Etiket arşivi: kenan taştan

Genç Kızın Dramı

“Onun derdine kulak astın, elemlerini dinledin mi bil ki bu, o dertliye verdiğin bir zekâttır.”      (Mevlana)                                                                                                                                                                         

Baba İmam Hatip de okuyan kızını tutuğu gibi kolundan bana getiriyor ve başlıyor anlatmaya: “Bu yaşta erkek arkadaşı varmış bunun. Hem de bizim gibi bir ailenin kızının. Olacak şey değil.”

Çiğdem ağlamaklı, üzgün ve sıkıntılı. Babasının yanında konuşmuyor, konuşamıyor. Babayı dinleyip Çiğdemle yalnız konuşmayı düşünüyorum. Baba anlatıyor: Kızına her istediğini aldığından, onu ne kadar çok sevdiğinden, her yaz onu tatile götürdüğünden bahsediyor. Dikkat ediyorum baba anlatırken, Çiğdem beden diliyle babasını onaylıyor. Genelde tam tersi olur. Anne veya baba çocuklarına sundukları imkânları anlatırken, çocuklar beden dili ile ya itiraz eder ya da umursamaz bir tavır sergilerler. Baba konuşmasını bitirirken ağlamaklı bir ses tonuyla kızına soruyor: “Senden bir şey esirgedik mi kızım?” Çiğdem de ses yok. Babaya Çiğdemle yalnız konuşmak istediğimi söylüyorum. Baba kızına sorduğu sorunun cevabını alamadan odadan çıkıyor.

Çiğdeme olanları benimle paylaşmak isteyip istemediğini soruyorum. Çiğdem gözyaşları içinde başlıyor anlatmaya: “Aslında uzun zamandır annem-babam haricinde bana yardımcı olabilecek birileriyle görüşmek istiyordum. Fakat bu kişinin kim olacağını ve onu nerede bulabileceğimi bilmediğim için, kimseyle görüşemedim. Babam ve annem cep telefonumdaki mesajdan erkek arkadaşım olduğunu anladılar ama ben ara ara uyuşturucu da kullanıyorum. Tabi ki uyuşturucu kullandığımı bilmiyorlar. Gerçi müptela değilim ama…  Bu durum beni oldukça rahatsız etmesine rağmen bir türlü bırakmayı denemedim. Önceleri erkek arkadaşım bana zorla bir iki tane verdi, sonraları ben de ister oldum. Yaptıklarımla inançlarımın uyuşmadığının farkındayım bu da beni daha çok rahatsız ediyor…”

Çiğdem anlattıkça anlatıyor. İnançlarından, yaşadıklarından, ibadetlerinden sorular soruyor. Sorduklarından bir yerlere ait olma isteğinin olduğunu anlıyorum. Benliğinin bir yerlerinde derin bir boşluğunun olduğu belli. Anne ve babası ile fikirleri zıt değil aslında, anlattıklarından bunu çıkarıyorum ama anne ve babasının yaşadığı İslam, tabiri caizse onu pek kesmiyor. Daha derin, daha ikircikli sorular soruyor, varlığa ve varoluşa dair. Ona ilahiyatçı olmadığımı, sorduğu sorulara cevap araması gereken yerin burası olmadığını söylüyorum. Bununla birlikte bu arayışın ve sorgulamanın onda yarattığı yıkımı konuşabileceğimizi teklif ediyorum ona.

İçindeki boşluktan dolayı erkek arkadaşa meylettiğinden bahsediyor. “Eğer bu kadar yalnız olmasaydım, evdekiler beni biraz anlasaydı böyle olmazdı” diyor. Ama ardından da ekliyor: “Biliyorum bana her türlü iyi imkânı sağlamak için çırpınıyorlar. Bunun farkındayım. Bir dediğim iki olmuyor evde, bunu da biliyorum ama yetmiyor işte yetmiyor. Bir dost arıyorum, belki de bir bilirkişi. Benimle sorularımı ve sorunlarımı paylaşacak. İşte asıl mesele bu.”

“İçinde her boşluk hisseden, senin yaptığın gibi uyuşturucu mu kullanmalı? Tasvip etmediği halde bir erkek arkadaş mı edinmeli? Diyerek nasihat etmek geliyor içimden ama o hataya bir daha düşmemek için nasihat etmiyor ve o soruları sormuyorum.

Bu hatayı kim bilir farkında olmadan kaç kez yapmışımdır? Ancak bunun farkına varmam acı bir tecrübeden sonra olmuştu. Eşinden ayrıldığı için uzun süredir bunalımda olan bir bayan bana sıkıntılarını anlatmak için geldiğinde ön şart olarak ilaç istemediğini ve sadece onu dinlemem için geldiğini söylemişti. Daha önceden bir çok psikiyatriste gittiğini, onların verdiği antidepresanları, anksiyolitikleri kullandığını ve bunların onu daha da kötü ettiğinden bahsetmişti.

Eşiyle yaşadıkları sıkıntıları anlattıkça, bilirkişi edasıyla araya giriyor ve ona nasihatler ediyordum. Yaşadıklarının hayatın sonu olmadığını, bu durumda olan binlerce insandan biri olduğunu ve onu teselli edeceğini umduğum daha bir sürü caf caflı cümle sarf etmiştim, sırf onu rahatlatma adına. Bana göre çok verimli geçen bir görüşmenin ardından, dışarıda kendisini bekleyen anne ve babasının yanına gittiğinde ona: “Görüşmeniz nasıl geçti kızım?” diye sorduklarında, “Bu doktor da diğerleri gibi beni anlamadı” demişti. Demişti ama bu da bana o gün bu gündür dert olmuştu. Meslek hayatımın ilk yıllarında görüştüğüm ve akıbetini sonradan öğrenemediğim bu bayan bana büyük bir tecrübe kazandırmıştı.

Anlaşılan akıl almak değil, anlaşılmak istiyordu. Ve belki de daha önemlisi dinlenilmek ve önemsendiğini hissetmek istiyordu. Ve bu durum aslında sıkıntı çeken, problemi olan hemen herkesin ilk istediği şeydi. O yüzden Çiğdeme nasihat etmedim. Onu sadece dinledim ve konuşmasının ara yerlerinde onu asıl yaralayan şeyin ne olduğunu anlamaya çalıştım.  O da dinlediğim yüzlerce insan gibi önemsenmek istiyordu. Bir farkla ki; o da kafasında ki sorulara yanıt bulup bir fikrin, bir inancın müntesibi olmak istiyordu.

Ben annem gibi babam gibi hiç sorgulamadan bir inanç sistemine bağlanamıyorum. Evet, İmam Hatip Lisesinde okuyorum ama kafamı kurcalayan, beynimi kemiren sorular var. Bir iki kez bunları serbest ders saatlerimizde meslek hocalarıma sormaya çalıştım ama: “Kızım şeytan senle çok meşgul oluyor, zihnini böyle şeylerle yorma” dediler. “Ben de o gün bu gündür zihnimi dağıtmak için şu anda yaptıklarımı yapar oldum. Anlayacağınız düşünmemek için zihnimi başka şeylerle oyalıyorum. Bu da beni karamsarlığa itiyor…”

Çiğdem anlatmaya devam ederken eski alışkanlıktan olsa gerek dışardan değil ama iç sesimle Çiğdeme nasihat ediyordum: “Karamsarlık insanı yalnızlığa iter. Güven kaybı; bir arada olmayı, hedef koymayı, bir amaç için bir araya gelmeyi engeller. İnsan korkuyla kendi içine kapanır ve aslında bir yandan da bir ışık bekler. İşte sen o ışığı bulma adına daha fazla karanlığın içine girmişsin…”

Her terapide olmasa da bazen terapilerde  ‘Hemen ve şimdi’ kuralını uygularım. Konuşulması gereken her ne varsa hemen ve şimdi anlatmasını isterim hastamdan. Ancak o zaman yarına daha rahat ve birtakım problemlere ışık tutarak girmiş olur. Çiğdeme de aynı yöntemi uyguluyorum. Ondan hissettiği her şeyi, onu rahatsız eden tüm duyguları anlatmasını istiyorum. Benimse tek yaptığım şey onu dinlemek. O anlatıyor bense dinliyorum. “Dile en iyi müşteri kulaktır” der Mevlana. Galiba söylediği doğru Pirin. Çiğdem anlattıkça açılıyor, açıldıkça anlatıyor.

Ara ara kozmolojiden, evrenden, yaratılıştan sorular soruyor. Ara ara da sorduğu sorulara kendi yorum getiriyor. Bazı sorularına ise susarak cevap veriyorum. Çünkü susularak verilecek sorulardan soruyor bazen.

Bir ara susuyor ve susarak cevap vermemi engellemek için size bir soru sormak istiyorum ama lütfen cevap verin diyor: “Bu dünyada mutluluğun olduğuna inanıyor musunuz? İnanıyorsanız o mutluluk nerede?”

“Bu konuda sana uzun uzun kendi felsefemden bahsetmek yerine, eski bir mitolojik hikâyeyle cevap vermek istiyorum. Mahzuru var mı?”

“Hayır! Yeter ki sorumun cevabını alayım” diyor.

“Eski Yunan mitolojisinde bahsi geçer. Tanrılar mutluluğu saklamak istemiş, Tanrılardan biri demiş ki, yıldızlara saklayalım. Ormanın içine demiş birisi. Denizlerin dibine demiş ötekisi. Bir bir sıralamışlar önerilerini. Sonunda şöyle demiş içlerinden biri. Hiç biri olmaz. İnsanoğlu arar bulur, en iyisi mutluluğu onun içine saklayalım her yere bakar da kendi içine bakmak aklına gelmez.”

Şimdi ikimizde susuyoruz…

“Yani diyorsunuz ki, mutluluk aslında çok uzaklarda değil, insanın içinde öyle mi? Lütfen bir açıklama yapın ama sizin kendi fikriniz olsun.”

“Bu mutluluktan ne anladığımızla da ilgili bir şey aslında. Mutluluk her anımızın, neşeyle, keyifle, zevkle geçmesi ise, bu dünyada böyle bir mutluluk yok. Onun adresi bu dünya değil. Dünyada bu saydığın şeylere ulaşmak için bize göstermeye çalıştıkları adresler ise hep çıkmaz sokak. Onun için mutlak mutluluğu yakalamaya çalışanlar en mutsuz olanlar oluyor hep. Çünkü adres yanlış, kılavuz yanlış. Pek çoğumuz, mutluluğa giden yolun, daha fazlasına sahip olmaktan geçtiğini düşünürüz. Bu anlamda daha fazla, para, daha fazla güç, daha yüksek makam, daha fazla takdir edilmek… Ancak toplumsal statü denen o kaygan zeminde ne kadar yukarı tırmanırsak tırmanalım, bizden daha yukarıda olanların varlığı bir gerçek. İşte bu da ayrı bir mutsuzluk kaynağı oluyor…”

“ Ben tüm yaşadıklarıma rağmen mutlu olabilirim o zaman öyle mi?”

“ Elbette ancak bir şartla ‘Kainatın yaratıcısının bak dediği yerden bakman’ şartıyla. Hayatı sorgulaman çok doğal ve takdire şayan bir davranış. Ama aklına takılan soruların cevaplarını hemen alamadığın durumlarda aceleci davranıp ‘Papaza kızıp oruç bozman’ işte senin yanıldığın yer burası. Hepimizin yaşadıklarımızdan öğreneceği bir şeyler var. Hayata umutla bakmak, yaşadığımız her bir şeyi boşuna yaşamadığımızı bilmekle olur. Hayatın bilgeliği bazen ağır darbelerle gelir, yediğimiz yumruklar, bize yaşama sanatını öğretir. Yine de insan ıstıraplarının toplamından daha fazladır. Unutma başkaları seni incitebilir ama ancak sen kendini kurbanlaştırırsın.”

“Her şey bende bitiyor yani? Yeter ki doğru referanslara müracaat edeyim öyle mi?”

“Elbette. Kendi referanslarımızı kullanamazsak eğer: ‘İçinde yaşadığımız toplumda Köroğlu’nun mertliği enayilik, Yunus Emre’nin pirinden buğday yerine himmet dilemesini ise saflık’ olarak bize yutturulacaktır. Kısacası ‘Kılavuzu karga olanın…’ bilmem anlatabildim mi?”

“Galiba anladım. Sizden son bir ricam var. Felsefenin bir türlü açıklayamadığı, açıkladıysa eğer benim cevabını bulmadığım Nereden geldik? Niçin geldik? Nereye gidiyoruz? Sorularına beni ikna edebilecek tarzda bir kitap tavsiye ederseniz çok sevinirim.”

“Öncelikle bir yanılgıyı düzelteyim, felsefe ‘Nasıl’ sorusuna kendince cevap verebilir ama ‘Niçin’ sorusu onun cevap verebileceği bir alan değildir. Sorduğun tüm bu soruların cevabını Risale-i Nur Külliyatında ‘Sözler’ adlı kitapta ve hassaten 10. Söz de bulabilirsin.”

“Teşekkür ederim her şey için ama özellikle beni yargılamadığınız için…”

Dr. Kenan Tastan

www.NurNet.org

Sizinki Tatil Mi Tebdil Mi?

Modern insanın tatil anlayışı “atıl kalma” demektir yani işlevsiz kalmak. Arapça bir kelime olmasına rağmen ilginçtir ne Kur’an’da ne de sünnette tatil kelimesi hiç yer almaz. Modern insana seçenek sunulsa, eminim 356 günün tamamını tatil olarak geçirmek ister yani atıl olarak yaşamak ve her daim iş yapmadan, bir şey üretmeden bir ömür geçirmek.

Düşünün organlarımız tatil yapacağım dese ne olurdu? Biz buna ölüm diyoruz.

Aynı şekilde dünya ben tatil yapacağım dese ne olurdu? Bunun adına da kıyamet diyoruz.

Modern akıl hemen her şeyde olduğu gibi tatil kavramı üzerinde de manipülasyon yaparak, tatili zevk-ü sefaya dönüştürme, her türlü işten elini eteğini çekerek yan gelip yatma anlamını veriyor. Tatilin içerik olarak ne olduğuna geçmeden önce bizim inanç yapımızın da bir tatil anlayışı olduğunu hatırlatmak isterim. Bizim inanç yapımızda tatil bir tebdildir yani değişim; bir işten yorulunca başka bir işle uğraşarak dinlenme anlamına gelir.  Yüce kitabımız Kur’an’ı Kerim öyle buyurmuyor mu? “Bir işten boşalınca, yeni bir işe giriş ve sadece Rabbine yönel.” (94/7-8) Ayet çok açık; bir işten yorulduğunda yan gel yat veya bir işten yorulduğunda boş boş zaman geçir demiyor.

Kur’an’da şafak vaktine (İnşikak Suresi), geceye (Leyl Suresi), kuşluk vaktine (Duha Suresi), zamana (Asr Suresi) ve daha pek çok yerde zamanın hemen her versiyonuna yemin edilmiştir. Eğer Allah bir şeye yemine ediyorsa, insanoğlu o şeyi çoğu kez ihmal ediyordur. Aslında zamanın ayrı ayrı dilimlerine yapılan her bir yemin, hayatın geneline yapılan bir yemindir. Yani bir neyi; “Ey insan sabaha yemin ettim duymadın. Sen güneşin üzerine doğacakken güneş senin üzerine doğdu. Yani öldürdün zamanı. Kuşluk vaktine yemin ettim, geceye yemin ettim, tüm yaşadığın zamanı şahit göstererek yemin ettim ama sen anlamadın, duymadın çağrımı ve zayi ettim ömrünü.” diye bizi uyarıyor Rabbimiz. Peki, bunun arka planında yatan esas etken nedir? Neden insan bu kadar çağrıyı duymaz ve zamanını zayi eder? İnsanın en çok zayi ettiği şeyleri bir düşünün. İnsan fıtri olarak en çok neye sahip olduğunu düşünüyorsa, en çok onu ihmal etme eğilimindedir (sağlığı gibi, ailesi gibi). İşte bu nedenle zamanının çok olduğunu düşünen insan, yapması gereken sorumlulukları ve hayırları hep yarınlara erteleme eğilimindedir. İşte tamda burada herkes “Bu zamana kadar nice yarınlar geçirdim ve bu geçirdiğim yarınlarda hangi sorumluluklarımı yerine getirdim ve hangi hayırlı ameller işledim ki yarın hangi hayırlı amelleri işleyeceğim?” diye kendine sormalıdır.

Zamanı israf edenler aslında hayatı ıskalayanlar, hayatı israf edenlerdir. Kur’an’ı Kerime göre bu tip insanlar hüsrandadır, ziyandadır. “Asra (zamana) yemin olsun ki,  insan mutlaka ziyandadır.” (103/1-2) Ayetinde beyan edildiği gibi.

Aklıma her geldiğinde tebessümle karışık irkildiğim ironik bir fıkrada Cebrail (as) 90 yıl yaşamış birinin canını almak için yanına gelir ve ona canını alacağını, vadesinin dolduğunu söyler.

Adam: “Mümkün değil.” der.

Cebrail (as): “Neden?” diye sorar.

Adam: “Ben zaten hiç yaşamadım ki!” diye cevap verir.

Onca yıl yaşamasına rağmen zamanının hakkını ver(e)meyen birinin ibretlik bir cevabıdır bu.

Peki, o halde şu an binlerce öğrenci, yaşadıkları biz zaman dilimi olan tatilde nelerden uzak durmalı ve neler yapmalı?

Uzak durulması ve yapılmaması gerekenler kısaca:

  • Gece geç yatıp sabah geç kalkılmamalı.
  • Tatildeyim diyerek televizyon ve internette sınırsız zaman geçirmemeli.
  • Yarıyılda sıkıldım diyerek kitaplardan uzak durulmamalı.
  • Bütün gün yan gelip yatıp, hemen hemen bütün iş ve güçlerden el etek çekilmemeli…

Peki, ya yapılması gerekenler?

  • Herkesin önceliği bir diğerinden farklı olabileceği için öncelikler tespit edilerek, tatil müddetince kişisel gelişime yatırım yapılmalı. Bu kimine göre ders tekrarı, kimine göre yabancı dil eğitimi, kimine göre bir enstrüman çalmayı öğrenme, kimine göre bilmediği bir sureyi ezberleme, kimine göre hepsi veya daha farklı etkinlikler olabilir.
  • Herkesin önceliği farklı olsa da muhakkak gündelik kitap okuma yapılmalı ( Zübeyir Gündüzalp’in dediği gibi:  “Şimdi oku kabirde okuyamazsın.”)
  • Her gün azda olsa fiziksel aktivitelerde bulunulmalı.

Kısaca Mevlana’nın tabiri ile herkes mesul olduğuyla meşgul olmalı.

Yrd.Doç.Dr.Kenan Taştan

www.NurNet.org

Hayatımızın Anlamı Anlamsız Bir Hayat Yaşamak Olmamalı

Genelde terapi sırasında çok sıkıntılı insanları dinlerim ve çoğu kendi yaşadıkları sıkıntılar ile hayatın anlamsızlığı arasında bir ilişki kurarlar ve bunu; “Benim yaşadığım hayat anlamsız demek yerine, bu dünyanın kendisi zaten anlamsız” demeye getirirler. Aslında bu söylemlerinin altında yatan şey,  “Anlamsız bir dünyada benim başıma gelenler benim kabahatim değil, içinde yaşadığım dünyanın hali” tespitidir. En son dinlediğim danışanın anlattıkları nedendir bilinmez “Yaşamaya sabrım yok” diyen Kierkegard’ı hatırlattı bana ve dünyayı dolaşmaya çıkan bir gencin yaşadığı ironiyi.

Yaşamın anlamını kavramak için dünyayı dolaşmaya çıkan bir genç, gezdiği ülkelerden birinde ünlü bir bilgeyi ziyarete gitmiş. Gezgin genç, bilgenin yaşadığı evde, tüm duvarların kitaplarla kaplı olduğunu görmüş. Fakat evi dikkatle gözden geçirdikten sonra, yerde bir kilim, duvar dibinde yatak olarak kullanılan bir sedir, ortada ise bir masa ve sandalyeden başka evde hiçbir eşyanın olmadığını görünce bu sadeliğin nedenini sormuş: “Neden hiç eşyanız yok? Koltuklarınız, kanepeleriniz, büfeleriniz nerede?” Bilge, bu soruya karşılık olarak kendisi de bir soru sormuş gence; “Senin de yalnızca, sırtında taşıdığın küçük bir çantan var. Peki, senin eşyaların nerede?” Gezgin genç, kendini savunurcasına yanıtlamış bu soruyu: “Ama görüyorsunuz, ben bir yolcuyum.” Ünlü bilge, hak verircesine gülmüş: “Ben de öyle, evladım, ben de öyle.”

Yaşadığımız birçok sıkıntının, mutsuzluğumuzun, huzursuzluğumuzun nedeninin bu gerçeği bilmemize rağmen yeterince akledemediğimizden kaynaklandığını düşünüyorum. Bediüzzaman 16. Mektup 5. Nokta 5. Meselede dünyayla ilgili çok orijinal bir tespitte bulunuyor: “Dünya madem fânidir. Hem madem ömür kısadır. Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur. Hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır. Hem madem dünya sahipsiz değil. Hem madem şu misafirhane-i dünyanın gayet Hakîm ve Kerim bir Müdebbiri var. Hem madem ne iyilik ve ne fenalık, cezasız kalmayacaktır. Hem madem Allah kimseyi gücünün yetmeyeceği şeyle mükellef tutmaz sırrınca teklif-i mâlâyutak yoktur. Hem madem zararsız yol, zararlı yola müreccahtır. Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler, kabir kapısına kadardır. Elbette en bahtiyar odur ki: Dünya için ahireti unutmasın, ahiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, malayani şeylerle ömrünü telef etmesin; kendini misafir telakki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin; selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.”

Peki, biz bu gerçeklere göre mi hayatımızı anlamlandırıyor ve bu gerçeklere göre mi yaşıyoruz? Bu soru herkesin kendi nefsinde cevaplaması gereken bir soru ama çoğumuz için cevap malum.

Oysa biz “Dünya benim neyime? Dünyada ben, bir ağaç altında gölgelenen, sonra da onu terk edip giden bir yolcu gibiyim.” diyen ve tüm hayatını bu gerçeğe uygun olarak yaşayan bir Peygamberin takipçileri değil miyiz?

Çoğumuz bu gerçekleri bilmemize rağmen hemen her birimizin hayatı, içinde anlam barındırmayan günü birlik lezzetler, makamlar uğruna fedaya hazır olduğumuz anlamsızlıkları barındırmıyor mu? Eylem ve söylem uyuşmazlığımızdan ise hiç bahsetmiyorum. Hayatımızı anlamlı kılmak için bildiğimiz bu gerçekleri hayatımıza yansıtmalı ve vicdani alt yapımızı inşa etmeli değil miyiz?

Kur’an surelerinin tamamını, insanın farklı organ ve melekelerine benzetmek mümkündür. Buna göre vicdanın Kur’an‘daki karşılığı Tevbe suresidir ve vicdanını geliştirmek isteyenlerin ilk başvuracağı kaynak bence bu sure olmalıdır. Sonrasında eylem ve söylemlerimiz için Müzzemmil ve Müddessir surelerinden istifade edilebilir. Bildiğiniz gibi Müzzemmil eylem ahlakını, Müddessir söylem ahlakını inşa eder.

Hayatın anlamını inşa çabasına girmeyenlerin durumu mu? Onların durumu “Ön dişlerini fırçalayıp, arkadakiler nasıl olsa görünmüyor diyerek ihmal edenler gibi, kabrin arkasını ihmal eden ve sadece görünen bu dünya için çalışmak kolaycılığına düşenlerin durumu gibi” anlayacağınız çok vahim.  Ha! Bir de deve kuşu örneği var tabi…

Kenan Taştan

Siz Yeter ki Elinizden Geleni Yapın

Yusuf Ziya Ortaç “Portreler” adlı kitabında Mehmet Emin’den bahsederken “Beşiktaş’ta, Serencebey yokuşundaki konak yavrusuna ara sıra giderdim. Boğaz’a bakan, gök ve deniz dolu yazı odasında edebiyat üstüne konuşurduk. Birbirimizi hiç anlamadan!” der. Ne zaman aklıma bu pasaj gelse son günlerde farklı görüşlerde olan insanların ülke gündemi ile ilgili yaptıkları yorumlar gelir aklıma. Birbirimizi hiç anlamadan dahası anlamaya niyeti olmadan yapılan ve neredeyse tamamının kalp kırma ile sonuçlandığı fikir teatileri!

Hele bazı yorumlar var ki; “Hani beş para ver konuşsun, 10 para ver sussun cinsinden.” Prensibimdir bilgi alanım olmayan konulara fazla girmem; siyasette bunlardan biri ama son yaşananlar sessiz kalınacak cinsten değil. Ülkem yabancı mihraklar tarafından yangın yerine çevrilirken, birileri yurdum insanını maşa olarak kullanırken, “Söylenmedik sözlerin tadı dimağında kalsın çünkü susmak iradenin doruk noktasıdır.” deyip geçemiyorum. Sükûtun eylemsizliğine rağmen konuşmak hele de kelimelerin hakkını yüksek frekanstan vererek konuşmak geliyor içimden. “Âşık susarsa mahvolur” der tasavvuf ehli “arif susarsa” kabilinden benimkisi. Sussam bir türlü konuşsam başka…

Dün kardeş olan bizler her geçen gün birilerinin fitnesiyle bir diğerimizi ötekileştiriyoruz. Farkında mıyız bilmiyorum ama Diyarbakır’da, Cizre’de, Silopi’de adı belli olmayan ama içeriği ayan beyan ortada olan bir kardeş çatışması yaşanıyor. Ağlayan analar hepimizin anası, yetimler ise hepimizin yetimi.  Tozun dumana karıştığı bu ortamda ise sağlıklı yorum yapılamıyor.  Dünya’da insan kanının aktığı hemen tüm coğrafi ülkelerin Müslüman ülkeler olması ise işin farklı bir trajik boyutu.

Benim çocukluğumda çatışmanın adı alevi-sunni, sağ-sol çatışmasıyken, şimdilerde ise farklı isimlerle yine aynı ülkenin insanları birbirini vuruyor.” Karanlıklardan her hangi birini tercih etmek aydınlığa ihanettir.” sözü yaşananlar aklıma geldikçe nedense aklıma geliyor.

Ne acı ki şu an hiçbir Müslüman ülkenin hali bir başka ülkeyi özendirecek durumda değil. Dahası hiç birimizin hali bir başkasına örnek olacak durumda değil. Galiba çatışmamızı isteyenlerinde tam olarak istedikleri şeylerden biri bu.

Çözüm?

Malumunuz herkese ve her görüşe göre farklı.

Ancak tarihin değişmez kuralı “Öncekiler ne ile ıslah oldularsa, sonrakiler de öyle ıslah olurlar” gereği kardeşlik dilini geliştirmek. İslam kardeşliğini din, dil, ırk, cins ayrımı yapmadan herkese şamil kılmak. Beşer olmaktan, insan olmaya doğru yol alabilecek evrensel doğruları gündeme getirmek. Bizi kardeş yapan doğrular üzerinde ortak bir dil geliştirmek. Mazluma dinini, dilini, ırkını, cinsiyetini sormadan el uzatmak. Sadece Filistin’i, Gazze’yi, Arakan’ı… değil, ülkemizdeki mağdur, mazlum ve masum olan kişilere el uzatmak. Kalplerimizin katılaştığı, herkesin bir diğerini ötelediği ve tüm öncelikleri kendi nefsine yönlendirdiği bir ortamda yetimi, öksüzü sevindirmek.

Gözlerin ve gönüllerin vitrinlere, markalara, güzellere (!) ve metanın her türlüsüne endekslendiği bir dünyada, gözleri ve gönülleri yetime, öksüze, mağdura yönlendirmek.

Ülkeyi kahve köşelerinde, akşam sohbetlerinde yeniden ve yeniden kurtarmak için tartışmalı sohbetler yapmak yerine elimizden gelen her türlü hayrı ihtiyaç sahipleri ile paylaşmak. Her ne yapıyorsak elimizdekinin en iyisini yapmak. Her küçük hayrın külli hayırlara gebe olduğu bilinci ile yaptığını küçümsemeden ibadet şuuru içerisinde yapmak. İşte tüm bunları fert bazında yaparsak ülkeye ve ülke insanına en büyük iyiliği yapmış olacağımızı düşünüyorum.

Tarihe meraklı olanlar esir Kudüs’ün fethini başlatan sürecin Halepli bir marangozun minberi ile başladığını bilirler. Halepli marangoz, Selahaddin henüz beş veya altı yaşlarında Tikrit sokaklarında oyun oynarken esir Kudüs için dillere destan bir minber yapar. Kudüs esir diyenlere , “Ben minberini yaptım, bir yiğit de çıksın bunu oraya koysun çünkü benim elimden gelen bu.” der. Kulaktan kulağa gezen bu destanı daha çocukken duyan Selahaddin’i Eyyubi, “O minberi oraya ben koyacağım.” der. (Yani kendince elinden geleni yapar.)

Siz yeter ki minberi yapın, Allah elbet dünyada akan Müslüman kanını sonlandıracak bir Selahaddin’i Eyyubi’yi gönderir.

Yrd.Doç.Dr. Kenan Tastan

www.NurNet.org

Kendi Terapistiniz Olmak İster Misiniz?

Farklı ülkelerde, farklı toplumlarda yapılan son çalışmaların tamamı tek bir kalemden çıkmış gibi bize aynı bilimsel gerçekleri söylüyor: “Refah seviyesinin geçmişle kıyaslanamayacak kadar yükseldiği, teknolojinin insanın hayatının hemen her alanda rahatlattığı bir ortamda bireylerin bunaltı, kaygı, sıkıntı, depresyon, intihar gibi psikolojik kökenli hastalıkları her geçen gün artmaktadır.”

Yapılan çalışmalar intiharların dünyanın en müreffeh ülkelerinden olan İskandinav ülkelerinde daha fazla olduğunu bizlere gösteriyor. İyi ama neden?

Tıp alanında bunca ilerleme bunca ilaç ve terapi tekniğinin gelişmesine rağmen psikosomatik hastalıklar neden gribal enfeksiyonlar gibi salgın tarzında yayılıyor?

Çok değil daha yüz yıl öncesi dönemde yaşanan kıtlık, yokluk, hastalık ve ilaç bulamama endişesini yaşamayan günümüz insanı (en azından Suriye, Arakan, Irak vs. dışında ki ülkelerde durum bu) neyin endişesini, neyin kaygısını hissederek bunalıma giriyor?

Her türlü alanda yaşam standartları artmasına rağmen, 2020 yılında Depresyonun en yaygın ikinci hastalık olacağı öngörüsünde bulunan Dünya Sağlık Örgütü bu konuda neden yeterli önlemleri alamıyor/almıyor?

Gelişmiş ülkelerde bebek ölüm oranları binde beşlere kadar düşürülmesine, ortalama yaşam süresi seksenler’in üzerine çıkmasına rağmen psikolojik hastalıklar konusunda neden bir arpa boyu bile mesafe kat edilemiyor?

Soruları çoğaltmak mümkün, tabi bu sorulara verilebilecek muhtelif cevapları da… Her verilen cevap sorunu algılayış şeklinizi belirler diye güzel bir söz vardır.

Günümüz medeniyetinin insanın kendisine karşı yalnızlaşması, yabancılaşması ve bunların sonucu olarak da psikosomatik hastalıklara yakalanması sorununa bulduğu çözüm; bu insanlara mutluluk hapları vermesidir. Bu durum mekanikleşmeyi ve insanın kendine yabancılaşmasını daha da artırmaktadır. Her duygusal eksikliğe, her bunaltıya bir ilaç önerme çözümü insanın duygularının ötelendiği bir yaklaşım tarzıdır. Dahası bu duygular üzerinden büyük meblağların kazanıldığı rant kapısıdır.

Oysa insan kendini yapılandırabilen, kendini algılayabilen, sinyal veren bunaltı ve sıkıntı uyaranlarını ilaçlarla baskılamak yerine, o sinyallerin göndermiş olduğu kodları deşifre edip çözüm yollarına yönelmelidir.

Biz hekimler açısından ise organik bozuklukların ile ruhsal bozuklukların nerede başlayıp nerede sona erdiğini ve birbirleriyle olan etkileşimlerin ne oranda olduğunu tayin etmek çok önemlidir. Bu çerçevede organik kaynaklı ruhsal bozuklukları medikal terapinin kollarına sunarken, fonksiyonel ve kurgulanmış sanal programla ilintili ruhsal rahatsızlıkların tedavisinde olabildiğince psikoterapiden istifade edilmelidir. Ancak günümüzde ne terapist sayısı bu rahatsızlıklara yakalanan insanları tedavi etmede yeterli sayıdadır ne de uygulanan yöntemler bu toplumun inanç yapısıyla yeterince harmanlanmıştır. Günümüzde çokça dile getirilen terapilerin evrenselliğinden çok o ülkenin ve ülke insanının inanç yapısının ön plana çıkması gerekliliği haklı bir tartışma gibi gözükmektedir. Hatta bir adım ileriye giderek terapilerin bireyselleştirilmesi fikri ve her terapinin, terapi olacak insanın kendine has özellikleri gözetilerek yapılması terapilerdeki başarıyı artıracaktır.

Son zamanlarda artan kimlik-kişilik çatışmalarını, bunaltı, kaygı gibi psikosomatik hastalıkları azaltmada önereceğim teknik, dünya literatürüne 1916 yılında ilk kez Samuel Crothers tarafından isimlendirilmiş olan “Biblioterapi” tekniğidir. Biblio Yunanca ‘kitap’ ve terapi de ‘tedavi’ demektir. Benimde “Terapistin Terapisi” adıyla yazdığım kitabımda uygulamaya çalıştığım bu tekniği, İslam âlimlerinin birçoğunun eserinde görmek mümkündür.

Bu eserlerden biri de Bediüzzaman Said Nursi’nin müellifi olduğu Risale-i Nurlardır. Bu eser kişinin kendi rehabilitasyonu ve terapisi için okunabilecek değerli bir kaynaktır.

  • Öncelikli olarak kendini (yani İnsanı) tanımak isteyenlere; Asayı Musa Kitabında Yedinci Mesele ile izah edilen bölümü,
  • Sıkıntı ve stresle baş etmede zorluk çekenlere; Sözler kitabından özellikle 23. Sözü,
  • Kronik veya ciddi bir hastalığa yakalananlara; Hastalar Risalesini,
  • Çağımızda son zamanlarda özellikle ileri yaşlarda erkeklerde görülen Andropoz hastalığına yakalananlara; İhtiyarlar Risalesini,
  • Gençlikte yaşanan sıkıntılar yüzünden bunalanlara; Gençler Risalesini,
  • Ahiretle ilgili kafası karışık olup da işin içinden çıkamayanlara; Sözler Kitabından 10. Sözü,
  • Ene-ego gibi daha teknik ve derin meseleleri araştıranlara 30. Sözü,

Okumanızı tavsiye ederim.

Yrd. Doç. Dr. Kenan Tastan

www.NurNet.org