Etiket arşivi: kibir

En Tehlikeliden Daha Tehlikelisi!

En Tehlikeli Üç Harfliler” başlıklı yazımızda, asıl korkulması gereken üç harflinin “ben” olduğu üzerinde durmuştuk. Kelimenin Arapçadaki ve Batı dillerindeki “ene” ve “ego” şeklindeki karşılıkları da, dikkat çekici bir şekilde, yine üç harfli olarak karşımıza çıkıyor. 

Fakat en tehlikeliden daha tehlikeli bir üç harfli daha var.

Daha doğrusu, en tehlikelinin daha da tehlikeli bir hali. Yazımızın devamında bu konuya geliyoruz:

Ben’in daha tehlikeli bir hali vardır ve o da bir başka üç-harfli olan “biz” halidir. Her ne kadar Bediüzzaman Hazretleri “ene’yi nahnü’ye çevirmek” denen bir hadiseden söz ediyor ve bunu talebelerine hedef olarak gösteriyorsa da, bu, bir buz parçası halindeki ene’nin havuzda erimesi halinde söz konusudur. Yoksa, erimemiş ben’lerin bir araya gelmesinden beklenecek sonuç bir havuz değil, olsa olsa buzdağları olabilir. Aynı hakikate Martin Luther King de hapishaneden yazdığı meşhur mektubunda temas etmiş ve Reinhold Niebuhr’a atıfta bulunarak, “toplulukların fertlerden daha fazla ahlâksızlaşmaya meyyal olduğundan” yakınmıştır.

Mesele topluluğun kendisinde değil, ne suretle bir araya geldiğindedir. Cemaatlerin fertleri, eğer ben’lerini eriterek hak bir yolda bir araya gelmişlerse, artık o topluluktan işiteceğiniz ses, Hüve’den başkası olmayacaktır. Bu takdirde cemaat ne kadar büyürse, tevazu da o kadar büyür ve Hüve’ler o nisbette gür bir sadâ olur:

“Meselâ nasıl ki küçük Hüve, Hüve, Hüve’lerden mürekkep büyükçe Hüve, Hüve yazılır. Sonra bu Hüve’lerden mürekkep çok büyük bir Hüve olur. Hem nasıl ki bir taburun hücumunda veya bir halka-i zikrin cezbesinde Allah Allah Allah derler ve onların seslerinden terekküp eden büyük ve cemaat sadâsıyla büyük bir tarzda Allah Allahkelimesi işitilir. Ve bunların seslerinden terekküp eden taburun sadâsı dahi büyük ve geniş bir telâffuzla Allah Allah Allah dediğini işittirebilir. . . .”

Bu pasajı, bir de Hüve’lerin yerine ene’leri koymak suretiyle okumaya  çalışın. Bu şekilde, ene’lerden meydana gelen bir “nahnü” ile kibir yarışına çıkabilecek kim vardır? Fâil-i Hakikî bütünüyle ihmal edilmiş, her türlü tevfik ve inayet doğrudan doğruya cemaate atfedilir olmuş, erişilen muvaffakıyetlerin birer haddini bilme imtihanından ibaret olduğu gerçeği unutulmuş, “Bunu bilgimle kazandım” diyen Karun’un tavrını hatırlatan övünmeler topluluğun şiarı haline gelmiştir.

İşin gerçeğine nüfuz edebilenler, bütün bunların bir büyüklük göstergesi olmadığını görmekte güçlük çekmezler. Çünkü insanda kibir büyüklüğün değil, küçüklüğün alâmetidir. İnsanlar küçüldükçe kibirleri de o nisbette büyür. Ne var ki, küçük insanların topluluklarına bu gerçeği anlatmanın yolu henüz keşfedilmiş değildir.

İlk Yazı: En Tehlikeli Üç Harfliler

Ümit Şimşek

yazarumitsimsek.com

En Tehlikeli “Üç Harfliler!”

İnsanlar adını anmaya korktukları “üç harfli”nin boş yere günahını almaya devam ederken, daha başka bir üç-harfliden gelen tehlikenin farkında görünmüyorlar. Üstelik onun adı da kimsenin dilinden düşmüyor.

Ona ister “ben” deyin, ister “ene” ister “ego.” Görüldüğü gibi, hepsi üç harflidir. Tehlikesine gelince:

İnsanı, şuurlu veya şuursuz olarak Rabbine karşı bir meydan okuyuşa sürükleyecek bir potansiyel, bu üç harfli kelimenin içinde fırsat kolluyor.

***

İşin aslına bakacak olursanız, “ben” diye bir varlığın olmadığını görürsünüz. Gerçi hepimiz maddî ve manevî vücudumuzla bir varlık sahibiyiz; bunu Ahmet, Mehmet, Ayşe, Fatma gibi isimlerle anıyor ve birbirinden ayırıyoruz. Fakat bu varlıklardan her birinin kendisini “ben” olarak nitelemesi, sadece bir bakış açısından ve izafî bir yaklaşımdan ibarettir, o kadar. Ben yaptım” dediğimiz şeyler ise, biraz dikkatle bakıldığında görülecektir ki, bütünüyle o üç harfli şeyin gücü dışında olan şeylerdir.

Yiyip içmek veya bir söz söylemek gibi bize en basit görünen ve en kolaylıkla yapar göründüğümüz fiilleri bile masaya yatıracak olsak, her biri birer mucizeler zinciri olarak karşımıza çıkar; ve biz bu zincirin halkalarını vücuda getirmek bir yana dursun, saymaktan bile âciz kaldığımızı görürüz. Bütün bu fiillerde ve daha başkalarında bizim payımıza düşen bir tercihten ibarettir; o fiillerin yaratılması ise bütünüyle Ona aittir. Kur’ân-ı Kerim “Onları siz öldürmediniz, Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, Allah attı” (Enfâl, 8:17) buyururken bu hakikate işaret eder. Buradaki “attığın zaman” ifadesi fiilin “kesb” yönüne, “Allah attı” ifadesi ise yaratma yönüne bakmakta ve yaratma işini bütünüyle Allah’a hasretmektedir.

Bu kısa âyet, bize sahih bir itikadın formülünü net bir şekilde veriyor ve bizim “Yaptım, ettim” dediğimiz fiillerin birer “mazhariyet”ten başka bir şey olmadığını açıkça gösteriyor. Buna göre, biz tercihlerimizi kullanmak suretiyle fiilî bir duada bulunuyor ve böylelikle yaptıklarımızın sorumluluğunu üstlenmiş oluyoruz; ancak yaratma işi bize ait olmadığı için, herhangi bir “başarımızdan” dolayı böbürlenme hakkımız da bulunmuyor. Nitekim sözünü ettiğimiz âyet-i kerimenin de bir zafer sonrasında “Şu kadar kestim, bu kadar öldürdüm” şeklindeki övünmeler üzerine nâzil olduğu rivayet edilir.

***

Kesb ve yaratma arasındaki sınır muhafaza edilmediği takdirde işin nereye varacağını çok iyi bilen maneviyat büyüklerimiz, içimizdeki “ben”e daha işin başında iken haddini bildirmeyi derslerinin en önemli bir esası olarak belirlemişlerdir. Zira bu üç-harflide, boş bulduğu her meydanı zaptetme eğilimi vardır.

Karadelik gibi sürekli yutarak beslenir, beslendikçe güçlenir, güçlendikçe iştahı kabarır, iştahı kabardıkça daha fazla yutar, sonunda kendisinden başka bir varlığı kabul edemeyecek bir hal alır. Beşer âleminde görülen her seviyedeki istibdad örnekleri, böylelikle meydanı boş bulmuş ben’lerin eseridir. Bedendeki tek bir kanser hücresi gibi, benliğin zerresi de insanın bütün varlığını kaplayacak bir istidat taşıdığı için, sürekli olarak izlenmesi gerekir.

Ümit Şimşek

http://www.yazarumitsimsek.com/

Defterimden Notlar: Psikolojik Şiddet

Uzun zamandır alemimi meşgul eden birkaç önemli konudan biri: Psikolojik şiddet. Bu kavramla tanışalı birkaç sene oldu ancak ahir zamanda kaybolma derecesine gelen “güzel ahlak” kavramından uzak cereyan eden bütün insanî münasebetler türlü türlü yara ve hastalıkları netice verdiği için gözlemlerimde en sık tesbit ettiğim problem oldu. Psikolojik şiddetin bilimsel tanımını işin ehline havale ederek gözlemlerimden yola çıkmak istiyorum. Hiç farkında olmadan karşımızdaki insana hak etmediği bir muamele ile cevap verivermek.. Ölçmeden, tartmadan, onu içinde bırakacağımız durumu veya halet-i ruhiyeyi hesap etmeden, sadece kendi cihetimizden bakarak davranmak.. Belki hayatımızın çoğunu paylaştığımız yakınlarımıza, en sevdiğimizi düşündüklerimize karşı her gün biraz daha inciten, yıpratan muameleler içinde olmak ve bunları gözden geçirme ferasetini bir türlü kendimize düstur edinememek..

Neden kaynaklanıyor bu ölçüsüz, fevri davranış şekli? Öncelikle karşımızdakini anlama gayretimizin olmayışından, demek ki insanlara fazla önem vermiyoruz. İkincisi, o insana yardımcı olma gibi bir niyet taşımadığımızdan. Manevi eğitim almış insanlarda öne çıkan özelliklerden biridir: almadan vermeye çalışırlar, azami yardımcı olayım, Allah namına ne verebilirsem vereyim, ikram edeyim. Bu peygamber ahlakı kaybolduğu ya da bilmediğimiz için karşımızdaki insanlara da uygulayamıyoruz. Üçüncüsü, karşımızdakinin talebini anlasak bile o talebi karşılamak için gireceğimiz maddi veya manevi külfetin altına girmek istemiyoruz. (Bunlar olması gereken nezaket ve anlayışın olmamasının sebepleri idi. Bundan sonra sebepler biraz daha menfi anlamda şiddetlenip karşımızdakini güç durumda bırakan neticeler ortaya çıkıyor.)

Dördüncüsü, bir menfaat tercihinde karşımızdakinin hakkını çiğnemek bahasına kendimizinkini öne çıkarmak isteğinden karşımızdakini haksız, suçlu ya da başka bir sıfatla itham etmekten. Bu durumda karşımızdaki insan neyi yapıp neyi yapmadığını bilecek bir sağlamlıkta değilse haklı olduğu halde haksızlığı kabul edip çekilebilir. Ya da hakkını savunmak için bizimle olan muamelesinde ciddi bir mesafe koyar. Beşincisi, çok daha dehşetli ve nefsî bir maraz ki kendi kafamızdaki bir plan veya programa uymadığı için muhatabımızı itham etmek. Oysa o insan bizim planımızın ne olduğunu nereden bilebilir, hem insanları kendimize göre yönlendirmeyi beklemek mevhum bir idarecilik vasfı takınmak değil midir? Neden insanlar bize göre kendini ayarlasın ki? Altıncı tip de –telaffuzu bile çok korkunç- kendi egosuna hizmet etmeyen bir davranışı sebebiyle muhatabı rencide etmek. Sözle olabilir, bakış, mimikle de olabilir. Kendi egosunu yüksek gören birinin hak ettiğini zannettiği “tazim” ifade eden sözleri, davranışları, karşısında eğilip bükülmemeleri görememekten gelen serzenişine değişik dozlarda muhatap olmak da psikolojik şiddetin görüldüğü alanlardan biri. Kendini olduğundan daha değerli ve yüksek görmek kibirdir. Psikolojik şiddetin en sık sebeplerinden biri budur. Yedicisi, muhatabımızın bir hata veya kusuruna karşı ölçüsüz bir tepki vererek onu rencide etmektir. Masum bir kılıfa sarılmış bu şiddet türünün de hakikatte zulüm olduğunu her insan vicdanen hisseder. Adalet mekanizması nasıl ki suçun derecesine göre ceza takdir ediyorsa, biz de ikaz, uyarı, tekdir aşamalarından sonra fiilî bir tepki verebiliriz. Yoksa henüz ikaz etmeden en son gösterilecek sertlikte cevap vermek adaletsizliktir, insani ilişkilerdeki güveni kıran bir ölçüsüzlüktür.

Hangi sebeple olursa olsun psikolojik şiddete maruz kalan insan kendisini değersiz, önemsiz veya ezilmiş hisseder, dahası işe yaramaz, mantıksız, suçlu vb. gibi sıfatların bir veya birkaçı ile de kendini itham edebilir, kendini ezebilir. Oysa hangi durum olursa olsun dinimiz bize karşımızdakini tahkir hakkı veya yetkisi vermemiştir. Kişileri alçaltarak muamele yoktur, ancak kötü sıfat veya davranışları akla izah edip kötü neticelerini göstermek vardır. Hatadan ötürü insanı külliyen alaşağı edip vurmak yoktur; kötü olan davranış veya sıfatı vurmak vardır. O da peygamberimiz(ASM)’ın usulüyle, isim vermeden “Bir kısım insanlara ne oluyor ki şöyle şöyle yapıyorlar..” şeklindedir. Çünkü bütün insan ve mevcudat dinimize göre mahlukiyet noktasında eşittir, müsavidir, altlık üstlük yoktur. Nerde kaldı ki tahkir ile gizli bir kibir hali davranışlarda hoş görülsün..

İslam ahlakını yaşamak isteyen hepimize ders olmalı, ne büyüğe ne küçüğe rencide edici bir muamele etmemeliyiz, yaptıysak derhal içimizden gelerek özür dilemeli, bizi rahatsız eden durumu sakince ortaya koymalı, ölçülü tepki vermeye kendimizi alıştırmalıyız. Elbette içimizde bu adalet mekanizmasını daim canlı tutmak bir mücahede ve eğitim ister. Bu eğitimin içinde olma niyetiyle yaşamalıyız. Psikolojik şiddete ne kadar maruz kalmak istemiyorsak o kadar başkalarına olan muamelelerimizde dikkatli olmalıyız. Huzurlu ve mutlu olmak istiyorsak başkalarının huzur ve mutluluğuna yardım etmenin Allah’ın rahmetini üzerimize celbeden büyük bir hazine olduğunu fark etmeliyiz..

Nabi

Nurnet.or

Milliyetçiliği Başlatan “İlk Milliyetçi” Kimdir?

Kur’ân’ın i’cazının en önemli yönlerinden biri, tekrarlardır. Her an havaya, her gün ekmeğe ve suya ihtiyacımız olduğu için bu nimetler bize tekrar tekrar sunulur. Tekrar, ihtiyaçtan gelir. İşte, Kur’ân’ın tekrarları da bu sırdandır. Ruhumuzun hava gibi, su gibi, ekmek gibi muhtaç olduğu hakikatler tekrar tekrar önümüze sunulur. Ve Kur’ân’ın bu tekrarları, her an havayı solumanın, her gün ekmeği yemenin usanç vermeyişi gibi, asla usanç vermez. Bilakis, her yeni tekrarda unuttuğu bir gerçeği yeniden hatırlar insan. Yahut, hatırında olan bir hakikat, daha önce farketmediği yeni bir boyutuyla daha karşısına çıkar. Tekrarlar, nisyana ve isyana açık olan insanı, temel konularda diri ve uyanık tutar.

Allah’ın birliği, O’nun güzel isimleri, herşeyin O’nu tesbih edişi, Rabbimizin üzerimizdeki nimetleri, insanın başıboş yaratılmadığı, Hesap Günü, âhiret, cennet nimetleri ve cehennem azabı, geçmiş kavimlerin başına gelenler, Peygambere itaatin önemi.. ihtiyaca binaen gelen bu tekrarlardan birkaçıdır.

Kşeytan gözüur’ân’da tekrar tekrar vurgulanan bu konulardan biri ise, Âdem’in yaratılışı, Cenab-ı Hakkın ona secde edilmesi emrini vermesi, ama meleklerin itaatine karşı İblis’in isyanıdır. Kur’ân insanın ‘en büyük düşman’ı olduğunu birçok kez belirttiği İblis’in bu tavrına işaretle, “Kibirlendi ve kâfir oldu” buyurur. Bu, ‘kibir’in son adresini gösterme bakımından hayli ibret vericidir ve hepimiz için çok ciddi bir uyarı mahiyetindedir.

Peki, İblis’i kibirlenmeye ve sonunda küfre sevkeden nedir? O, sonunda küfre düşmesine sebep olan hangi sözü sarfetmiştir?

Kısacık bir cümledir bu:  خَلَقْتَـن۪ي مِنْ نَارٍ وَخَلَقْتَهُ مِنْ ط۪ـينﭰ

“BENİ ATEŞTEN YARATTIN, ONU İSE ÇAMURDAN YARATTIN.”

Şeytanı kâfir yapan cümle budur.

Oysa bu sözlerde ne bir yalan, ne bir yanlış, ne de bir inkâr vardır. Bu sözünün de açıkça gösterdiği gibi, İblis ‘yaratma’ fiilini kabul etmekte, kendisinin ve insanın ‘yaratıldığı’nı ifade etmekte, dolayısıyla ‘Yaratıcı’yı tanımaktadır. Allah’ın varlığını bilmektedir. Üstelik O’nu kendi Yaratıcısı olarak bilmektedir. Âdem’i yaratanın da O olduğunu kabul etmektedir. Ayrıca, kendisinin ateşten, Âdem’in çamurdan yaratıldığı da doğrudur.

Fakat, her biri doğru ve hakikat olan bu sözler, ‘kibirlenip kâfir olan’ birinin sözleridir. Allah’ın varlığını tasdik ettiği ve O’nu gerek kendisinin, gerek başka herşeyin Hâlıkı olarak kabul ettiği halde, İblis ‘şeytan’ ve ‘kâfir’ olmuştur.

Bu ince çizgi, aslında, hepimizin dikkat etmesi gereken bir noktadır. Şeytanı kâfir yapan, hâşâ, “Allah yoktur. Beni yaratan da O değildir” demesi değildir. O, Allah’ı Yaratıcı olarak kabul etmektedir. Ama tüm bu kabuller, tüm bu doğru sözler arasında, belki ilk anda kolayca farkedilmeyen şöyle bir anlayış vardır: “Ben daha hayırlıyım.” Neden? “Beni ateşten yarattın; onu ise topraktan.”

Kısacası, tâ Âdem’in yaratılışıyla başlayan, bütün bir insanlık tarihini kuşatan ve sonu Cehennem’e ulaşacak olan o büyük isyanın temelinde ne Allah’ı inkâr vardır; ne de O’nun yaratışını inkâr.

Herşey ‘üstünlük’ vehmiyle başlamıştır. İblis “Ateşten yaratılan, çamurdan yaratılandan üstündür” diye bir zan üretmiştir. Onu kibire sevkeden, o kibirle Sâniinin emrine isyana yönelten, sonuç itibarıyla onu kâfir kılan budur: Allah’ın yarattıkları arasında, kendi kafasınca bir ‘altlık-üstlük’ sıralaması yapma. İkisi de Allah’ın mahluku olan ateş ile toprak arasında bir üstünlük ayrımına girme. Kendisinin yaratıldığı ateşin topraktan üstün ve hayırlı olduğu felsefesi geliştirerek, kendisini Âdem’den üstün tutma. Ve, en önemlisi, kendisini Âdem’den üstün görme uğruna, Allah’a kusur ve noksan izafe etme. Kendisini insandan üstün görebilmek için, Allah’ın bazı şeyleri mükemmel biçimde yaratamadığı vehmini üretme.

Bütün bir tarihin en keskin ayrımının düğüm noktası, işte buradadır.

Ve Kur’ân, bu hususu tekrar tekrar zikrederek, bize de birşeyler söyler. Allah’ın varlığını kabul etmekle, O’nu kendimizin ve herşeyin Hâlıkı bilmekle meselenin hallolmadığını gösterir. Bu durumda dahi, isyan, kibir ve sonuçta küfür tehlikesi vardır. Tam anlamıyla mü’min olup küfürden gereğince uzak kalmak, “Beni ve herşeyi yaratan Allah’tır” demenin ötesinde, herşeyimizle O’na teslim olmayı; O’nun emirlerine tam bir itaati; O’nun mahlukatına karşı kendi kafamızdan ‘üstünlük’ yorumları üretmemeyi gerektirir. Yoksa “ben”cilik, meselâ İblis örneğinde ateşçilik—ateşi, kendisini, toprağı ve insanı yaratanın O olduğu kabul edilse bile—imandan koparıp küfre götürmektedir.

Bizler ‘ateşçi’ değiliz. Çünkü ateşten değiliz. Üstelik, herşeyi yakıp yandırarak ademi ve yok oluşu hatırlatan ateş bizi biraz da ürkütüyor.

Keza, ‘toprakçı’ da değiliz. Nedense, ayağımızın altındaki toprak, bize de hakir gözüküyor.

Ama içimizde yine de ‘üstünlük’ şeytanları dolaşıyor. Sözgelimi, pek çok insan, her nasılsa ‘Türklük şuuru ve gururu’ taşıyarak yaşıyor. Başkaları başka bir ırkın şuur ve gururunu taşıyor. Öyle veya böyle, içinde kendisinin yer aldığı milliyeti, içinde kendisinin bulunduğu devleti, ırkı, şehri ve aileyi yücelten; onu diğerlerinden ‘üstün’ gören milyarlarca insan bulunuyor.

Ve tüm bu yüceltmeler, içinde aynı ortak noktayı barındırıyor: BEN!

Ait olduğum milliyet, içinde ben olduğum için üstün oluyor. Ait olduğum şehir, ben oralı olduğum için, dünyanın en iyi insanlarını barındıran en güzel şehir oluyor. Ait olduğum toprak parçası, dünyanın en güzel yeri oluyor. Şu yeryüzünde, bizden iyisi, akıllısı, mükemmeli bulunmuyor!

Oysa, şeytanla ilgili Kur’ân âyetleri, tam da bu düğümü açıyor. Kendini merkez edinen, herşeye kendine göre ‘altlık-üstlük’ biçen, Allah’ın yarattığını dahi kendi ekseninde bölen, parçalayan ve sonunda küfür adına yutan bir tavra dikkat çekiyor. Kur’ân, kendine bir kibir imkânı sağlamak için Allah’ın yarattığına noksanlık izafe eden, bunun ardından ‘ene’ şirkine kapılarak Saniine isyan eden, o isyanında inat ederek hakikati örtmeye, yani ‘küfr’e saplanan İblis örneğinde, bizi bekleyen büyük bir tehlikeye karşı hepimizi tekrar tekrar uyarıyor. Allah’ın varlığını kabul ediyor olsak bile, kendimizi eksen alıp pekâlâ putlar dikebileceğimizi; işin dosdoğru inkârdan değil, kibir ve şirkten başladığını gösteriyor. Bu minvalde, ‘atalarını yücelten’ müşrikleri, kendilerini ‘seçilmiş’ tutan Yahudileri, malı üstünlük vesilesi kılan şükürsüz zenginleri, evlatlarının sayısıyla övünen babaları… şiddetli tokatlarla uyarırken, İblis’in düştüğü çukura bizim de düşmemizin ne denli muhtemel olduğunu öğretiyor. Kendimizi, ait olduğumuz aileyi, milliyeti, sosyal sınıfı… putlaştırma; pis bir nefsanî gurur uğruna Allah’ın mülkünü bölüp parçalama, O’na kusur ve noksan izafe ederek sonuçta tamamen küfre ve isyana düşme tehlikesine dikkat çekiyor.

İlk insan Âdem’di ve insanlık Âdem’le başladı; bunu hepimiz biliyoruz. Âdem ise bir kul ve peygamberdi; Onu yaratan Rabbine uyarak yaşadı—ne kendini ‘üstün’ gördü, ne de buna göre felsefeler geliştirdi. ‘Üstünlük’ iddiasına dayalı tüm fikir ve ideolojilerin, meselâ milliyetçiliğin, ırkçılığın, sosyalizmin, aristokrasinin, elitizmin, burjuvazinin, sülaleciliğin, halkçılığın, devletçiliğin… ilk adresini bulmak için başka birinin ismini kaydetmek gerekiyor.

Kur’ân, milliyetçiliği de, elitizmi de… başlatanın, bütün derdi kendini yüceltmekten ibaret olan İblis olduğunu bildiriyor.

Metin Karabaşoğlu / moralhaber.net

İslamiyete göre Kıyafet Seçimi ve Giyim Adabı II

İslam kıyafeti, sadece tesettürün sağlanmasıyla gerçekleşmez, başka esaslar da arar. İşte bunlardan biri dikkat çekici olmamaktır. Aksi takdirde, Allah kıyamet günü, kişinin işlediği suça muvafık bir ceza ile cezalandırıp onu zillete atacaktır.

İbnu’l-Esir bunu, “rengi,  herkesin giydiği elbiselerin  rengine muhalefetle dikkatleri kendine çeken elbisedir, sahibi böylece hâsıl ettiği istiğrabla tekebbür eder” diye açıklar.

Dikkat çekmek her zaman renk farklılığı ile olmaz. Giyilen elbisenin şekli, tarzı da dikkatleri kendine çekebilir. Bir başka ifade ile bölgenin umumi ve mutad modasına ters düştüğü için şu veya bu yönüyle garabet arzederek  dikkatleri üzerine çeken her çeşit elbise bu gruba girmeli  ve yasak olmalıdır. Nitekim bu elbise “şeriate ve örfe uymayan kıyafet” diye de tarif edilmiştir.

Hz.İbnu Ömer(r.a) anlatıyor: Resulullah(a.s.v) buyurdular ki: “Kim şöhret elbisesi giyerse Allah ona zillet elbisesi giydirir.”

Bir rivayette de şöyle denmiştir: “…Kıyamet günü Allah ona onun aynısını giydirir, sonra içinde ateşi tutuşturur.” (Ebu Davud, Libas 5)

Kılık kıyafet, kişinin içtimâî statüsünü de tayin eden bir faktördür. İslam dini, herkesin kendine uygun kıyafeti taşımasını esas kabul etmiştir. Erkek kadına, kadın erkeğe kılık kıyafetiyle, konuşma  tarzıyla, hatta ayakkabı giyişinde dahi benzememelidir.

Buna göre kadınların erkek elbisesi giymesi caiz olmadığı gibi, erkeklerin de kadın kıyafetlerini andıran elbiseler giymesi caiz değildir. Yani erkek erkek gibi, kadın da kadın gibi giyinecektir.

Hz.Ebu Hureyre(r.a) anlatıyor: “Resulullah(a.s.v) kadın elbisesini giyen erkeğe ve erkek elbisesini giyen kadına lanet etti.” (Ebu Davud, Libas 31, 4098)

İbnu Ebi Müleyke anlatıyor: Hz.Aişeye(r.a): “Kadın, erkeğe mahsus ayakkabı giyer mi?” diye sorulmuştu: “Resulullah(a.s.v) kadınlardan erkekleşenlere lanet etti!” diye cevap verdi. (Ebu Davud, Libas 31, 4099)

Kıyafetler kibre sevk edici olmamalıdır. Övünmek için, gösteriş için elbise giymek; elbisenin şeklini kibri hatırlatacak şekilde yapmak caiz değildir.

İbnu Ömer(r.a) anlatıyor: Resulullah(a.s.v): “Kim elbisesini gururla yerde  sürürse, kıyamet günü Allah ona rahmet nazarıyla bakmaz!” buyurdu. (Tirmizî, Libas 9)

Giyilecek elbise temiz olmalıdır.

Hz.Âişe(r.a) Peygamber Efendimizin(s.a.v) şöyle buyurduğunu nakletmektedir: “Yâ Âişe, bu iki elbiseyi yıka. Bilmez misin elbise tesbih eder ve kirlenince tesbihi kesilir.” (Ramûz, c.2/500-4)

Elbise helâl olacaktır. Bu meyanda olarak ipek, erkekler için haram, kadınlar ise helaldir.

Hz.Ali(r.a) anlatıyor: Resulullah(a.s.v) bir miktar ipek alıp sağ avucuna koydu, bir miktar da altın alıp sol eline koydu sonra da: “Şu iki şey ümmetimin erkek kısmına haramdır!” buyurdu. (Ebu Davud, Libas 14)

İbnu Ömer(r.a) anlatıyor:  Resulullah(a.s.v) buyurdular ki: “Dünyada ipeği, ahirette nasibi olmayanlar giyer.” (Buhârî, Libas 25)

Dinimiz, vücud hatlarını gösterecek darlık ve incelikte olan  elbiselerin giyilmesini tecviz etmemiştir. Zira elbise örtünmek ve mahrem yerleri namahremlere göstermemek içindir.

Giyilen dar, vücut hatlarını gösteren, şeffaf, göz alıcı ve dikkat çekici elbiseler erkek veya kadını, giyinik oldukları halde çıplak durumuna düşürmektedir.

Tesettür, Allah(c.c) Hazretlerine hayâ edip, terbiyesiyle itaat eden, âhiret saâdetini de sağlayan, kurtuluşa da sevk eden kendisi için gerekli bir görev, her mü’min hanım ve erkeğin ibadetinin sağlam olması için de şart, farz ve İlâhi bir emirdir.

Buna göre, tesettürün dinen makbul olabilmesi için bazı şartları vardır, onlara dikkat etmek gerekir:

-Elbisenin vücudu gösterecek tarzda ince olmaması,

-Nazar-ı dikkati çekecek kadar süslü ve renkli olmaması,

-Vücudun hatlarını gösterecek şekilde dar olmaması gerekir.

Resûlullah(s.a.v); Hanımların en şerlisi, açılıp saçılan ve böbürlenendir. Onlar münafık sıfatı taşımaktadırlar. Onlardan cennete en azı, çok az sayıda gireceklerdir.” buyurmuştur. (Câmiü’s-Sağir, 3/392, 4092)

Hz. Ümmü Seleme’den(r.a):  Bir gece Resûl-i Ekrem(s.a.v) uyandı ve “Sübhanallah, bu gece ne fitneler indi, ne hazineler açıldı! Dünyada nice giyinik hanımlar var ki âhirette çıplaktırlar.” buyurdu. (Tecrid T. 1/95)

Bir defasında Efendimiz(s.a.v) bir sahabisine şöyle buyurmuştu: “Hanımına söyle, elbisesinin altına bir  astar koysun da bedenini vasfetmesin!” (Ebu Davud, Libas 39)

Elbise giyilirken sağdan başlamak ve yeni elbise giyince dua etmek sünnettir.

Hz.Abdurrahman İbni Ebû Leyla’nın(r.a) rivayetine göre Peygamber Efendimiz(s.a.v) şöyle buyurmuştur: Sizden biri yeni bir elbise giydiğinde: “Bana vücudumu kendisi ile örtebileceğim ve hayatımda onunla güzelleşeceğim elbise ikram eden Allah’a hamd olsun” desin. (Ramûz, c.1/62-2)

Giyilecek elbisede ifrat ve tefrite dikkat ederek israfa gidilmemelidir.

Hadiste, insan haysiyetine yakışmayacak derecede düşük bir kıyafetin yasaklanması yanında, kişiye kibir telkin edecek çok pahalı bir kıyafet de yasaklanmaktadır. Böylece, “Her işin hayırlısı, vasat olanıdır” hadisi kıyafette de cari olmaktadır.

Çok düşük kıyafet kişiyi ruhen sefilleştirip, insanî itibarını da haleldar edeceği gibi, yüksek bir kıyafet de israfa kaçmaktan öte, ruhta mezmum olan tekebbür  hissini doğurabilecek, normal insanların uzaklaşmasına ve kişinin yalnızlaşmasına sebep olabilecektir.

İbnu Ömer(r.a) anlatıyor: Resulullah(a.s.v)  şu iki kıyafeti yasakladı: “Çok yüksek kıyafet,  çok düşük kıyafet.” (Rezin tahriç etmiştir, Kütüb-ü Sitte, 5267)

Resûlullah Efendimiz(sav); giydikleri elbisede herhangi bir renk üzerinde ısrar etmemişlerdir. Öyle ki; beyaz, siyah, sarı, yeşil ve kırmızı renklerden yapılmış elbiseleri çeşitli zamanlarda giymişlerdir.

İklim icabı, beyaz rengi tercih ettikleri gibi Müslümanların da beyaz giymesini tavsiye etmişlerdir. Bunun dışında, renk tercihini zevklere bırakmışlardır. Ancak çok dikkat çekici ve itici renklerin giyilmemesi tavsiye edilmiştir.

İbnu Abbas(r.a) anlatıyor: Resulullah(a.s.v) buyurdular ki: “Elbiselerden beyaz olanları giyin. Çünkü onlar en hayırlı giyeceklerinizdir. Ölülerinizi de beyazla kefenleyin.” (Tirmizî, Cenaiz 18; Ebu Davud, Tıbb 14)

Her işte olduğu gibi ayakkabı giyerken de sağdan başlamalı, çıkarırken ise ilk önce sol teki çıkarmalıdır.

Efendimiz(s.a.v) evden çıkarken önce sağ, sonra sol ayakkabısını giyer, “Allahın adıyla çıkıyorum. Allah’a güveniyorum. Günahlardan korunmaya güç yetirmek, ibadet ve tâate kuvvet bulmak ancak Allah’ın yardımıyladır.” anlamında “Bismillah, tevekkeltü alellah, velâ havle velâ kuvvete illâ billâh.” derdi. (Riyâzü’s-sâlihîn, Peygamberimizden Hayat Ölçüleri, V, 354-356)

Hz.Ebu Hureyre(r.a) anlatıyor: Resulullah(a.s.v) buyurdular ki: “Biriniz ayakkabı giyince sağdan başlasın, çıkarırken de soldan başlasın; ya ikisini birlikte  giysin, ya ikisini birlikte çıkarsın.” (Müslim, Libas 67)

Hasan Tayfur