evrendeki bütün bu işleyişi ‘fizik – kimya kanunları ve doğa yasaları’ yapıyor; yani bu yasalara göre, bir makina ve bilgisayar gibi sistem işliyor’ desem olur mu! Yok, bu tez de tutmaz! Çünkü ‘fizik – kimya yasaları’ denilen şey, evrendeki varlık ve faâliyetlerin ‘sebebi’ değil, ‘neticesi.’ Neticesi derken; olayların işleyiş tasviri. Evrendeki işler, belli durum ve şartlarda hep aynı yürüdüğü için; ‘kanun’ diyoruz; yoksa ‘kanun’ olduğu için, işler öyle yürümüyor! Yani, olduğu için “kanun” oluyor; ‘kanun’ olduğu için olmuyor!

Yani; bu, “fizik – kimya – biyoloji kanunları” dediğimiz, bu “genelgeçer sabit kurallar”; sadece zihnî ve ilmî, hatta vehmî şeyler olup; “madde”nin üzerinde etki ve yaptırıma sahip değiller. Kuvvet ve enerjileri olmadığı gibi; üstelik zihin dışında, somut ve haricî vücud ve mevcudiyetleri de yok. Tıpkı bir mimarın çizdiği “plân – proje” gibi; evrendeki işleyişte, belli kural ve programlar dahilinde devam etmekte olup; o “plân – projenin”, kendi başına iş yapabilme kuvvet ve kabiliyeti yoktur…

“Offf! Evren için ‘fail ve usta’ gene şart! Hem de evrenin her noktası ve her ân’ındaki, her varlık ve işleyişi için şart! Acaba ‘içgüdü veya sevk-i tabiî’ desem; ‘içten ‘DNA’, dıştan ‘tabiat’ sevkediyor ve yönetiyor ve yapıyor bütün bunları’ desem inandırıcı olur mu? Olmaz! Çünkü; ‘sebep olduğunu iddia ettiğin ‘tabiatı’ göster bakalım, ne menem birşeymiş’ deseler; ‘tabiat’ diye parmağımla gösterebileceğim; madde veya enerji cinsinden somut bir varlık yok.

Zaten; ‘ağacı tabiat yaptı, toprağı tabiat yarattı, şunu tabiat sevketti’ diye diye, herşeye ‘tabiatı’ sebep gösterirsem; ortada ‘tabiat’ diyebileceğim birşey kalmıyor! Hem DNA’yı ‘sebep’ ve ‘senarist’ göstermem de doğru olmaz. Çünkü, küçücük bir sineğin bile iki elinin giremediği ve çıplak gözle görmenin mümkün olmadığı ufacık bir yere; binlerce cilt bilgiyi kim yazıp – sığdırıp – kodlamışsa; asıl sebep o olmalı!

‘Bilim/sellik Paradigmasındaki’; bu ‘Ateist Yatay Deterministik Felsefeyi’ bıraksam mı acaba!? Çünkü sebepleri sonsuza kadar uzatabilirim ve gördüğüm kadarıyle, hiçbirisi de ‘sebep ve etken, özne ve fail, illet ve neden’ değil. Daha ilk adımda tıkanıyorum! Sebep – sonuç illiyet ve etkileşiminin ispatını yapamıyorum! Daha ‘elma’nın sebep – sonuç illiyyetini ispat edemedim; ‘elma’yı yapan şu veya şunlar’ diye; ‘elma’nın, halâ fail ve aşçısını gösteremedim!

‘Sebep’ diye etiketlediğim; ‘ağaç, toprak, güneş, bulut, hava, su, atom, tabiat, kuvvvetlerden’ sorduğum üzere; hiçbirisi bu ‘elma’ fiil / eserini üzerine almıyor! Tek tek bunların, ‘elma’da hiçbir rolü yoksa, toplamının da bu işi yapması hiç mümkün değil. Zaten kör – sağırların arttığı bir topluluğun, körlük ve sağırlığı da artar! ‘Elma’, hiç olmaz!

Galiba bu ‘sebep – sonuç’ diye, tren vagonları gibi, zincirleme birbirine bağladığım; Yatay Deterministik Şablonun kendisinde bir hata var. Daha bir tane bile, ‘sebep – sonuç vagonunu’ bağlayamadım! En iyisi, bu ‘vagon bağlama’ işini bırakayım ben. Çünkü; bir vagonu, ardından gelen diğer vagona bağlayamadığım gibi; herbir vagondan da, diğer vagonlara ayrı bir sebep ve bağlantı bulmam gerekiyor! Çünkü: Evrende her birşey, varlık ve devamında, tüm evrene muhtaç ve bağımlı.

Meselâ: “Elma”yı yaratan kim ise; o elmanın olması için gereken; gece – gündüz ve mevsimlerin gelmesi için dünyayı çeviren de aynı kişi olmalı; dünya ve elmanın bağ(ım)lı olduğu Güneşi göğe çakan da aynı kişi olmalı… Hava, yağmur, dünyanın eğimi, çekim vs. hep böyle… Bugünkü Dünya ve Güneş’in olması için, geçmiş zamanlara hâkim olan da aynı kişi olmalı…

Üstelik; “elma” için geçerli olan, bu saydığımız kopmaz ve parçalanmaz bütünlük ve birlik; evrendeki diğer herbirşey için de geçerli. Yani: Kâinatta, “sebep – sonuç” diye parçalayıp – ayıramayacağımız, bir bütünlük var. Bu “sebep, sonuç” kavramsallaştırma ve ayrımlarıyla çözemeyeceğimiz bir işleyiş var.

Çünkü: Bir kitabı yazan kim ise, içindeki cümleleri yazan da aynı kişi olmalı. Cümleleri yazan kim ise, cümlelerin kelimelerini yazan da aynı kişi olmalı. Kelimelerini yazan kim ise, o kelimenin teşkilinde kullanılan harfleri yazan da aynı kişi olmalı… Demek evrende, birşey, herşeye ve herşey de birşeye bağlı ve bağımlı ve muhtaç. Yani “birşey herşeysiz ve herşey de birşeysiz olmuyor.

Demek: Kâinat Kitabını kim yazmış ve kim fail ve sebep olmuşsa; içindeki Dünya Formasını da aynı Zât yazmış olmalı. Ve Dünyayı kim yazmışsa; içindeki yaz – kış sayfaları ve gece – gündüz satırlarındaki cümle ve kelimeleri de aynı zât yazmış olmalı…

O hâlde, “Bilim/sellik Paradigma ve Felsefesi”nden artık vazgeçip; bundan sonra; “ağaç elma veremez, verdirilir; bulut yağmur veremez, verdirilir; yağmur yağamaz, yağdırılır; dünya dönemez, döndürülür; ağaç rızkını elde edemez, kendisine gönderilir” ve “arı bal yapamaz, yaptırılır; inek süt veremez, gönderilip – verdirilir” gibi; gerçek ve olgusal, doğru ve yalın ifadeler; yani bir müslüman gibi, “İslâmî” ifadeler kullanılmalı.

“Yok, bu dediğini kabul etmiyorum ama; acaba Bilim’e, Tanrı’yı ‘fail’ olarak değil de; ‘nedenlerden bir neden’ olarak, hiç değilse ‘teori’ veya ‘hipotez’ bazında eklesem olur mu? Yok bu da doğru ve bilimsel olmaz. Sonuçta Bilimsellik İlke ve Kuralı olarak, başlangıç aksiyom ve önkabulümde; ‘evrenin varlık ve işleyişinde fail ve özne olan Allah yok(muş), varsa da bu işleyişlere karışmıyor(muş); zaten nedenler, pekalâ faile gerek kalmadan bu işleri yapabilir ve yapar(mış)’ ateizm şıkkını işaretlemiştim ben! Evrendeki olayları, bu önvarsayım ve inancıma göre, tasvir ve açıklamaya mecburum! Yoksa Bilimsel olmaz, Bilim hiç olmaz!

En iyisi ben evrendeki hâdiselerin nedenine; Bilimsel olarak deneysellenemez ve ispatlanamaz da olsa ve mantık olarak delillendirilemez de olsa; yeni bir aksiyom daha ekliyeyim. En iyisi ben, evrendeki bütün bu işleyişe, en genel ve temel sebep olarak; ‘tesadüflerin doğurduğu zorunluluklar ve zorunlulukların doğurduğu tesadüfleri’ ekliyeyim. ‘Evrendeki tüm sebeplerin ‘ortak bileşkesiyle’ bütün bunlar oluyor’ diyeyim ve gerçekten olan da buymuş ve vakıa bundan ibaretmiş gibi kitaplarda anlatayım ki; böylece, ‘Bilim/sellik Kriterleri’nin dışına çıkmış olmayayım.”

Bilimsel Makale ve Yayınlarda; herşeyin “otomatik bilgisayar / makina” gibi işlediği ve “Madde ve Enerji + Tesadüf ve Zorunluluk + Tabiât ve Kanun + Evrim (Adaptasyon, Mutasyon, Elenme) + Uzun Zaman = Herşey Mümkün” önvarsayım ve kabül, aksiyom  ve inancına göre; bu Kâinat Modeli’ne dayanan bir kâinat kurgusu yapılır!

Bu model / metafora göre; Bilimsel İfade, denklem ve formüllerde “Tanrı’nın olmadığı / olsa da karışmadığı ve zaten evren kendi başına işleyebilip, O’na ihtiyaçta olmadığı”; yani “ateist ve materyalist, natüralist ve determinist” bir kâinat tasviri yapılır!

“Oh rahatladım! ‘Elmanın nasıl ve ne sebeple/rle olduğu’ sorusuna cevap vermek için; ‘tesadüfün doğurduğu zorunluluklar ve zorunluluğun doğurduğu tesadüfleri’ ve ‘sonsuz zamanları’ ekleyerek; böylece işin içine fail ve özne olan ‘Tanrı’yı katmak zorunda kalmadan, cevaba muvaffak oldum! Bu cevap; ‘tesadüf, zorunluluk, sonsuz zaman’ gibi başka metafizik inanç esasları barındırıyor ama olsun! Bu daha bilimsel! Hem ileride, Bilim bunu ispatlayacak! Demek ki neymiş?: ‘Elma’ için, fail olan bir özneye; yani ‘Tanrı’ya ihtiyaç ve zaruret yokmuş; evren ve sebepler, pekalâ elma yapabiliyormuş!

Öyleyse: Ağaç, elma yapar; arı, bal yapar! Gerçi; neyi – nasıl yaptığını, sonuç ve çıktılarını bilmeyen ‘ağaç ve arı’ hakkında; ‘yapar’ ifadeleri; mantıksız ve saçma ama yukarıda dediğim gibi: ‘Yaptırılır’ demek, ‘bilimsel’ değil!

Öyleyse, ‘failsiz ve ustasız’ (sizin ifadenizle ‘sahte failli’) Bilimsel Bilgilere devam: ‘Güneş, ısı ve ışık verir. Dünya, döner. Yağmur, yağar. Arılar, bal yapar. Bitkiler; fotosentez yaparak, besin ve enerjilerini kendileri üretir. Şu mutasyonla; bu adaptasyonla olur; doğal seleksiyon, eleme de bunu gerçekleştirir. Hücrelerimiz, mitokondride kendi enerjisini üretir. Hücre zarı, işine yaramayanı içeri almaz. Karaciğerimiz, üçyüzden fazla kimyevî reaksiyonu gerçekleştirir. Hayvanlar; sevk-i tabiî ve içgüdüyle şunları yapar. Zaten evrimsel olarak…’ Bütün bunlar için, fail ve faâl olan bir Tanrı’ya ne gerek var; bak sebeplerle herşey mümkün!”

Halbuki, yukarıdaki yolculuğumuzda görüldüğü gibi: Olanlar “mümkün” olduğu için olmuyor; olduğu için “mümkün”(müş) zannediyoruz!

 

Gelecek Yazımızın konusu: Metabilim: Sihrin Yapısı

 

Ayhan KÜFLÜOĞLU / 11.Ekim.2017

Güzel görmekte Hz. Hatice’den daha delikanlımızı bulamazsın

‘Güzel görmek’ eşyayı olmadığı bir hale sokmak, bunun için kastırmak/zorlamak değil, olduğu hali görmektir. Yani zaten güzel olanı görmektir. (Varlık hayır üzere yaratılmıştır.) Fakat zaten güzel olanı güzel görmek de bir güzel nazar istiyor. Burada ayıklanmayı dilediğimiz şey nazar ettiklerimiz değil. Kem olanlardan gayrısını görmez oluştan, yani bütünden kopuştan, sıyrılmayı diliyoruz biz. Güzel görmek en azından bu.

Mürşidimin de dediği gibi: “Hayır küllî, şer cüz’îdir.” Mahluk olmamızdan gelen sınırlılık ve bu sınırlılığın bir türü olan eksik/kusurlu nazar eşyanın kapsamlı güzelliğini görmemize engel oluyor. İşte, nazarımız aklımızdan, aklımız da nazarımızdan böylece etkilenmiştir.

Akıl tahripçidir. Parçalayarak anlar. Birşeyi salt akılla anlamaya çalışmak onu varlıktan koparmak gibidir. Konsantrasyon dediğimiz hadise aslında bir nevi körleşme. Gayrısına körleşme. Sadece o olma. Sadece onda olma. Sadece onun sende olması. Bu noktada aklın tahripçiliğinin bir ölçüde insanın her duyusuna sirayet etmiş olduğunu söyleyebiliriz.

Dikkat etmemiz de bir ‘parçalama’mızdır bizim, dikkat çekmemiz de. Vurgu dediğiniz şey de aslında parçayı bütüne hâkim kılmaktır veya en azından daha görünür/ilk görünür kılmaktır. Bu yönüyle, yaratılmış olanın (mahlukun) mutlak olmamaktan kaynaklanan her kaydı ve bu kayıtla yaptığı her tasarrufu bir tür parçalamaktır. Bu halimizden korkmalıyız. İşte bu yüzden insan kendi parçasından vahyin bütünlüğüne kaçar/sığınır. Bir fikrin/tesbitin vahye ve sünnete uygunluğunu sınamak aynı zamanda parçamızın bütüne uyumunu sınamaktır. Bütüne uymayan parça fenadır.

Hodbin adam hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbin olduğundan, bedbinlik cezası olarak nazarında pek fena bir memlekete düşer. Bakar ki, her yerde âciz bîçâreler, zorba müthiş adamların ellerinden ve tahribatlarından vâveylâ ediyorlar. Bütün gezdiği yerlerde böyle hazin, elîm bir hali görür. Bütün memleket bir matemhane-i umumî şeklini almış. Kendisi şu elîm ve muzlim haleti hissetmemek için sarhoşluktan başka çare bulamaz. Çünkü herkes ona düşman ve ecnebî görünüyor. Ve ortalıkta dahi müthiş cenazeleri ve meyusâne ağlayan yetimleri görür. Vicdanı azap içinde kalır.

Tecrübe dediğimiz şey de aslında biraz buna bakıyor. İnsan neden/nasıl tecrübe sahibi olur? Bu sadece yaş almakla veya yaşamakla açıklanabilir birşey değil. Tecrübenin zamanla bağı aslında bütünle olan ilişkisiyle de ilgili. Tecrübe sahibi olan insan olayları ‘fiil’ olarak değil ‘kanun’ olarak okumayı öğrenmiş demektir. Fiilden isme değil sadece, şuunattan kanuna bakmayı da öğrenmiştir: “Bu böyle olduğunda mutlaka şöyle olur…” Tecrübe dediğiniz böylesi cümlelerinizin sayısının çokluğuna ve isabetine bakar. Bu bir emin olma halidir. Kainatta her zaman ‘böyle böyle olduğunda sonucun şöyle olduğunu’ öğrenmişsiniz demektir.

İşte böyle böyle olanın nihayetinde şöyle olduğu bilgisi biraz bütüne aşinalık istiyor. Daha çok zamanda varolmanın daha çok şeyin farkında olmakla ve dolayısıyla daha çok an ve fiilin şahidi olmakla bir ilgisi var. Daha çok anın ve fiilin şahidi olmak ve bu daha çok an ve fiilin farkında olmak, onlar arasında kıyaslamalarda bulunup kanunları keşfetmenizi sağlar. Benim mürşidim diyor ki mesela: Kanun bir silsiledir; ef’âl onunla bağlıdır. Ne zamanki fiilerin bağlı olduğu kanunu keşfettin, o zaman zamanın biraz daha ötesine uzanmış yargılarda bulunabilirsin. Çünkü bugün öyle olan muhtemelen yarın da öyle olacaktır. (Bugün göğe attığın taşların düştüğünü görüp yarın atacaklarının da düşeceğini tahmin etmek kehanetten sayılmaz. Sen kaderi değil bir kanunu okuyorsun.)

Peki kanun ne? Kanun Allah’ın sıfat derecesinde hep öyle yaptığını ve şuunat derecesinde hep öyle yapmayı sevdiğini farketmen. Allah’ın birşeyi hep öyle yapması veya çoğunlukla öyle yapması sana Allah’ın rızasının o fiile dönük olduğunu öğretiyor. “Hep öyle yapıyorsa öyle yapılmasını seviyordur!” diyebiliyorsun mesela. Tekrarını kastına yoruyorsun. Evet. Tekrar kastın delilidir. Seçmenin/iradenin işaretidir. İrade ve kast da bir muhabbet kokusu verir. Böylece fiillerden isimleri çıkardığın gibi kanunlardan da şuunatı okuyabiliyorsun.

Yahu, sen divane olmuşsun. Batnındaki çirkinlikler zahirine aksetmiş olmalı ki, gülmeyi ağlamak, terhisâtı soymak ve talan etmek tevehhüm etmişsin. Aklını başına al, kalbinitemizle—ta şu musibetli perde senin nazarından kalksın, hakikati görebilesin. Zira nihayet derecede âdil, merhametkâr, raiyetperver, muktedir, intizam perver, müşfik bir melikin memleketi, hem bu derece göz önünde âsâr-ı terakkiyat ve kemâlât gösteren bir memleket, senin vehminin gösterdiği surette olamaz.

Evet, fiil esma-i ilahiyeyi gösterir, kanunlar ise şuunat-ı ilahiyeyi. Şuunat okuması müminin tecrübesidir. Biz bu nevi tecrübeye marifet de diyoruz. Eğer Allah’tan kopuk bir şekilde kainattaki bir kısım kanunları keşfetmişse bir münkir veya gafil o da bir tecrübedir ama eksiktir/sınırlıdır. O tecrübeyi şahid olduğu kısım dışında kullanmaya yol bulamaz. Eğer tevhide imanı olsaydı, kanunlardan sonra şuunata oradan da Vahid olanın yarattığı herşeye oradan ulaşmaya bir yol bulabilirdi. Biz de imtihan sürecimizde bunun yollarını arıyoruz. Mürşidim yine diyor ki:Görüyoruz ki, herbir fiil-i icadî, ekser mevcudatı ihata edecek derecede geniş ve zerreden şümusa kadar uzun birer kanun-u hallâkıyetin ucu olarak görünüyor.” Fiilden kanuna, kanundan şuunata…

Şuunat bilgisi, yani Allah’ın hep öyle yapmayı sevdiğini öğrenme hali, müminin en büyük keşfidir. Statik esma bilgisinden dinamik bir şuunat düzeyine çıktığın zaman Allah rızası celbedilir bir Allah olur. Allah değişmez de senin kafandaki marifeti bir eşik atlamış olur. Tıpkı Fatiha’da atlanılan eşik gibi. ‘Hesap gününün sahibi’ olduğunu gördüğün Allah’a kendini sevdirmenin bir yolunu bulursun. “Hesap günü varsa, demek ki, hesaplanacak güzel şeyleri arttırmakta bir fayda var!” dersin. Bu da seni “Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz!” noktasına götürür.

Güzel görmek, işte, şuunatı böylesine bilinen bir Allah’ın öyle kötü şeyler eylemeyeceğini anlamaktır. Allah’tan (el-Emin’den) marifet ile emin olmaktır. Cümlelerimin kusuruna bakmayın. Başka nasıl söylenir bilemiyorum. Güzel görmek bahsinde kulun Allah’la olan hali, her ziyaretimde “Bana ne hediye getirdin?” diye soran yeğenimin haline benziyor. Elimdeki poşette hediye göremeyince ceplerimi karıştırıyor. Daha olmazsa, soruyor.

İşte, kötülük, yeğenimin hangi cebimde saklı olduğunu bilmediği hediyesini buluncaya kadar geçen zaman gibi. Güzel görmek de bana dair bir hüsnüzan. “Dayım böyle yapmaz. Kesinlikle bir hediye getirmiştir…” demek biraz. Bu kadar tanımak. Hüsnüzan bütüne yöneliktir. Suizan parçada boğulmaktır. Bir paketi açtığınızda ve hediye hemen gözünüze çarpmadığında kutuyu biraz daha karıştırmak; size kötü bir sözü nakledildiğinde sevdiğinizin “O öyle şey demez!” demek; davet edildiğiniz yerde kapıyı kimse açmadıysa, “Böyle yapmazlardı!” deyip sağa sola bakınmak; buluşmaya gittiğiniz emin arkadaşınız sizi beklettiğinde “Biraz daha bekleyeyim. Mutlaka gelir!” diyebilmek… Bu yaptıklarını Allah için de yaparsan işte o güzel görmek olur. el-Emin olan Allah’ın gölgesine sığınmak ‘güzel görmek’le olur. “Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.

Ey sabırlı okuyucum, buraya kadar bana iyi katlandın. Becerebilmişsem anlatmayı, güzel görmekle güzel düşünmenin bağlantısını birazcık anlamışsındır. Benim bu bahiste Bediüzzaman’dan önce mürşidim Hz. Hatice annemdir. (Allah ondan razı olsun.) Ki o, Allah Resulü aleyhissalatuvesselam nübüvvetin ilk müjdelerini aldığında cin çarpmasından endişelenince kendisine şöyle demişti:

Endişelenme! Yemin ederim ki Allah Teâlâ asla Sen’i mahcup etmez. Çünkü Sen akrabalık bağlarını gözetirsin, doğru konuşursun, zayıfların yükünü çekersin, yoksulların derdine derman olursun, misafirleri ağırlarsın, haksızlığa uğrayan kimselere yardım edersin.” Daha eşine nübüvvet gelmeden, devr-i cahiliye içinde böyle bir Allah marifeti olan, Onun şuunatı hakkında “O, senin gibi iyi olana kötülük edecek bir Allah değildir! Allah öyle değildir!” tesbitinde bulunabilen bir anne, elbette, Allah Resulünün eşi olmaya layıktır. Sana birşey daha diyeyim mi: Mevzu Allah hakkında hüsnüzan, yarattığı hakkında güzel görmekse, Hz. Hatice annemizden daha delikanlımızı bulamazsın.

Ahmet AY – Risale Haber

İslâmî B/ilim – Bilimsel Bilim Karşılaştırmaları-2

Bilimsel Bilim’e Suç Duyurusu ve İslâmî (B)İlim’e Geçme Talebi

Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (R.Â.) “Medresetüz Zehra” Projesinin Ders Müfredatı kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî (B)İlim’e niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim (Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Gelelim “delil” ile “ispat” arasındaki münasebete. İspat ameliyesinde “delil”in fonksiyon ve işlevi nedir?, Deliller sadece aklî midir?, Delil ve ispat çeşitleri nelerdir?…

Aklın ve akla getirilen delil – ispat, bürhan ve hüccetler; İman Kalesi’nin üzerine konan şüphe sinekleri, kuşku kirleri, vehim tozları ve zan paslarını silmek ve temizlemek içindir. Yani delil’in işlevi “menfî”dir, müsbet değil; yani mevcut imanımıza taş eklemez, sadece mevcut taşları tamir ve muhafaza eder.

Yani “delil ve hüccet”, İman Kalesi’ni ayakta tutan binanın kolon – kiriş ve temel gibi taşıyıcı elemanlarından değildir. Demek delil – ispat; İman Kalesi’ni çatlak ve yıkılmasına ve kirlenmesine sebep olan zararlı şeylerden koruyan bir “bekçi” konumundadır.

Yani “akıl (akletme / düşünme)” dediğimiz şey; kendisine gelen veri ve haber ve bunların delil – açıklamalarını işleyip, kâlp/b veya şuur veya ene’nin onay ve reddine sunarak; mevcut iman’ın eskime ve zayıflama ve ölümüne engel olmaya çalışır.

Halbuki “iman”ın yaşayıp, ayakta durması ve kuvvetlenip, büyümesi için, “aklî deliller”den çok daha fazla şeye ihtiyacı vardır! Yani İman Kalesi’ni tek başına entelektüel zekâya hitap eden aklî deliller taşıyamaz; yoksa o bina en hafif “vehim zelzeleleri”yle bile yıkılmaya müsait, gevşek bir zemin ve temel üzerine kurulmuş demektir! “İman” (insanın enfüs ve afakını aydınlatan ve insanın davranışlarını kalibre edip, amele sevkeden ve herşeyle yakınlık ve kardeşlik ve ünsiyet kurmasına sebep olan) öyle bir nurdur ki; onun taşıyıcı ana elemanları aklî ve naklî delillerden çok daha kuvvetli ve farklı ve fazla sayı ve çeşittedir.

Kalbî Deliller, Aklî Deliller, Vicdanî Deliller, Vehmî Deliller, Hissî Deliller, Enfüsî ve Afakî Deliller gibi; insanın maddî ve manevî her kuvve ve duyu, his ve letaif, mide ve gözü için delil ve ispat, karine ve işaret çeşitleri farklıdır. Göz Midesi’nin rızkı ve gıdası, delil ve ispatı, elemi ve hazzı, hidayet ve dalâleti farklıdır; aklın ayrı, kalbin ayrı, vicdan’ın ayrı, sır’rın ayrı; kulak’ın farklı, dili’n farklı, elin farklı ve hiçbirisi birbirinkini anlamaz ve varlıklarını hissetmez; hatta gıda ve delil olarak bile kabul etmez!…

“Deney, gözlem, ölçmeyle” keşfedilecek “varlık” ve bunlar hakkında üretilecek “bilgi” çeşidi vardır. Peki bunun dışında olan (yani epistemolojik veya ontolojik veya teknolojik, yani beşerî sınırlarımızdan dolayı hiçbir zaman keşfedemeyeceğimiz) “varlık ve bilgiler” için (en azından bunların red veya kabulü, yanlışlama veya doğrulaması veya mümkün olup olmadığı için bile olsa) hangi yöntem(ler)i kullanabiliriz? Bunun anahtar ve yöntem ve cevapları, Risale–i Nur’da!

Burada “hakikât”i arama, keşif ve tespitinden önce cevaplanması gereken öncelikli soru bence şu: Ali’yi tanımayan ve hayatında Ali’yi hiç görmemiş birisi Ali’yi ararken, kalabalık içinde karşı karşıya gelse, hatta omzu çarpsa bile Ali’yi farkedememesi gibi; “hakikât”in ne olduğunu bilmeyen birisi, “hakikât”i aramak için çıktığı yolda bulduğu veya omzuna çarpan, önüne düşen şeyin “hakikât” olup olmadığını nasıl anlayıp, karar verecek!?

Şöyle: Hayatında hiç “limon” görmemiş ve ismini bile duymamış ve tatmamış birisi, limonu gördüğünde “rengi olduğu ve bunun da sarı” olduğunu görür ve tadarak limonun “bir tadı olduğu” ve “tadının da ekşi” olduğunu hisseder. Bu örnekteki gibi; o kişinin hayatında hiç “limon”un varlık ve özelliklerini, hatta ismini bile duymamış ve görmemiş olması; limonla karşılaştığında, limonu tanıyıp – tanışmasına mâni değil başlangıçtaki bu cehaleti.

İşte başlangıçta “hakikât”i bilmeyen ve tanımayan insanın durumu da bu limon örneğindeki gibidir. “Ateşin yaktığı, suyun boğduğu” gibi hakikâtleri yaşayarak öğrenir insan. Yani hakikât veya hakikâtin yansıması o insanın fıtratında kodlu, yaratılışında başlangıçta nefsinde tanımlıdır. “Ta’lim–i Esma” konusu biraz da buna bakıyor.

Peki “bâtıl”ı hak zannedip, bilip; hakikât diye yapışanların durumunu nasıl izah edeceğiz? Şöyle: İnsan bâtıl’ın “bâtıl” tarafına yapışmıyor zaten, o bâtıldaki “hak” kısma bakarak ve cazibesine kapılarak; o kapıdan bâtıl mesleğe girip, o porttan bağlanıyor ve taraftar oluyor bâtıl’a. “Mutlak Hak(ikât)” olduğu için “Mutlak Bâtıl”ın olması zaten imkânsız! Yani tüm bâtıllar, hak’la karışık olup; ancak bu hak’la bağlantısı yoluyla nefes alıp, ayakta durabiliyor ve taraftar bulabiliyor.

(Haşa!) “Allah yok” diyen bir insan bile hakikî anlamda Cenabı Hak’kı red ve inkâr etmiş olmuyor; kendisinin tanımladığı veya batıl din – felsefelerin tanımlayıp, anlattığı veya oradan buradan yalan – yanlış duyduğu; yani aslında hiç olmamış, vehmî bir Tanrıyı reddediyor! Çünkü ve zaten Rabbimiz’i hiç tanımamış ve doğru anlatan olmamış ki O’nu red ve inkâr edebilsin!

Bu açıdan ateistin kabul etmeyip, inkâr ve reddettiği zihnindeki o sahte Tanrıyı biz de reddediyoruz ve “evet senin dediğin gibi bir Tanrı gerçekten yok, bu konuda müslüman olarak biz de sizinle aynı fikirdeyiz” diyoruz.

Burada konuyu değiştiriyoruz, münasebetini daha sonra kurarız. “Kuvvet” nedir? Rabbimiz’in ezelî ve ebedî “kudret”inin eşyada tecelli ve tezahürü olan “kuvvet” nedir? Biz “kuvvet ve enerji”yi göremeyiz. Böyle birşeyin varolduğu ve özelliklerini, eşya üzerindeki te’sir ve etkilerinden farkedebiliriz. Eşyada “şiddetli ışık, ses, patlama, parçala(n)ma” gibi tezahür ve etki, eser ve sonuçlarını görebiliriz. (Burada “bilmek ve inanmak”, “delil ve ispat” konularını hatırlamakta yarar var.) Yani “kuvvet” denilen şey; mecazî değil kelimenin tam anlamıyla “soyut ve manevî” bir varlık ve etkidir!

Hatta “kuvvet’ denilen şey (eğer varsa); enerji ve maddeyi zorlayıcı yaptırım sahibi başlıbaşına bir varlık ve etki mi; yoksa eşyanın uyduğu kural / programlardan biz mi “bir kuvvet ve enerji var” zannına kapılıyoruz!?” gibi bir soru ve haklı bir şüphemiz de var ve saklı tutuyoruz!

Mes’elâ; bir bilgisayar simülâsyon / oyun / programında, “havaya atılan taş, devamlı yukarıdan aşağı düşsün” diye bir program / kural / kod / algoritma yazmış olsak; burada taşın düşmesinin sebebi; o bilgisayardaki taşın “kütlesi” ve bilgisayardaki yerin “çekim kuvveti” mi!? Hayır, o oyunda böyle bir “çekim” ve “kuvvet”i yok, taşın da “kütlesi” yok! Yani taşın düşmesinin tek ve yegâne ve asıl sebebi: Bilgisayarda yazdığımız o “program / kod / komut / emir / kanun;” yani bizim istek ve irademiz ve böyle bir tercihte bulunmamız.

Bunun gibi; reel evrenimizde de taş, herhangi bir “kuvvet / enerji” sebebiyle değil de; Rabbimiz’in yazdığı ve uyguladığı bir program ve kural, kanun ve irade, iş ve emir sebebiyle hep yere düşüyor olamaz mı!? Yani biz bu program ve irade, emir ve komut gibi soyut ve manevî yaptırım ve emirleri göremediğimizden; “yerin ve kütlelerin itme – çekme kuvveti var; taşlar bu sebeple yere düşüyor, gezegenler bu sebepten düşmüyor” gibi yanlış bir akıl yürütme ve delil – ispat, neticelendirme üretmiş olamaz mıyız!? Yani yaptığımız bu gözlemleri, yanlış bir neden – sonuç ilişki ve etkileşimi olduğu inancına oturtarak; yanlış yorumlamış ve açıklamış olamaz mıyız!?

Reel Evren’imizi Sanal Bilgisayar Evreni’ne kıyaslama ve benzetmenin, yanlış ve abartılı bir benzetme olduğu düşünülebilir. Ama gerçek evrenimizde de, yapısal olarak ve hammaddeleri de aynı olan atomların, (sadece proton – elektron ağırlık / sayı ve uzayda dizilişleri farklı 100 küsur element / atomun;) bir bilgisayar komutu gibi çalışarak, değişik varyasyonlarla biraraya gelerek; Makro Evren Monitörü’nde kendilerinden farklı ve ayrı, hatta zıt özellik ve mahiyette varlıklar ortaya çıkmasına bakarsak; “Gerçek Evren – Sanal Evren” benzetme ve kıyasının abartılı olduğunu düşünmüyoruz; yanlış olduğunu ise hiç düşünmüyoruz!

Önceki haftalarda; yanıcı ve yakıcı ve patlayıcı ve doğada normâlde gaz hâlinde bulunan oksijen ve hidrojenin, Mikro’da biraraya gelerek, Makro Evren Monitörü’nde kendilerinden ayrı ve farklı, hatta zıt özelliklerde (yani sıvı ve soğuk ve söndürücü ve harareti giderici) “su” meydana getirmesi gibi “bileşik”ler, buna örnek olarak verilmişti. Bütün’ün, parçası’na indirgenememesi nedeniyle; aralarındaki ilişki ve sonucun mantıksal tabana oturmaması ve su’yun inşa ve yapıtaşı nedeni ile varlık nedeni ayrımının yapılması gereği konularını önceki haftalarda yazmıştık.

Hatta mevcut evrenimizde; gayet yanlış ve eksik bir ifadeyle “fizik – kimya kanunları, tabiât yasaları” dediğimiz bu “İlâhî Kural / Kanun, yani Emirler”in; bilgisayar komut ve programlarından fazla bir farkları yok. “Kütle” gibi madde’nin bazı özellikleri dahi (görünmeyen anlamında) maddî ve fiziksel özellik ve somut nesneler değil…

Sonuç: Demek sadece “madde”yi konusu olarak kabul edip, maddî varlık ve süreçleri açıklamak için “manevî ve soyut varlıkları” ve “bunların işlev ve rollerini” kabul etmeyen, hatta reddeden Bilim’in Bilimsellik Felsefesi; bu ateist ve materyalist inancının sonucu olarak herşeyi madde’ye irca ve indirgemeye çalışmaktan vazgeçmesi gerekli ve zorunlu…

Elhasıl biz “kuvvet”i ve kainatta uyduğu “kanunlar”ın varlığını; Rabbimiz’in “ilim – irade – kudreti”ni beraber tazammun eden “kün” emrinin eşyanın alıcı ve verici mahiyetinde olan “melekûtî yön / vechesi”nin imtisaliyle; eşyanın maddî ve fiziksel, yani “mülk” boyutunun da ister istemez o “melekûtî” boyutunun emrine uymasını gözleyerek biliyor ve anlıyoruz.

buz dagiÖrneğin: Suya “don” emrini “soğuk”un lisanıyla emrediyor ve vahyediyor Rabbimiz. Kâinatta geçerli carî “kanunlar”; itibarî ve vehmî ve zihnî olup, haricî vücud / mevcudiyetleri yoktur; dolayısıyle “kuvvet ve enerjileri” de yoktur. O hâlde bu “kanunlar”ın; madde’yi belli hareketlere zorlayan ve belli yönlere sevkeden, madde’nin özellik ve mahiyetini belirleyen “sebep ve etken” olarak kabul edilmeleri mantıksal olarak yanlış ve saçmadır!

O itibarî kanunlara had ve sınır çizen; yani mevcut kuvvetlerin o kanunlara uymasını sağlayan ve eşyayı da o kuvvetlere uymaya zorlayan; kuvvetlerin hamele ve taşıyıcı ve iletici, alıcı – vericileri; hatta bazen o kuvvetlerin bizzat kendileri “melekler”dir. Yani Arş’tan ferşe, semâdan arza; eşyaya uymaya zorunlu oldukları emir ve vahiylerin tebliğ ve nakli de “melekler” vasıtasıyla olmaktadır. Yani kâinattaki kuvvet ve enerjileri, belli kaide / kanun / program / demiryollarına uymaya sevkeden ve zorlayan ve o kuvvetlerin taşıyıcı ve hamele, nazır ve ileticileri ve bazen de bizzat kendileri; meleklerdir! Zaten “melek” kelimesinin etimolojik kökeni de; onların bu nezaret ve görevlerine imâ ve işaret, bu rollerini ihsas ediyor.

Peki kâinattaki her nevi “kuvvet ve enerji”nin kaynağı nedir; “madde” midir? Hayır. Rabbimiz’in “kudreti”nin eşyada tezahür ve tecellisine “kuvvet” diyoruz biz.

“Kanun” ve “melekler”den konu açılmışken; o “kanun” ve “melekler”in kardeşi olan ve “emir, kanun, irade” cinsinden olan “ruh”tan bahsetmemek olmaz. Kâinatta hareket ve bir nev’i canlılık ve şuur’u sağlayan “melekler” gibi; ruh’ta aynı görevi bedenimizin hareket ve canlılık ve şuur’unu sağlayarak yapıyor. Cansız yaprağın veya atomun hareket etmesi ve zikri; “rüzgâr” gibi, “melekler” gibi dışarıdan bir etkiyle sağlanması gibi biyolojik bedenimizin hareket etme ve canlılığı da (ama bu sefer içeriden) ruh’la sağlanıyor. (Ayrıca “vahiy” kelimesinin etimolojisinin de “hayat” ve “ruh”la bağlantılı olduğunu not edelim.)

Âyette geçen ifadesiyle; ruh’un “Rabbimiz’in emir’lerinden” olması; yani ruh’umuzun “irade, emir, kanun, program, kuvvet” cinsinden olması; sanki ruh’un bir bilgisayar komut ve programı gibi (harddiskteki programların diskin ağırlık ve hacim ve kütlesini arttırmadan, diskte çalışması gibi; yani bilgisayardaki yazılımın yer kaplamayan, bir nevi zamansız ve mekânsız olması gibi;) ruh’ta fiziksel bedenimizde yer kaplamayarak (yani o da bir nevi zamansız ve mekânsız) sanki vücudumuzun canlılık ve hayatîyetini ve şuurunu sağlayan bir nevi program ve ana işletim sistemine benzemekte. Âyette ruh’a “emir” denmesi; bende bilgisayar komut ve programlarını benzediği işareti oluşturuyor.

Bu arada ruh’un etimolojik olarak “rüzgâr”la aynı kökten geldiğini de not edelim. İnsana ruh üflenerek canlanması, İsa Âleyhisselâm’ın çamurdan yaptığı kuşlara üfleyerek kuşların canlanması mu’cizelerini de buna ekleyelim. Ayrıca “konuşma” ve “kelâm etme”nin de bir nevi üfleme cinsinden olduğunu da unutmamak gerek.

Biz konuşmamızla muhatabımıza emir ve komut vermemiz veya etki edip, birşeylere ikna etmeye çalışmamız veya sözlerimizin te’siriyle düşünce ve duygu ve davranışlarında değişiklik meydana getirmeye çalışmamız; yani irademizle muhatabımızın iradesinde değişiklik meydana getirmek için; muhatabımıza doğru yönelerek, ona doğru konuşmak; konuşarak havada belli dalgalanma ve ihtizazlar meydana getirmemiz, hep bir nevi “emir, irade, üfleme”ye girer.

Rabbimiz’n “kün, kûl” gibi emirleri de bir çeşit konuşma / kelâm ile gerçekleşmekte olup; bu emir ve iradenin sonucu olarak “havada, atomda, esirde, eşyada” hareket ve ihtizaz ve dalgalanmalar meydana gelmektedir. Televizyonumuzun kumandasının tuşlarına basarak (elektromagnetik dalgalar, wifi, bluetooth, infrared vs.) cansız televizyona bir takım emirler vermemiz ve yaptırmamız da; “ruh, irade, emir, komut, konuşma, rüzgâr, elektomagnetik rüzgâr, dalgalanma, melekler, kanun, ilim – irade – kudret, kuvvet, enerji, madde, canlılık, hareket, zikir” gibi konular bağlamında ele alınabilir…

Tekrar konuyu değiştiriyoruz, birbirleriyle ilgisiz ve kopuk görünen bu konuları sonradan bir üst kümede bağlayabiliriz. Hz. Âdem (Â.S.)’ın zelle / hatası affedildi ama davranışının sonucu ve fıtratında yaptığı tahribat veya değişiklik aynı kaldı ve ihrac edildiği konum ve makama tekrar idhal ve iade edilmedi. Eski hâline iade için dünyada çalışması istendi. Buradan çıkan sonuçlardan biri: Yani Rabbimiz biz insanların hata – günahlarını (pişman olup, tevbe – istiğfar edersek) affedip, amel defterinden silebiliyor ve siliyor ama bu günahın fıtrat ve kaderimizde yaptığı değişikliğin tamir ve bakımı için ayrıca çalışmamız gerekiyor! Demek iyi – kötü her amel ve davranışımızın dünyada da mükâfat veya cezası var!

Demek ki her türlü amel ve davranış, sevap ve günahların tek karşılığı sadece kabir ve ahirette değil; dünyada da sonuç ve karşılıkları var. Hatta en basit görünen davranış ve amellerimizin bile; gelecek neslimiz ve şu ân içinde yaşadığımız topluma da yansıyan sonuç ve karşılık, yankı ve etki, yansıma ve izdüşümleri var!

Tamam kimse kimsenin günahını yüklenmiyor ama “maddî özellik, kusur ve zaafların” DNA’yla gelecek nesillere aktarılması gibi; “manevî özellik ve fazlalık – eksiklikler” de aktarılıyor. Yani imtihan sorularımız ve avantaj – dezavantajlarımız, imkân ve risklerimiz; geldiğimiz nesille ve içine doğduğumuz toplumla belirleniyor. Cinsiyet, milliyet, maddî–manevî artı ve eksiler, zenginlik, göz rengi, zekâ gibi.

İrademiz dışı geldiğimiz soy ve içine doğduğumuz aile ve toplumla belirlenen bu imkân – risk ve sorularda; bizim irade alanımız içerisinde olan, sadece vereceğimiz cevaplar, verdiğimiz tepkiler! Yani göreceğimiz müfredat ve dersler ve imtihan sorularını biz seçmiyoruz ama vereceğimiz yanıtlar; doğru veya yanlış cevap vermek irade alanımız içerisinde.

Gene başka ama ilgili bir konu: Rabbimiz’in bize irade ve ihtiyar vermesinin en büyük hikmetlerinden biri, bence: O irademizi gene kendi irademizle O’na teslim ve iade etmektir! Burada, O’nun emir – yasaklarına uymaktan daha üst bir aşamayı kastediyorum.

Böyle bir insan anlar ki: O’nun cebir ve emir ve zorlamaları, kendi tercih ve istek ve hürriyetimizden çok daha hayırlı ve faydalıdır! Yoksa iş bize kalsa, ne isteyeceğimizi bile bilemezdik! Hatta başlangıçta, yani Daire–i İlim’de olduğumuz zamanlarda; yaratılmayı bile isteyemezdik! Çünkü ilim dışında vücud giyip, mevcud olmamıştıkki!

Bu âlemde böyle bir soruya faraza cevap verebilsek bile; doğru cevap vereceğimiz şüpheli; çünkü “vücud giyinip, mevcud olmak ve dünyaya hem de insan olarak gönderilmek ister misin?” sorusuna yanlış bile olsa bir cevap verebilmek için; “haricî vücud giyinip, mevcud olmak ve dünyanın nasıl bir yer olduğu ve insan olmanın nasıl birşey olduğu ve bütün bunların getirdiği imkân ve risk, zorunluluk ve sorumluluklar” gibi konularda bir bilgi, en azından bir tahmin ve fikrimiz olmalı ki kendimiz için en doğru cevabı verebilelim.

Yeri gelmişken, bu konuyla bağlantılı olarak: Rabbimiz sonsuz bir dünyada sonsuz yaşasak ve her çeşit sonsuz sınavlardan geçsek; hangi cevapları vereceğimizi, hangi davranışlarda bulunacağımızı, hangi sınavlardan geçer veya kalır not alacağımızı; yani olasılık ve ihtimâlleri “olmuş kesinliğinde” biliyor, bu bilgi ilminde saklı. Emin değilim ama, belki Rabbimiz bize, bu dünya ve ahirette; bizim sonsuzda olan bu “Potansiyel Davranış Motifi” ve “Amel Terkibimiz”e, Sonsuz’da oluşan bu “Girişim Deseni”mize göre muâmele ediyor ve edecek ve buna göre Cennet veya Cehennem ve derecelerine yerleştirilecek olabiliriz!

Yani Sonsuz İlm–i İlâhî’deki, “Sonsuz Ayhan Davranışları”nın terkip ve karşılık ve sonucu olarak, ahirette ve dünyada en münasip karşılıkları alıyor ve alacak olabiliriz! Dünyada başımıza gelenler ve kabir ve ahirette alacağımız ceza ve mükâfatlar, sadece bu dünyadaki 50 – 60 senede yaptığımız sınırlı davranışların karşılık ve sonucu olmayabilir. Sonsuz İlm–i İlâhî’deki, Sonsuz Ayhanlar’ın, Sonsuz Adl–i İlâhî’de yaptığı etki veya sonuca göre; bize dünyada ve ahirette karşılık verilip, muâmele ediliyor / edilecek olabilir. Hem belki, öbür âlemde ebedî yaşayacak olmamızın ve alacağımız ceza ve mükâfatın da ebedî olmasının bir sırrı hikmeti de belki budur!

Zaten zaman ve mekândan münezzeh, ezelî ve ebedî olan Rabbimiz’in mahlûkatına nazar ve muâmelesi; bizim “dünya”da ve “şimdiki zaman–mekân”la sınırlı ve sonlu mevcudiyet ve davranışımıza bakarak olması mümkün değil! Biz bile geçmişten beri tanıdıklarımıza o geçmişte yaşadıklarımızı hafızada tutarak davranıyoruz; o tanıdığımıza davranış ve tutum ve hislerimizi, şu ândaki sohbetimizdeki davranışlarıyla belirlemiyoruz yani.

Bu ihtimâlin doğru olması tahminimiz eğer doğruysa; buradan “Kader ve Kaza, Hayır ve Şer” gibi konulara bir açılım çıkabilir. Hatta “Kötülük / Teodise (Şer) Problemi”ne de belki bir çözüm ve açıklama çıkabilir. Mes’elâ ma’sum bir bebeğin gördüğü fecî zulüm; o bebeğin (eğer ölmeyip) Sonsuz Yaşasaydı ve Sonsuz Çeşitte İmtihanlar’dan geçseydi çıkan sonuca göre; Rabbimiz’in Adalet ve Hikmet ve Rahmetiyle o bebeğe “şimdi”de uygun gördüğü en hayırlı “karşılık” veya “ceza” ve belki o bebek ölmeyip, yaşasaydı; küfre girip, Cehennem’e gitmesine engel olan bir “mükâfat” bile olabilir!

Kameramızla dünyanın şimdisi’nde yakın çekimde yaptığımız bir filmde; bir adamın koşarak olanca gücüyle başka bir adamı itip, önündeki çukura attığını gördüğümüz sahnede, zulüm ve şer olarak algıladığımız bu olay; kameranın açısını genişletip, sahnenin devamını izlediğimizde; o kişinin o kişiyi olanca gücüyle çukura itmekle, halbuki o insanı yukarıdan aşağıya düşen bir piyanodan veya çarpmakta olan bir otomobilden kurtarmaya çalıştığını göreceğiz. Elhasıl sonsuzda nasıl bir iz bıraktığımızı bilmiyoruz.

Burada anlattıklarımıza hem bir delil ve hem de bir örnek olarak; “Hızır Âleyhisselâm’ın ma’sum bebeği öldürme hâdisesi”ni verebiliriz. Bu hâdise; “gelecekte olacak bir hâdisenin, geçmişe etki ederek, olmasının önüne geçilmesi” olarakta okunabilir veya “Rabbimiz’in ilminde bulunup ama dünyada bilfiil gerçekleşmemiş bir davranışın, karşılığının verilmesi” olarakta okunabilir… (Doğrusunu Rabbimiz bilir.)

“İslâmî B/ilim – Bilimsel Bilim Karşılaştırmaları”nın üçüncü ve son kısmına haftaya devam edelim inşâallah.

Ayhan Küflüoğlu / 29.Ocak.2016

Demokrat Dindar Milletvekillerine İhtar

Umumî bir hatanın neticesinde hava ile zemin, zelzele ile fırtına ile gazab-ı İlâhîyi haber vermek nev’înden hiddet ediyorlar gibi âdete muhalif bir vaziyet gösterdiler. Ben de bundan bir mânevî fırtınaya alâmet hissettim… Bana dediler ki: “Din propagandasını yapan dindarların serbestiyet kanunu geri kalmış. Fakat solcular hakkındaki kanunu tâcil edip tasdik etmişler.”

[Demokrat dindar milletvekillerine bir hakikati ihtar]

Bugünlerde hastalığım itibarıyla kışın pek şiddetli hiddetine tahammül edemedim. Çok tecrübelerimle, umumî bir hatanın neticesinde hava ile zemin, zelzele ile fırtına ile gazab-ı İlâhîyi haber vermek nev’înden hiddet ediyorlar gibi âdete muhalif bir vaziyet gösterdiler. Ben de bundan bir mânevî fırtınaya alâmet hissettim. Kalbime geldi ki: “Acaba yine İslâmiyet ve hakaik-i imâniye zararına bir hatâ-yı umumî mi meydana geldi?” Âdetim olmadığı halde ve dünya siyasetini terk ettiğim halde bu nokta için sordum: “Ne var? Cerideler ne haber veriyorlar?”

Bana dediler ki: “Din propagandasını yapan dindarların serbestiyet kanunu geri kalmış. Fakat solcular hakkındaki kanunu tâcil edip tasdik etmişler.”

Kalbime geldi ki: Bu vatan ve İslâmiyetin maslahatı, her şeyden evvel dindarların serbestiyeti hakkındaki kanunun hem tâcil, hem tasdik ve hem de çabuk mekteplerde tatbik edilmesi elzemdir. Çünkü bu tasdikle Rusya’daki kırk milyona yakın Müslümanı, hem dört yüz milyon âlem-i İslâmın mânevî kuvvetini bir ihtiyat kuvveti olarak bu vatana kazandırmakla beraber, komünistin mânevî tahribatına karşı şimdiye kadar Rus’un, Amerika ve İngiliz’e karşı tecavüzünden ziyade bin senelik adavetinden dolayı en evvel bize tecavüz etmesi adavetinin muktezası iken, o tecavüzü durduran, şüphesiz hakaik-i Kur’âniye ve imaniyedir. Öyleyse, bu vatanda her şeyden evvel o acip kuvvete karşı hakaik-i Kur’âniye ve imaniyeyi bilfiil elde tutup dinsizliğin önüne kuvvetli bir sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur’ânî yapılması lâzım ve elzemdir.

Çünkü dinsizlik Rusu, şimdiye kadar yarı Çin’i ve yarı Avrupa’yı istilâ ettiği halde, bize karşı tecavüz ettirmeyip tevkif ettiren, hakaik-i imaniye ve Kur’âniyedir. Yoksa, Rusların tahribat nev’înden mânevî kuvvetlerine karşı adliyenin binden birine maddî ceza vermesiyle; serserilere ve fakirlere, zenginlerin malını peşkeş çeken ve hevesli gençlere ehli namusun kızlarını ve ailelerini mübah kılan ve az bir zamanda Avrupa’nın yarısını elde eden bir kuvvete karşı, ancak ve ancak mânevî bombalar lâzım ki, o da hakaik-i Kur’âniye ve imaniye atom bombası olup o dehşetli solculuk cereyanını durdursun. Yoksa, adliye vasıtasıyla yüzden birine verilen maddî ceza ile bu küllî kuvvet tevkif edilmez.

Onun için, dindar milletvekilleri bu tacili lâzım gelen hakikati tehir etmelerinden, çok defa tecrübelerle gördüğümüz gibi bu defa da küre-i hava şiddetli soğuğu ile buna itiraz ediyor.

İki dehşetli Harb-i Umumînin neticesinde beşerde hasıl olan bir intibah-ı kavî ve beşerin tam uyanması cihetiyle, kat’iyen dinsiz bir millet yaşamaz. Rus da dinsiz kalamaz. Geri dönüp Hıristiyan da olamaz. Olsa olsa, küfr-ü mutlakı kıran ve hak ve hakikate dayanan ve hüccet ve delile istinad eden ve aklı ve kalbi ikna eden Kur’ân ile bir musalâha veya tâbi olabilir. O vakit dört yüz milyon ehl-i Kur’ân’a kılıç çekemez.

Said Nursi