Etiket arşivi: karı koca

Şiddetin Kaynağı Erkeklik Değildir!

Şiddetin Kaynağı Erkeklik Değildir

Dünya iki yüzlülükte altın çağını yaşıyor. Hemen her alanda bir ikiyüzlülük almış başını gidiyor. Araştırmaların, bilimin bunca ilerlemesine, üniversite mezunlarının, akademisyenlerin bunca çoğalmasına karşın en önemli sosyal konular içerik olarak köydeki Dilber teyzenin seviyesini aşmıyor çoğunlukla.

Mesela şiddet mevzu. Tüm dünyada yükselen bir şiddet var fakat bu görmezden gelinerek, bilimsel çalışmalar hasır altı edilerek, sanki sadece kadına şiddet varmış gibi bir algı oluşturuluyor.

Ülkemiz üzerinden bakarsak,  2017 yılı içinde toplam 409 kadın öldürülmüş bunun yanında 1778 de erkek öldürülmüş. Toplam cinayet sayısında 2018 verilerini bulamadım. Yazdığınızda sadece kadın sayıları çıkıyor. Çünkü öldürülen erkekler çocuklar hiç gündemimizde değil. Sanki çocuk ve erkekler insan değil, öldürülmeleri hiç problem değilmiş gibi hareket ediliyor. Kadına şiddetten başka şiddet yokmuş gibi bir algı oluşturuluyor. Oysa şiddet genel olarak her yıl hızla artıyor fakat sadece kadına şiddete odaklanıldığı için işe yarayacak çözümler de üretilmiyor.

Kadına şiddet konusununda da bilimsel çalışmalar yapılsa o da yok. Şiddetin sebebi nedir sonuçları nedir, nasıl azaltılır, pek kimsenin umurunda değil.

“Erkek saldırgan- Kadın kurban” Suçlu bulunmuş ne de olsa.

Her ne kadar bilimsel olmasa da çözümü de bulmuşlar kendilerine göre. Çözüm: Cinsiyet eşitliği. “Kadına şiddeti bitirmek için erkekliği bitirmemiz lazım” dediler ve erkekliğe savaş açıldı.

En basitinden bir örnek vereceğim. Önceki yıl İstanbul’da Ayşegül isminde bir öğretmeni boşanma safhasındaki eşi önce kayınvalidesini sonra Ayşegül öğretmeni öldürdü.

Bunun üzerine Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk twitter hesabından okul geçidinde karşıdan karşıya geçerken erkeğin önde  göründüğü bir trafik görsel ile beraber mesaj yayınlamıştı. Mesaj şöyleydi:

“Bu levhalar gibi daha pek çok şey cinsiyet eşitsizliğinde toplumsal bir bilinçaltı oluşturuyor. Bu algının önüne geçebildiğimiz, kız çocuklarına verilmesi gereken önemi önce eve, sonra okul sıralarına, devamında da hayatın tamamına taşıyabildiğimiz, bütün bir toplum yek avaz ‘Şiddete son’ diyebildiğimiz zaman, o zaman Ayşegül öğretmenin hatırasına daha güçlü sahip çıkacağız. Bunları cesurca yapabilmemiz için bize gayret, Ayşegül öğretmene Allah’tan sonsuz rahmet diliyorum.”

Bakan Selçuk, bir erkek bir kadın figürünün olduğu levhayı “erkek önde kadın arkada bu değer vermemek” diye yorumlamış. Oysa bu görsel çocuğunu karşıya geçiren bir baba kız olarak algılanmaya daha müsait, sonuçta okul geçidi ve erkek büyük görünüyor. Bakan Selçuk bunu kendince yorumlamış ve böyle söylemiş. Velev ki biri mecbur olarak önde görünecekse o zaman kadın önde olduğunda şiddet mi bitecek? Bunun da çaresini bulmuşlar. Değişen görselde kız önde arkasında kadın mı erkek mi belli olmayan bir figür var.

Ayşegül öğretmenin öldürülme sebebi ülkemizde cinsiyet eşitsizliği olmamasından kaynaklanıyormuş. Bakan Selçuk erkeğin ayrılma aşamasındaki kadını öldürmesini kadına değer vermemeye bağlamış. Cinsiyet eşitliği olsaymış bu cinayetler olmayacakmış. Ne kadar yüzeysel bir yorum. Hem de Milli Eğitim bakanından. “Suçlu erkeklik” Çözüm erkekliği azaltıp erkekleri kadınlaştırmak.

ETCEP projesi ile okullardan uygulanan cinsiyet eşitliği çalışmalarını bir hatırlayalım. Cinsiyeti yok sayan, kadın erkek rollerini ortadan kaldıran, cinsiyetini kendin seç, eğitimleri ile mi yoksa “Erkekler de pembe giyer” “Kız işi erkek işi yoktur” gibi pankartlar ile mi, yoksa küçük kızların eline “Çocuk da yaparım kariyer de” pankartı, erkek çocuklarının eline “Aslan parçası değilim” yazıları ve erkek çocuklarına “Herkes rahmi kadar konuşsun” gibi kızların içinde utandıracak, edep dışı pankartlar taşıtarak ve rahmi olmadığı için erkekleri aşağılayarak mı erkeklere kadına değer vermeyi öğreteceklermiş. Buna kargalar bile güler.

Bu çalışmalarla ancak kız çocuklarını erkeklere karşı düşman edersiniz, erkek çocuklarını da aşağılayarak cinsiyetinden utandırıp psikolojisini bozarsınız. LGBT nin de önünü açarsınız.

Ayşegül öğretmenlerin öldürülmemeleri cinsiyet eşitliği eğitimine kaldıysa işimiz yaş demektir. İnsana değer vermek böyle öğretilemez. Önce bu sığlıktan kurtulmak lazım.

Ortada bir sonuç varsa o sonucu oluşturan sebepler de vardır. Sebepleri değiştirmeden sonucu değiştiremezsiniz. Sebep ne olursa olsun hiç kimsenin birbirini öldürme hakkı yoktur. Bu ayrı bir konu. Cinayetin sebebini görmek, katile hak vermek değildir. Başka cinayetler olmasın diye alınabilecek tedbirler açısından gereklidir.

Mesela bu olayda ortada iki yıldan beni boşanamayan ayrı yaşayan bir karı-koca var. Bir büyük, bir de iki yıl önce ayrılık aşamasında doğmuş bir çocuk var ve baba tam da kadını çocuğun doğum gününden önce öldürmüş. Bu baba iki yıl boyunca çocuklarını görebilmiş mi? Neden önce kayınvalidesini öldürdü? Neden boşanamamışlar. Kadın istediğinde hakimler çok çabuk boşuyor. Nafaka davaları mı oldu şiddetli.

Bunları hiçbiri öldürmesini haklı çıkaramaz. Fakat bunları yok da sayamayız. Belki de bunların hiç biri değildi kocası psikopattı. Sebep her şey olabilir fakat erkekliği sebep göstererek cinsiyetçilik yapamazsınız. Bu bütün erkeklere hakaret olur, erkekleri aşağılamak olur.

Biz sebepleri görelim, çözüm üretilsin. Kanunların adaletsizliği yüzünden beş yıl, on yıl boşanamayan yeni bir hayat kuramayan insanlar var. Yıllarca çocuğunun hasreti ile yanan babalar var. Nafakasını ödediği evladının yüzünü unutmuş. Üzüntüden psikolojisi bozulmuş. Neredeyse bütün cinayetler boşanma aşamasında oluyor fakat çoğu kişi “erkekler boşanmayı kabullenemiyorlar” sığlığından öte geçemiyor.

Sen kanunlar vasıtası ile erkeği evden at, nafakaya mecbur kıl, çocuğunu görmek için haczetmek zorunda kalsın, bazıları hacizle bile göremiyor, malının mülkünün yarısını cebren al, erkeğe her türlü sosyal, psikolojik şiddeti uygula, sonra erkek de cinnet geçirip boşanamadığı kadına şiddet uygularsa “şiddetin sebebi erkeklikten” deyip çık.

Ayrıca şiddet konusunda uzmanlar yüzde seksen alkol ya da uyuşturucu etkisi var diyorlar fakat nedense alkol dile getirilmiyor, erkekliği suçlamak daha çok işine geliyor birilerinin.

Şiddeti azaltmak için cinsiyet eşitliği uygulaması şiddeti gerçekten azaltıyor mu? Araştırma yapsınlar, verileri açıklasınlar, sonuçlarını görelim. Var mı ülkemizde bu konuda bir araştırma, yok. Herhalde kendi kafalarında şöyle bir mantık kuruyorlar. Erkekleri “Ay şekerim manikürüm geldi…” diyecek kıvama getirirsek şiddet biter. Oysa öyle bir durumda şiddet azalmaz sadece yön değiştirir. Cinsiyet eşitliği neticesi eşcinsellik artacağı için şiddet kadın-kadına ve erkek erkeği şeklinde yön değiştirecektir.

Şiddet erkekliğin sonucu değildir. Sadece erkekte fiziki güç, kadından daha fazla olduğu için erkeğin uyguladığı şiddet göze görünüyor. Kadınlar da erkekler kadar şiddet uygularlar fakat farklı yöntemlerle. Kadın gücü yetmeyeceği kişiyi öldürmeye çalışmaz, öldürtür, gücü yettiğini öldürür. Kaza süsü vermek, zehirlemek gibi yöntemlerle hiç açığa çıkmayan ya da yıllar sonra açığa çıkan cinayetler var.

Kadın gücü yettiğine de kendi gücünü gösterir. Mesela çocuk cinayetlerinde annelerin sayısı babalardan üç kat daha fazla resmi verilere göre. Bakıcı dehşetleri, gelin kayınvalide şiddeti, üvey çocuğa uygulanan şiddet…

Erkeği aşağılayarak, kadınlaştırarak gücünü elinden alarak, şiddeti bitiremezsiniz. Şiddet erkekliğin de kadınlığın da neticesi değildir.

Şiddetin cinsiyeti, kadını-erkeği yoktur. Erkeğin fiziki güce sahip olması, koruma ve kollama güdüleri ile cesaretli olması, vatanı korumak için savaşması, onu şiddet yanlısı yapmaz tam aksi korumacı yapar. Babalar, kocalar, oğullar, kardeşler, ağabeyler şiddet yanlısı ilan edildi.

Güç, şiddetin sebebi değildir, şiddetin sebebi gücü yanlış kullanmaktır. Şiddetin, başta  ahlak, maneviyat ve merhamet eğitimi eksikliği olmak üzere pek çok iç sebepleri ve ekonomik sıkıntılar, alkol ve şiddetin özendirilmesi gibi dış etkenleri vardır.

Şiddet uygulayan erkekler, erkek olduğu için ya da kadına değer vermediği için şiddet uyguluyor değil. Şiddet yükselmişse bunun araştırılması ve çözüm üretilmesi gerekir.

Şiddet erkekliğin neticesidir demek, Yaratıcı’ya iftira olur. O halde Allah (c.c) erkeği kadına zulmetsin diye şiddet yanlısı mı yaratmış? Hayır.

Âyet-i kerimede bildirildiği gibi:  “Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin dostlarıdır, velileridir.” birbirlerini korurlar.

“Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” diyen bir Peygamberin ümmeti olarak dinimizi çocuklarımıza ahlaki yapıları ile doğru öğretsek, şiddet diye bir problemimiz olmaz.

Şiddeti yaygınlaştıran medya, dizi ve filmler denetim altında olsa tam aksi sevgiyi, merhameti çocuklara gençlere aşılayabilsek şiddet ciddi şekilde azalır.

Adaletsiz kanunlar, diziler, filmler, alkol gibi şiddeti artıracak her yol açık, toplumda şiddet yükselmiş bizim bulduğumuz yol ise erkekleri günah keçisi ilan edip psikolojik şiddet uygulayarak erkekliği bitirmek. Hadi dini göz ardı ediyorsunuz bari biraz bilimsel çalışın. Tuttuğunuz yolun bir dayanağı olsun. Araştırma sonuçlarını ve neticelerini görelim.

Mesela şiddetin kaynağının erkeklik olduğu üzerine kurgulanıp yazılan İstanbul Sözleşmesi ve 6284 ile kadına şiddet bitecek dendi; fakat şiddet hiç olmadığı kadar arttı. Öldürülen kadın sayısı senede 120 lerden 500 lere çıktı.

Şiddetin arttığı açık şekilde görüldüğü halde, şiddet üzerinden kesesini fonlayanlar İstanbul Sözleşmesini savunuyorlar utanmadan. Bir kanun sonrası şiddet artmışsa ve birileri bunu savunuyorsa o kişiler şiddetten besleniyorlardır. Cinayetleri artırdığı halde İstanbul Sözleşmesini savunanlar kadın kanından beslenen sülüklerdir.

AB ye girmek için ya da feministlerin ve yardakçılarının keyfi olacak diye kadını erkeği birbirine düşman eden İstanbul Sözleşmesi ve 6284 devam edemez, acilen iptal edilmeli, daha fazla kadın öldürülmeden.

Milli Eğitimin ETCEP projesi ile ilgili yazım ve görsellerin linki

http://www.cocukaile.net/etcp-projesi-ve-milli-egitim/

Aşağıda da Milli Eğitim Bakanının yayınladığı mesaj, öncesi ve sonrası değişen trafik görseli.

Kaynak: http://www.cocukaile.net

www.NurNet.org

Birbirinize Elbisesiniz

Rabbimiz, Kur’ân’da eşleri birbirlerinin elbisesi olarak tarif eder. Bizim fıtratımızı bizden iyi bilen Rabbimizin eşleri elbiseler diye tarif etmesi, hiç şüphesiz, sonsuz manalar içeriyor olmalı. “Elbise”nin anlamı ve çağrıştırdıkları üzerinden eşimizi anlamaya çalışabilir miyiz?:

Başkalarına elbisenizle görünürsünüz. Elbisenizin temizliği, sağlamlığı, rengi ve şıklığı dışarıya verdiğiniz mesajdır.Elbisenizin güzelliği ile kendinizi önemsediğinizi ve önemli olduğunuzu ifade edersiniz.

Kirli, pejmürde, dağınık, sökük, yırtık bir elbise kendinize değer vermediğiniz anlamına gelir. Şu halde, “Elbisemden bana ne?” deme hakkınız yoktur. Kendinizi elbisenizle tanıtırsınız; o kimliğiniz olur, kişiliğinizi ortaya koyar. Elbisenizde olabilecek her türlü kusur, size mal edilir; kişiliğinizden kaybettir.

Eşiniz de sizin başkalarına göründüğünüz kimliğinizdir. Onu yıpratırsanız, bakımını ihmal ederseniz, perişan hâle getirirseniz, önce kendinize zarar vermiş olursunuz. Kişiliğini kaybeden, özgüvenini yitiren, değer verilmeyen bir eş, sizin kendinizi böyle bir eşle yaşamaya mahkum ettiğinizin göstergesidir. Bu da sadece eşinizi değil, kendinizi de önemsemediğiniz anlamına gelir.

Elbiseniz ayıplarınızı örter. Çıplak gezmek kadar utandırıcı bir şey yoktur herhalde… Şükür ki elbise sizi hem güzelleştirir, hem de bedeninizin saklamanız gereken kısımlarını örter. Bir bakıma sırdaşınızdır elbiseniz; en gizli saklı yerinize dokunur ama başkasına göstermez. İç yüzü çıplaklığınızı görür ama dış yüzünde bunu kimseye belli etmez. Hiç ummadığınız bir zamanda sökülüveren yahut içindekini gösteren bir elbise ayıplarınızı sergiler, sizi mahcup eder. Eşler de birbirlerinin kusurlarını örtmek için vardır.

Eşlerin kusur ve ayıpları, hata ve zaafları birbirine açıktır. Eşiniz, sizin hakkınızda başka kimsenin bilmediklerini bilir, sizde başka kimsenin görmediklerini görür. Elbette, bir “elbise” yahut “örtü” olarak, bu ayıpları ayıplamak için değil, örtmek, saklamak, ortadan kaldırmak için yanınızdadır. Eşinizin hata ve kusurlarını küçültüp saklamak yerine, daha da büyütüp ortaya çıkarmaya çalışıyorsanız, siz “elbise” değilsiniz. Bu yüzden eşinizi kimseyle kıyaslamayın; çünkü başkalarını sadece elbiseleri üzerinden görürsünüz; başkalarının elbiselerinin bildiğini bilemezsiniz.

Elbiseye siz değer katarsınız. İçine bir insan girdiğinde değer kazanır elbiseler. Hiçbir elbise paketinde kalsın diye dikilmez. Onu değerli kılan, bir insan bedenine uygun olması, bir insan tarafından giyilebilir olmasıdır. Bir başka deyişle, insan elbiseyi giyindiğinde, elbise de insanı giyinir. İçinde insan olan bir elbise adeta konuşur, işitir, görür, düşünür. Kendisinde kişilik olmayan bir insanı çok güzel bir elbise kişilik sahibi etmez. Elbise üzerinden sarkar, her haliyle o insana fazla geldiğini söyler.

Çoğunlukla “iyi” ve “ideal” bir eş ararız. Bu arayış kendimizin bu “iyi” ya da “ideal” eşe, “iyi” ya da “ideal” bir eş olup olamayacağımız detayını gözden kaçırtır. İyi bir elbiseyi giyinince, adam olunmayacağı gibi, iyi bir eş bulununca da, iyi bir evlilik garantisi yoktur. Öncelikle bu “iyi” eşe, “iyi” eş olmanız gerekir. Sonra da iki “iyi” eş olarak “iyi” bir ilişkiyi sürdürmenin ve geliştirmenin yollarını aramanız gerekir.

Eşler birbirlerinin elbisesidir; yani birbirlerini giyinirler. Aralarındaki uyum onların ilişkilerinin şıklığı için vazgeçilmezdir. Eşiniz de elbiseniz olduğuna göre, sadece onu giyinmekle değer kazanacağınızı düşünmeyin. Elbiseye sizin de katacağınız bir şeyler vardır. Ona göre yürümesini, ona göre durmasını, ona göre davranmasını bilmeniz gerekir. Elbise sizi korur. Elbisenin örtme fonksiyonuna ek olarak koruma fonksiyonu da vardır. Elbise soğuktan, aşırı sıcaktan, kir ve tozdan vs. korur. Canınızı ve teninizi tehdit eden şeyler karşısında, elbisenize daha sıkı bürünmeniz gerekir. Aksini yapıp böylesi tehditlerden elbisenizi sorumlu tutmanız haksızlık ve akılsızlık olur.

Hayatımız pürüzsüz ve sorunsuz değildir; eşler arasında soğukluğa sebep olabilecek sayısız sorun çıkar. Çünkü hayatı olduğu gibi, olumsuzlukları da içinde olacak şekilde paylaşmaya söz verdiniz. Bu durumda, eşinize olan sevginizin ve bağlılığınızın sorunlar ortaya çıkınca yitirilmesi değil, artması gerekir. Sorunlara karşı birbirinizi desteklemek üzere bir aradasınız. Çıkan her sorunun çözümü olarak boşanmayı düşünmek, dahası sorunlara evliliğin yol açtığını düşünmek, üşüyorum diye elbiseyi üzerinizden atmaya benzer. En çok o zamanlarda lazımdır size elbiseniz; yani eşiniz. Birbirinize sıkıca sarılmadığınız sürece gelen ilk rüzgâr elbisenizi üzerinizden sıyırıverir; eşinizle uzaklara düşersiniz.

Senai Demirci

Zafer Dergisi

Evlilik Okulu: Akıl Noksanlığı

Kişinin mutluluğunda en büyük engel çoğu zaman kendisidir. Mutluluğumuza düşman huylarımız var. Bunların en başında kibir gelir. Kibir çok tehlikeli bir huydur ki hakkı inkar etmeye kadar götürür insanı. Yaratılışımızın başlangıcında yaşananlar: Hz. Adem ve Hz. Havva’nın yaratılışı, iblis’in secde etmemesi, sonra şeytanın insanı kandırması, kandırılış sebebi, cennetten ayrılış…Bunlar bizler için çok büyük dersler ihtiva eder.

İblis, Hz.Adem’in karşısında kibre kapıldı ve Allah (c.c) ın rahmetin kovuldu. Kibir bizi Rabbimizden uzaklaştıracak, sevdiklerimizin gönlünden düşmemize sebep olacak en kötü huyumuzdur. Ve şeytan en çok kendi kaybettiği yoldan kaybettirmeye çalışır bize. Bu yüzden bize hep fısıldar. “Sana bunu nasıl yapar? Sen ondan daha üstünsün.”

Sadece içimizde ki şeytan yapmıyor bunu. Tüketimi artırmak ve birilerinin cebini doldurmak için onların yayın organı kapitalist medya tarafından da yapılıyor. Reklamlar “Sen her şeyin iyisine layıksın, biz senin için en iyisini ürettik. Özgürlüğünü yaşa, hayatını yaşa…” Tabii bunları yaşarken onların ürünlerinden kullanmak gerekiyor.

Kibir için benliği yani nefsi beslemek gerekiyor. Nefis her şeyi istiyor ve aldıkça bencilleşiyor. Başkalarını düşündükçe, verdikçe de terbiye oluyor. Bu yüzden dinimiz iyiliğe yardımlaşmaya, kendinden başkalarını düşünmeye çok kıymet veriyor.

Kibir konusunda yazmak için epey araştırma yaptım başta kendi nefsim sonra da sizlere faydalı olsun diye. Kibrin kötü olduğunu hepimiz kabul ederiz, etrafımızdaki kibirli insanları fark ederiz de kendimiz kibirli isek hiç farkında olmayız; söyleyen olursa da kabul etmeyiz. Kendi kibrimizi ben gururluyumdur, onurluyumdur… gibi kibar cümlelerle süsleriz. En kötüsü ise kendimizi de kandırırız.

O zaman kibirli insanın özelliklerini bilelim, nefsimizin savunmasına kulağımızı tıkayıp, bu özelikler bizde varsa kendimize çeki düzen verelim.

Kibirli insanda kibrinin derecesine göre şu özelliklerin hepsi ya da bir kaçı mutlaka bulunuyor.

Kibirli kişi:

Kendini beğenmiştir: En zeki, en akıllı, en karizmatik, en güzel, en alımlı, en becerikli, en doğru davranan…kendidir. Onun işi, onun arabası, onun evi…en güzelidir. İçinden beğenmese bile dışarıya iyi olarak yansıtır. Evde durumu daha da kötüdür. Eşi onun için ne yaparsa yapsın o hep daha fazlasını ister. Hatta eşinin yapmaya imkanı ya da gücü olmayacak şeyler ister, eşine kendini yetersiz hissettirmeye çalışır. Eşini yaptıkları için takdir etmez, teşekkür etmez. “Sen beni hak etmiyorsun, kıymetimi bilmiyorsun…Ben daha iyisine daha güzeline daha zenginine daha tahsili yüksek olanına layığım. ” cümleleri dilinden dökülür ya da bunu hissettirir.

Kendi kusurlarını görmez: Çünkü o mükemmeldir. Her şeyin iyisini yapar. Mutsuzluğu için hep başkalarını suçlar. “Mutsuzum çünkü eşim şunları şunları yapıyor. Evliliğim kötü gidiyor çünkü hep eşim yanlış yapıyor?”

Bencildir: Önce kendi rahatını ve keyfini düşünür. Önce benim mutluluğum, benim isteklerim, benim keyfim, benim annem… Önce kendisi, sonra kendisinin parçaları olan çocukları sonra kendi akrabaları daha sonra eşi gelir.

Alıngandır: Buluttan nem kapar. “Bana şunu demek istedi bunu demek istedi.” Her sözden her davranıştan anlam çıkarmaya çalışır, her şey nefsine dokunur. “Neden telefonumu hemen açmıyorsun, mesaj attım neden hemen cevap vermedin? Parayı verirken niye yüzün asıldı?…”

Merhameti azdır: Önce kendini düşündüğü için en yakınlarına bile pek acımaz. Herkesin ona hizmet etmesini bekler. Eşi hastayken ilgilenmez, hastalığına inanmaz “Sen iyisin, hiçbir şeyin yok, nazlanıyorsun, gözyaşları ile beni etkilemeye çalışma, her şeye de üzülme… ” Kendi grip olsa ortalığı yıkar. ” Hastayım benimle ilgilen.” Eşinin başkalarının yanında zor durumda kalmasını önemsemez.

Cezalandırıcıdır: Affedici değildir. Ona bu yapılmamalıydı o bunu hak etmemiştir. Kendini rahatlatmak için mutlaka karşısındaki kişiyi cezalandırır. Eşine yaptığı hataların bedelini bir şekilde ödetir. Surat asar, küser, parayı keser, ilgiyi keser, cinsel olarak soğuk davranır, kahvaltı hazırlamaz, ütü yapmaz…Eşini en çok üzecek, sinirlendirecek şeyleri yapar ki içi rahatlasın.

İnatçıdır: Her şeyin iyisini, doğrusunu kendi bildiğine inandığı için başkalarının kendinden daha iyisini bileceğini kabul etmez. Yanılması mümkün değildir. Yanıldığını fark etse de inadından dönmeyi nefsine yediremez, kibrini kıramaz. Mutsuz olacağını, eşi ile arasının açılacağını bile bile hatalı davranır ve hatasından dönmez . “İnat da muradı da bir olarak görür; fakat inat kendine mutsuzluk olarak geri döner.

Küstahtır: Kendisi eleştiriyi sevmez fakat herkesi eleştirir, pata küte başkalarının hatalarını söyler. Eşiyle dalga geçer, alay eder, iğneler… Bakışları ile eşini ezmeye çalışır, küçümser.

Ya da Aşırı Tevazu Sahibidir: Tevazu bazen kibirimizi saklamak için iyi bir kalkan olur. İltifat duymak, övülmek için kişinin iyi yapabildiği şeyleri bile “iyi yapamam” demesi ya da “layık değilim” diyerek tevazu gösteriyormuş gibi davranması.  Sahte tevazu dışarıda gösterilir fakat evde patlak verir, acısı eşinden çıkarılır.

Konu ile ilgili bir kaç misal:

Bir adam karısı ile gittiği beş yıldızlı otelde açık büfeden kendine yemek almıyormuş. Kendi oturuyormuş karısının alıp getirmesini bekliyormuş ya da karısıyla birlikte yemeklere bakıyormuş ne istiyorsa karısına işaret ediyormuş, karısı alıyormuş. Aman Allah’ım.

Bir okurum yazmıştı. “Karım tesettürlü fakat beni sinir etmek için balkona başı açık çıkıyor. ‘Sana inat yapıyorum’ diyormuş.

Başka bir mesaj: “Benim ailemin maddi imkanı iyi değil diye kocam ailemi hor görüyor ve onlarla görüşmek istemiyor. Onlar geldiği zaman yüzünü asıyor.”

Bir hoca hanım kocasından bahsederken “O avam” dedi. Kocasının kendi gibi dini eğitimi yokmuş. Olabilir de kocaya “avam” denir mi? Kendi zihninde kocanı cahil, bir şey bilmez diye kodladıysan o adama nasıl saygı duyarsın. Ayrıca belki sen “ilmim var” diye kibirlendiğin için Allah’ın sevmediği bir kulsun da kocan yaptığı işlerle Allah(c.c) yanında sevilen makbul bir kul. Bilemezsin ki. İbilis’ in de ilmi vardı ama kibirlendiği için onun yoldan çıkmasına sebep oldu.

Bir hanım “Benim geri vitesim yok.” diye övünüyordu. Neymiş, geri adım atmaz, özür dilemezmiş. Aman ne kadar da övünülecek bir huy. Tamamen kibir kokan bir cümle. Ondan sonra da “Eşimle anlaşamıyoruz, muhabbet edemiyoruz” diye şikayet ediyorsun. El insaf. O geri vites arabalarda ne çok işe yarar. Geri vites olmasa en başta arabayı park ettiğin yerden bir daha çıkamazsın. Evliliğinde de özür dilemeyi geri adım atmayı bilmiyorsan, park ettiğin yerde kalır çürürsün.

Adam “Ben burnumdan kıl aldırmam.” diyor. Kendini o kadar beğeniyor ki…Eh o zaman “yalnızım mutsuzum” diye şikayet etme. Topla o kılları kışın yorgan yapar, üstüne örtersin. Sarılacak, kucaklayacak bir eş olmayınca onunla idare edersin artık.

Kısacası kibir bize hep kaybettiriyor. Kişi hatasını görüyor, özür dilemiyor. Sevdiği göz göre göre gidiyor, gitme diyemiyor. Evliliği bitiyor, kurtarmak için çabalamıyor, “ben de hata ettim” diyemiyor.

“Boşanmış hanımlardan mesajlar geliyor. “Sizin yazılarınızı okuyana kadar hep eşimi suçladım, kendi hatalarımı görmemişim. Şimdi çok pişmanım. Çocuklarımızda var. Eşim de henüz evlenmedi. Fakat ona dönmek istediğimi söyleyemiyorum.”

Engel nedir? Nefsi. Kırılmaktan korkan kendini aziz zanneden nefis… Ola ki kocası “Hayır” derse. Başkaları duyar “Aa yazık pişman olmuş, geri dönmek istemiş…” Desinler ne olur? Kişi ailesini yeniden bir araya getirme imkanını kibrini kıramadığı için yapamıyor. Nefsini korumak için yalnızlığa razı.

Bir “Evlilik Okulu” eğitimimde hanımların evlilikte yaptığı hataları konuşmuştuk. Dersin sonunda “Herkes hatalarını fark etti mi?” diye sormuştum. “Evet” dediler. “İyi o zaman bu gün eve gidince kocalarınızdan bugüne kadar yaptığınız yanlış davranışlardan dolayı özür dileyin. ‘Bundan sonra sana daha iyi bir eş olmak istiyorum, bana yardım eder misin?’ deyin dedim. Hepsinin yüzü bembeyaz oldu. Mırın kırın ettiler. Belli ki söylediklerim çok zor geldi. Hanımın biri “Yemin ederim boynumu kesseniz gidip de kocamdan özür dilemem.” dedi.

Biz kadınlara kocaya saygılı davranmak niye zor geliyor? Nefsimize dokunuyor, ağır geliyor, oysa Allah(c.c)ın  emri. Yüz tane takla atıyor, bahane bulmaya çalışıyoruz. Fakat hem kendimiz mutsuz oluyoruz hem eşimizi mutsuz ediyoruz.

Erkeklerde de para, mevki makam kibri ve karısını küçümsemek, değer vermemek, yaptığı işleri önemsememek, sevgisini kesmek şeklinde  görülüyor daha çok.

Hz. Peygamber “Bir kimse kibirlene kibirlene sonunda zâlimler gürûhuna kaydedilir. Böylece zalimlere verilen ceza ona da verilir.” (Tirmizî, Birr, 61)buyuruyor. Rabbim korusun.

“Eşim Aşkım Olsun” kitabımda “Burnuyla Bulut Çizmek” diye kibir üzerine bir hikaye yazdım. Bir de Muhammed ibni Hüseyin’in güzel bir sözünü aldım:

Az ya da çok insanın kalbine kibir girdiğinde o miktar aklından noksanlaşır.”demiş. Çok beğendim bu sözü. Gerçekten de kibir  göz göre göre kendini mutsuz etmekten başka bir şey olmadığın göre bunu en iyi aklın noksanlaşması ile açıklayabiliriz. İnsanın zekası akıllı olmasına yetmiyor. Kişi çok zeki olmasına rağmen hayatını mahvedecek pek çok hata yapıyor. O zaman kibir akıl noksanlığından başka ne ki ?

Kibir bu devrin hastalığı. Cilalı teknoloji devrindeyiz. İnternette, sosyal ortamlarda bazı insanlar hem kendi kibrini kabartıyor hem de başkalarını cilalıyor. Bu kez kişiler nefsini pohpohlayan tanımadığı insanlarla zaman geçirmekten en yakınındakini, onu gerçekten seven, zor zamanda yanında olacak kişilere; eşine, dostuna sırtını dönüyor, zaman ayırmıyor, ilgilenmiyor.

Çocuklarımızı da cilalayarak büyütüyoruz. Onlar ders çalışsınlar sınavlarda başarılı olsunlar diye bütün işlerini biz yapıyoruz. Etraflarında pervane oluyoruz. Bir de sürekli pohpohluyoruz. Sonunda ne oluyor. Bencil, ailesini bile beğenmeyen kibirli, psikoloji diliyle narsist kişiler ortaya çıkıyor.

Çocuklarımızı bencil yetiştirmemeye gayret edelim. Onlara iyiliği, yardımseverliği, fedakarlığı, mütevazılığı öğretmeye çalışalım. Paranın, malın, mülkün, mevkinin, güzelliğin, yakışıklılığın…hepsi boş.Sadece bir parıltı. Parıltı döküldüğünde kişi tüyü dökülmüş civciv gibi kalıverir ortada. Sevdiklerimizin, yakınlarımızın kıymetini bilelim. Kısacası dünya ve ahirette mutluluğun; evde muhabbetin en büyük düşmanı kibirdir.

Ödev: Yukarıda madde madde yazdığım kibirli insan davranışlarından kaç tanesi kendimizde var, onlara bakıp onlardan kurtulmak için gayret sarf edelim. Hatta en iyisi nişanlınıza ya da eşinize okutun “Bu huyların kaç tanesini ben de görüyorsun?” diye sorun. Ve onlara söylediklerini dikkate alacağınızı ve nefsinizi temize çıkarmak için kendinizi savunmayacağınızın da garantisini verin ki rahat söylesinler. Bunu “yapamam, hatalarımı duymaya dayanamam” mı diyorsunuz. O zaman durumunuz oldukça ciddi. Kibir gözünüzü kör etmiş demektir.

cocukaile.net

 

Evlilik Okulu: Herkes Kendine Baksa

Bazen genç kızlarla eğitimlerimiz oluyor. Eş adayında aradıkları özellikleri soruyorum. “İyi bir mesleği olsun, yakışıklı olsun, dindar olsun, kadın ruhundan anlasın, odun gibi olmasın,  ahlakı güzel olsun, iyi bir ailesi olsun, evi olsun, arabası olsun…”

En az beş kriter istiyor kızlar. “İyi, tamam. Pek siz bunları istiyorsunuz da sizde neler var? Siz neler vereceksiniz ona? Siz iyi bir eş olma hususunda bir kadın olarak ona neler sunacaksınız?” diye sorduğumda genellikle şaşırıyorlar. O güne kadar bu soruları kendilerine hiç sormamışlar. Oysa bu soruları sormak ve cevaplamak lazım.

Bu erkekler için de geçerli. Eş adayında aradıkları özelliklere karşı kendilerinde neler var? Onlar evlilik için ne sunacaklar?

Tabii sadece bekarlar değil; evli çiftler de bu soruları kendilerine sormalı. Çünkü kişi eğer mutsuzsa, eşinin yaptıklarından ya da yapmadıklarından dolayı mutsuz olduğuna inanıyor çoğunlukla. Kendi neleri yaptığını ya da yapmadığını sormak çok kişinin işine gelmiyor. Kendi eşinin yaptığı kadar yaptı mı, verici oldu mu, bunları düşünen az.

Aldığımız zaman mutlu olacakmışız gibi bir şartlanmışlık var çoğumuzda. Oysa Yaradan, insanı aldığı kadar değil, verdiği kadar, başkalarını mutlu ettiği kadar mutlu olmak üzerine programlamış. Almakta hırs vardır genellikle ve hep daha fazlası istenir;  bu yüzden de insan aldığında doyasıya bir mutluluk yaşayamaz, hep bir eksiklik hisseder.

Oysa vermekte fedakarlık vardır ve verici olduğunuzda  karşınızdakinin mutluluğu size de sirayet eder, bu daha tatlı bir mutluluktur. Gerçek mutluluk verebilmektedir. Bu yüzden “eşim beni mutlu etsin” diye beklemek yerine, eşinin sevdiği şeyleri yapıp onu sevindirmek ve sevinci paylaşmak muhabbet için daha doğru bir adımdır.

Yalnız verici olurken dikkat edilmesi gereken bir kaç husus vardır. Birincisi karşıdakinin verici olmasına engel olmamak. Hep siz verdiğinizde eşinizi almaya alıştırır ve bencilleştirirsiniz. O da verici olmanın mutluluğunu yaşamalı. Buna müsade etmeli ve kapı açmalısınız. (Çocuklar için de geçerli. Küçük yaştan itibaren onlar da aileleri için bir şeyler yapma mutluluğunu tatmalılar. Hep anne-babadan almaya alışmamalılar.)

İkinci önemli husus ise yaratılışınıza uygun bir vericilik içinde olmanız. Kapasiteyi zorlamamak lazım.

Mesela kadın evin bütün yükünü yüklenmiş; hem ev işi, hem çocukların bakımı hem onların eğitim işi (çocukların anneliğini de babalığını da kadın yapıyorsa) hem alışveriş, hem dışarının işleri, yani kadın hem erkek hem kadın işlerini üstlenmişse, erkeğin aile reisi olarak yaptığı bir tek para kazanmaksa orada ciddi bir problem var demektir.

Ya da erkek hem dışarıda çalışıp hem de evde sürekli ev işi yapıyorsa, karısının işlerini de üstlenmişse orada da ciddi problem var demektir.

“Olsun ben her şeyi yaparım” demek eşinizi bencilleştirmekten ve tembelleştirmekten başka bir işe yaramaz. Bu yüzden verici olmalı fakat ölçüleri yaratılış özelliklerini göz önünde tutarak belirlemeliyiz.

Üçüncüsü, gerektiğinden fazla verici olur, onun sorumluluklarını da alırsanız, eşiniz sizin davranışlarınız karşısında ezilir ve içten içe suçluluk duymaya başlar.  Ezikliğini gizlemek ve suçluluk duygusunu örtmek için yaptıklarınızı beğenmemek gibi sizi incitmeye yönelik  davranışlara yönelebilir. Bu yüzden iyilikte de itidal gereklidir.

Evlilikte de hayatta da mutlu olmaya odaklanmak insanı mutsuz eder. Herkes yapması gereken işleri yapar, sorumluluklarının bilincinde olur ve eşinden beklentilerini azaltıp, kendi yapması gerekenlere odaklanırsa aile saadeti için çok daha doğru bir yol olur.

Sema Maraşlı / www.cocukaile.net

Aile İçi Etkileşim

Bu gün aile içerisindeki etkileşimi konuşacağız. Bir aile yapısının, iki kişi tarafından nasıl organize olduğunu konuşmaya çalışacağız.

Bir zamanlar bekârdık ve hayalimizde bir evlilik vardı. Hayalimizde bir ev hayatı, bir eş ve çocuk modeli vardı. Evlenmeden önceki bu plan ve program, evlendikten sonrasıyla çok defa bir uyum içerisinde olmayabiliyor. Çünkü siz artık tek kişi değilsiniz. Yanınızda eşiniz var ve bir ortak yaşamı uyum içerisinde sürdürmek durumundasınız. Eşinizle birlikte bazı şeyleri planlamak zorundasınız.

Önceden kararlarınızı kendiniz veriyordunuz ama şimdi kendi yaşamınıza ait olan kararları dahi siz kendiniz veremiyorsunuz. Neden? Çünkü sizin duygularınız, anneliğiniz, babalığınız üstünden ihtiyacı olan birileri daha var yanınızda. O da eş ve çocuklar.

Böyle olunca insan ikiye bölünüyor. Bir kendi yapmak istedikleri ve fakat öbür taraftan, eşiyle bir uyum süreci içerisinde ortaklaşa yapacağı şeyler.

Evlilik dediğimiz şey, zaten kişinin uyum becerisidir. Kendisini ezdirmek değil. Kendisini, bir boyun eğmişlik içerisinde mecburiyetle eşine itaate mecbur bırakma değil… Hayır, uyum sağlayabilme becerisi. Eşini duyabilme, eşiyle ortak bir yaşamı sürdürebilme becerisidir.

Ve maalesef günümüzde çocukların yetiştiriliş tarzı ve günümüzde yetiştirilen çocukların bir süre sonra kendisinin anne baba olacağı tarzı eşi duymaya, çocuğu duymaya ve ortak bir yaşam sürdürebilmeye engel oluyor çok defa. Böyle bakıldığı zaman aslında herkes bir bireysel yaşam içerisinde var olma ihtiyacı hissediyor sanki.

Eşle uyum sağlanmadığı zaman herkes kendi yoluna gider. Kadın kendi için evinde bir alan oluşturur. İşiyle gücüyle vs ile meşgul olur. Erkek, dışarda kendisinin oluşturduğu bir alan içerisinde işiyle gücüyle arkadaşlarıyla meşgul olur… Ev akşamları buluşulan bir mekâna dönüşür. Akşamları da, zaten çok defa birbiriyle derin bir muhabbete girilmediği için televizyon karşısında vakit geçirilir. Birisi orda sızar kalır, diğeri öbür tarafta sızar kalır. Çocuklar ise kendi başına bir yerlerde ha bire büyür dururlar.

Evlilik uyum sağlayabilme ruhuna sahip olmaktır.

Evlilik uyum sağlayabilme becerisine sahip olabilmek, evlilik eşi duyabilmek sanatıdır.

Bir aile içinde kendi başına yaşayan kişi evli kişi değildir, eşine acı çektiren kişidir. Evde sadece kendi ihtiyaçlarını karşılamak için evi dizayn etmeye çalışan kişi erkek ya da kadın olsun, fark etmez.

Evin temizliğiyle, tertibiyle, düzeniyle uğraşırken…

“Kaç kere söyledim! Ayaklarınızı basmayın şuraya!”

“Kaç kere söyledim! Şunu aldığınız yere geri koyun!”

İyi de mübarek bu evde sadece sen yaşamıyorsun ki… Ne bağırıp duruyorsun! Dar mı etmeye çalışıyorsun ailene! Evet, doğru, evin içerisinde tertip ve düzen olsun, her şey yerli yerinde olsun daha güzel olur. Ama sen şu anda şu davranışınla evi yaşanmaz hale getiriyorsun.

“Ben sana kaç kere söyledim! Çöpü buraya atacaksın!”

“Yine kaşıkları buraya koymuşsunuz! Tabi arkanızda bir hizmetçi var!”

gibi söylemler yakışıksız söylemlerdir. Evin içerisini yaşanmaz hale getiren söylemlerdir. Böyle söyleyen bir kadının, annenin, hanım efendinin yanındaki kişiler genellikle rahatsızdır. Dönün sorun şu anda… sorun… “Evet rahatsızız” cevabını veriyorlar mı acaba? Yok, eğer vermiyorlar ve senin bu bağırtı çağırtın ve bizi bu evin içerisindeki daraltmandan çok da memnunuz diyorlarsa, o zaman şöyle de bir şey düşünebilirsiniz: ‘Acaba sizden o kadar ürkmüşler ki size gerçeği söyleyemiyorlar mı acaba?’ diye de düşünebilirsiniz.

Veya… bir beyefendinin, evin içerisinde sadece kendisi yaşıyormuş gibi…

“Dışarıda para pul kazanıyorum! “

“Akşama kadar yoruluyorum! “

“Bir de geliyorum bu çocuklarla ben hala uğraşıyorum! “

“Ya gidin bir üzerimden! Şöyle bir nefes almak istiyorum! “

“Televizyonumu, maçımı seyretmek istiyorum! “

“Güzelce duşumu almak istiyorum! “

“Elbisemi sağa sola saçmak istiyorum! “

“Nerede çayım! Hala hazır değil mi?! “

“Şeker atmadın mı hala çayıma?! “

“Ne var ki yanına bir tane de şeker koysan, çerezini de koysan!

Nesin ki sen? Nesin? Nesin ki evi yaşanmaz bir vaziyete getiriyorsun? Evin içerisinde bak bir başka ruh var. Gözüne gözünü dikmiş ve senden his bekleyen bir hanımefendi var.

Bak, sana akşama kadar olan olayları anlatmak için çırpınan etrafında çocukların var.

Nedir ki bu senin donmuş, sadece yaşamı kendisi yaşar gibi, haz odaklı evine bakar bu halin ne ki?

Evlilik uyum sağlayabilme becerisidir. Evlilik eşi duyumsayabilme becerisidir.

Evlilik beyefendi olma becerisidir.

!!!Evlilik eşine hanımefendi nezaketiyle hitap edebilme becerisidir. Evlilik eşine beyefendi olarak hitap edebilme becerisidir.

Evlilik bir şenlenme mekânıdır. Günümüzün çocukları korkuyor! Anne bağıracak diye korkuyorlar. Ne kadar ayıp bir hal bir anne için.

Anne taa öbür uçtaki odadaki çocuğa bağırıyor. “Aliiii, çantanı nereye koydun! Veliii…” Bu çocuğu nasıl nezaket eğitimi içerisine alacaksın ki…

Nezaket önce sesle, ondan sonra duruşla, ondan sonra o sesin içerisine yüklediğin kelimelerin düzen içerisinde olmasıyla mümkündür.

Sen evin bir ucundan öbür ucuna eşine bağırıyorsun.

“Ya ben kötü bir şey söylemiyorum ki, sadece ismiyle hitap ediyorum.” Yapamazsın ki böyle. Bırak sen ayrı bir odadaki kişiye bağırarak seslenmeyi, arkandaki bir kişiye omzunun üzerinden dahi konuşmamalısın. Nezaket bunu gerektirir. Ya? Yüz yüze…

“Ee hocam on kere mi gideceğim!?” Evet, on kere gideceksin. Çünkü on kere gelebilmesi için çocuğun sana on kere gitmelisin.

Bir baba için utanç verici bir şey. Çocuk babasının sesinden korkuyor. Babası bağıracak diye korkuyor. Ve o kart sesiyle “Oğluumm!” diye sesleniyor ve çocuk içerde sıçrıyor.

Hay Allah! Allah sana hiç mi merhamet vermedi! Bu çocuğu sıçratıyorsun ya! Hiç mi merhamet vermedi!

Hâlbuki sen öyle bir sese sahip olmalısın ki sanki peygamber sesi işitmiş gibi çocuk, o sesin şefkatine koşmalı… “Babammm J” diye “Buyur babammm J” diye. Öyle bir şefkatli çıkması lazım ki sesinin “Babacığım J sen mi seslendin, bir ses duydum ki yavaş çıktı, acaba sen mi seslendin?” diye. “Baba bir şey mırıldandın, acaba bana mı seslendin” diye dudaklarını okuyacak bir çocuk olabilmesi için “Oğluuummm!” diye bağırtını bir kesmen lazım.

Ve böyle kaba saba, ve böylesi bir hanımefendiye hitap edilmez tarzda ve böylesi bir çocuğa hitap edilmez tarzda evin içerisinde yaşam kurguluyorsan yazık… bu aile senin ailen…

!!!Bir beyefendinin beyefendi olabilmesi, onun karşısındaki hanımefendinin hanımefendi olmasına bağlıdır.

Eğer hanımefendi “Evin içerisindeyim zaten” diyerek paspal bir vaziyette evin içerisinde dolaşıyorsa o evin içerisindeki erkek beyefendi olmaz. Sabah kalktığında kendine verdiğin değer ile güzelce giyinerek, eşiyle ilk dakikalarını karşılamıyorsa; o evin içerisindeki beyefendi gözündeki çapağıyla birlikte elini yüzünü yıkamadan, atleti pijaması bir taraftan sarkmış olarak evin içerisinde dolaşmaya başlar.

Erkeği beyefendi yapan onun karşısındaki hanımefendidir.

Hani bir çok kadın şikâyetçi oluyor. “E, başkalarına konuştuğun gibi bana niye konuşmuyorsun? Bak şu bayan telefon etti, nasıl da kırıttıra kırıttıra konuşuyorsun da bana böyle konuşmuyorsun! Bana kaba saba konuşuyorsun!” diye kaba saba konuşuluyor ya… Aslında o hanımefendi nezaket içerisine girecek olmuş olsa… Kendisini o nezaket içerisine alacak olmuş olsa… Aslında erkek onun karşısında utanacak bir vaziyette olmuş olsa… İşte o zaman bir de bakıyorsun ki erkek bir beyefendi nezaketinin içerisine girmeye başlamış.

Bir kadını da hanımefendi yapan yine erkeğin nezaketidir.

Erkeğin yine o kadına değerlice davranmasıdır.

Eğer bir erkek karısına aşağılayarak davranıyorsa….

Karnı acıktığı zaman evin içerisinde bağırıp çağırıyorsa…

Eğer bir erkek, eşine bir hanımefendi nezaketiyle davranmıyorsa, o kadından kadınlık beklemesin hiç. O kadın erkek olur. Ve bir kadın erkek olursa bu erkekle hiçbir erkek baş edemez.

Bak, kadın kartlaşmış karşında. Erkek gibi yürüyor evin içerisinde. Sana hitap edişine bir baksana. Sertleşmiş, sesi sertleşmiş. İki erkek yaşatıyorsun şu anda evin içerisinde.

O yüzden uyum sağlayabilmek, aynı zamanda kişinin nezaket içerisinde olmasıyla mümkündür. Bunu yapın… Bunu yapın… Ne var ki iki kişisiniz işte evin içerisinde… Kaçırmayın birbirinizi evin içerisinden.

Bak bağırtınla çağırtınla hırınla gürünle kaçırdın adamı evden.

Eve gelmek istemiyor.

Trafik sıkıştığı zaman memnun oluyor, başka yollardan dolaşıyor.

Bir ekmek al diyorsun gidiyor iki torba dolduruyor. Birçok alışveriş yapıp da fazla eşya alan kişilerle yapılan çalışmalarda biz görüyoruz ki aslında bir ekmek alıp gelecekken iki çanta doldurmuş, aslında markette vakit geçirmek için doldurmuş. Vakit geçirdiği şeylerle de eşine daha sevimli görünmek için eşinin bağırtısına, surat asıklığına engel olmak için doldurmuş.

Hayır… İnsan eşine cehennem hayatı yaşatır mı evin içerisinde hiç ve böylesi bir evin içerisinde de siz uyumlu huzurlu çocuk beklerseniz doğru bir beklenti olur mu!

Çocuğum dişini gıcırdatıyor, tırnağını yiyor, altını ıslatıyor…” Altını ıslatır tabi ki… siz birbirinize böyle yapıyorsunuz. O çocuğun evin içerisindeki yetişme zeminini saksısını bu vaziyete getiriyorsunuz. Kaya dibinde çiçekler yetiştirmeye çalışıyorsunuz. Önce çocuğun dikileceği saksıyı zemin olarak toparlamamız lazım ki onun içerisinden gül çıksın

Uzman Pedagog Dr. Adem Güneş