Etiket arşivi: Kerem Altındağ

Bahaneler işe yaramaz, sorumlusun!

Birşeyi yapmayı unuttuğumuzda veya yapmak istemediğimizde ilk sığındığımız şey bahane üretmek. Belki de böyle yapmak suretiyle üzerimizdeki yükten kurtulduğumuzu sanıyoruz. Oysa bahane üretmekle yapmadığımız şeyin sorumluluğundan kurtulmuyoruz aslında. Yani bahanelerimiz işe yaramıyor…

Acıbadem Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Emre Dorman, Nesil Yayınları arasında çıkan “Dini Konularda Kendini Kandırmanın 40 Yolu” isimli kitabında bahanelerin işe yaramadığını anlatıyor. Kitabında dini vazifelerimizi yerine getirmediğimizde ürettiğimiz kırk bahanenin aslında ne kadar temelden ve dayanaktan uzak olduğunu anlatan Yrd. Doç. Dr. Dorman, bahanelerin insanı sorumluluktan kurtarmadığını söylüyor.

Kitabında kırk bahaneyi kaleme alan Yrd. Doç. Dr. Dorman’ın anlatımıyla bazı bahanelerin işe yaramama nedenleri şöyle:

İleride nasıl olsa yaparım

Gerek okul, gerekse iş ortamında bir arada olduğunuz insanlarla dinî konularda konuştuğunuz zaman, genellikle çoğu kişinin inancının gereğini yerine getirmediğinin farkında olduğunu, bunun için çeşitli bahaneler öne sürmelerinin yanında dinî vazifelerini ileriki yıllarına ertelediklerini görebilirsiniz. Sanki ölümün yaşı varmış ve her gün pek çok genç, gözlerimizin önünde ölüp gitmiyormuş gibi, “Henüz yaşım genç; ileride nasıl olsa yaparım” diyerek kandırır insan kendini. Şeytan da boş durmaz, “Acelesi yok; daha ömrün çok” gibi süslü sözlerle destekler hemen kişiyi. Şüphesiz bu yanılgı ve gaflet şeytanın insana kurmuş olduğu tuzaklardan biridir. Hatta bazı aileler bile çocuklarının gençken hovarda bir yaşam sürmesini gayet normal olarak karşılarlar. “Biz zamanında neler yaptık, gençtir yapacak tabiî” ya da “Biz zamanında yapamadık, bari o çıkarsın hayatın tadını” mantığı ile çocuklarının gözlerinin önünde kayıp gitmesine seyirci kalırlar.

Nasıl olsa Allah affeder

Neleri yaparsam Allah affeder ya da affetmez şeklinde hesaplar yaparak iman edilmez Allah’a. Bu şekilde hesaplı, kitaplı, planlı teslimiyet olmaz. Peygamberler dahi affedilmeyi umarlarken, örneğin Hz. Yusuf Allah’a “Rabbim, sen bana mülk ve saltanattan bir nasip verdin. Olayların ve düşlerin yorumundan bana bir ilim öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Benim dünyada da ahirette de Velîm Sensin. Beni Müslüman/Sana teslim olmuş olarak öldür ve beni barışsever, hayırlı kullar arasına kat diye dua ediyorken, kimse nasıl olsa Müslümanız, bir şekilde kurtuluruz ya da Allah nasıl olsa affeder zihniyeti ile günahlara cesaretle dalamaz. Bu, şeytanın insanı aldatma yollarından bir diğeridir. Şeytan, “Sen yap Allah nasıl olsa affeder,” “Baksana millet neler yapıyor,” “Herkes iyi de bir sen mi kötüsün,” “Bu fırsat bir daha ele geçmez,” “Yap sonra tövbe edersin,” “Sen yapmazsan bir başkası nasıl olsa yapacak,” “Sen de cennete girmeyeceksen kim girecek cennete,” “Bu son” şeklinde vesveseler ile tuzaklar kurar insana. Kur’an bu konuda da uyarır insanları:

“Ey insanlar, Allah’ın vaadi gerçektir; sakın dünya hayatı sizi aldatmasın, o aldatıcı, sizi Allah(ın affına güvendirmek sureti) ile aldatmasın.” (Fatır Suresi, 5. Ayet)

“O yaman aldatıcı, sizi Allah ile aldattı.” (Hadid Suresi, 14. Ayet)

Herkes böyle yaşıyor

Esasen çok büyük bir mantık hatası yapıyor insanlar. Çoğunluğun bir şeyi yapıyor olması o şeyi doğru kılmayacağı gibi yapılan bir hatanın da çok kişi tarafından yapılıyor olması kişiyi bu hatadan muaf tutmaz. İnsan etrafındaki çoğunluktan güç alarak kendini kandırsa da Allah’ı kandıramaz. Kandıramayacağı gibi güç aldığı kalabalıklar ahirette ona yardımcı olamaz. Hüküm sürdüğünüz hayatı size verene hesap verilir ahirette ve hiç şüphesiz Allah’ın hesabı şaşmaz, zerre ağırlığınca bir şey olsa dahi Allah onu insanın önüne getirir; unutmaz. Bu yüzden bir iş yapmadan önce herkesi kandırsa da Allah’ı kandıramayacağını hesap etmelidir insan. Hesap Günü haklarında hüküm verilip de cehenneme sürüklenenlere sizi buraya sürükleyen neydi diye sorulduğunda verecekleri cevaplardan birinin şu olduğunu haber verir Kur’an ayetleri bize:

“Boş iş ve uğraşlara dalanlarla birlikte dalar giderdik.” (Müddessir Suresi, 45. Ayet)

Bu kadar kötülüğün ve kötünün olduğu yerde ben yine iyiyim

İnsanın kendini kandırma yollarından ve içine düştüğü önde gelen yanılgılardan bir diğeri de, kendini kötü örnekler ile mukayese ederek aklamaya çalışma yanılgısıdır. Bu yanılgı dindar kabul edilen kişilerin oluşturduğu kötü örneklerden farklı olarak dindar ya da dinî uygulamalardan uzak ayrımı gözetilmeksizin insanların geneline yönelik yapılan bir değerlendirmeye dayanır. Daha önceki başlıklarda da gördüğümüz gibi insan kendini aklamak ve kendince haklı gerekçeler ileri sürmek için her yolu kullanır. Kendi iyiliğinin ya da kötülüğünün ölçüsünün başkalarının iyilik ya da kötülüklerine göre belirleneceğini sanarak yanılır. Yeryüzündeki insanların tamamı da kötü olsa bu yine kişinin bireysel durumu için bir şey ifade etmez. Etmez çünkü ahirette herkes kendi yaptıklarından hesaba çekilir.

Bu kadar hassas olma, ince düşünme

Çoğu insan farkında değildir ama insanın yaptığı her şey kayıt altına alınır. Ve zerre ağırlığınca hatta bundan bile daha küçük olan her şey Hesap Günü kişinin karşısına getirilir.

“Sen bir iş ve oluşta bulunsan, Kur’an’dan bir şey okusan; siz herhangi bir iş yapsanız, siz ona dalıp gitmişken biz üstünüzde mutlaka tanıklarız. Ne yerde, ne gökte zerre ağırlığınca bir şey, ondan daha küçüğü de daha büyüğü de Rabbinden uzakta/gizli kalmaz; tümü apaçık bir Kitap’tadır.” (Yunus Suresi, 61. Ayet)

İnsanlar bu konuda da aldatıp kandırırlar kendilerini. “Aman canım bu kadardan ne olacak” şeklinde cümleler tutsağı eder insanları. Oysa azımsanan hatalar birikerek insanın boyunu aşar zamanla. Şeytanın tuzağına düşerek açtığınız ufak bir günah kapısı davetiye çıkartır tüm şeytanlara. Bir de bakarsınız o ufak dediğiniz aralık hissettirmeden ardına kadar açılmıştır kolayca. Sonunda günahlarınızla baş başa kalırsınız. Oysa Allah’ın rızasını ve kendi menfaatini düşünen biri küçük-büyük demeden özen göstermelidir hata ve günahlardan sakınmaya. Çünkü şeytan detaylarda gizlidir ve detayları önemsiz görerek gaflete düşmemek gerekir.

Önce geleceğimi garanti altına almalıyım

Şeytanın insanları kandırma ve onları çeşitli vesveseler ile yanılgı ve bahanelere sürükleme yollarından biri de hiç şüphesiz insanların gelecek ile ilgili sahip oldukları endişe ve kaygılardır. Daha annesinin karnındaki çocuğa meslek seçmekle başlarız bu endişelere. Seçilen bu meslekler ise genellikle çok para kazanıp rahat edeceği mesleklerden olur her ne hikmetse. Aileler belki kısmen kendilerine göre haklı gerekçelerle küçük yaşlardan itibaren işlemeye başlarlar çocuklarını; “Aman yavrum ileride çok büyük adam ol,” “İyi bir meslek sahibi ol,” “Ele güne muhtaç olma,” “Kendini ve geleceğini garanti altına al” gibi çeşitli nasihatlere muhatap olmanız kaçınılmaz hale gelir. Daha küçük yaşlardan itibaren bu gelecek kaygı ve endişesi ile büyüyen çocukların da tüm hedefleri geleceğini garanti altına almaya endekslenir. Üstelik geleceği bile garanti olmayan geleceği! Öyle ki çoğu insan kısa yoldan köşeyi dönme mantığı ile girer işlerin içine. Fırsatını bulduğundaysa hak, hukuk ve adaleti terk etmesi işten bile değildir. İnsan farkında değildir ama bu kaygılar da şeytanın insanlara kurduğu tuzaklardan biridir. Kur’an ayetleri bu konuda da uyarılarda bulunur insanlara:

“Şeytan sizi fakirlikle korkutur, sizi görünür görünmez çirkinliklere sürükler, Allah ise size kendisinden bir bağışlanma ve lütuf vaat eder.” (Bakara Suresi, 268. Ayet)

Günahı benim boynuma

Bazı insanlar hayret edilecek şekilde garip davranırlar. Bu davranışlardan en garip olanlarından biri ise hiç şüphesiz “Sen yap. Günahı benim boynuma” söylemidir. İnsan bu kadar mı kendini bilmez? “Kendi günahları yetmedi mi bir de el âlemin günahına talip olmaya cüret ediyor“ demek gelir içinizden. Günah bu kadar rahat taşınabilir bir şey midir ki, önüne gelenin günahını alır sırtına. Kendince dinî bir hassasiyet taşıdığı için günahlardan uzak kalmaya çalışan birini çeşitli bahaneler ile kötülüğe sürükleyen bu gibi kişiler, etraflarındaki herkesin kendileri gibi günahkâr olmasını isterler. Üstelik sorsanız inançlıdırlar da. Ama nasıl bir gaflet uykusudur ki bu ben zaten nefsime yenilip hata yapıyorum bari şu adam uzak dursun demek yerine kendi gibi suça teşvik eder insanları. Oysa, Kur’an uyarır bu duruma aldanmasınlar ve günahlarını kendilerinden başka kimsenin taşıyamayacağını bilsinler, diye insanları:

“Her benliğin kazandığı kendi üstünde kalır. Hiçbir günahkâr bir başka günahkârın yükünü taşımaz.” (En’am Suresi, 164. Ayet)

Dinî konulara fazla dalmak aklını kaybettirir insana

Bazı insanların dini yaşamamak için ileri sürdükleri bir diğer bahane, dinî konularla fazla ilgilenmenin insanın aklını kaçırmasına sebep olacağı yanılgısıdır. Zaman zaman “Bizim mahallede bir hacı amca vardı, sabah akşam Allah’ı anardı, sonunda kafayı sıyırdı” ya da “Bizim Ahmet yok mu, çocuk dinî meselelere girdi ve keçileri kaçırdı” şeklinde asılsız bahanelerin ileri sürüldüğünü görebilirsiniz. Din adına uydurulan şeylere itibar eden bazı kişilerin işin içinden çıkamayarak dinî konulardan uzaklaştığı ya da ruhsal bir takım sorunlar yaşadığı örneklerin görülmesi mümkündür. Ancak bunun sebebi din değil, yanlış din algısıdır. Allah tarafından indirilen ve Peygamberi tarafından tebliğ edilen din kadar insan tabiatına uygun olan başka bir şey daha yoktur insan için. Dini doğru bir şekilde öğrenip yaşamak isteyen biri için engel nedir? Bunun yanında hangi şey din üzerine düşünmemeye bahane olabilir. Basit ve dayanaksız örnekler ile dinden uzak durmayı çok aklı başında bir iş gibi göstererek bu şekilde dinî gerekliliklerden uzak bir hayat yaşamak kişinin kendini aldatması değil de nedir?

Kerem Altındağ

MoralDunyasi.com

Ramazan’da israfı önlemek için Gıda Bankalarını arayın!

Türkiye İsrafı Önleme Vakfı Başkanı Prof. Dr. Aziz Akgül ile genelde israf konusunu, özelde de Ramazan ayında yaşanan gıda israfı konuşmaya gittiğimizde, Aziz Bey gıda israfının “gıda bankaları” yoluyla önlenebileceğini, özellikle de Ramazan ayında bu uygulamanın çok iyi sonuçlar verebileceğini söyledi

Gıda Bankacılığı uygulaması, Aziz Akgül’ün milletvekili olarak kanun teklifini hazırladığı ve başkanı olduğu Türkiye İsrafı Önleme Vakfı’nın başlatmış olduğu ve yasalarla desteklenen bir uygulama. Gıda Bankacılığı sistemi şöyle işliyor: Gıda Bankacılığı, bağışlanan veya üretim fazlası gıda maddelerini ihtiyacı olanlara ulaştıran bir sistem. Sistem, kanunlarda şöyle tanımlanıyor: “Bağışlanan veya üretim fazlası, sağlığa uygun her türlü gıdayı tedarik eden, uygun şartlarda depolayan ve bu ürünleri doğrudan veya değişik yardım kuruluşları vasıtasıyla fakirlere ve doğal afetlerden etkilenenlere ulaştıran ve kâr amacı gütmeyen dernek ve vakıfların oluşturduğu organizasyon.”

Şirketler veya şahıslar gıda bankalarına yaptıkları gıda, temizlik malzemesi, giysi ve yakacak bağışlarının maliyet bedelini vergi beyannamelerinde gider olarak yazabiliyorlar. Bu bağışlar, KDV’den de müstesna.

Gıda Bankalarına yapılan ayni bağışların gider olarak yazılabilmesi ve bu bağışlara KDV istisnası tanınması, 5035 Sayılı Kanun’la hükme bağlanmış, usul ve esasları Maliye Bakanlığı’nın 251 No’lu Gelir Vergisi tebliği ile düzenlenmiş. İlk başta sadece gıda maddesi bağışlarına tanınan vergi istisnasının kapsamı 2004 yılında temizlik malzemeleri, giysi ve yakacak bağışlarını da kapsayacak şekilde genişletildi.

Beş yıldızlı iftarlar

Türkiye İsrafı Önleme Vakfı Başkanı Aziz Akgül, Ramazan ayında insanların çeşitli nedenlerle zengin iftar sofraları hazırladıklarını veya beş yıldızlı otellerde iftar davetleri verebildiğini belirterek “İnsanlara bunları yapmamalarını söylemek gerçekçi değil. Bunlar olacak ama bunlar olurken önemli olan orada yaşanacak israfın önlenmesidir. Eğer, bu yapılabiliyorsa, tabii ki insanlar davetler versin. Lüks iftar sofralarından el değmeyen yiyeceklerin çöpe atılması çok büyük bir israftır. Bu israf ise, Gıda Bankaları sayesinde önlenebilir” diyor.

Gerek iftar daveti sahiplerinin gerekse işletme sahiplerinin bu noktada hassas davranarak Gıda Bankalarıyla irtibata geçebileceklerini ifade eden Akgül “Masa başında tabaklardan artan değil; el değmemiş, paketi açılmamış gıdalar, Türkiye’nin değişik kentlerinde faaliyet gösteren Gıda Bankaları yetkilileriyle temasa geçilerek fazla gıdaları israf etmeden, gıdaların ihtiyaç sahibi insanlara ulaşması sağlanabilir. Ben, özellikle işletme sahiplerinin bu sistemi aktif olarak kullanmalarını tavsiye ediyorum. Çünkü israfı önlemenin yanı sıra bağışlanan yiyeceğin tutarı vergiden düşülecektir. İftar daveti sahibi kişilerin de, bu hususta hassas olmaları ve bir şekilde Gıda Bankalarıyla irtibata geçmeleri hem insanî değerler açısından hem de inancımızın bir gereği diye düşünüyorum” diye konuşuyor.

Gıda Bankacılığı Derneği

Türkiye İsrafı Önleme Vakfı, 1967 senesinde ABD’de başlayan ve bugün tüm dünyada birçok ülkede başarıyla uygulanan Gıda Bankacılığı sistemini Türkiye’de de yaygınlaştırmak için çalışmalar yapıyor. Bu amaçla, vakfın telkinleri sonrasında çok değerli bir işadamı grubu tarafından Gıda Bankacılığı Derneği kuruldu. Dernek; ilgili kanun, kararname ve yönetmeliklerle tanımlanan Gıda Bankacılığı faaliyetleri kapsamında Gıda Bankacılığı yapmak; Gıda Bankalarının faaliyetlerinin koordinasyonu, planlanması, etkinleştirilmesi ve geliştirilmesini sağlamak ve bu konuda çalışmalar yapan kişi ve kuruluşlara destek vermek ve onlarla işbirliği yapmak amacıyla kuruldu.

Türkiye İsrafı Önleme Vakfı Başkanı Prof. Dr. Aziz Akgül, röportajımız esnasında ilgili kişileri arayarak Ramazan ayında iftar sofralarından el değmeden artan gıda maddelerinin değerlendirilmesi amacıyla görüşmeler yaptı.

Akgül’ün irtibata geçtiği Gıda Bankacılığı Derneği Genel Sekreteri Uğur Uralcan, Ramazan boyunca yoğun çalışan Gıda Bankalarının isimlerini, yetkilileri ve telefon numaralarını Moral Dünyası dergisine iletti. Uralcan’ın verdiği bilgilere göre iftar sofralarında israfı önlemek için aşağıdaki kurum ve kişilerle irtibata geçilebilir. Ayrıca Gıda Bankacılığı Derneği’nin http://www.gidabankaciligi.org adresli internet sitesinden ve (0212) 334 46 25 nolu telefondan daha geniş bilgi alınabilir.

Beyoğlu Belediyesi Gıda Bankası / Sosyal Market Vakfı

Ali Koca

(0533) 920 25 68

Adapazarı Belediyesi Gıda Bankası / Toplumsal Yardımlaşma Marketi

Erkan Arık

(0554) 774 84 16

Silivri Belediyesi Gıda Bankası

Esra Hüner

(0212) 727 10 02

Türkiye İsrafı Önleme Vakfı Başkanı Prof. Dr. Aziz Akgül:

“Evdeki israfı çocuklar önleyebilir”

Sizin yaptığınız araştırmalara göre Türkiye’de israf ne boyutta?

Türkiye’de millî gelir 2012 yılına 799 milyar dolar ve biz bunun yüzde 25’ine denk gelen bir miktarını israf ediyoruz. Bu da yaklaşık 200 milyar dolar, yani inanılmaz bir miktara tekabül ediyor. Türkiye’de bu parayla refah içinde yaşayacakken birtakım ekonomik sıkıntılar çekiyoruz.

En çok israf nerelerde yapılıyor acaba?

Türkiye İsrafı Önleme Vakfı olarak israf alanlarını 4 ayrı kategoriye ayırıyoruz. Bunlardan birincisi “altın israf alanları”, yani en çok israf oranı olan yerler. İkincisi “gümüş israf alanı” ki bu da altından daha az israf yapılanlardan oluşuyor. Diğer alanlar “bronz israf alanları” ve “düz alanlar”dır.

“Altın israf alanı” derken, buralarda çok fazla israf yapıldığı için mi öyle diyorsunuz?

“Altın israf alanı”, Türkiye’de 1990’dan itibaren devam eden şekilde iç borç faizleridir. Günümüz Türkiye şartlarında bizim yurt içi kaynaklardan Hazine’ye borç vermememiz gerekir. Burada yatırımcıların o parayı yatırım yapmak ve üretmek için kullanması gerekiyor. Fakat yatırımcılar hazine bonosu alıp bu şekilde parayı değerlendirmeyi tercih edince üretim yeterince yapılamıyor. Üretim olmayınca dışarıda rekabet gücü alt seviyelerde gerçekleşiyor.

Yani en çok israf, iç borç faiz nedeniyle mi yapılıyor? Bu nasıl oluyor?

Türkiye olarak 2012 yılında yaklaşık 40 milyar TL iç borç faiz ödemesi yaptık. Bu borç olmasaydı ve bu parayı yatırım yaparak değerlendirebilseydik neler olurdu acaba? Bu durumu izah etmek için bazı örnekler vermekte fayda var. Bu parayla her biri 100 bin TL değerinde 400 bin konut yapılabilir ve böylece Türkiye’de konut sorunu ortadan kalkardı. Aynı zamanda bu parayla her birisi 300 yatak kapasiteli tanesi 25 milyon TL değerinde 1600 hastane yapılsaydı sağlık kuruluşlarındaki yetersizlikler son bulabilirdi. Aynı zamanda iç borç faiziyle 100 bin km otoyol yapılabilirdi. Böylece ülkemizin ulaşım problemi ortadan kalkarken bölgeler arasındaki alışveriş hızlanabilir ve bölgeler arasındaki kalkınmışlık farkları ortadan kalkardı.

İsraf yapmasaydık her bir ihracatçı için 150 bin TL’lik kredilerden 260 bin işletme yararlanılırdı. Mesela bu parayla yoksul kişileri girişimci yapabilirdik. Her bir dar gelirliye 30 bin TL verebilirdik. Böylece yoksullarımızı başka birine muhtaç olmaktan kurtarabilirdik. Bu sadece “altın israf alanı”nda yapılan israfın engellenmesiyle ortaya çıkan bir tablo…

Gerçekten etkileyici rakamlar. Asıl ilginç olanı bunun devlet eliyle yapılıyor olması… Peki, ikinci sıradaki “gümüş israf alanı” neyi ifade ediyor?

İkinci kategori olan “gümüş israf alanı” sosyal güvenlik sistemine aktarılan kaynaklardan oluşuyor. Dünyada 19. yüzyılda Bismarc tarafından uygulamaya konan, daha sonra değişime uğrayan sosyal güvenlik sistemleri, Türkiye’de yapılan değişikliklere rağmen, içler acısı bir durumda. Primlerden toplanan paralar sosyal güvenlik harcamalarına yetmiyor. Bunun yanı sıra vergilerden eğitime, sağlığa ve altyapıya gitmesi gereken kaynaklardan 715 milyar TL’yi bu sistemin açıklarını gidermek için kullanmaya başladık. Bu açıklar, çalışanların çok genç yaşta emekli olmasını sağlayan düzenlemeleri ve kanunları yürürlüğe koyan siyasetçiler nedeniyle oluştu.

İsrafın diğer boyutları nedir acaba?

Kamu kurumlarında gereksiz ve amaçsız yere yapılan işlem ve harcamalar, israf alanlarının “bronz” dediğimiz üçüncü kategorisini oluşturuyor. Kamu kurumlarının gece ışıklı pano kullanmasının mantığı var mı? Mesela, Türkiye İstatistik Kurumu, teknik bir kurumdur. İstatistikî araştırmalar ve anketler düzenler ve istatistikî verileri politika üreticilerinin emrine sunar. Bu tip kurumlar, doğrudan vatandaşın hizmet almak için başvurmadığı kurumlardır. Fakat Eskişehir-Ankara yolunda dev gibi bir bina üzerindeki ışıklı panoda “Türkiye İstatistik Kurumu 159. yıl” yazar. Vatandaşın bununla alakası yok. Aslında bizi bunlar pek de ilgilendirmiyor. Peki, niçin bu harcamalar yapılıyor? Devlet kurumunda buna benzer binlerce ışıklı pano görebilirsiniz. Bu ve buna benzer kamu kurumlarındaki her türlü israflar “bronz israfı alanı” olarak adlandırılır.

İlk üç sırada devlet kurumları var, şahısların yaptıkları israflar ne boyutta acaba?

Şahısları ilgilendiren “düz alan” ismini verdiğimiz israf kategorisinde; gıda, elektrik, su ve kâğıt israfları sayılabilir. Bunlar da, çok önemli ve ciddi boyutlarda israf alanlarıdır. Dünyadaki toplam su rezervlerinin sadece yüzde iki buçuğu yer altında birikiyor. Yani insanlar ancak bunlardan istifade edebilir. Ancak bu kaynakların yüzde iki buçuğunun sadece binde üçü nehir ya da göllerde bulunur. Düşünebiliyor musunuz bu oranı? Bizim ikame edilmesi mümkün olmayan su unsurunda israf yapmamamız gerekli. Özellikle küresel ısınmanın gündemde olduğu bu günlerde suyun kullanımına dikkat etmeliyiz.

Mesela, mutfakta tasarruf için yapılacakları tek tek anlatıyoruz. Her şeyi söylemek mümkün ama bu konuda dikkat edilmesi gereken noktalar aslında çok basit: İsrafın önlenmesi için gereksiz ve amaçsız yere suyla ilgili bir işlem ve harcama yapmayın. Su bize sunulan bir nimet, tabii ki kullanacağız. Ama kullanırken onu tasarrufla kullanacağız. Elimizdeki imkânlar bol olsa da, onların tüm insanlık için verildiğini bilmek gerekiyor.

Aslında evdeki israfı önlemede çocuklar da etkili olabilir. Şöyle ki: Mesela çocuklar bu ay eve gelen elektrik faturasına baksın. Diyelim ki 100 TL. Bir sonraki ay çocuklar bu faturayı tasarruf tedbirleri ile düşürmeye çalışsın. Bir sonraki ay gelecek olan fatura eğer 70 TL’ye düşürülmüşse 30 TL çocuklara harçlık olarak verilsin. Bu sayede hem çocuklara iktisat bilinci kazandırılmış olur hem de israfın önüne geçilmiş olur.

Kerem Altındağ

Moral Dünyası Dergisi

Öfkelen ama kontrolü kaybetme…

Toplumda öfkeli insanlar pek de rağbet görmez. Bunun sebebi ise öfkede dozun kaçırılması. Uzman Psikolog Mehtap Kayaoğlu, öfke duygusunun sevinç, üzüntü, coşku gibi normal bir duygu olduğunu, dozajında kullanıldığında insanı dışarıdan gelen tehlikelere karşı koruduğunu söylüyor. Kayaoğlu’na göre ayarı kaçan, kontrol edilemeyen öfke ise istenmeyen durumlara yol açabiliyor.

“Öfkeyle kalkan zararla oturur” atasözü meşhurdur. Gerçekten de insan bazen öfkesinin esiri olarak hiç de istenmeyen şeyler yapabiliyor. Daha sonra gelen pişmanlıklar ise maalesef bozulan durumu tamir etmeye yetmiyor.

Uzman Psikolog Mehtap Kayaoğlu’nun öfkeyle kalkıp zararla oturmanın önüne geçmek için kaleme aldığı “Öfke Kontrolü” isimli kitabı Nesil Yayınları arasında çıktı. Kayaoğlu kitabında öfkenin normal bir duygu olduğuna vurgu yaparak kontrolden çıkan duygunun istenmeyen sonuçlar doğurabileceğini belirtiyor.

Kitabında öfkeyi tanımamızı ve kontrol altına almamızı sağlayacak bilgilere yer veren Kayaoğlu ile yaptığımız röportajda öfkenin nasıl kontrol altına alınabileceğinin püf noktalarını öğrendik.

Klasik bir soruyla başlamak istiyorum. Öfke nedir?

Öfke; engellenme, incinme veya gözdağı karşısında gösterilen saldırganlık tepkisi, kızgınlık anlamına gelen normal ve sağlıklı bir duygudur.  Aslında öfke; incindiğimiz zamanlarda, engellendiğimiz zamanlarda ya da birileri bize gözdağı veriyor hissine kapıldığımız zamanlarda içimizden fışkıran bir duygu halidir.

Siz sağlıklı ve normal dediniz, oysaki öfke hali toplumda genelde sağlıksız bir şey olarak bilinir. Öfkeli insanlara sanki anormal birisiymiş gibi muamele yapılır.

Öfkeli insanlara anormal insan muamelesi yapmak doğru değil, ama öfkesini kontrol edemeyip de saldırgan davranışlar sergileyen insanlar var. Bizim öfkeli dediğimiz insanlar onlardır. Genellikle davranışına dikkat etmeyip saldırgan tepkiler veren insanlardır.

Diyelim ki siz herhangi bir şey yapıp beni kızdırabilirsiniz, ben o kızdırdığınız durumla alakalı olarak size “Bu davranış beni gerçekten çok kızdırıyor. Şu an farkında mısınız bilmiyorum ama beni çok kızdırıyorsunuz” diyebilirim. Bu kızgınlığımı size gösterme ve anlatma biçimim olarak ortaya koyduğum bir davranış olabilir.  Ama “Sen kimsin? Ne demek istiyorsun!” gibi bir takım hakaretlerin de olduğu, tehditlerin olduğu, saldırgan davranışların olduğu üslubu da ortaya koyabilirim. İkisinde de öfke var. İkincisi patlayan bir öfke, birincisi ise farkındalık öfkesi, dizginlerin benim elimde olduğu bir öfke.

Dolayısıyla öfke aslında korku gibi, heyecan gibi, üzüntü, mutluluk, neşe, endişe gibi normalde sağlıklı bir duygu. İnsanı insan yapan özelliklerden bir tanesidir.

Peki, biz bu normal olan duyguyu nasıl anormal hale getiriyoruz?

Ben yıllardır öfke konusu üzerinde çalıştığım için biliyorum, Türk insanının en fazla kullandığı duygulardan biridir öfke. Türk insanı öyle alışmış. Endişelenir, endişelendiğinde öfkelenir, korkar öfkelenir, heyecanlanır öfkelenir. Diyelim ki kadın kocasını bekler, eşi gecikir. Geciktiğinde aslında eşinin gecikmesiyle kaygı üretir. “Eyvah! Başına bir iş mi geldi” diye endişelenir, kaygılanır. Kapıyı açarken “Nerede kaldın?” diye bağırarak öfkeli bir şekilde açar. Eşi de “Ne bağırıyorsun, trafik vardı” diye bağırarak karşılık verir. Böylelikle karşılıklı kavga başlar.

Eşin öfkesi aslında kendine karşı yöneltilen öfkeye bir tepki değil mi?

Evet. Aslında eşlerden ikisi veya birisi öfkeyi tanısa böyle bir manzara çıkmaz. Diyelim ki kadın manzarayı tanımıyor, öfkesinin daha doğrusu endişesinin farkında değil, “Nerede kaldın?” diye bağırınca, adamın öfke kontrol eğitimi aldığını düşünelim, o cümlenin arkasındaki doğru mesajı algılar. Düşünür ki burada “Evet bir patlama davranışı var, ama bunun altında beni merak etmesine yönelik bir duygu yatıyor” diye düşünerek “Canım karıcığım beni merak mı etmiş. Hayatım, trafik çok yoğundu onun için geciktim. Endişelenecek bir şey yok, korkma” der. Böyle yapınca hemen konuşmanın yönü ve seyri değişir.

Böyle bir eğitim bayanda varsa öfkelenmeye başladığını fark edince kendine, “Bu neyin öfkesi? Burada öfkeden önce bir endişe var. O zaman kapıyı endişeli açabilirim ama öfkeli açmamalıyım” der.  Kapıyı endişeli açınca da, “Merak ettim, nerede kaldın?” diye sorar ama bunu da tatlı bir şekilde söyler. Sert şekilde söylemez.

Öfkeyi tanımak veya tanımamak olayın seyrini bir anda değiştirebiliyor yani…

Kesinlikle. Mesela anne evden çıkıyor, diyelim ki çocuğuna bir şey giydirmeye çalışıyor. Çocuk o anda giymeyeceğim diye tutturuyor, anne öfkeleniyor ve bağırıyor. Niye bağırır? “Benim sözümü dinlemiyor” diye. Çocuğun itiraz etmesini anne sanki kendisini tehdit altında hissederek, “Sen kimsin ki üç yaşındaki halinle bana karşı geliyorsun, sen benim sözümün dışına nasıl çıkabiliyorsun?” gibi çocuğun oradaki red davranışını kendisine yönelik ve çocuğu üzerindeki kontrol kaybına yönelik bir süreç olarak algılar. Kontrolünü kaybetme korkusu ile öfkelenir ve çocuğun üzerine yüklenir. Ama öfke kontrolü eğitimi almış bir anne, “Çocuklar sokağa çıkarken böyle yapabilirler. Bize düşen de onu giydirmek” diye düşünüp çocuğuna, “Dışarısı çok soğuk, sonra üşürsün, öksürürsün. Olmaz yani. Kusura bakma ben anne isem sen bunu giyeceksin” der. Bu şekilde tatlı bir yaptırımcı üslupla bunu halleder. Bağırıp çağırmaya gerek yok.

Öfke her zaman ve her yerde kontrol altına alınması gereken bir duygu mu yoksa gerekli olduğu durumlarda var mı? Öyle bir an gelir ki hani zalimin zulmüne razı olmak da haksızlıktır.

Doğru, öfke kontrolü deyince insanlar “kendini ezdireceksin, kendini ifade etmeyeceksin, kim ne derse hı hı deyip başını sallayacaksın, alttan alan hep sen olacaksın” sanıyor. Öfke kontrolü bunların hiçbirisi değil. Onlar öfke kontrolü değil, tamamen içe atma politikası ya da korkaklık ya da sessizlik politikası. Öfkeyi tanımak dediğimiz şeyde zaten siz karşının ne yaptığını biliyorsunuz, karşı tarafın yaptığı hareketten dolayı sizde oluşan tepkiyi biliyorsunuz. Sizde oluşan tepkiyi de ortaya ne derecede ve ne şekilde çıkarmak gerektiğini biliyorsunuz. Dolayısıyla dizginler tamamen sizin elinizde.

Öfke çıkması gereken yerde tabii ki gösterilmesi gereken bir duygudur. Azgın bir köpek gördüğümde korkunun ortaya çıkmasının normal olduğu gibi… Köpek beni ısırabilir. Ama ben şimdi oturduğum yerde durup dururken bir korku paniği yaşıyorsam bu panikataktır. Azgın köpeğin karşısında korkuyorsam bu normaldir. İkisi de aynı korku ama formları değişik. Birinde ben normal ve sağlıklı bir insan gibi tepki veriyorum, normal olmuş oluyorum. Ötekinde de bünyem gereksiz bir tepki veriyor.

Öfke kontrolü demek kendini ezdirmek demek, sürekli alttan almak demek, zalimin zulmü karşısında da ağzına fermuar çekip açmamak değildir.

Yani öfke gerekli ama bunu iyi kontrol etmek, iyi tespit etmek gerekiyor.

Çünkü bir taraftan işe yarar. İyi motive eder. İnsanlara sizin sınırlarınızı hissettirir. Zalimin zulmü karşısındaki o tavır dedik ya, diyelim ki ben Müslüman bir insanım. Birileri benim zıddıma zıddıma gidiyor. Haram olduğuna inandığım şeyleri bana zorla yaptırmaya çalışıyor. Orada ortaya koyacağım vakurlu ve sağlıklı tavır ve benim hafif öfke tonunda dolaşan ses tonum, benim ifadem, tavrım bu insanlara benim kırmızı çizgilerimi hatırlatır.

Öfke gerekli ama dozunda olursa. Dozunda olmazsa nelere yol açar?

Tansiyon olunca doktorlar diyorlar ya fazla üzüntü yasak, fazla sevinç de yasak. Onun gibi sevincin bile fazlası yasak. Yani her şeyin azı karar, çoğu zarar mantığı var ya onun gibi. Öfkeden uzak olmanız mümkün değil. Öfke bir duygu, bunun uçarı kaçarı yok. Öfke ve kızgınlık bir duygudur ve insanın yaratıldığı günden beri insanın içine yerleştirilmiş olan şifrelerden birisidir. Ama bizim gün içerisinde çok şikâyet edip durduğumuz ve benim de kontrol altına almaya çalıştığım şey öfke duygumuzun kontrolden çıkması, dozunun gereğinden fazla yükselmesi ve saldırganlığa dönüşmesi, hakaretlere, sözel saldırganlık veya bedensel saldırganlık… Bu şekle dönüşmesine biz engel olmaya çalışıyoruz. Yoksa çocuk anneye kızabilir, anne de çocuğuna kızabilir. Ama birbirlerine kızdıkları için birbirlerini incitmeden, birbirlerinin kişilik ve hak-hukuk sınırlarını ihlal etmeden bu öfkeyi dile getirmeliler. Öfkelenebilirim ama zarar veremem.

Öfkeli bir insanın bundan tamamen kurtulması için ne yapması gerekir?

Sebebi ne olursa olsun hiç kimse öfkeden tamamen arınamaz. Çünkü öfke son derece insanî bir durumdur. Hatta öfke bir miktar ‘haz’dır. Kişinin kendisini korumak için duyduğu kuvvetli arzudan kaynaklanır.

Öfkeli insanlar, kişisel değerlerini, değer yargılarını, kararlarını korumak isterler. Koruyamayacaklarını düşündüklerinde, başka bir yol da bilmiyorlarsa refleks olarak öfkeye kapılırlar. Demek ki sebebi ne olursa olsun, hiç kimse öfkeden tamamen arınamaz. Ama öfkesiyle ne yapacağını bilir. Öfkeyi işleyebilir. Böylece öfkesini saldırgan boyutlara taşımadan, uyumlu bir davranış gösterebilir.

Öfkelendiğinizi nasıl anlarsınız?

Bir kimse öfkelenir öfkelenmez fiziksel olarak işaretler devreye girmeye başlar. Bu fiziksel belirtileri şöyle sıralayabiliriz:

• Uyaran, duyguyu harekete geçirir. İçinden kızgınlık hissetmeye başlar. Olay devreye girmeye başladığında, öfkeye alışık olan bünye, öfke öncesi kızgınlık duygusunu harekete geçirir. Duygu kızmaya başladıkça öfkenin fiziksel belirtilerine zemin hazırlanmış olur.

• Stres ve gerginlik başlar. Kişi, öfkelenmeden önceki halinde değildir artık. Yavaş yavaş gerilmeye, stres belirtileri göstermeye başlar. Aslına bakarsanız uzun vadede yaşanan stresin belirtileri, öfke anının hemen öncesinde topyekûn yaşanır.

• Enerjiyi arttıran adrenalin salgısı artar. Böbrek üstü bezi vücuda anlık enerji sağlamak için karaciğerde depolanan glikojenin kan şekerine dönüştürülmesine yardımcı olan adrenalin adlı stres hormonunu devreye sokar.

• Nefes alıp verme sıklaşır. Böylece vücuda daha fazla oksijen sağlanmaya çalışılır.

• Kalp atışları hızlanır. Böylece kan dolaşımını artıracak sistem devreye girmiş olur.

• Sindirim yavaşlar.

• Şah damarları; özellikle yüz ve alındaki bölümleri genişler.

• Kasların gerginliği ve titremesi artar.

• Tükürük bezinin salgısının azalması nedeniyle boğaz kurur.

• Terleme artar, deri direnci azalır.

• Seste bir aksaklık ve çatlaklık başlar.

• Beden öne doğru eğilerek saldırıya hazırlanır.

• Gözler kararır, solunum hızlanır, ağız kapanarak dişler sıkıldığı için solunum burun delikleri açılarak sağlanır.

• Öfkeyle birlikte çok kere bulantı, ağızda yapışkanlık ve hazım bozukluğu oluşur.

• Kan damarları genişler, kan dolaşımı hızlanır. Bundan ötürü kızarma veya şişme meydana gelebilir.

Bunların yanı sıra unutkanlık, uykusuzluk, huzursuzluk, acelecilik, aşırı yemek yeme veya yememe, konsantrasyon ve dikkat problemi, ilaç kullanımı, aşırı bastırılamayan öfke durumlarında madde kullanımları, baş ağrıları, mide rahatsızlıkları, solunum problemleri, cilt problemleri, böbrek fonksiyonlarında problemler, sinir sistemi rahatsızlıkları, dolaşım sorunları, varolan fiziksel rahatsızlıkların kötüleşmesi, duygusal rahatsızlıklar, çok ilerlemiş ve içe atılmış öfkelerde depresyon gibi belirtiler de görülür.

Kerem Altındağ / Moral Dünyası Dergisi