Etiket arşivi: kemalat

NEDEN ANLADIKLARIMIZI HAYATA TATBİK EDEMİYORUZ?

NEDEN ANLADIKLARIMIZI HAYATA TATBİK EDEMİYORUZ?

 

risaleBu mesele çoklarımızın çok zaman zihnini kurcaladığını tahmin ediyorum. Bu husustaki mülahazamı da yazmak istedim.

Bu efkarın temelde iki nedeni var.

  • Terakki etmiş olmak
  • Ne kadar okunsa da doğru okuma yapmamak

İnsan hakkında Risale-i Nur Külliyatında yüz sayfadan ziyade tanım ve vasıflar karşımıza tetkikat neticesinde çıkmaktadır. Böyle muazzam bir külliyatın muhatabı aklı başında olan zişuurlardır. Bunların içerisinde de muhatab-ı has olan nev-i beşerdir. Bunların içerisinde de aklı başında olup sebeb-i hilkatini merak edip o gayeye müteveccihen hareket edenler olduğu muhakkak ve musaddaktır.

“Sırr-ı vahdet ile insan, bütün mahlukat içinde büyük bir kemal sahibi ve kâinatın en kıymettar meyvesi ve mahlukatın en nazenini ve en mükemmeli ve zîhayatın en bahtiyarı ve en mes’udu ve Hâlık-ı Âlem’in muhatabı ve dostu olabilir.” [1] Böyle bir makam sadece insanlara mahsus kılınmıştır ki; kemalat, kainatın meyvesi ve hülasası, yaratılış gayesine dikkat etmesi nisbeti neticesinde makam sahibi, bahtiyarı ve mes’udu, mükemmeli ve bu sistemi koyan Halik-ı Kainatın halili ve muhatabı olabilecek bir durumdadır insan. Bu vb. hususlar ise sadece zişuurlara mahsustur. Melekler veya iblis ve taifesi bu makamlardan mahrumdur. Zaten bunun için değil midir ki iblis ve avanesi beşere düşmandır.

İblis ve avanesi Cehennemlik oldukları muhakkaktır. Edile-i Şer’iyenin iki temel kaynağı olan ayet ve hadislerle sabittir. Asıl ismi Azazil olan İblisin imtihanı Adem Safiyullah (as) ile olmuştur. Ateşten yaratılmış ve kainatta Allah’a secde etmediği yer kalmamış olan Azazil’e meleklerle beraber “Adem’e (as) secde et!” emri geldiğinde asi olup Allah’a itaat etmemesi sebebiyle Azazil ismi yerine Şeytan ve iblis gibi sıfatlarla tesmiye edilmiştir. Binaenaleyh netice verir ki Şeytanın ve avenesinin Cehennem ehli olma sebebi ben-i Ademdir (as). Akla mukadder bir sual gelebilir ki,

 S- Şeytanın kalbinde marifet var mıdır?

  C- Yoktur. Çünki san’at-ı fıtriyesi iktizasınca, kalbi daima idlâl ile telkin için, fikri daima küfrü tasavvur etmekle meşgul olduğundan, kalbinde veya fikrinde boş bir yer marifet için kalmıyor.”[2] Şeytanın sistemi tamamen şerre çalıştığı için marifet ve muhabbet için yer kalmamaktadır.

  İnsanın düşmanı olan Şeytan sürekli sistemini güncelleyerek insanı hakikatlerin fehmine mani olmak için elinden gelen gayreti sarf etmektedir. Bu meşguliyetlerin artması neticelerinden bir tanesi olarak hakikatlerin fehmine mani olmaktadır. Bu mani olmanın neticesinde de hakikatleri insan zevk edemez hale gelir.

  Hakikatin zevk edilmemesi neticesinde ise insanlar lafz ile meşgul olur, lafzı anlar ama manasının zevkine varamaz. Nice bildiğimiz şey vardır ki mahza fazilet ve erdemdir, kemalattır. Ama biz onu yaparken çok zorlanırız veya isteksiz bir halde yaparız. İşte bu hal bizim o şeyleri zevk edemediğimizi göst

eriyor. Şayet zevk etmiş olsaydık hayatımızda tatbik etmemiz veya icra ederken zevk alır ve elimizden bırakamaz olurduk.

  Şu anda insanların akıl ve kalbini teknolojik esarete vermiş olması ve onun girdabı içine girip dimağın tahayyül ve taakkul mertebelerinde pembe esareti yağıyor olması, içtimai hayat ve süprüntüleri sebebiyle maneviyatı zevk edemez olmuştur. Lakin bunun farkında olmasına rağmen kafasının sersemliği sebebiyle bunun farkında değildir.

  Bizler de hakikatleri aklen anladığımız halde tatbik edememizin ikinci sebebi budur. Okunan eserlerin belki %90’ını anlıyoruz lakin lafzi olarak… Manasını anlamış olsak onun zevkine ereriz. Ve elimizden hakikatler düşmez, lisanımız bu manalarla tezyin olur. Zevkine ermek ise hem hal olmak, dem ve damarlarına karışıncaya dek meşgul olmaktır hakikatlerle. Zevkine vasıl olamayan lafzi olarak meşgul olur ve anlar ama tatbikatta zorlanır.

    Birinci sebep olan terakki etmek ise buna misal Kastamonu’da ehl-i takva bir zât, şekva tarzında dedi: “Ben sukut etmişim. Eski halimi ve zevkleri ve nurları kaybetmişim.”

    Ben de dedim: Belki terakki etmişsin ki, nefsi okşayan ve uhrevî meyvesini dünyada tattıran ve hodbinlik hissini veren zevkleri, keşifleri geri bırakıp, daha yüksek makama, mahviyet ve terk-i enaniyet ve fâni zevkleri aramamak ile uçmuşsun. Evet, bir ehemmiyetli ihsan-ı İlahî; ihsanını, enaniyetini bırakmayana ihsas etmemektir.. tâ ucb ve gurura girmesin.” [3]

İnsan, terakki edince eski halleri ve zevkleri artık kendisini tatmin etmez olur. İmanı terakki etmiş; ama zevkleri aynı nisbette terakki etmemiş olması sebebiyle kendisinin şevk ve feyizden noksan olarak addeder artık. Zaten Risale-i Nur hizmetinde beş dönem söz konusudur. “Şevk, Muhabbet, Sebat, Sadakat, Sıddıkıyet” mertebeler arası terakki veya geçiş olunca yenisindeki halete insan hemen uyum sağlayamaz. Çünkü bilmediği sularda yüzmeye başlamış karşısına ne çıkacağını bilmemektedir. Tıpkı şehir değiştiren birisinin yeni şehirde her şeye ecnebi olması gibidir hali. Eski şehri ve ortamları ve tanıdık simaları arar.

“Risale-i Nur, sair kitablara muhalif olarak başta perdeli gideriyor; gittikçe inkişaf eder. … Sıkıntıdan gelen bir gafletle, Risale-i Nur‘un teselli verici ve meded edici envârına bakmayarak, doğrudan doğruya kalbime baktım ve ruhumu aradım.” [4]

“Nasılki cesed ruha dayanır, ayakta durur, hayatlanır ve lafız manaya bakar, ona göre nurlanır ve suret hakikata istinad eder, ondan kıymet alır. Aynen öyle de; bu maddî ve cismanî olan âlem-i şehadet dahi bir ceseddir, bir lafızdır, bir surettir; âlem-i gaybın perdesi arkasındaki esma-i İlahiyeye dayanır, hayatlanır, istinad eder, can alır, ona bakar, güzelleşir. Bütün maddî güzellikler, kendi hakikatlarının ve manalarının manevî güzelliklerinden ileri geliyor.

Ve hakikatları ise, esma-i İlahiyeden feyz alırlar ve onların bir nevi gölgeleridir. Ve bu hakikat, Risale-i Nur’da kat’î isbat edilmiştir.

Demek bu kâinatta bulunan bütün güzelliklerin enva’ı ve çeşitleri, âlem-i gayb arkasında tecelli eden ve kusurdan mukaddes, maddeden mücerred bir cemalin esma vasıtasıyla cilveleri ve işaretleri ve emaratlarıdır. Fakat nasılki Vâcib-ül Vücud’un Zât-ı Akdesi, başkalara hiç bir cihette benzemez ve sıfatları mümkinatın sıfatlarından hadsiz derece yüksektir.” [5]

    Hülasa: İnsanın okuduklarını hazmedip kendi ruh alemini ve bu dünya içinde kendi hususi dünyasını imar etmezse ve bu inşa zamanında doğru malzemeyi gerektiği kadar kullanmazsa alemi ve dünyası duhan içinde kalacak belki de tarumar olacaktır. Panik atak, buhran ve depresyonlar da bu duhan’ın alametidir.

Ülfetten kurtulmak için; düzenli okumak, sürekli okumak, mevzu okuması yapmak, taharriler yapmak, atıflı okumak, kelime düzeyinde okumalar yapmak, müzakere ve mütealalarda bulunmak elzemdir.

Demek tatbikattaki sıkıntılar, malayaniyatın kesreti, gayr-i zaruri olan şeylerin zaruri hükmüne gelmiş olması ve terakki edilen mertebeye insanın ecnebi olmasındandır.

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

[1] Şualar ( 15 )

[2] İşarat-ül İ’caz ( 67 )

[3] Tarihçe-i Hayat ( 434 )

[4] Şualar ( 60 )

[5] Şualar ( 76 )

 

www.NurNet.Org

 

İslamiyeti Yaşamak, Çevreye, Sözden Fazla Te’sir Eder!

İnsanın hali ağzından daha konuşkandır,

Çünkü İslamı yaşamak emri, Allah’tandır,

Yaşanmayanı konuşan  ancak sahtekardır,

Onun neticesi de, başka değil hüsrandır.

 

Bize düşen olduğumuz gibi görünmektir,

İslamiyet’i hayatla ortaya sermektir,

gerçeği net göstermeyi gaye edinmektir,

Bu halle insan , başkasına çok şey vermiştir.

 

Bu da’vada ücrette ben yoğum lazım demek,

Hizmet lazım oldu mu  kendini öne  sürmek,

Bu şekilde azami fedakârlık göstermek,

Büylece Allahın rızasını elde etmek.

 

Bencillikten kurtulma çaresini aramak,

Herkes madde peşine olduğuna  bakmamak,

Kâr peşine koşarken, kardeşi unutmamak,

Böyle, kendini fedakârlığa alıştırmak.

 

Bu fedakâr sakın korkmasın ki aç kalacak,

Ona hiç ummadığı yerden rızık akacak,

Hanesine devamlı bol bereket yağacak,

Yeter ki, bencillikten kaçmak gayeli omak.

 

Evet, muhtaç  mü’mine hakikati bildirmek,

Bu yolda, hodgam olmadığını öne sürmek,

İyi bilsende, işi az bilene vermek,

Bunla bencil olmadığını ortaya sermek.

 

Bundandır! Güzel ders yapan birisi yapmıyor,

Fedakâr  olmak için oraya yanaşmıyor,

İhlassızlığa bulaşmamak için kaçıyor,

Böylece gösterişten kurtulup ihlasa koşuyor.

 

Bu hakikatler ilimsiz, bilmeden yapılmaz,

Kulaktan veya gözden ilim almadan olmaz,

Kafa boş ise hakikatler kalbe damlamaz,

Hak din olan İslamiyet bilgisiz yaşanmaz.

 

Bu zamanda, bu bilgiler Risalelerde var,

Onlara ciddi bağlanan, yapmıştır büyük kâr,

Bu kâr İhlas hasletini kazananlarda var,

Bunu kazananlar, ancak kavi imanlılar.

 

Yaşlı adam otobüse binmiş oturuyor,

Yolda bir sakat binerken, dede yer veriyor,

Sonra çoğu dedeye yerini gösteriyor,

Dede kadına yer verin, demeden kurtuluyor.

 

Bu zat, gençlere işle öğüt vermiş oluyor,

Böylece bu dede bencillikten kurtuluyor,

Dede cennet ucuz olmadığını biliyor.

Şu hal dedeyi  zirvelere kavuşturuyor.

 

Nurun eseri görünür yaşanan hayatta,

Onun mümtaz şartlarına azami sebatta,

Her zaman her makamda yapılan harekâtta.

Kendi kusurlarını  çok ciddi tahkikatta.

 

Evet, İnsan bu şekilde cihadı kazanır,

Böylece “emri ma’ruf nehyi münkêr” yapılır,

Ancak böyle “yüz şehit sevabı kazanılır”

Rabbin va’d ettiği cennete ümitlen ılır.

 

Abdülkadir Haktanır  

Bu yazımızı Üstad Bediüzzaman hazretleri şu ifadesi ile tasdik ederken daha net görünüyor: “Eğer biz ahlakı İslamiyenin kemalatını ef’alımızla izhar etsek; sair dinleri tabileri ve milletleri elbette cemaatlerle İslamiye te girecekler. Belki de kürre-i arzın bazı kıt’aları ve devletleri dehalet edecekler.” Mübarek Üstad demiş.

Çağımızın Önemli Bir Hastalığı: Gurur

Gurur, çağımız insanının en önemli hastalıklarından biridir. Kendini biraz güçlü hissetmeye başlayan, biraz gücü ve itibarı artan, biraz cebi ve cüzdanı dolup mal mülk sahibi olmaya başlayan, biraz makam mevki sahibi olup, biraz şan şöhret elde edenler hemen dünyevi değerlerin cazibesine kapılıp gurur hastalığına yakalanıveriyor ve kendini diğer insanlardan üstün görmeye başlıyor.

Zira çağımızda insanoğlunun kendine duyduğu güven zirveye ulaşmış ve beşeriyetin katettiği gelişmeler insan enesini adeta nemrutlaştırmaya başlamıştır. İnsanoğlu büyüklüğün sadece Allaha mahsus olduğunu unutur ve büyüklük davasına cüret eder olmuştur. Gurur hastalığı maneviyatı zayıf insanlara mahsus olmayıp, maalesef dindarlık iddiasındaki kişiler bile bu amansız hastalığa düçar olmaktadır.

Lügat ta kibir, aciz, kıymetsiz şeylere güvenip mağrur olmak, boş yere güvenmek ve kendini başkalarından üstün tutmak anlamlarına gelen gurur, Kuran’da ve Hadis-i şeriflerde telin edilmiş ve insanlar şiddetle sakındırılmıştır. Cenab-ı Hakk, Kuran-ı Kerim’de;

“Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları ayetlerimden yüz çevirteceğim. Onlar bütün ayetleri görseler yine de inanmazlar; doğru yolu görseler, yol olarak benimsemezler… (el-A’râf, 7/146). “Allah bü yüklük taslayanları sevmez” (en-Nahl, 16/23).

“Kim, Allah’a kulluktan, O’na ibadetten çekinir ve büyüklenirse, bilsin ki, (Allah) kıyamette herkesi huzurunda toplayacaktır” (en-Nisâ, 4/172).

“Însanları küçümseyip yüz çevirme, yeryüzünde böbürlenerek yürüme; Allah, kendini beğenip övünen hiç kimseyi şüphesiz ki sevmez. Yürüyüşünde tabiî ol, sesini de alçalt. “ (Lokman, 31/18). Buyurmuştur.

Peygamber Efendimiz’de; “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremez.” buyurmaktadır.

Bediüzzaman Hazretlerine göre; Gurur ile insan maddi manevi kemalat ve mahasinden mahrum kalır,eğer gurur saikasıyla başkasının kemalatına tenezzül etmeyip kendi kemalatını kafi ve yüksek görürse,o insan nakıstır. Zira Bediüzzamana göre, ”Zaaf gururun madenidir.” Zayıf insanlar açıklarını kapatmakla gurur ve kibire kapılırlar. Kibirli insanlara bakıldığı zaman çoğu sonradan görme oldukları ve sosyal hayatta işgal ettikleri makam ve mevkinin ehli olmadıkları anlaşılır.

“Büyük Görünme Küçülürsün! Ey enesi çifteli, kafası da kibirli! Şu mizanı bilmeli: Her adam için elbet cem’iyet-i beşerde, içtimaî binada, görmek görünmek için şu mertebe denilen bir penceresi var. Ger pencere, kamet-i kıymetinden yüksekse, tekebbürle tetâvül edecek, uzanacak. Ger pencere, kamet-i himmetinden alçaksa, tevazu’la tekavvüs edecek, eğilecek. Kâmillerde, büyüklük mikyasıdır küçüklük. Nâkıslarda, küçüklük mizanıdır büyüklük…” (Lemaat)

İnsan ruhunu çeşitli tezahürleriyle körelten zararlarına Kur’an-ı Kerîm’in genişçe bir açıdan baktığı kibir, maddî hayatta zararın ve kaybın sebebidir. Kibir örneklerinde gördüğümüz gibi büyüklenenler henüz dünyada iken, hareketlerinin cezasını çekerek helâk olmuşlardır.

“Evet, gurur ile, insan maddî ve mânevî kemâlât ve mehasinden mahrum kalır. Eğer gurur saikasıyla başkaların kemâlâtına tenezzül etmeyip kendi kemâlâtını kâfi ve yüksek görürse, o insan nâkıstır. Böyle insanlar, malûmat ve keşfiyatlarını daha yüksek görmekle, eslâf-ı izâmın irşadat ve keşfiyatlarından mahrum kalırlar. Ve evhama mâruz kalarak bütün bütün çizgiden çıkarlar. Halbuki, eslâf-ı izâmın kırk günde yaptıkları bir keşfiyatı, bunlar kırk senede bulamazlar.” (Mesnevi-i Nuriye, Katre)

Bediüzzaman, Risale-i Nur’da insanı gurur hastalığına yakalanmaktan veya aşağılık kompleksine kapılmaktan kurtaracak çok sağlam bir ölçü veriyor:

“Ey insan! Kur’anın desâtirindendir ki, Cenab-ı Hakk’ın mâsivasından hiçbir şeyi ona taabbüd edecek bir derecede kendinden büyük zannetme. Hem sen kendini hiçbir şeyden tekebbür edecek derecede büyük tutma. Çünki mahlûkat, Mâbudiyetten uzaklık noktasında müsavi oldukları gibi, mahlukîyet nisbetinde de birdirler.” (Lemalar, 17. Lema)

Evet, nefsini beğenen ve nefsine itimad eden bedbahttır. Nefsinin ayıbını gören bahtiyardır. Tam toprak gibi mahviyet ve terk-i enaniyet ve tevazu-u mutlakta bulunmak şarttır. (Bediüzzaman, Hizmet Rehberi)

Rüstem Garzanlı / Diyarbakır

www.NurNet.org