Etiket arşivi: kardeşlik

Kırkıncı Hoca’dan Kamuoyuna Önemli Duyuru!

KAMUOYUNA DUYURULUR

28.12.2013 tarihinde sosyal medyada şahsımla hiçbir ilişkisi bulunmayan bir twitter hesabından (@mehmetkirkinci) gündemdeki konularla ilgili olarak fitneye vesile olabilecek beyanlarda bulunulmuştur. Bu beyanlar içerisinde hiçbir şekilde İslam itikadı ve uhuvveti ile bağdaşmayacak ifadeler bulunmaktadır. Bahse konu twitter hesabıyla ilgili gerekli kanuni işlemler başlatılmıştır.

Nur talebelerinin mevcut meselelere ve siyasete bakış açısı üstadımızın aşağıdaki ifadelerinde yer almaktadır:

“Risale-i Nur şakirtlerinin, mümkün olduğu kadar siyasete ve idare işine ve hükümetin icraatına karışmamak bir düstur-u esasîleridir. Çünkü hâlisâne hizmet-i Kur’âniye, onlara herşeye bedel, kâfi geliyor. Hem şimdi hükmeden öyle kuvvetli cereyanlar içinde siyasete girenlerden hiçbir kimse, istiklâliyetini ve ihlâsını muhafaza edemez. Her halde bir cereyan onun hareketini kendi hesabına alacak, dünyevî maksadına âlet edecek, o hizmetin kudsiyetini bozacak. Hem maddî mübarezede şu asrın bir düsturu olan eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdat ile, birinin hatâsıyla onun mâsum çok taraftarlarını ezmek lâzım gelecek. Yoksa, mağlûp düşecek. Hem dünya için dinini bırakan veya âlet edenlerin nazarlarında Kur’ân’ın hiçbir şeye âlet olmayan kudsî hakikatleri, bir propaganda-i siyasette âlet olmuş tevehhüm edilecek. Hem milletin her tabakası, muvafıkı ve muhalifi, memuru ve âmisinin o hakikatlerde hisseleri var ve onlara muhtaçtırlar. Risale-i Nur şakirtleri, tam bîtarafane kalmak için siyaseti ve maddî mübarezeyi tam bırakmak ve hiç karışmamak lâzım gelmiş.

Şuâlar, On Dördüncü Şuâ, s. 568”

On bir yıldır bu milletin maddi ve manevi imarına vesile olan sayın başbakanımız ve hükümetimizi takdir ettiğimizi ve hayırlı işlerinde muvaffakiyetleri için dua ve niyazda bulunduğumuzu ifade etmek istiyorum.

Memleketimiz ve âlem-i İslam’ı sarsan bu fitne ateşinin bir an evvel sönmesi için herkesin üzerine düşen vazifeyi hakkıyla yerine getirmesini huzur ortamına kavuşulmasını Cenab-ı Erhamürrahim’den niyaz ederim.

MEHMET KIRKINCI

ERZURUM 29.12.2013

 

Müslümana Karşı Müslüman Fitnesi.. Neden “Birlik ve Beraberliğe” Mecburuz?

Günümüz İslam dünyasının durumunu değerlendirdiğimizde dikkatimizi çeken ilk şey, Müslümanlar arasındaki parçalanmışlık ve düşmanlıktır. Kimi İslam ülkeleri, milletleri, cemaatleri ve cemiyetleri arasında derin anlaşmazlık ve ihtilaflar vardır.

Müslüman ülkelerin bazılarında çoğunlukla etnik ve siyasi sorunlar nedeniyle iç savaş ve çatışmalar yaşanmaktadır. Maalesef bu ayrılık ve çatışmalardan da en fazla istifade edenler, İslam düşmanlarıdır. Yani Müslümanları vurmaya çalışanların, bir Müslüman gurubu kendine alet edip, diğer Müslüman gurubu onunla ezdiğine, sonra kullandığı o aleti de kırdığına tarih şahittir.

Bu konuda asrımız alimlerinden Bediüzzaman Said Nursi, Osmanlıyı asıl yıkanın, düşmanın kuvvetinin değil, bizzat yavruları ve kardeşleri hükmündeki Müslümanların olduğunu şöyle ifade etmektedir:

İşte Hind, düşman zannederek halbuki pederini öldürmüş ayak ucunda oturmuş bağırıyor. İşte Kafkas ve Türkistan, öldürülmesine yardım ettiği şahıs biçare valideleri olduğunu ” ba’de harabil Basra” ( iş işten geçtikten sonra ) anlıyor, baş ucunda ağlıyor. İşte Afrika, kahraman kardeşini bilmeyerek öldürdü, şimdi vaveyla ( ağıt ) ediyor. İşte Arap, kardeşini tanımayarak öldürdü, şimdi hayretinden ağlamayı da bilmiyor.“( Sünuhat)

Evet İngilizler Hintli Müslümanları kullanarak Osmanlıyı vurdular, ama Hindistan’ı da kırdılar. Ruslar Kafkaslı kardeşlerimizi aleyhte kullandılar ama onları da ezdiler. İtalyan ve Fransızlar Kuzey Afrika’yı bizden ayırdılar, ama onlar oradan ayrılmadılar. Arapları alet ettiler, ama Arapların her yönden rahat etmedikleri ortada. İşte Filistin, işte Irak, işte Suriye…

Diğer yandan İslam dünyasının dört bir yanında birbirinden farklı dini yorumlar, görüşler ve modeller hakimdir. Bu yorum, görüş ve modellerin birbirinden farklı oluşu, Müslümanların birbirine düşman olmasına değil, aksine birbirlerine yardım etmelerine vesile olması gerekir. Nasıl ki, vücut azalarının birbirinden farklı olması, ruhun ihtiyacını karşılamaktadır. Bir uzvun olmaması veya sakat olması tüm vücudun hareketini sınırlandırmaktadır. Aynı şekilde “Milliyetimiz bir vücuddur, ruhu İslamiyet aklı iman ve Kur’andır” (Münazarat) hakikatinden hareketle ruhumuz hükmündeki İslamiyet’e, her millet ve cemaat bir uzuv gibi hizmet etmekte ve bir vazifeyi icra etmektedir. O millet ve cemaatin olmaması veya sakat olması durumunda, herkesin zarar göreceği muhakkaktır.

İttihâd-ı İslâmın, yani İslam birliğinin varlığı ve devamı için:

1- İslâm milliyetini – ümmetçiliği – esas alıp, ırkçılık fikrini bırakmak;

Böylece her millet kendi nüfusu ve gücü kadar değil, İslam dinine mensup olan fertler ve milletler kadar güç ve kuvvet kazanacaktır. İşte o zaman dünyaya hakiki adaleti yerleştirebilecek ve gücün nerede kullanılması gerektiğini gösterebilecektir. Yoksa “Ne hayatımızı muhafaza ve ne de hukukumuzu müdafaa edebiliriz.”

2- İslâm dünyasındaki dini cemaatler, tarikatlar ve mezhepler gayede ve dinin esaslarında ittifak edip teferruat meseleleri münakaşa etmemek;

Çünkü, İslam toplumu; büyük bîr ordu gibidir, bu orduda da her türlü kısımlar ve guruplar mevcuttur. Fakat bu kısımların ve gurupların ayrılığı sadece isim olarak vardır. Yani Kara Kuvvetleri, Hava Kuvvetleri, Deniz Kuvvetleri v.s. gibi isim almaktadırlar. Ama bunların binler tarzda ve şekillerde birlikleri var. Devletleri bir, vatanları bir, bayrakları bir, orduları birdir.

Aynı şekilde Müslüman milletlerin ve cemaatlerin sadece isimleri farklıdır. Ama Halıkları bir, Rezzakları bir, Peygamberleri bir, kıbleleri bir, kitapları bir, bir, bir, bir, bir., binler kadar bir, bir… İşte bu kadar bir, birler; kardeşliği, sevgiyi ve birliği gerektirir. Yoksa “Müslümanları birbirine bağlayan manevi rabıtaları bilmemek“, bir Müslüman için en büyük bir talihsizlik ve felakettir.

3- İslâm devletleri arasında, meşvereti yaygınlaştırmak;

Meşveret etmek manevî bir cihattır. Meşveret, tıptaki koruyucu hekimliği andırıyor. Hastalığın vuku bulmaması için gerekli tedbirleri almak en büyük tedavidir. Bunda başarılı olmadığımız zaman diğer tedavi yollarına ve en sonunda da ameliyata sıra gelir. Her ne kadar koruyucu hekimlik uzun zaman ve büyük sabır istese de ameliyattan kurtulmak gibi büyük bir faydayı temin ettiği için bu zor yola severek girmek gerek.

Bu maddeler, Müslümanların birlik ve beraberliği için ehemmiyet arz eden sebeplerden sadece üç tanesidir.

Müslümanların bu dinî kardeşliğinden gelen ve birbirlerine destek olmaktan oluşan bu muazzam kuvvetle, dinimiz, milletimiz, vatanımız her türlü tehlike ve düşmanlardan muhafaza edilir ve toplumsal barışa vesile olur.

Bunun içindir ki, bu maddî ve mânevi kuvvetin karşısında dayanamayacağını çok iyi bilen din düşmanları, bu kuvvetin dağılıp parçalanması için her çeşit hîle ve plânlarla Âlem-i İslâm’ın birlik ve beraberliğini bozmağa çalışmaktadırlar.

İşte bu bozguncuların aldatmalarına karşı uyanık olmağa ve dinimizin çok ehemmiyetle emrettiği İslâm kardeşliğinin mâna ve ehemmiyetini bilmeğe ve icaplarını yapmağa gayret göstermek gerektir. Bu konuda tüm İslam milletleri, devletleri ve özellikle Türk ve Araplara büyük işler düşmektedir. Çünkü İslam ordusunun iki mühim kanadını, bu iki hakiki kardeş ve bahadır millet oluşturmaktadır.

Bu konuda Bediüzzaman Said Nursi Şam’da verdiği meşhur hutbede; “Hakikî milliyetimizin esası, ruhu ise Îslâmiyet’tir. Ve Türk Ordusunun o milliyete bayraktarlığı itibariyle, o İslâmiyet milliyetinin kalesi hükmünde Araplar ve Türkler hakiki iki kardeş olarak, o kudsi kalenin nöbetçileridirler.

İşte, bu kudsî İslam milliyetinin manevi bağlarıyla, umum Müslümanlar bir tek aşiret hükmüne geçiyor. Aşiretin fertleri gibi İslâm milletleri de, birbirine manevi bağlar ile irtibat ve alâka kurarlar. Birbirlerine manen (lüzum olsa maddeten) yardım eder. Güya bütün İslâm milletleri bir nurani zincir ile birbirine bağlıdır.

Şu ayet, Müslümanlar arasında yardımlaşma ve dayanışma olmaması halinde büyük fesatların meydana geleceğini haber vermektedir:

Dini inkâr edenler de birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız, birbirinize yardımcı olmazsanız, dünyada bir fitne kopar, müthiş bir bozukluk, bir fesat ortaya çıkar.” (Enfal suresi,73)

Bu ayetin ne kadar doğru olduğunu, dünyadaki kaos ve zulüm ateşine, hakkın değil kuvvetin esas olduğuna bakarak anlamak mümkündür.

İslam alemi hangi sıkıntıyla sancı çekiyorsa, vatanımız da aynı hastalıkla muzdariptir. Burada da birlik ve beraberliğimizi bozacak tarzdaki çalışmalar bütün şiddetiyle devam etmektedir.

Bu vatan hepimizin ve hepimiz bir vücut gibiyiz. Beğenmediğimiz ve hasta olan organlarımız da bizim. Bunları bünyemizden söküp atamayız.

Hastahanelerde, sıra sıra dizilmiş kalabalıklar bize bu dersi vermiyorlar mı? Bunların her birisi vücudunun bir yerinden, bir organından rahatsız değiller mi? Ama niçin tedaviye koşuyorlar? O hasta uzvu iyileştirmek için değil mi? Biz de hastalara değil hastalıklara düşman olsak ve sosyal bünyemizin sıhhate kavuşması için elimizden gelen bütün gayreti göstersek, erişemediğimiz ve güç yetiremediğimiz sahalarda Rabbimizin lütuflarına erecek, yardımını göreceğiz.

Ama biz hastaları daha da hasta edecek bir yola koyulmuşsak ve bunu da sıhhat adına yaptığımızı zannediyorsak, yanıldığımızı anlayıncaya kadar çok kan kaybedecek ve kuvvetimiz her geçen gün biraz daha azalacak.

Bunun ise, daha önce de belirttiğimiz gibi sadece ve sadece düşmanlarımızın işine yarayacağında şüphe yok. “Zararın neresinden dönülse kârdır” derler. Geliniz, kendimizle kavgayı bırakalım. Birbirimizi tedaviye gönül verelim. Zira, âlemlere rahmet olarak gönderilen iki cihanın şanı yüce efendisi Peygamberimiz (sav), bir hadis-i şeriflerinde: “Müminler bir binanın taşları gibidirler. Birbirlerini yıkılmaktan muhafaza ederler” buyurarak müminler arasındaki muhabbet ve kardeşliğin önemini en veciz bir şekilde ifade etmiştir.

Sorularlaislamiyet

Maklubeye Bekle Beni…

Kardeşim Ömer,

Olabilir, insanlık hali…

Sen de öfkelendin belki…

O bedduaya âmin dedirtmişler; belli.

“Yok öyle değildi” derdindesin.

Mülaane miymiş ahidleşme miymiş ne…

Her neyse…

Öyle “ateş düşsün ocaklarına…” gibi dehşete ‘âmin’ dememi bekleme.

Benim ‘amin’lerim Fatiha’nın hemen dibinde; o da rahmetle başlar, bilirsin…

Bu duaya ‘âmin’ demeyi kardeşlik şartı sayanlar da oldu; buna da eyvallah…

‘Âmin’ diyemeyen hırsızlara arka çıkar sayıldı…

Beni de öyle saydılar; belki sen de öyle sayıyorsun.

Ben kardeşlerimi muhterem büyüğümüzü hatalı da olsa seveceğim; sen toz kondurmak istemiyorsun.

Belli ki sevmelerimiz farklı farklı; sevmeyi tozsuzluk şartına bağlayanlar da var. Oysa ben değil toz, çamurlar içinde kalsan da seni ve senin sevdiğini severim, seviyorum.

Üstadımız, baş tacımız Said Nursi’nin daha gençliğinde ağabeyine verdiği insaflı ayarı iyi bilirsin.

Geçiyorum.

Sen ve senin tarafındaki kardeşlerimin kırıcı üslubuna dair çekincelerimi her söylediğimde beni yolsuzluğa arka çıkmakla etiketleyenleri bir sustur da dinle beni…

Kusura bakma, “senin tarafındaki” derken bile içim acıyor, lafın gelişi işte.

Biz ne zaman taraf olduk ki, olabilir miyiz sonra…

Beraber yediğimiz maklubenin tadı damağımda…

Gel, sakince konuşalım.

Oldu bir kere…

Geldi, geçecek inşaAllah.

Buraya kadar yolunuzu Ali İmran 61. ayet çizmiş diyorlar.

Ne diyeyim; Allah kabul eylesin, içtihat sevabı nasip eylesin.

Gel, bundan sonraki yolu Yusuf Suresi 91 ile 92 ayetleri arasında geçirelim.

Bir ömrü Yusuf 91-92 arasında geçirsek değer kanaatimce.

Bak ki, bir ömür beklemiş Yusuf.

Sırf kardeşlerinden şu sözü duymayı hak etmek için: “Doğruya doğru, Allah seni bize üstün kılmış; biz ise hataya batıp gitmişiz…”

Bu sözü duymayı hak etmek her yiğide kâr değil…

Çünkü bu sözü duymayı hak eden kardeşine şu sözü demeyi de hak eder: “Bugün sana kınama yok…”

Sen haklı olsan bile, bir gün mesela bana “bugün sana kınama yok…” demek istemez misin?

Bu sözü demeyi hak etmek, o sözü duymayı hak etmekle mümkün.

Galiba bunun yolu da susmaktan geçiyor…

…du.

Büyüğümüz susmadı.

Sustuğu çok yerler vardı oysa; başkalarının değirmenine su akıtmak gibi olacağından saymıyorum onları.

Ne edelim ki oldu bir kere…

Ataullah İskenderi‘nin ve Said Nursi‘nin Kur’ân’dan cesaretle söyledikleri şu yatıştırıcı söz ne güzeldir öyle…

Diyesi değil yiyesi geliyor insanın.

“Bir hatanın ardından gelen mahcubiyet bir sevabın ardından gelen gururdan hayırlıdır.”

Sana mahcubiyet yakışır.

Bana mahcubiyet yakışır.

Mahcubiyet âlim adama lazımdır.

Mahcubiyet talebenin tavrıdır.

Mahcubiyet dervişin şanıdır.

Mahcubiyet kulun kârıdır.

Şimdi dönüş vakti…

Beraber dönsek olmaz mı?

Ben yetimlerin başını okşayan, öksüzlerin sofrasına çorba taşıyan, hastaların acılarıyla sancılanan senin gibi kardeşlerimin şevkinin ve aşkının kıl kadar eksilmesine razı değilim.

Onların öyle elleri böğründe gezmelerini istemem; gönlüm razı değil.

Kan dondurucu soğukta kermes sevdasına düşen feragat kahramanlarına “öf”ümün zerresini değdirmeye hakkım yok; haddimi bilirim.

Üstüne vazife değilken kapı kapı gezip tereddütlü kız çocuklarının gönüllerine sular serpen, yolunu şaşırmış delikanlıların kalbinden tutup yol gösteren şefkat erlerini yolundan etmekten ateşten korkar gibi korkarım.

Bırakalım, yürüsün onlar…

Yürüyedursunlar her daim oldukları gibi.

Utanmadan, alınları ak, yüzleri mütebessim, gözleri ışıl ışıl koştursunlar.

Sen de ben de Tacikistan’ın umutsuz fukaraları için, Sudan’ın aç susuz çocukları için, Yakutistan’ın soğuğunda titreyen insanların hidayeti için uykusuz geceler geçirmekten kaçmayız, kaçmadık.

İyi bilirsin.

Diyarbakır’ın varoşlarında Kürt gençlerine gelecek ümidi aşılayan öğretmen kardeşlerimin, İstanbul’un her köşesinde genç kızların elinden şefkatle tutup güzelliğe çağıran ablaların yüzünün yerde gezmesini hiç istemem.

Beraber yürüdük biz bu yollarda…

Beraber yürüyeceğiz.

Olan bitenlerden sonra, bana söven, kitaplarımı yakmaya kalkan, makalelerimi yasaklayacağını söyleyen bazı kardeşlerimi bir yana koyup kalbimi yokladım.

Az önce yokladım kalbimi.

Şükrettim.

Eskisi gibi, hiç tereddütsüz, seve seve hizmetin her erinin yanında koşmaya istekli olduğumu gördüm. Şükrettim halime. Garaz ve tarafgirliğin kardeşliğimizi öldüremeyeceğine dair ümidim arttı.

Kalbim şahittir ki, senin tanımadığını söylemek zorunda olduğun kahraman IHH’ya da can parçamız Kimse Yok mu’ya da aynı şevkle aynı teslimiyetle canı gönülden sadakalar verdim, sadakalar istedim.

Hem IHH hem Kimse Yok mu yeleklerim duruyor evde. İkisini de hemen giymeye hazırım.

Bir de itiraf… Birkaç hafta önce, çift abonesi olduğum Zaman’ı aramıza fitne girmesin diye sınırlı okumaya başladım. Ekleriyle yetiniyorum. Benim de severek yazdığım gazetemiz, gerçekten gazeteydi. Zoraki değil ihtiyaçla okunan, vicdanlı, çoğulcu, kucaklayıcı, çok kültürlü bir gazete. Bilmezsin için için dua etmişimdir Ekrem Bey’e şu gazeteyi gerçekten ihtiyaç duyulan gazete ettiği için. Ederim hâlâ… Sanıyorum bugünlerde gazete onun da kontrolünden çıktı. Beni Cuma günleri uyandıran, Cumartesileri neşelendiren, Pazar günleri teselli eden bir gazetem olsa ne iyi olurdu. Gazetesizim; yazık değil mi bana?

Ülkemin her köşesini gezdim, Avustralya’ya kadar nice dünya köşesi gördüm; Allah şahittir ki, senin gibi şevkle canla başla çalışan kardeşlerimi her gördüğümde dudağımla değil kalbimle sımsıcak tebessümler ettim, bundan böyle de edeceğim.

O gurbet kucaklaşmalarının sıcağını, beraber içtiğimiz çorbaları, birlikte yorulduğumuz yokuşları nasıl unuturum.

Ne yani bundan böyle selam vermeyecek miyiz birbirimize?

Yok öyle şey!

Kaç nefesim kaldıysa, hepsi hizmetin erlerine, cemaatlerin selametine aittir.

Bir de şu…

Beni ve benim gibi nicesini ülkemizin ve Müslümanların medar-ı iftiharı, gözü pek lideri muhterem Tayyip Erdoğan’ı sevmek ile iz’an ve insaf sahibi, merhamet sofralarının mimarı muhterem Fethullah Gülen’i sevmek arasında bir tercihe zorlamaya kimsenin hakkı yok.

N’olmuş yani ikisini de seviyorsam…

Kalplere kim pranga vurabilir ki…

Vicdanımı mı böleyim orta yerinden…

Haydi dönelim.

Dönelim ve…

Yusuf sabrıyla bekleyelim.

Bekleyelim ki…

“Tallahi lekad asarekellahu aleynâ…” diyeceklerin yolunu gözleyelim.

Yusuf Kıssası’nın finalisti olmayı ümit edelim.

Unutmadan; Halep’i yine varil varil bombalamışlar…

Yeni yetimlerimiz oldu Ömerciğim; haberin vardır mutlaka.

Çayı hâlâ demli içiyorum ama şekersiz…

Yaşlandık; mâlum.

Kermes hazırlıyormuş ablalar; geleceğiz…

Hatırlarsın, iyi aşçıyımdır; maklubeyi bu defa ben pişireyim…

Senai Demirci – Haber 7

Ateşe Benzin Atmayınız!

İslamda lanetleme, beddua var mıdır? Her konuda bakılacak ilk kaynak; Kur’an ve Sünnet’dir. Kime? Niçin? Beddua edilir? Her hoşlanmadığımız harekete veya kişilere beddua etmek hakkımız var mıdır?

Müslümanlar; yalnızca duygularının şehvetine kapılmamalı, aklını; gerektiğinde duygularını gemlemekte kullanmalıdır ki hata yapmasın. Sıradan insanların hataları yalnızca kendilerini ilgilendirirken ülkeyi idare edenlerle ülkede etkili kanaat önderlerinin hataları, bütün ülkeye zarar verir, ülkenin siyasi ve ekonomik istikrarını bozar. Ve bu masum milletin geleceğini etkiler. Yıllarca bu ülkede milli iradeyi hiçe sayan iç ve dış vesayetçileri sevindirir ve sevindiriyor da. Müslümanlar birbirleriyle boğuşarak onları sevindiremez.

Günde beş vakit namaz kılan Müslümanlar Tebbet suresini okuduklarında, Peygamberimize çok kötülükler yaptığı için Allah tarafından naletlenen Ebi Leheb için ’’ Ebi Leheb’in iki eli kurusun. Kurudu da’’ diye beddua ederler ve kıyamete kadar da edeceklerdir.

Bediüzaman ise; Mektubat isimli eserinin 19. Mektubunda Peygamberimizin yaptığı beddualara örnekler verir. Altı tanesi aşağıda anlatılmıştır.

-Perviz denilen Fars Padişahı, nâme-i Nebeviyeyi yırtmış. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma haber geldi. Şöyle beddua etti: ‘’Yâ Rab! Nasıl mektubumu paraladı; Sen de onu ve onun mülkünü parça parça et.” (*)

İşte şu bedduanın tesiriyledir ki, o Kisrâ Perviz’in oğlu Şirviye, hançerle onu paraladı. Sa’d ibni Ebî Vakkas da saltanatını parça parça etti. Sâsâniye devletinin hiçbir yerde şevketi kalmadı. Fakat Kayser ve sair melikler, nâme-i Nebeviyeye hürmet ettikleri için, mahvolmadılar.

(*)Buharî, İlim: 7; Cihad: 101;

-Tevatüre yakın meşhurdur ve âyât-ı Kur’âniye işaret ediyor ki: Bidâyet-i İslâmda, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Mescidü’l-Haramda namaz kılarken, rüesa-yı Kureyş toplandılar, ona karşı gayet bed bir muamele ettiler. O da, o vakit onlara beddua etti.

İbni Mes’ud der ki: “Kasem ederim, o bed muameleyi yapan ve onun bedduasına mazhar olanları, gazve-i Bedir’de birer birer leşlerini gördüm.”(*)

(*)Buharî, Salât: 109

-Mudariyye denilen Arabın büyük bir kabilesi, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmı tekzip ettikleri için, onlara kaht ile beddua etti. Yağmur kesildi, kaht ve galâ baş gösterdi. Sonra Mudariyye kavminden olan kabile-i Kureyş, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma iltimas ettiler. Dua etti, yağmur geldi, kahtlık kalktı.(*)

(*)Buharî, Tefsir: 3

Utbe, Peygamberimizin kızı Rukiye’nin kocası, Ebu Leheb’in de oğludur. Müslümanlıktan önce evlenmişler, ancak İslamiyet gelince babasının baskısıyla boşanmıştır.

Necm Sûresi indiği zaman, Resul-i Ekrem Efendimiz (asv)’a gelerek küfrünü açıklamış, hakaretlerde bulunmuş ve bununla da kalmayıp mübarek gömleğinden çekerek yırtmıştır. Peygamber Efendimiz de (a.s.m.) “Allah’ım ona bir itini musallat et” buyurarak kendisine beddua etmiştir.

Ebu Leheb arkadaşlarına, “Ey ehli Kureyş, oğlumu korumak için bir tedbir alın. Çünkü Muhammed ona beddua etti” diyerek önlem aldırmaya çalışsa da neticede beddua yerini bulmuş oğlu Utbe bir aslan tarafından parçalanarak öldürülmüştür.

-Hem, nakl-i sahih-i kati ile, Utbe ibni Ebî Leheb hakkında ferman etmiş ki: “Allah’ın bir iti onu yiyecek.” (*) diye, Utbe’nin âkıbet-i feciasını haber vermiş. Sonra Yemen tarafına giderken bir arslan gelip onu yemiş, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın hem bedduasını, hem haberini tasdik etmiş.

(*)el-Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:139; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:664

-Hem başta İmam-ı Tirmizî haber veriyor ki: Sa’d ibni Ebî Vakkas için Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dua etmiş: “Allahım, onun duasını kabul eyle.” demiş. Sa’d’ın duasının kabulü için dua etmiş. O asırda Sa’d’ın bedduasından herkes korkuyordu. Duasının kabulü de şöhret buldu. (*)(19.Mektup)

(*)Tirmizî, Menâkıb: 27, no. 3751

-Muhallim ibni Cessâme’dir ki, Âmir ibni Azbat’ı gadr ile katletmişti. Halbuki, Âmir’i, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, onu cihad ve harp için kumandan edip bir bölükle göndermişti. Muhallim de beraberdi. Bu gadrin haberi Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma yetiştiği vakit hiddet etmiş, “Allahım, Muhallim’i affetme.” diye beddua buyurmuş. Yedi gün sonra o Muhallim öldü. Kabre koydular, kabir dışarıya attı. Kaç defa koydularsa yer kabul etmedi. Sonra mecbur oldular; iki taş ortasında muhkemce bir duvar yapılmış, o surette yeraltında setredilmiş.(*)

(*)İbni Mâce, Fiten: 1, no. 3930

Müslümanlar; davranışlarını, beyanatlarını ve bunların toplum tarafından algılanışlarını tekrardan gözden geçirmelidir. Her davranışının Kur’an ve Sünnet’e uygun olup olmadığını enaniyete kapılmadan yeniden değerlendirmelidir. Elindeki maddi veya manevi güçlere güvenerek dayatmalarda bulunmamalıdır. Birbirlerine şefkatle bakmalıdır. Onun hoşlanmadığı bir sözünü veya kararını esas alarak onu yıpratmaya çalışmamalıdır. Yapılan binlerce faydalı işleri bir anda yok saymak millet nazarında kabul görmeyecektir.

Müslümanlar şu ayetin anlamını yeniden düşünmelidir:

*Eğer Allah’ın insanlardan bir kısmının kötülüğünü diğerleriyle savması olmasaydı elbette yeryüzü alt üst olurdu. Lakin Allah bütün insanlığa karşı lütuf ve kerem sahibidir(Bakara,251)

İslamda beddua, lanetleme yalnızca din düşmanlarına karşı yapılmıştır ve gerektiğinde de yapılmalıdır. İslam coğrafyasında, sınır komşularımızda nice masumaların, çoluk çocuk kadın demeden bütün Müslümanların kanları akıtılırken beddualarımızın adresi hariçteki düşmanlar olmalıdır. İçimizdeki beddua enerjisini dış düşmanlara yöneltmeye var mısınız? İşte o zaman bütün millet sizinle beraber amin diyecektir.

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org

Asrın Zalim Kurtları (Şiir)

Asrin.Zalim.KurtlariNerede kaldı insanlık, hani nerede Müslüman

Vicdanlar satılmış, Allah korkusu yok, gözleri bürümüş kan

 

Kin, öfke, nefret ve zulüm

Katliam, gözyaşı, kan ve ölüm

 

İnsanlık ölmüş, merhamet yok, kan kusuyor zalimler

Diğer yandan kıs kıs gülüyor Emperyalistler

 

Bu zulme seyircidir bazı İslam ülkeleri

Hatta yardımcı olmuş daha da gitmişler ileri

 

Çıldırmış asrımızın Firavunları, Karunları, Ebu Cehilleri

Mazlum Müslümanlara uzanıyor kanlı elleri

 

Kana doymayan bu zalimlerin topu ve tüfeği var

Atomları, kimyasalları ve nükleer silahları var

 

Kaskatı kalpleri, hain işbirlikçileri ve katliamları var

Hain medyaları var, yalanları var,  iftiraları var

 

Bizim de gafletimiz, ihtilaflarımız, nemelazımcılığımız var

Kilitlenmiş dillerimiz, kirletilmiş zihinlerimiz var

 

Kör edilmiş gözlerimiz, kapatılmış kulaklarımız var

Vurdumduymazlığımız, uyutulmuş halklarımız var

 

Nerede bizim insaf, vicdan, şuur ve imanımız

Uhuvvet, merhamet, yardımlaşma ve ihsanımız

 

Hâlbuki duyarlı olmalıydık, uyanık ve canlı olmalıydık

Kardeş olmalıydık, birlik olmalıydık, şuurlu olmalıydık

 

Tek vücut olmalıydık, insaflı olmalıydık, imanlı olmalıydık

Birimiz hepimiz için, hepimiz birimiz için olmalıydık

 

Rabbim bize şuur versin, ihlâs versin, ihsan versin

Bize uhuvvet versin, birlik, dirlik ve iman versin

 

Bu karanlık gecelerin sabahı yakındır inşa Allah

Allah’ın vaat ettiği zafer Hakk’ındır inşa Allah

 

Diğer Diktatörler gibi sonları olur rezil ve perişan

İnşallah pek yakında gösterir Allah-ü Azimüşşan

 

Yaşasın İslam Kardeşliği

Yaşasın Mazlum Mü’minlerin direnişi

Yaşasın Demokrasi Yanlıları ve Masum Destekçiler

 

Kahrolsun Asrın Zalim Kurtları

Kahrolsun Firavunlar, Karunlar, Nemrutlar

Kahrolsun eli kanlı Diktatörler

Kahrolsun Zalimler ve İşbirlikçileri

Kahrolsun Emperyalist güçler ve yandaşları

 

Selam olsun imanlı Mücahitlere

Selam olsun Şehit ve Gazilere

Selam olsun semaya kalkan ellere

Selam olsun Rabbine niyaz eden dillere

Ve selam olsun “İSLAM KARDEŞLİĞİ”ne

 

Ahmet TANYERİ – DİYARBAKIR

www.NurNet.org