Etiket arşivi: kanuni sultan süleyman

Mimar Sinan Kimdir (1490-1588)?

Mimar Sinan (1490-1588)

Kayseri’nin Ağırnas köyünde doğdu. Yavuz Sultan Selim zamanında devşirme olarak İstanbul’a getirildi. Zeki, genç ve dinamik olduğu için seçilenler arasındaydı. Sinan, At Meydanı’ndaki saraya verilen çocuklar içinde mimarlığa özendi, vatanın bağlarında ve bahçelerinde su yolları yapmak, kemerler meydana getirmek istedi. Devrinin mahir ustaları mahiyetinde han, çeşme ve türbe inşaatında çalıştı. 1514’te Çaldıran, 1517’de Mısır seferlerine katıldı. Kanunî Sultan Süleyman zamanında yeniçeri oldu ve 1521’de Belgrad, 1522’de Rodos seferinde bulunarak atlı sekban oldu. 1526’da katıldığı Mohaç Meydan Muharebesinden sonra sırası ile acemi oğlanlar yayabaşılığı, kapı yayabaşılığı ve zenberekçibaşılığa yükseldi.

1532’de Alman, 1534’de Tebriz ve Bağdat seferlerinden dönüşte “Haseki” rütbesi aldı. Bağdat seferinde Van Kalesi Muhasarasında, göl üzerinde nakliyat yapan kalyonlara top yerleştirdi.

Korfu, Pulya (1537) ve Moldovya (1538) seferlerine katılan Mimar Sinan, Moldovya (Kara Buğdan) seferinde Prut nehri üzerine onüç günde kurduğu köprü ile Kanunî Sultan Süleyman’ın takdirini kazandı. Aynı sene başmimarlığa yükseldi.

Mimar Sinan, katıldığı seferlerde Suriye, Mısır, Irak, İran, Balkanlar, Viyana’ya kadar Güney Avrupa’yı görüp mimari eserleri inceledi ve kendisi de birçok eser verdi. İstanbul’da devrin en meşhur mimarları ile Bayezid Camii’nin ustası Mimar Hayreddin ile tanıştı.

BAZI ESERLERİ

Sinan’ın mimarbaşılığa getirilmeden evvel yaptığı üç eser dikkat çekicidir. Bunlar Halep’de Hüsreviye Külliyesi, Gebze’de Çoban Mustafa Paşa Külliyesi ve İstanbul’da Hürrem Sultan için yapılan Haseki Külliyesi’dir.

Mimarbaşı olduktan sonra verdiği üç büyük eser, O’nun sanatının gelişmesini gösteren basamaklar gibidir. Bunların ilki, Şehzadebaşı Camii ve Külliyesidir. Külliyede ayrıca imaret, tabhane (mutfak), kervansaray ve bir sokak ile ayrılmış medrese bulunmaktadır.

Süleymaniye Camii, Mimar Sinan’ın İstanbul’daki en muhteşem eseridir. Yirmiyedi metre çapındaki büyük kubbe, zeminden itibaren tedricen yükselen binanın üzerine gayet nisbetli ve ahenkli bir şekilde oturtulmuştur. Sükûnet ve asaleti ifade eden bu sade ve ahenkli görünüşü ile Süleymaniye Camii, olgunlaşmış bir mimariyi temsil etmektedir. Sekiz ayrı binadan meydana gelen Süleymaniye Camii ve Külliyesi, Fatih’ten sonra şehrin ikinci üniversitesi olmuştur.

Mimar Sinan’ın en güzel eseri, seksen yaşında yaptığı Edirne Selimiye Camii’dir. Selimiye’nin kubbesi, Ayasofya kubbesinden daha yüksek ve derindir. 31,50 metre çapındaki kubbe, sekizgen şeklindeki gövde üzerine oturmuştur. Üç şerefeli ince minarelerine üç kişi aynı anda birbirini görmeden çıkabilmektedir. Sinan bu camiin ustalık eseri olduğunu ve bütün sanatını Selimiye’de gösterdiğini belirtmektedir.

Mimar Sinan, gördüğü bütün eserleri büyük bir dikkatle incelemiş, fakat hiçbirini aynen taklid etmeyip, sanatını devamlı geliştirmiş ve yenilemiştir. Eserlerindeki sütunlar, duvarlar ve diğer kısımlar taşıdıkları yüke mukavemet edebilecek miktardan daha kalın değildir. Kullandığı bütün mimari unsurlarda bu hesap dikkati çeker.

Mimar Sinan aynı zamanda bir şehircilik uzmanıdır. Yapacağı eserin, önce çevresini tanzim ederdi. Yer seçiminde de büyük başarı göstermiş ve eserlerini, çevresine en uygun tarzda yerleştirmiştir.

Bilinen eserleri: 84 camii, 53 mescid, 57 medrese, 7 darülkurra, 22 türbe, 17 imaret, 3 darüşşifa, 5 su yolu kemeri, 8 köprü, 20 kervansaray, 35 saray, 8 mahzen, 48 hamam olmak üzere 364 adettir.

DEPREME DAYANIKLI

Mimarın çok sayıdaki eserini inceleyenler, Sinan’ın depreme karşı bilinen ve gereken tüm tedbirleri aldığını söylemekteler. Bu tedbirlerden biri, temelde kullanılan taban harcıdır. Sadece Sinan’ın eserlerinde gördüğümüz bu harç sayesinde, deprem dalgaları emilir, etkisiz hale gelir. Yine yapıların yer seçimi de ilginç. Zeminin sağlamlaşması için kazıklarla toprağı sıkıştırmış dayanak duvarları inşa ettirmiş. Mesela Süleymaniye’nin temelini 6 yıl bekletmesi, temelin zemine tam olarak oturmasını sağlamak içindir.

Mimar Sinan, yapılarında ayrıca drenaj adı verilen bir kanalizasyon sistemi de kurmuştur. Drenaj sistemiyle yapının temellerinin sulardan ve nemden korunarak dayanıklı kalması öngörülmüştür. Ayrıca yapının içindeki rutubet ve nemi dışarı atarak soğuk ve sıcak hava dengelerini sağlayan hava kanalları kullanmış. Bunların dışında yazın suyun ve toprağın ısınmasından dolayı oluşan buharın, yapının temellerine ve içine girmemesi için tahliye kanalları kullanmıştır. Buhar tahliye ve rutubet kanalları drenaj kanallarına bağlı olarak uygulamaya konulmuştur.

İşte Sinan’ın eserlerini inceleyen ve birçoğunu da restore eden Mimar Abdülkadir Akpınar’ın söyledikleri:

“Karşılaştığım bir özellikten dolayı gözlerime inanamadım. Sinan’ın eserlerinde en ufak bir çıktı ve desen dahi tesadüf değil. Renklere bile bir fonksiyon yüklenmiş. Çünkü yapıyı herşeyi ile bir bütün olarak ele almış. Bütün ölçülerini ebced hesabına göre yapmış ve bir ana temayı temel almış.

Ölçülerini asal sayıya göre yapmış ve onun katlarını baz almış. İlmini din ile bütünleştirip mükemmel eserler ortaya koymuş.

Örneğin Sinan, Kur’an-ı Kerim’de geçen “Biz dağları yeryüzüne çivi gibi gömdük…” ayetinden etkilenerek yapılarının yer altındaki kısmını ona göre inşa etmiş. Yapıları hislerine göre değil, matematiksel olarak oluşturmuş. Bugünün teknolojisi bile Sinan’ın yapmış olduğu bazı uygulamaları çözemiyor. Küresel ve piramidal uygulamalarının bir başka benzeri daha yok. Ama bunların hepsi estetik sağladığı gibi yapının sağlamlığını da pekiştirmiştir.

MİMAR SİNAN TÜRBESİ

Süleymaniye Camii ‘nin eski ağalar kapısının karşı köşesinde, yol ayrımında üçgen bir alandadır. Önde som mermerden yapılmış bir sebil görülmektedir. Sebilin arkasındaki ufak mezerlıkta 6 sütunlu, üstü örtülü ve etrafı açık türbede Mimar Sinan’ın mezarı bulunmaktadır. Türbesini ölümünden az önce kendisi yapmıştır. 1933 yılında Mimar Vasfi Egeli tarafından restore edilmiştir. Sandukanın uçları ile üzerindeki burma kavuk, mermerdendir. Sokağa bakan demir parmaklıklı bir pencereden türbe görünür.

Doç. Dr. Sefa SAYGILI

Kanuni Sultân Süleyman’ın, Oğlu Şehzâde Mustafa’yı Öldürttü Mü?

Kanuni Sultân Süleyman’ın, oğlu Şehzâde Mustafa’yı, Hürrem Sultân’ın tahrikiyle haksız olarak öldürdüğü ve bunun Osmanlı Devleti’nin tarihinde kötü bir dönüm noktası olduğu söylenmektedir. Bu meseleyi özetler misiniz?

Kader hükmünü icrâ edince, insanların basar ve basireti bağlanıyor” kaidesi burada da geçerlidir. Meseleyi hemen hükme bağlamak doğru değildir. Ancak bu olayın tasvip edilecek bir yönü de yoktur. Osmanlı tarihçilerinin beyanına göre, Şehzâde Mustafa hayatta iken onunla beraber hayatta olan üç şehzâde daha vardır: Şehzâde Bâyezid, Şehzâde Cihângir ve Şehzâde Selim. Sadrazam Rüstem Paşa ve Hürrem Sultân’ın ve hatta bazı tarihçilere göre Kanuni’nin meyli Şehzâde Bâyezid’e; Padişah, askerler, âlimler ve meşâyıhın meyli Şehzâde Mustafa’ya; harem halkının meyli ise babasıyla Saray’da beraber oturan ve sancağa çıkmayan Şehzâde Cihangir’e idi. Şehzâde Selim hiç kimsenin aklından bile geçmiyordu. Zira kendi sancağında, çevresine toplanan musâhiplerle eğlenceli bir hayat yaşıyordu. Taht işleri gündeme gelince de, “Bakalım Mevlâ neyler?” diye lakayt kalıyordu.

Ancak Kanuni’nin hanımı Hürrem Haseki’nin Şehzâde Bâyezid, Şehzâde Selim ve Şehzâde Cihangir’in annesi olması; Şehzâde Mustafa’nın ise Mah-i Devrân Haseki’nin oğlu olması fitneyi ateşlemeye yeterli bir sebepti. Hürrem Haseki’nin ve Kanuni’nin biricik kızı Mihrimah Sultân ile evlenen ve 1544 yılında Sadrazamlık makamına gelen Rüstem Paşa, fitne ateşini körüklemeye başladı. Asıl arzusu Şehzâde Bâyezid’in tahta çıkmasıydı. Bunun için Şehzâde Mustafa’nın tasfiyesi gerekiyordu. Bu gayeye ulaşmak üzere Damad, Kayınvalide ve kız bir plan hazırladılar. Osmanlı Devleti’ni en çok ürküten politik bir mevzu olan Anadolu’nun Şî’alaşmasını vesile ettiler.

Kanuni Sadrazam Rüstem Paşa’nın komutasında İran Seferine çıkmak üzere bir ordu çıkarmıştı. Bu olaydan sonrasını Solak-zâde’den özetleyelim:

“Şaşılacak iştir ki, askerin dilinde hiç hoş olmayan sözler dolaşıyordu. Bazı gayr-ı makul sözler ile çadırlar dolup gizli ve âşikâr söyleniyordu ki, ‘Padişah gâyet kocaldı, yaşlılık vücudunu yıprattı. Bu günden sonra sefere çıkamaz. Onun için yerine Rüstem Paşa’yı Anadolu’ya serdar tayin etti. İnsaf o ki, Şehzâde Mustafa yerlerine tahta geçmek istiyormuş; ancak Rüstem Paşa engel imiş’. Bu tür dedikodular tevâtür derecesine geldi. ‘Söz yalan olmaz; yanlış olur’ dedikleri gibi, aslında Şehzâde Mustafa yaşı kırkı geçmiş, ilim ve kahramanlık itibariyle şehzâdeler arasından biricik idi. Ayrıca asker ve halk onu seviyor ve istiyordu. Maalesef bazı ahmaklar iyi niyetle ve bazıları ise kötü niyetle Şehzâde Mustafa’ya bu sözleri ulaştırdılar ve onu isyan edecek merhaleye getirmeye çalıştılar”.

İşte bu dedikodular üzerine, fesad şebekeleri, Şehzâde Mustafa’nın İran Şah’ı Tahmasb ile gizlice ittifak yaptığına ve onun damadı olup babasını devireceğine Kanuni’yi ikna ettiler. Her ne kadar Kanuni, kendisine ilk olarak bu mevzu açıldığında, “Hâşâ Mustafa Hânım bu küstahlığa cür’et ede. Bazı müfsidler kendi arzularını mülk ve saltanat ona kalmasun deyü iftira ederler” diye sert cevap vermesine rağmen, sahte mektuplar ve benzeri desiselerle onun isyan edeceğine ve hıyanet ettiğine inandı. Hatta 3. İran Seferi için yaptığı hazırlığa, Şehzâde Mustafa’nın Konya Ereğlisi yakınlarında 30.000 kişilik bir orduyla katılmasını, ona isyan için geliyor zannetti. Rüstem Paşa’nın tahrikleri kötü amacına ulaşmış ve maalesef Şeyhülislâm Ebüssuud Efendi’den de devlete isyan ettiğinden dolayı idam fetvâsı kamufleli bir şekilde alınmıştı. Bu fetvâ bile usulüne uygun alınmamıştır. Böylece araya giren müfsidlerin tahriki ile, Osmanlı tarihinin en acı ve haksız bir idamı gerçekleştirilmiş ve 960/1553 yılının Şevval ayında Sultân Mustafa babası ile görüşmek üzere geldiği çadırda boğdurulmuştur. Katli, devlete isyan suçundan dolayıdır; ancak deliller yanlış ve şahitler yalancıdır.

Şehzâde Mustafa’nın idam edilmesi, her ne kadar kanununa uydurulmuş ve sahte delillerle insanlar kandırılmış dahi olsa, memleket içinde büyük sıkıntılar meydana getirmiştir. Hadiseye üzülen Şehzâde Cihangir, aynı yıl üzüntüsünden vefat etmiştir. Asker çok ciddi manada rahatsız olmuş ve ısrarla Sadrazam Rüstem Paşa’nın azli istenmiş ve mecburen azledilmiştir. En acısı da İran Seferinden vazgeçilmiştir; zira askerin önemli bir kısmı karşı tarafa meyletmeye başlamıştır. Halk arasında Şehzâde Mustafa destanlaşmış ve adına çok önemli mersiyeler yazılmıştır. Hatta Düzmece Mustafa adıyla ortaya çıkan birisi, binlerce insanı çevresine onun adıyla toplayabilmiştir.

Bu sefer de Lala Mustafa Paşa, bazı şahsî menfaatleri yüzünden iki öz kardeşin arasını açmaya başlamış ve Şehzâde Bâyezid ile Şehzâde Selim’in aralarına buz dağlarını sokmaya çalışmıştır. 1558 yılında Şehzâde Bâyezid Kütahya’dan Amasya’ya ve Şehzâde Selim ise Manisa’dan Konya’ya sancakbeyi olarak tayin edilmişlerdir. Maalesef Şehzâde Bâyezid, bazı tahriklere aldanarak gelen bu fermanı dinlememiştir. Padişah’ın emriyle üzerine gelen orduya Konya’da mağlup düşen Bâyezid, İran’ın başşehri Kazvin’e sığınmış ve âsi hale gelmiştir. Sonunda Şah, bazı dedikoduların da etkisiyle âsi oğlunu babası Kanuni’ye teslim edince, 4 oğlu ile birlikte Şehzâde Bâyezid 1562 yılında idam edilmişlerdir. İdam fetvâsını veren ise, Şeyhülislâm Ebüssuud Efendi’dir ve bu fetvâda bir aykırılık bulunmamaktadır. Yani Şehzâde Bâyezid’in katli tamamen devlete isyan suçundan dolayıdır ve bağy suçunun cezasıdır.

Şehzâde Bâyezid ile babasının karşılıklı olarak birbirine yazdıkları şu şiir, meselenin künhünü anlatması açısından çok manidardır. Sadece birer dörtlüklerini alıyoruz:

Şehzâde Bâyezid (Şâhî):

Ey serâser âleme Sultân Süleyman’ım baba

Tende cânım cânımın içinde cânım baba

Bâyezid’ine kıyar mısın benim cânım baba

Bî günahım Hak bilir devletlü Sultânım baba.

Kanuni (Muhibbî):

Ey demâdem mazhar-ı tuğyân-ı isyânım oğul

Takmayayım boynuna herkiz tavk-ı fermanım oğul

Ben kıyar mıydım sana ey Bâyezid Hânım oğul

Bî günahım deme bârî tevbe kıl cânım oğul[1].

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

www.NurNet.org

Kanuni niçin “Muhteşem”di?

Devir, Kanuni Sultan Süleyman devri…

Yer, İstanbul Ayasofya Camii…

Vakit, cuma namazı vakti…

Koca cami hınca hınç dolu, vaiz kürsüde…

Sesi zaman zaman sertleşip yükseliyor:

“Bre, ne günlere kaldık” diye yakınıyor. “Koskoca Osmanlı Devleti’nin hac farizamızı emniyetle yapmamıza imkân verecek tedbirler alamaz vaziyete düşmesi ne hicrandır…”

Terini siliyor:

“Gemilerle hacca giden Müslümanlar Malta keferesi (Malta şövalyeleri) tarafından cebren durdurulmakta ve soyulmaktadır. İllâ velâkin padişah efendimizin umurunda değil. Koskoca Osmanlı, ömrü uzun olası padişahımızın devr-i saltanatında acze düşmüş da iki buçuk çapaçulun hakkında gelemez mi olmuş?”

Sözün burasında yumruğunu kürsüye vuruyor:

“Acil tedbir alınmaz ise Muhammed ümmetinin bedduası billahi yağmur gibi üzerimize yağacak, bizi de padişahı da helak edecektir.”

Sessizlik…

Sonra uğultu:

“Haklı söyler, tedbir alına!”

Hoca çok sert konuşmaktadır…

Cemaat iştirak etmektedir…

O günün şartlarında böyle ifadeler kullanmak aklın alacağı şey değildir…

O günün Avrupa’sında bunun binde birini söylemeye kalkışanlar aslanlara yedirilmektedir.

Ama Osmanlı Devleti başkadır. Osmanlı Devleti, yönettiği insanlara değer veren, onlara söz hakkı, özellikle de “tenkit hakkı” tanıyan bir devlettir.

Bu yüzden ne padişah, ne de başka bir yönetici bunu “isyana teşvik” saymamış, kimse töhmet altına girmemiştir.

Hoca ve cemaate hiç bir yasal işlem yapılmamıştır.

Fakat Malta kuşatılmak suretiyle gereken hemen yapılmış, Müslümanların deniz yoluyla rahat rahat ve huzur içinde hacca gidip gelmeleri sağlanmıştır.

Kanuni’nin muhteşemliği

Böyle bir örneğe bugün ülkemizde rastlanabilir mi?

Sultanahmet Camii kürsüsünden hükümet politikalarına gayetle sert bir üslupta eleştiren vaizlerin hali acaba ne olur?

Osmanlı’nın zirve yaptığı dönemi ve dönemin en üst düzey birkaç yöneticisini tanımak, bir bakıma gelişmenin-büyümenin sırrını aramaktır. Bu sebeple Kanuni ve dönemi üzerinde durmak lazım.

Muhteşem Süleyman, son seferiyle tekrar Avusturya üzerine yönelmişti (1 Mayıs 1556). Yetmiş bir yaşındaydı ve diri göründüğünü söyleyenlere acı acı gülümseyip, “Ayruk gocaduk” diyordu.

Zigetvar Kalesi kuşatması sırasında rahatsızlandı. Koca çınar yıkılma aşamasına gelmişti. Başucunda 24 saat Kur’an-ı Kerim okunmasını emret­ti. Hafızlara sık sık kendisi de eşlik ediyordu.

Zigetvar kuşatması uzadıkça canı sıkıldı. Komutanlarını Otağ-ı Hümayûna (padişah ça­dırı­) çağırdı: “Bu kal’a bizum yüreğumuzi yakmışdur” dedi. “Dileruz Hak’tan, ateşlere yana!”

5 Eylül günü dış kalenin teslim alındığını duyunca pek sevindi. Ellerini açıp dua ettikten sonra, bir anlık gençleşen sesiyle son kez kükredi: “Tiz iç kale de fetholunsun!”

İç kale de fethedildi. Ne çare ki koca hünkâr, ondan sadece birkaç saat önce fani hayata gözlerini kapamıştı. (6/7 Eylül gecesi, 1566)

Sahib-i devlet ölmüştü. Padişah-ı cihan, dâr-ı cinana vasıl olmuştu. En uzun seferi başlamıştı, ki, o uzun sefere tac u tahtsız, şan u şöhretsiz çıkılırdı…

71 yaşında, 46 yıllık hükümdardı. İç organla­rı öldüğü yere, vücudu İstanbul Süleymaniye’deki ca­miinin avlusuna, Koca Sinan’a yaptırdığı türbesine gömüldü.

Büyük bir hükümdardı. Doğu’da ve Batı’da “Muhteşem” unvanıyla anılırdı. Tarihimizdeki hataları büyüteç altında inceleyen yabancılar bile büyüklüğünü kabul ederek, onu daima saygıyla andılar.

Sir Edward S. Creasy şöyle diyor: “Süleyman büyüktü. Yalnız müsait şartların tesadüfle­riyle değil… Kullandığı azim ve ifade dolayısıyla da de­ğil… O, bizatihi büyüktü.”

Sir William Sterling-Maxwell de aynı kanaattedir: “Birinci Süleyman, on altıncı asrın en büyük hükümdarıydı.”

Büyüklüğü insanlığındaydı

Zaferleriyle değil, insanlığıyla büyüktü. Öncelikle âdildi. Hangi konumda olursa olsun, insana saygılıydı. Herkesin hakkını gözetir, haksızlık-adaletsizlik yapmamaya özen gösterir, devlet adamlarına da sürekli bunu telkin ederdi…

Şu inceliğe bakar mısın lütfen?

Hüsrev Paşa, o tarihte Mısır Beylerbeyi’dir. Mısır Eyaleti’nin vergilerini toplayıp İstanbul’a gönderir. O yıl gelen verginin geçen yıllardan daha fazla olduğunu gören padişah, Mısır’a hemen müfettişler gönderir:

“Bakın ki, bu paralar ahaliye baskı yapılarak mı toplanmıştır?” (Maliye Bakanımızın kulakları çınlasın.)

Müfettişler Mısır’a gidip aylarca araştırır, soruştururlar; nihayet vergi artışının zorlamayla değil, yeni sulama kanallarının açılması sonucu sulanan arazinin fazla ürün vermesiyle sağlandığına kani olurlar ve kanaatlerini padişaha arz ederler.

Buna rağmen Kanuni, Mısır’dan gelen vergi fazlasını yol, liman, sulama kanalı inşaatlarında kullanılmak üzere Mısır’a iade eder. Hassas yüreği buna rağmen tatmin olmamış olacak ki, Hüsrev Paşa’yı Mısır Beylerbeyliği görevinden alır, yerine Hadîm (hizmetkâr anlamında) Süleyman Paşa’yı tayin eder.

Bu olayda da görüldüğü gibi, Kanuni Sultan Süleyman, milletini devletine ezdirmeyen bir hükümdardı. Padişahların bile keyfi hareket edememesi için, meşhur “Kanunnâme”sinde, ilk kez “görev-yetki” tanımlaması yapmıştı. Ve koyduğu kurallara öncelikle de kendisi uymuştu.

Şu olay bunun delilidir:

Muhteşem Süleyman, ihtişamın zirvesinde bulunduğu günlerden Kâğıthane civarında ava çıkar. Dolaşırken, Bizans döneminden kalma su yollarına tesa­düf eder. Bunların onarılarak kullanılabileceğini düşünür.

Bu işlerde son derece deneyimli Nikola isimli Rum bir mühendis bulur. Düşüncesini açar ve eski su yollarını tamir etmesini ister.

Nikola amele ve ustalar tutup bölgede çalışmaya koyulur. Bunu duyan Vezir-i Âzam (başbakan) Rüstem Paşa’nın tepesi atar. Padişahın kendi görev alanına tecavüz ettiğini düşünür ve Nikola’yı nezarete attırır.

Bir süre sonra padişah, çalışmaların ne durumda olduğunu görmeye gider. Ne görsün: Kazma dahi vurulmamıştır…

Talimatının Rum mühendis Nikola tarafından göz ardı edildiğini düşünüp soruşturma açtırır. Anlaşılır ki, Nikola hapistedir.

Kanuni Sultan Süleyman, Vezir-i Âzam Rüstem Paşa’yı çağırtıp sorar:

“Su yolcu zimmînin hapsine bais nedur?” (Su yolları yapan gayrimüslimi neden hapsettin?)

Rüstem Paşa’nın, dünya hukuk tarihine geçmeye layık cevabını bugünkü dile çevirelim:

“Hünkârım! Benim haberim olmadan sen böyle işlere kalkışamazsın ve devletin başına keyfî kararlarınla masraf kapıları açamazsın. Bu işi hükümet araştırır ve eğer icap ederse suyu hükümet getirir. Seninle te­masına mâni olmak için mühendisi nezarete ben attırdım.”

Bu cevap, demokrasilerin temelini teşkil eden “kuvvetler ayrılığı prensibi”nin Osmanlı Devleti’ne, daha ortada demokrasinin “D”si yokken, hakim olduğunu gösteren bir anlayışı simgeliyor.

Bu ağır cevap karşısında Muhteşem Süleyman ne yaptı dersiniz?

Okul kitaplarında sık sık anlatıldığı gibi, “mutlak ira­de”siyle yerinden fırlayıp, “Padişah hükmüne karşı gelmenin cezası ölümdür; tiz sadrazamın boynu vurula!” mı dedi?..

Hayır…

“Seni azlittüm! Bütün emvalini (malını-mülkünü) hazi­neye irad kaydittüm. Var Allah’tan bul!” diyerek sürgüne mi gönderdi?

Yine hayır…

Sadece boynunu büktü, vezir-i âzamına hak verdi, salahiyetini aştığını kabul edip adeta özür diledi: “Benim vezirim, münasip olanı yapasun!”

Bugün için bile bu tablo bir hasret tablodur! Türkiye, maalesef, “kuvvetler ayrılığı prensi­bi”ni hâlâ oturtamamıştır.

İnsanımıza da “kalıcı hedef” veremedik…

Patinaj yapmamızın sebebi budur!

Yavuz Bahadıroğlu

Moral Dünyası

Kanuninin Kültürü Bize Yeter, Katerina Kültürüne Ne Hacet!

Aynı inancı, ayni değerleri paylaşan, ayni medeniyete sahip ayni topraklar üzerinde yaşayan insanların kültür, örf, adet, giyiniş, edebiyat ve sanatlarında ayrı farklılıklar görünmektedir. Bu farklılıklar elbette bu toplumun medeniyetinin zenginlikleridir.

Bu kültürel ayrılıklar; İslamiyet’ten öncede de vardı, sonradan da, yalnız İslamiyet’in gelişiyle batıl adetler kaldırılmış İslam’ın adetlerine uygun kültürler günümüze kadar devam ede gelmiştir. Elbette güzel geleneklerle birlikte sünnette uygun olmayan örf ve adetlerde görünmüyor değildir,

Son zamanlarda artık bölge farkı kalmadan, birçok düğünlerde erkek kadın karışık, kol kola dans etmektedirler. İslamiyet’e uygun olmayan bu karışık, açık saçık oyunlar, yurdumuzun tümüne yayılan adeta bir gelenek haline getirilmiştir.

Oysa Kanuni Sultan Süleyman, Fransa’da dans adı altında bir oyunun oynandığını duyunca, Fransa Kralına bir mektup yazar: “içinde kadın erkek birbirine sarılmak suretiyle insanlar arasında oyun oynanmaktadır. Bunun içimize de sıçrayacağından endişem var! Derhal dans denilen bu oyununun kaldırılmasını, aksi takdirde ordumla beni karşınızda göreceksiniz” demiş,

Görüldüğü üzere adaba uygun olmayan bir âdetin Fransa’dan, memleketimize sıçrayabileceği ihtimaliyle, dinine örf, adet ve kültürüne bağlı olan ecdadımız, savaşı bile göze alırken; Fransalı Katerina’nın bu oyun kültürünü memleketimizde oynatılması, Kanuninin ruhuna ne kadar uygun düşer. Sorsan? Cevap: “Ne yapalım düğün bir kere yapılır, biraz da millet eğlensin” diyecekler,

Ecdadımızdan günümüze kadar ananevi olarak sürdüre gelen birçok kültür,gelenek ve adetler sosyal hayatımızın meşru istek ve arzularına uygun ve yeterli olmasına rağmen,İslam diyarı olan memleketimizde, gayri ahlakı harici kültürleri büyük masraflarla istimal edilmesi, hem dinimize hem de kültürümüze uygun düşmüyor.Kanuninin kültürü bize yeter,Katerina kültürüne ne hacet!..

Anadolu’da imkânların bol olduğu hasat sonrası, sonbahar mevsiminde düğünler yapılırdı, yapılan düğünlerde arabana, ney, kaval benzeri çalgı aletleri çalınır, erkek kadın ayrı yerlerde oynarlardı. Düğün masrafı herkes bütçesine göre yapar, düğünler mevlitli yemekli, dualarla sünnete ve kültüre uygun yapılırdı, ne güzeldi o günün düğünleri!..

Konu gelenek ve kültürden açıldığı için, biraz da; Trakya’nın güzel ve şirin illerinden Kırklareli’nin yağmur duası geleneğinden söz etmek istiyorum:

İslam ülkelerinde ilkbahar mevsimi kurak geçtiği zaman “yağmur duası ve namazı” kılınıyor.

 Bediüzzaman Hazretleri Mektubat eserinde, yağmur duasıyla ilgili şöyle diyor:

Yağmursuzluk yağmur namazının sadece vaktidir. Yağmur duası ve namazı sadece Allah’ın rızasını kazanmak için eda edilir. Yağmur yağması için değil.”

Musibet ve sıkıntılar insanı ibadete teşvik ediyor. Asıl maksat Allah’ı bilmek ve o’nu tanımaktır. Yapılan ibadetlerin gayesi de bu olmalıdır. Dua ve ibadetler maddi veya manevi ihtiyaçların temini için yapılmaz. İbadetin illeti Allah’ın emridir. Neticesi ise Allah’ın rızasını kazanmaktır. İşte ihtiyaç ve sıkıntılar da, bu ibadetlerin vakti geldiği için yapılır. Örneğin yağmursuzluk, yağmur duasının bir vaktidir. Yağmuru yağdırmak için yapılmaz. Asıl ihtiyaçları bilen ve ona göre her şeyi tanzim eden Allah’tır. O’nun işine karışmak divaneliktir.

Kırklareli halkı herhalde yağmur duasının ehemmiyetini, mana ve mevhumunu anladıkları için, ibadet niyetiyle hemen her köyde “yağmur duası ve namazı”nı eda ediyorlar. Yağmur yağarsa “şükür duası,” yağmasa  “yağmur duası” yapılır. Bu dualar nisan ayında başlar, haziran sonuna kadar devam eder…

Ekin biçilmeden, hasadı yapılmadan Allah’ın vereceği nimete karşılık “şükür ibadeti”ni peşinen eda eden, bu halkın emeğinde de bereket görünüyor. Tarım uzmanı olmam hesabiyle, Ülkemizde birim alanda alınan buğday verimi 2006 yılı “FAO” istatistiklerine göre ortalama 215,2 kg/dk. iken; Trakya bölgesinde ise dekardan alınan buğday verimi 429.0 kg/dk.dır. Hem bölgenin 600 mm civarında yağış alması hem de halkın fiili ve kavli duaları, Rahman ve Rezzak olan Cenab-i Allah tarafından neticesiz bırakılmadığı kanaatindeyim. Ekinlerde ki bereket onu gösteriyor.

Kırklareli ilk defa birinci Murat zamanında 1363 yılında Osmanlıların eline geçmiş, daha sonra Balkan savaşı ile birinci dünya savaşı sıralarında Bulgar ve Yunan işgaline maruz kalmış, 10 Kasım 1922’de özgürlüğüne kavuşmuştur. Kırklareli’nin halkı genellikle Bulgaristan, Yunanistan, Boşnak, Arnavut gibi Avrupa muhacirlerinden, kısmen de Romen halkından oluşmaktadır.

Kırklareli’de hububat, ayçiçeği, şeker pancarı, mısır ve bağcılık ileri safhada yetiştiriliyor. Kısmen de Tekstil ürünleri imalatı da yapılmaktadır. Esnafın ticareti çoğunlukla semt pazarına yöneliktir. Kırklareli gelişmekte olan bir ilimizdir. Halkı mütevazıdir.

Tarihi bir yapıya sahip olan Kırklareli’nin merkezinde kol ve dalları semaya uzanmış, onlarca insanı gölgesinde ağırlayan, kocaman asırlık çınar ağacı büyük haşmetiyle Kırklareli’nin tarihini tescil ediyor. Ayrıca tarihi camilerden; Hızır bey camisi(Ulu cami) 1383–1384 yılında yapılmış,

Hızır bey camisi imam hatibi, Kırklareli’nin halkından nüktedan, belagati beliğ ve fazıl insan, büyüklere saygıdan genç, küçüklere ihtiyar diyen, kardeşliği pekiştiren, daima cebinde ki akide şekeriyle ikramda bulunan Ali Kutlugün hoca tarafından cami itina ile deruhte edilmektedir. Ayrıca, Kadı Emin Camisi, Kapan Camisi gibi tarihi camiler de bulunmaktadır.

Memuriyet icabı iki sene Kırklareli’de kaldım. Memnuniyetimi bihakkın ifade etmekten zorlanabilirim. Birçok portreden birkaçını beyan etmekten mahzur görmüyorum.

Şöyle ki: Hızır bey camii (ulu cami) eski imamı, Hamit Oruç ağabeyinin ilerlemiş yaşı ve rahatsızlığına rağmen, hizmet-i Kur’aniyede ki gayret, azim ve şevki,

Yakup Işıklar abinin tevazuu, gıybetten uzak duruşu, hoş görü ve muhabbetti, Merhum Sedat Kuranlı’dan; Demokratı, misafirperverliği, davanın ciddiyeti, Mehmet Şaylan hocanın fedakârlığı, hizmete verdiği önem ve ehemmiyeti, gayret ve ciddiyeti,

Mümin ağabeyinin, sakin, vakar, iktisat ve kanata verdiği önem ve ehemmiyeti, Fırıncı Sait Azmanoğlu’nun, misafirperverliği, sadakaya verdiği önemi, meslek ve meşrep farkı gözetmeden inancını her sahada serfuru etmeyi ve daha sayamadığım birçok kadirşinas Kırklareli halkın her birisinden ayrı ayrı gördüğüm meziyet ve güzellikleri, istifademe medar olmuştur.

Ayrıca: Romen kardeşlerimiz tarafından yayla mahallesinde yaptırılan mimariyle, yeşil alanıyla, düzen ve tertibiyle takdire şayeste olan camilerinde kıldırılan Ramazan ayı teravihleri, coşku ve heyecan dolu bir ayrıcalıktır,

Teravih namazı için camiye gittiğimizde ilgi ve iltifatlarına hayran kaldım. Namaz tesbihatı için bir gurup genç tarafından okunan ilahiler ve Peygamberimizin ruhaniyetine edilen salât ve dualar, ibadete başka bir haz ve heyecan vermektedir.

Kırklareli’de alevi suni ayrımı pek yapılmaz, birbirlerine kız verir alırlar, beraber ticaret yaparlar. Aleviler kirvelik geleneğine ve etkinliklerine bağlıdırlar. Her sene haziran ayında Kofçaz ilçesi Topçular köyünde “Topçu baba geleneksel anma etkinlikleri” yapılır.

Semahların dönüldüğü anma etkinliklerine İl valisi, il ilçe belediye başkanları, kaymakam, Siyasi parti mensupları, milletvekilleri, kanaat önderleri, il dışından Hacı Bektaşi veli Anadolu kültür vakfı başkanı, Bektaşi federasyon üyeleri ve çevre halkın katılımıyla şenlikler yapılır. Yemek ikramı ve Topçu baba türbesi ziyareti ile etkinlik son bulur. Şenliklerimiz de, dua ve niyazlarımız da hep birlikte yapılır, bu memlekette!..

Memleketimiz güzel, insani güzel, ahlakı güzel, örf ve adetleri gelenekleriyle güzel; varsa ayrılıkları o da toplumun kültür zenginlikleridir. Yeter ki biri diğerini kabullensin, hoşgörü olsun. Selamlar,

Rüstem Garzanlı / DİYARBAKIR

Kamu Yöneticisi

Hürrem Sultan’ın Suçu Ne? Şehzade Mustafa Neden Katledildi?

“Tarihimizdeki aktörlerin sirkteki hayvanlardan farkı ne?” diye sorsam garipser misiniz?

Kanuni ve Hürrem’e tıpkı sirk hayvanlarına layık gördüğümüz muameleyi yapıyoruz. Onları arzularımızın esiri olarak görmek ne yalan söyleyelim hoşumuza gidiyor.

Hürrem Sultan’ın Kanuni’yi avucunun içine aldığı ve aşkını kullanarak Mustafa’yı öldürttüğü iddiası da böyle. Aşk, entrika, kan, intikam, gözyaşı. Tekmili birden bu hikâyenin içinde.

Hurafeler arasında gezmeyi kesip dürbünümüzü ayarlamaya Hürrem’den başlayalım. Leslie Peirce, ona gelinceye kadar bir padişah eşinin ancak tek bir erkek evladı olabildiğine dikkat çekiyor. Her anneye tek şehzade ilkesi diyebiliriz buna. Ancak saltanatının daha başlarında 2 oğlunun ölmesi üzerine Kanuni’nin, üstelik tek eşli yaşamayı seçtiği için Hürrem’den birden fazla oğulun doğmasına izin verdiğini biliyoruz.

Hürrem, Mahidevran gibi oğluyla birlikte sancağa gitmeyip sarayda kaldı. İstanbul’da kalması onun hem istihbaratın, hem de güç ve servetin içinde bulunmasını sağladı. Saraydaki ağırlığını artırdı. Siyaset üzerindeki etkisinin arttığını söylememize gerek yok. Kanuni, Hürrem’i nikâhına almakla bir ilki gerçekleştirmişti ki, bu, ona sevgi kadar güven duyduğunu da gösterir.

Bütün bu ilklerin Osmanlı iktidar zembereğine yüksek dozda kıskançlık ve rahatsızlık aşılaması anlaşılır bir durum. Sarayda dengeler değişiyor ve padişahın ailesi damatlarıyla birlikte iktidara ağırlığını koyuyordu. Neden diğer kadınlar değil de Hürrem? Koskoca padişah bir kadına neden bu kadar yüz veriyor, yükselmesini neden önlemiyordu? Gözden kaçan nokta, hanedan ailesinin kız kardeşler, eşler, damatlar ve kızlarla siyasetin içinde yer alma geleneğinin başladığıydı. Aile artık siyasetin aktörlerinden oluyordu. Hatice-İbrahim çifti olsun, Mihrimah-Rüstem çifti olsun, Hafsa Sultan olsun bu siyasî değişimin ayakları haline gelmişlerdi. Mahıdevran ve Hürrem’in dışarıda kalması mümkün değildi. Onlar da tez zamanda pozisyon almak gereğini hissedeceklerdi.

Bu değişimi içine sindiremeyenlerin bulunması ne kadar tabii ise, hanedan içinde olup bitenlerin kamuoyuna faş olması da tabiiydi. Yani Hürrem-Mahıdevran mücadelesinin halkın diline düşmesinin esas sebebi, hanedanın dışa açılmasıydı. Daha önce kapalı kapılar ardında olup bitenler şimdi tartışılıp konuşulabiliyordu.

Kanuni’nin asıl gözdesi, genç yaşında Manisa’da ölen Mehmed’di. Cihangir hastalıklıydı; mücadele Mustafa, Selim ve Bayezid arasında geçecekti. Ancak asıl mücadele Mustafa-Bayezid arasında geçecek ve Selim kenardan seyredecekti. Mahıdevran’ın da, Hürrem’in de ellerindeki kozları sonuna kadar oynadıklarını bilmemiz lazım. Ancak Hürrem’in avantajı başkentte, Mahıdevran’ın dezavantajı Amasya’da bulunmasıydı. İkisi de oğullarının tahta çıkması için hazırlanıyorlardı.

PADİŞAHA HATA ATFEDİLİR Mİ? 

Kanuni, dedesi Bayezid’in, babası tarafından devrilmesinde rol oynayanlardan biriydi, yani bir padişahın hangi yöntemlerle tahttan indirilebileceğini iyi biliyordu. Öte yandan oğlu Mustafa’nın asker arasında sevildiği bir sır değildi. Navagero’nun raporuna yansıyan, ‘Mustafa’nın babasına karşı bir darbeye girişeceği’ bilgisinden gafil olması mümkün müydü?

Dedikodular yayıldıkça yayılıyordu: Kanuni ihtiyarlamış (halbuki 59 yaşındaydı), savaşacak takati kalmamış, eşi, kızı ve damadı onu avuçlarının içine almışlar vs. Venedik elçisi Bragadin, Mustafa’nın büyük karışıklıklar çıkarmaya hazırlandığından söz ediyordu. Yavuz nasıl asker üzerindeki nüfuzunu kullanarak babasını tahttan indirdiyse Mustafa’nın da aynı yolun yolcusu olduğunu Tebriz’den Draç’a kadar müthiş bir casusluk ağı kurmuş olan Kanuni’nin gözden kaçırması mümkün müydü? Mustafa Âli gibi tarihçilerin Mustafa’nın ölümüne kadınların ve ‘namussuz damadın (Rüstem) komplosu’nun sebep olduğunu yazmaları nedendi peki? Peirce’e göre insanlar Hürrem ve Rüstem’e aile bireyi oldukları için değil, “sultanın mahremiyetini bilen dostları” olarak tepki gösteriyor, padişahın kişisel bağlılıklarının hükümranlığını tehlikeye attığını düşündükleri için endişeye kapılıyorlardı. Oysa Kanuni tek başına değil, yetkilerini çevresindeki insanlara dağıtarak yönetmeyi tercih ediyordu. Bir hata işlediklerinde cezalarını gözünü kırpmadan vermesini de biliyordu.

Kanuni’nin saf ve dolduruşa getirilmeye müsaitmiş gibi algılanmasının sebebi buydu. Güvendiğine tam güveniyordu. Tabii ki bu güven-ihanet ilişkisini açıklamak tarihçiler için kolay değildi. Sultanın bunca güvendiği vezirleri yeri gelince gözünü kırpmadan idam ettirmesini ‘hata’ diye sunmak tarihçiler için kolay değildi. Padişah’a hata atfetmeye Osmanlı geleneğinde çok nadir rastlanır. Suç, daima başkalarınındır.

Mustafa’nın katlinde suçlu Padişah olamayacağına göre bir günah keçisi seçilmeliydi. Rüstem-Hürrem-Mihrimah üçlüsünün padişahı kandırdığı, evlat katline sebep oldukları söyleminin kaynaklarda genişçe yer tutmasının sebebi buydu. “Rüstem öfkeyi üzerine çekti. Padişahı da Mustafa’nın ortadan kaldırılmasının doğrudan sorumluluğundan korudu.”

HÜRREM VE NEFRET

Peki Hürrem neden hep nefret edilen biri oldu? Cevabı Leslie Hanım veriyor: “Hürrem, Mustafa’yı taht savaşında tasfiye etmeye ve bu işte kendine müttefik bulmaya çalışırken, bir şehzade annesinden beklenen oğlunu koruma rolünü yerine getiriyordu. Onun Mustafa’nın adaylığını bozma çabaları Mahıdevran’ın oğlunun başarısını garantiye alma çabalarıyla paraleldi. Ama Mahıdevran, oğlundan yana çabaları nedeniyle övülürken, Hürrem kötüleniyordu.”

Hürrem’in diğer padişah eşlerinden farkı, göz önüne çıkmasına izin verilmesiydi. Oysa Mahıdevran’ın yaptığı manevralar taşrada bulunduğu için fazla göze çarpmıyordu. Öte yandan Hürrem’in oğlu Bayezid’i korumak için çırpınması, halk tarafından Kanuni’nin otoritesini zayıflatmak şeklinde algılanıyor ve tepki uyandırıyordu. Velhasıl hem kocasının otoritesini, hem de oğlunu koruyacak altın bir formülü bulamamasıydı Hürrem’in trajedisi.

Unutmayalım ki, mücadeleyi Mustafa kazansa yalnız Bayezid değil, Selim, hatta Cihangir de öldürülecek, bugün Hürrem’e yapılan ithamlar Mahıdevran’a yöneltilecek, Kanuni yine otoritesini kuramamakla suçlanacaktı. Onlar hem anne, hem de eşti. Annelik güdüsüyle hareket ettiklerinde başka, eş olarak hareket ettiklerinde başka seçenekler çıkıyordu önlerine. Mustafa babasını devirmeye hazırlanıyordu (Halil İnalcık da aynı kanaatte). Kanuni’nin hafızasında dedesini devirmek için babasının safında verdiği mücadele canlanmıştı. Navagero, aylar önce Kanuni’nin oğlu Cihangir’e şöyle dediğini aktarıyordu: “Oğlum, Mustafa padişah olunca hepinizi öldürecek.” Kanuni’nin saf olmadığını, hele bir kukla hiç olmadığını ne zaman anlayacağız dersiniz?

Mustafa Armağan / www.mustafaarmagan.com.tr