Etiket arşivi: kardeş

Dostu talebeye tercih etmek

Bizde bir hastalıktır şu. Ben de Rahman’ın rızası için yazacağım. “Bir dert görünürse devâsı âsândır!” sırrınca Şafî-i Hakiki olan Allah’tan cümlemize şifa vermesini dilerim. Yazacağım şeyin Nurcular tarafından acilen yüzleşilmesi gereken bir sorun olduğunu düşünüyorum. Kendim de bu çamura vaktiyle battığım için, itiraf ile o derdi önce açık etmek, sonra istiğfar ile ondan soyunmak isterim. “Böyle şeyleri aramızda konuşmamız gerek…” diyen, fakat aslında “En iyi eleştiri mümkünse yapılmamış, yapılmışsa yayılmamış, yayılmışsa önemsenmemiş eleştiridir!” arzusunu yansıtan sözde tedbirci, özde statükocu yaklaşımlara kulağım kapalı. Onlar da isterlerse bu yazıya gözlerini kapayabilirler. Mürşidim gibi derim: “Gözünü kapayan, yalnız kendi görmez, başkasına gece yapamaz.

Şu bir gerçek: Bediüzzaman’ın ismini yolundan daha fazla önemsiyoruz. İsmine edilmiş iltifatları çizgisi için atılmış adımlardan daha çok seviyoruz. Hatta gittiği yol nasıl bir yol olursa olsun, isterse ehl-i sünnet çizgisinden de çıksın, eğer Bediüzzaman’a muhabbeti (!) varsa bir adamın, o muhabbeti belirtir bir kelamına şıp diye tav oluyoruz. Sevgiyi dilden ‘Bediüzzaman’ adıyla çıkan cümlelerde arıyoruz sadece. Kalpte neler taşınıyor, elden nasıl ameller çıkıyor, dilden daha ne cümleler sâdır oluyor, hiç sormuyoruz. Yeter ki bir adam bir cümlecik olsun Bediüzzaman’a iltifat etsin! O bizim muteberimiz oluyor.

Daha sonra, isterse cemaatleri toptan tezyif etsin, bazılarımızdaki muhabbet gitmiyor. Direniyor! Ta ki Bediüzzaman’ın şahsına bir kem söz edene kadar. O zaman jetonumuz düşüyor. Daha tuhaf olansa: Bu tutumu sadece avamımız değil ‘aydın abilerimiz’ de sergiliyor. Birisi Bediüzzaman’ı mı övdü? Daha başka neler dediğine bakmadan onu sinemize basmaya çalışıyoruz. “Ondan başka neler demiştir? Ne kadar öğretisinde Bediüzzaman’ın yolunda, cadde-i kübrada veya ehl-i sünnetin çizgisinde kalmıştır? Anlattığı Bediüzzaman ne kadar hakiki Bediüzzaman’dır?” Bütün bu başlıklar silinip gidiyor. Neden? Çünkü o Bediüzzaman’ı övdü. Sarsıcı birşey ama söyleyeceğim: Bazı Alevilere lafz-ı Ali (r.a.) ne kadar yeterse bazı Nurculara da lafz-ı Bediüzzaman yetiyor.

Ben bu temayülün vaktiyle Ertuğrul Özkök’e, Caner Taslaman’a, Emre Dorman’a, Mustafa İslamoğlu’na veya Yaşar Nuri Öztürk‘e kadar uzandığına şahit oldum. O kadar Bediüzzaman’a mana-i ismi ile bakıyor ki bu arkadaşlar, bir kişinin Bediüzzaman’ı övmesiyle, ‘sanki ona bir paye daha katılacak’ gibi coşuyorlar. Zarar yalnız bu kadarla da kalmıyor: Bu isimlerin de Nurculuğun etki alanına sızabilmesine sebep oluyorlar. Hem de hiçbir uyarıda bulunmadan. Körkütük bir övgüyle… Ne için? Çünkü o Bediüzzaman’ı övdü. İyi de Bediüzzaman’ı ‘ismen’ övmek, yolunu tutmak veya endişelerini birebir taşımak mıdır? Bediüzzaman’ın yolunu tutmanın/taraftar olmanın (dostluğun) delili, ismini iltifatla beraber anmak, ‘sadece zatını beğenmek’ midir?

Hatırlayalım: “Dostun hassası ve şartı budur ki: Kat’iyen Sözlere ve envâr-ı Kur’âniyeye dair olan hizmetimize ciddî taraftar olsun; ve haksızlığa ve bid’alara ve dalâlete kalben taraftar olmasın; kendine de istifadeye çalışsın. Kardeşin hassası ve şartı şudur ki: Hakikî olarak Sözlerin neşrine ciddî çalışmakla beraber, beş farz namazını edâ etmek, yedi kebâiri işlememektir. Talebeliğin hassası ve şartı şudur ki: Sözleri kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti bilsin.

Bu tanımların hemen öncesinde ise şunun altını çiziyor Bediüzzaman: “Ya şahsımı mübarek ve makam sahibi zannedip gelir. O kapı dahi kapalıdır. Çünkü ben kendimi beğenmiyorum; beni beğenenleri de beğenmiyorum. Cenâb-ı Hakka çok şükür, beni kendime beğendirmemiş.

Barla Lahikası’nda Refet abiye yazdığı bir mektubunda ise şöyle diyor mürşidim: Bir talebe yüz dosta müreccahtır. Fakat şimdilerde bir şekilde Risale-i Nur’la ilgili yapılarda üst kademeleri tutmuş kimi insanlar şu cümleye yukarıdakinden daha fazla inanıyorlar: “Bir dost yüz talebeye müreccahtır.” Tüm mesaisini Risale-i Nur hizmetine vermiş herhangi bir ismin, tüm bu mesai ve istikametine rağmen, beş paralık kıymeti olmazken; ehl-i sünnet çizgisinde kaldığı bile şüpheli kimi isimler, ağızlarının kenarıyla sırf Bediüzzaman’a iki iltifat ettikleri için, beşyüz altın kıymetinde fiyatla satılıyorlar. Ne dediği de çok önemli değil. İsterse Risale-i Nur’un ölçülerine uymayan yüz tane yanlışı anlatsın. Önemli olan Bediüzzaman’ı övmesi. Ha bir de tabii biraz şöhret bulmuş olması lazım.

Sormamız gerek: Şu an Nurcular içinde Risale-i Nur’dan alacakları bitmemiş kaç tane mütefekkirimiz var? Bakın daha ‘kaç tane gencimiz var’ bile demedim. “Kaç tane mütefekkirimiz var?” diye sordum. Bence, bu mütefekkir yokluğunun birinci sebebi cemaatler içindeki istibdatsa, ikinci sebebi de ‘talebenin dost kadar itibarlı olmaması’dır. “Evin danasından öküz olmaz!” atasözünün canlanmış hakikatini gören genç Nurcular, eğer kalplerinde bütün bunlara rağmen direnecek bir sebat yoksa, en nihayet ya Nurlar üzerine mesaiyi azaltıyorlar yahut da büsbütün başka alanlara geçiyorlar. Çünkü biz onların ‘söylediklerine’ bakmıyoruz. Cidden bakmıyoruz. Bizim gözümüz elin danasından öküz çıkarmakta.

Eğer hakikaten insan yetiştirmek gibi bir amacımız varsa, ki umarım vardır, o zaman bunun ilk adımı: Bu dairenin, ilgi de dahil, bütün kaynaklarını gayrın iltifatlarına kullandırmaktan öte talebe yetiştirmeye kullanmaktır. Talebe dostu ancak böyle bastırır. İki dakika Bediüzzaman’dan ya bahsedecek ya bahsetmeyecek, o bahsettiğinden de birşey ya anlaşılacak ya anlaşılmayacak isimlere bir sürü para, vakit, gayret vs. harcayıp sonra gençlerin yaptıkları en samimi çalışmalara bile burun kıvırmak… Feleğin ters döndüğünün resmidir. Buralardan birkaç günlük nümayişler dışında bir muvaffakiyet de çıkmayacaktır.

Ahmet AY

“Sevgi dini”nin neresindeyiz?

 Dinimiz “sevgi dini”, Peygamberimiz “Rahmet Peygamberi”…

Peki biz “sevgi dini”ne mensup Müslümanlar olaraktan “sevgi insanı” mıyız? İnsanları gerçekten seviyor muyuz? Dindaşlarımızı “kardeş”, diğerlerini “türdeş”olarak görüyor muyuz? 

Biz de tıpkı Peygamber-i Âlişân Efendimiz gibi, merhametli miyiz, hamiyetli miyiz, şefkatli miyiz? 

Böyle isek, şu bencilleşmiş, paylaşımsız, acımasız dünya kimin dünyası?

Bu dünyada şefkat yok, merhamet yok, insan yok, izan yok, hakperestlik yok, tevazu yok, yardımlaşma yok…

Tıpkı kapitalist dünya görüşüne kilitlenmiş tek dünyalılar gibi kendi eksenimize kilitlenmiş, sırf kendimiz için yaşıyoruz.

Bu da terörü besliyor. Çünkü bir tarafın her şeyi var, bir tarafın hiçbir şeyi yok. Hiçbir şeyi olmayanlar, normal yoldan elde edemedikleri şeylere ulaşmak için, o imkânı sembolize eden ikiz kuleleri berhava ediyorlar.

Bediüzzaman bir kez daha haklı çıkıyor: “Kalb-i insaniden (insan kalbinden) rahmet ve merhamet çıksa, akıl ve zekâvet daha onu durduramaz, anarşist olur, bir semm-i katil (öldürücü zehir) hükmüne geçer.”

İnsanın gerçekten insan olması, bir başka deyişle “adam gibi adam” olabilmesi için kalbinde “rahmet” ve “merhamet” taşıması lâzım. Bu ikisi “sevgi” eksenlidir. Demek ki, insanın gerçek insan olabilmesi için diğer insanlara karşı merhametli olması ve tabiî hayatı-kâinatı sevmesi gerekiyor.

Ancak durduk yerde insan insanı sevemez. İnsanın insanı sevebilmesi için, o mükemmel varlığın Yaratıcısını kavraması lazım. 

Ancak Yaratıcıyı kavrayabilir, idrak edebilirse, “Eşrefi mahlûkat” (yaratılmışların en yücesi, en şereflisi) olarak yarattığı en müstesna varlığı da (insanı da) sevebilir. 

Yani işin başı yine Allah sevgisi…

Yunusleyin bir deyişle, “Yaradan’dan ötürü, yaradılanı sevme” san’atıdır.

Oysa biz hâlâ Yaratıcı Kudreti kavrayamadık. Onu kavrayamadığımız için de insanı sevmeyi öğrenmedik…

Hâlâ “benim inancım, benim mezhebim, benim milletim, benim tarikatım, benim cemaatim, benim siyasetim, benim partim, benim liderim, benim takımım, benim hemşehrim” mantığındayız…

Farkında olmadan bölücülük yapıyoruz!

Oysa kadîm kültürümüz devlet, para ya da eşya eksenli değil, insan merkezlidir.

***

Çağını aşan devletler kurmuş bir milletin çocuklarıyız. 

“Çağını aşma” tabirini kuru övünme olsun diye kullanmadım. Bunu peşinen söylüyorum ki, tespitlerim tarihle övünme meylimizin dürtüsü olarak görülmesin. Benim derdim tarihle övünmek, ya da dövünmek değil, sadece doğru dürüst tespitler yapmak, bir bakıma geleceğe tarihin ışığını tutmaktır.

Bugünlerde, uyulmasa bile, çok revaçta olan şu “önce insan” sloganı var ya, gerek ceddimizin dünya görüşüne, gerekse Osmanlı Devleti’nin temel felsefesine tamı tamına oturuyor. Bu söz zaten, Osmanlı Devleti’ni kuran Osman Gazi’nin maneviyat önderi ve kayınpederi Şeyh Edebali’ye aittir. Edebali’nin Osman Gazi’ye öğütlerinin bir cümlesi aynen şöyledir: “Oğul Osman, insanı yaşat ki, devlet yaşasın!”

Osman Gazi bu öğüdü tuttuğu, arkadaşlarına değer verdiği için çok kısa sayılabilecek bir zaman diliminde civarındaki Bizans kalelerini fethedip Selçuklu’nun “Uçbeyi” oldu.

Sadece Osman Gazi değil, ondan sonra gelenler de Şeyh’in öğüdünü tutmuş, devleti insan merkezli bir temele oturmuşlar. Ve devleti bir “Şefkat Devleti”ne, “İnfak (yardım) Devleti”ne, açıkçası tümüyle büyük, devasa bir hayır kurumuna dönüştürmüşler.

Osmanlı Devleti, askerî zaferlerinin yanı sıra, siyasal, ekonomik ve medenî başarılarını da bu anlayışına borçludur.

Bugün de insan hakları eksenli devletler çağın önder devletleridir.

Yavuz Bahadıroğlu – yeniakit.com

Said Nursi’nin Doğduğu İlçe ve Barla Kardeş Şehir Oldu

said-nursinin-dogdugu-ilce--ve-barla-kardes-sehir-olduIsparta Valiliği ve Bitlis Valiliği öncülüğünde iki il arasındaki tarihten gelen köklü ilişkileri ve karşılıklı anlayışı en derin şekilde yoğunlaştırmak amacıyla, “Nurs’tan Barla’ya Gönül Kardeşliği” protokolü imzalandı.

İmzalanan protokol kapsamında her iki il kendi imkanları çerçevesinde, sakinleri arasında kalıcı bir dostluk ve işbirliğine katkıda bulunulacak ve ortaklık ilişkileri teşvik etmeye çaba gösterilecek.

Ayrıca iki ilin çeşitli etkinlikleri halka tanıtılarak, kültür ve sanat faaliyetleri, müzik ve tiyatro gösterileri, sanat eserleri, fotoğraf ve çizimlerin gösterilmesi ve bu alanlarda uzman ve sanatçı değişimi ile il sakinlerinin karşılıklı işbirliği geliştirilecek

Isparta Haberleri

Yeğenim Abdurrahman (şiir)

İmanlı bir mümindi, çok iyi bir Müslüman

Canımdan çok sevdiğim, Yeğenim Abdurrahman

 

İnsanlık abidesi, güzel ahlak timsali

Hal ve hareketleri, sanki melek misali

 

Çocukluğumuz geçti, Onun ile beraber

Onunla güzelleşti,  gördüğüm bütün yerler

 

İnançlı bir insandı, eşsizdi dindarlığı

Bize hayat verirdi, onun güzel varlığı

 

Yardımsever bir kişi, aynı anda cefakâr

Hem dürüst hem çalışkan, her zaman da vefakâr

 

Hem Amca-Yeğen idik, hem de iyi arkadaş

Onunla Bacanaktık, sanki olmuştuk kardaş

 

Dünya onun yanında, değersizdi pul kadar

Ona önem vermedi, göç edinceye kadar

 

İki bin on üç yılı Ocak yirmi dokuzda

Dünyaya veda etti, rahmet etti bir anda

 

Ruhu ve bedeniyle yürümüştü Rabbine

Halis, kâmil imanı,  gömülmüştü kalbine

 

Ey sevgili yeğenim sana sesleniyorum

Yerin rahat, mekânın cennet olsun diyorum

 

Unutmak mümkün mü hiç, yıllar geçse de seni                                                              

Çünkü senin yokluğun perişan etti beni

 

Çektiğin sıkıntılar sana olsun kefaret

Kıyametin şiddeti sana vermez eziyet

 

Allah’ın mağfiret ve rahmeti sana olsun

Haşrin Peygamberlerle, şehitlerle bir olsun

 

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

(13.02.2013 – Çarşamba)

Mü’minin Değeri

Kolay okunan, zihinden hızla akıveren ve kolayca hafızaya yerleşen cümleler beni korkutur.

Böylesi cümlelerin okunduğu ve hatırlandığı anda insanda bir duygu yoğunluğuna yol açmakla birlikte zihinden hızla akıverdikleri için üzerinde yeterince durulmama, hakkında yeterince düşünülmeme gibi bir talihsizlikleri vardır.

Risale-i Nur müellifinin böyle nice güzel sözü, hikmetli cümlesi vardır ki, sırf bu sebepten dolayı, hafızalara yerleşmiş olmakla birlikte üzerinde yeterince düşünülmemiş haldedir.

Uhuvvet Risalesi’nde yer alan :

Mü’minin şe’ni kerîm olmaktır. Zâhiren leîm bile olsa, iman cihetinde kerîmdir” sözü, benim açımdan işte böylesi sözler arasındadır.

Öyledir; çünkü bu sözle neredeyse otuz yıldır Risale-i Nur’la hemhal olagelen biri olarak, bu hemhal oluşun daha ilk yıllarında hafızama yer etmiştir; ama bu sözün gerçek içeriğiyle tanışmam ancak bu yılın içerisinde olabilmiştir.

Gerçekten, ne demektir bu?

Mü’minin şe’ni kerîm olmaktır. Zahiren leîm bile olsa, iman cihetinde kerîmdir,” ne demeye gelir?

İMANIN ÖZELLİĞİ

Yıllar yılı bir şiir mısraı gibi okuyup tekrar edegeldiğim bu söz, gerçekte, gündelik hayatın tam ortasında bin türlü yılgınlık ve kırgınlık yaşayan bizlere, Kur’ân’ın ‘ancak kardeştirler’ buyurduğu mü’minler arasındaki her türlü kalbî kırıklık ve kopukluğu nihaî planda izale edecek bir özelliği farkettirmektedir. ‘İman’dır bu özelliğin adı. Ve bu söz, imanın gücünü, yüksekliğini, değerini bize bildirmektedir gerçekte.

Hepimiz, hayatın içinde, bir yığın münasebet yaşarız. Bir kısmını isteyerek, bir kısmını ister istemez. Bu münasebetler içerisinde bin türlü insanla karşılaşır; kimiyle uzlaşır, kimiyle ayrışır ve hatta çatışırız. Bütün bunlardan geriye, ‘hayat-ı içtimaiye’ diye birşey kalır; ve o şeyle birlikte gelen dostluklar, yardımlaşmalar, dayanışmalar, ama bir o kadar da kırgınlıklar, yılgınlıklar, üzüntüler… Bu hayat-ı içtimaiye içinde bize yanlış hareketinden dolayı bir mü’minle aramıza mesafe koyduğumuz olur; kimileri de, onlara göre yanlış bir hareketimiz dolayısıyla, bize bir mesafe koyarlar, hatta içlerinden üstümüzü çizenler bile çıkar.

Baktığımızda, ehl-i imanın hayat-ı içtimaiye karnesinde, bu şekilde ortaya çıkan nice kırık notlar görürüz her birimiz. Çokça yakındığımız üzere, ehl-i imanın birbirine karşı duruşu, Fetih sûresinde özelde sahabileri övgüyle tarif eden ‘mü’minlere karşı şiddetli, aralarında merhametli’ olmanın; bir başka sûrede beyan buyurulduğu üzere, ‘kâfirlere karşı izzetli, mü’minlere karşı mütevazi’ durmanın hayli uzağındadır. İş mü’minin mü’minle temasına gelince, gıybet peynir-ekmek yeme kolaylığında bir fiil olduğu gibi, iftira dahi yeri geldiğinde kolaylıkla istimal olunan bir fiil niteliğindedir. Mü’minler ‘ancak kardeş’ oldukları halde, kardeşin kardeşi kırdığı nice zamanlar vardır. Nitekim, kırmışızdır ve kırılmışızdır. Ve içimizden bazıları, özellikle bir şekilde maddî veya manevî iktidar peşinde koşanlar veya böylesi iktidar odaklarından maddî veya manevî rant elde etmeye çalışanlar, kırıcılık konusunda neredeyse uzmanlaşmış haldedir. (Sözün burasında, Guénon merhumdan ilhamla ‘iktidar’ ve ‘otorite’ arasındaki nüansa da işaret edelim ki, ‘iktidar’ düşkünlerini eleştirirken ‘iktidar’ âletine dönüştürmedikleri manevî otoriteleri ve yetkinlikleri ile nice mü’mine rehberlik etmiş müstakim mürşidleri incitmeyelim.) Genel olarak, tablo budur.

Bilgisine ve hikmetine ve bu ikisine eşlik eden tevazusuna imrendiğim aziz dostum, kardeşim Ahmet Yıldız’ın İktidar Herşey Değildir adlı kitabında belirttiği gibi,

“Tarih boyunca Müslümanların temel problemleri hep kendileriyle olmuştur. ‘Kâfirlere karşı şiddetli, mü’minlere karşı merhametli olma’ ölçüsü, genelde ne yazık ki mü’minlere karşı zemm, gıybet, dedikodu ve şefkatsizlik şeklinde yansımıştır” demektedir bu kitabında. “Taraflar ‘biz’den olduğunda, her türlü gayriahlâkîlik ‘Hak’ adına revaç bulmakta zorlanmıyor. ‘Allah için’ işlenen manevî cinayetlerin haddi hesabı yok. İnsan gerçekten inanamıyor.”

Sevgili Ahmet’in yüzdeyüz katıldığım tesbitiyle,

“Müslümanların fikrî problemleri, ahlâkî problemleri kadar öncelik arzetmiyor.” Oysa, “Tam ihlası yansıtan bir ahlâkî bütünlük ortaya koymadıkça, ne mütehayyirlere, ne de muannidlere emniyet vermemiz mümkün değil. Emniyet duygusu olmadan da diyalog, dolayısıyla da tebliğ zemininin oluşması mümkün değil.”

İşte bu hâl-i pürmelâlin bir şahidi olarak Bediüzzaman’ın bir Kur’ânî deva ümidiyle yazdığı Uhuvvet Risalesi’ndeki o kolayca ezbere yerleşen ama zihinde yeterince tartılmayan güzelim sözü, meselenin hayatî noktasını işaretliyor: Mü’minin şe’ni kerîm olmaktır. Zahiren leîm bile olsa, iman cihetinde kerîmdir.”

Yani, bir mü’minin ‘zahirinde’ kınanmaya, ayıplanmaya, kötülenmeye lâyık bir keyfiyet görebiliriz. Öyle ki, duruşuyla, haliyle, düşünceleriyle bizi sinir ediyor olabilir, onunla aynı ortamda bulunmaya bile katlanamıyor olabiliriz, bizi ‘gıcık ediyor’ dahi olabilir. Sözüyle veya tavrıyla eleştiriyi yüzde yüz hak ediyor olabilir. Ama bütün bunlar, o mü’minin sözünü veya tavrını eleştirme hakkıyla birlikte, onun şahsını da zemmetme hakkını asla bize vermez. Şahsına karşı hele gıybet ve iftira, Bediüzzaman’ın belirttiği üzere, “ehl-i adavet ve hased ve inadın en çok istimal ettikleri alçak bir silahtır. İzzet-i nefis sahibi, bu pis silaha tenezzül edip istimal etmez.”

YÜCE BİR HASİYET : İMAN

Çünkü herşeye rağmen, bütün kabalığına, fiilindeki veya fikrindeki yanlışına rağmen, o insan, ezelî doğruya şehadet etmiş biridir. Allah’ın varlığına, Kur’ân’ın Kelâmullah oluşuna, Hz. Peygamberin risaletine, cennet ve cehennemin hak oluşuna iman etmesi öylesi yüce bir hâsiyettir ki, bu büyük doğrunun yanında başka bütün yanlışlar küçülüp gitmektedir. Mü’min, bütün kusuruyla, eksiğiyle, zaafıyla, fikrî veya fiilî eksiği veya yanlışıyla ‘leîm’ bir hal sergiliyor ve bu özelliklere mahsus kalma kaydıyla eleştiriyi hak ediyor olsa bile; imanı cihetiyle ‘kerîm’dir ve imanı cihetiyle kazandığı değer bizi onun şahsını bir bütün olarak zemmetme gibi bir keyfiyetten alıkoymalıdır.
Alıkoymuyorsa, bu, imanın değerini ve büyüklüğünü anlayamadığımızın göstergesidir.

Oysa, iman öyle bir hâsiyettir ki, Hz. Peygamber, “Kim Allah’tan başka hiçbir ilah olmadığına, Muhammed’in de O’nun resulü olduğuna şehadet ederse, Allah ona ateşi haram kılar” demektedir.

Pazar günü, hadisler ekseninde bir müzakereyle, bu bahsi hitama erdirelim.

Metin Karabaşoğlu