Etiket arşivi: kin

Vicdan ve Nefis

İnsanın mânevî cephesini de maddî cephesini de ayrı birer mekanizma şeklinde ele almak ve öyle değerlendirmek gerekir. İsterseniz bunlardan, mânevî olana vicdan mekanizması, diğerine de nefis mekanizması diyebiliriz.

Kalb, ruh, sır, hafî, ahfâ âlem-i emre ait Rabbanî latîfeler, irade, idrak, şuur, his ve duygular vicdan mekanizmasını meydana getirirken; her türlü şehevî arzu, istek ve kaprisler, kin, nefret, öfke, inat gibi belli hikmet ve gayeler için insana verilen duygular da, nefis mekanizmasını meydana getirirler.

Bu iki mekanizma âdeta hep birbirinin aleyhine işler. Şu kadar var ki, vicdan mekanizmasının galebesi halinde, nefis mekanizması da müsbete dönüşür ve insanın yücelip yükselmesine hizmet eden bir mekanizma hâline gelir.

Her hafta Cumartesi günleri devam eden Keşan Risale derslerine Abdülhamid Oruç Hoca konuk oldu. Devamını hep birlikte izleyelim…

Kin ve Düşmanlık Azaptır

Kin ve Adâvet Azab-ı Elimdir 

Sadık-ı vaid, Kadir-ı mutlak ve Hakim-ı mutlak olan Allah (cc) Şöyle emreder:

Şüphesiz ki Allah, size adaleti, iyilik yapmayı ve yakınlara bakmayı emreder; hayâsızlıktan, fenalıktan ve azgınlıktan nehyeder. Öğüt almanız için size böyle öğüt verir. (Nahl/90)

Mahbub-ı kulup, muallim-i ukul, murebbi-i nüfus ve sultanı ervah, Fahr-i Kainat Hazreti Muhammed (asm) şöyle diyor:

Müslüman, Müslüman’ın kardeşidir; ona hıyanet etmez, yalan söylemez ve onu sahipsiz bırakmaz Müslüman’ın her şeyi; ırzı, malı, kanı Müslüman’a haramdır. (Buhâri, Müslüm)

 Bediüzzaman, Uhuvvet Risalesinde İman ve İslam kardeşliğinin nasıl olması gerektiğini en güzel şekilde altı vecihle açıklamıştır. Dördüncü vecih, dördüncü düsturu şöyle izah etmektedir:

Dördüncü Düstur: Ehl-i kin ve adâvet, hem nefsine, hem mü’min kardeşine, hem rahmet-i İlâhiyeye zulmeder, tecavüz eder. Çünkü kin ve adâvetle nefsini bir azâb-ı elîmde bırakır. Hasmına gelen nimetlerden azâbı ve korkusundan gelen elemi nefsine çektirir, nefsine zulmeder.

Kin ve düşmanlık, hem insanın kendisine hem mü’min kardeşine hem Allah’ın rahmetine karşı zulümdür. Çünkü kin ve düşmanlık insanın kendi nefsini acı verici azaplar içerisinde bırakır. Düşmanına giden nimetlerden de rahatsız olduğu gibi o düşmanlığından gelen korku elemini de kendine çektirir. Nefsine zulmeder. Çünkü onun nefsi irade-i cüz’iyesindedir. Onun iradesi nefsinin kötü taleplerini dinleyerek adavete yönlenir. Eğer muhakeme-i akli ile kalbin muhabbetini dinlese vicdanı iyiliğe yönlenir, kardeşlik muhabbet noktasında birliğe döner, gönül itifakiyle her iki tarafta rahat eder.

Eğer adâvet hasetten gelse, o bütün bütün azaptır. Çünkü haset evvelâ hâsidi ezer, mahveder, yandırır. Mahsud hakkında zararı ya azdır veya yoktur.

Düşmanlık çekememezlikten, kıskançlıktan gelse o daha büyük bir azaptır. Çünkü evvela haset edeni ezer. Mahveder, yandırır. Haset edilen hakkında zararı ya azdır veya yoktur. Asıl sıkıntı hasid olanın içinde bulunduğu sıkıntı ve azap onu perişan etmektedir. Ancak haset edilenin ondan ya haberi yoktur. Olsa da o düşünceden gelen geçici bir keder içine girebilir. Bu manada mazlum olduğundan kalbi muzdarip olmaz. Her halükarda masum olduğundan netice onun lehindedir. Zayi olan malı sadaka hükmüne geçer. Sıkıntısı kefaret olur.

Hasedin çaresi: Hâsid adam, haset ettiği şeylerin âkıbetini düşünsün. Tâ anlasın ki, rakibinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet, fânidir, muvakkattir. Faydası az, zahmeti çoktur. Eğer uhrevî meziyetler ise, zaten onlarda haset olamaz. Eğer onlarda dahi haset yapsa, ya kendisi riyakârdır; âhiret malını dünyada mahvetmek ister. Veyahut mahsûdu riyakâr zanneder, haksızlık eder, zulmeder.

Hasit adam haset ettiği şeylerin akıbetini düşünmelidir. Bilsin ki rakibinin dünyevi güzelliği, kuvveti, makamı ve serveti geçicidir. Faydası az zahmeti ise çoktur. Ahirete bakan nimetlerde ise kıskançlık yapmamak lazımdır. Eğer onlara da haset edilse çok zararlıdır. Ahiret malını dünyada yer veya kast ettiğini riyakâr zanneder, haksızlık eder. Su-i zannıyla haddi aşar zulmeder.

Hem ona gelen musibetlerden memnun ve nimetlerden mahzun olup, kader ve rahmet-i İlâhiyeye, onun hakkında ettiği iyiliklerden küsüyor. Âdetâ kaderi tenkit ve rahmete itiraz ediyor. Kaderi tenkit eden, başını örse vurur, kırar. Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır.

Cenab-ı Hay ve Kayyûm (cc) ona tayin ettiği hayat tarzı, Mazhar olduğu nimetler ve başına gelen akıbetlere nazar edip, musibetlerden memnun, nimetlere karşıda nankörlük ederek, kader ve rahmet-i ilahiye ye darılıyor. Yani kaderi tenkit ve rahmete itiraz ediyor. Kaderi tenkit eden, yani bu nazarla ve hisle eleştiren başını örse vurur ve kırar. Rahmete itiraz ettiğinden hakkındaki Rahmeti de kaybeder.

“Acaba birgün adâvete değmeyen bir şeye bir sene kin ve adâvetle mukabele etmeyi hangi insaf kabul eder, bozulmamış hangi vicdana sığar?”

Düşmanlıkların aslında ne kadar basit sebeplerden dolayı olduğu. İnsaf ve vicdana böyle basit ve değersiz meselelerin sığmayacağına işaret edilmektedir.

Hâlbuki mü’min kardeşinden sana gelen bir fenalığı bütün bütün ona verip onu mahkûm edemezsin. Çünkü evvelâ kaderin onda bir hissesi var. Onu çıkarıp, o kader ve kazâ hissesine karşı rıza ile mukabele etmek gerektir.

Saniyen, nefis ve şeytanın hissesini de ayırıp, o adama adâvet değil, belki nefsine mağlûp olduğundan, acımak ve nedamet edeceğini beklemek.

Salisen, sen kendi nefsinde görmediğin veya görmek istemediğin kusurunu gör, bir hisse de ona ver.

Bir mü’minden gelen bir kötülüğün tamamını ona verip onu mahkûm etmek haksızlıktır. Çünkü her bir hadisede kaderin de onda bir hissesi vardır. Bu nedenle kader ve kaza hissesine mukabil rıza gerekir.

İkincisi o kişinin yaptığından pişmanlık ve neticede yaptığının kusur olduğunu anlasa inşallah ona zarar vermez.

Üçüncüsü kişi nefsinde görmediği veya görmek istemediği bir kusurunu görüp, bir hisse de ona verilirse o mü’min kardeşine beslediği kin ve adaveti, merhamete döner, husumet kalkar.

Sonra bâki kalan küçük bir hisseye karşı, en selâmetli ve en çabuk hasmını mağlûp edecek af ve safh ile ve ulüvvü cenaplıkla mukabele etsen, zulümden ve zarardan kurtulursun. Yoksa sarhoş ve divane olan ve şişeleri ve buz parçalarını elmas fiyatıyla alan cevherci bir Yahudi gibi, beş paraya değmeyen fâni, zâil, muvakkat, ehemmiyetsiz umur-u dünyeviyeye, güya ebedî dünyada durup ebedî beraber kalacak gibi şedit bir hırsla ve daimî bir kinle, mütemadiyen bir adâvetle mukabele etmek, sîga-i mübalağa ile, bir zalûmiyettir veya bir sarhoşluktur, bir nevi divaneliktir.

İşte, hayat-ı şahsiyece bu derece muzır olan adâvete ve fikr-i intikama, eğer şahsını seversen yol verme ki kalbine girsin. Eğer kalbine girmişse, onun sözünü dinleme. Bak, hakikatbîn olan Hafız-ı Şirazî’yi dinle:

Yani, “Dünya öyle bir metâ değil ki nizâa değsin.” Çünkü fâni ve geçici olduğundan kıymetsizdir. Koca dünya böyle ise, dünyanın cüz’î işleri ne kadar ehemmiyetsiz olduğunu anlarsın.

Yani, kendi hayatına bu kadar zarar verecek düşmanlığa, intikam fikrine yol verme ki kalbine girsin. Eğer kalbine girmiş ise o adavetten gelen sesi dinleme.

Hem demiş:  “İki cihanın rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandırır: dostlarına karşı mürüvvetkârâne muaşeret ve düşmanlarına sulhkârâne muamele etmektir.”

Düşmanlarına karşı barış arayışı ile davranmak. İki dünyanın da esenliğini kazandırır.

Eğer dersen: “İhtiyar benim elimde değil; fıtratımda adâvet var. Hem damarıma dokundurmuşlar, vazgeçemiyorum.”

Elcevap: Sû-i hulk ve fena haslet eseri gösterilmezse ve gıybet gibi şeylerle ve muktezasıyla amel edilmezse, kusurunu da anlasa, zarar vermez. Madem ihtiyar senin elinde değil, vazgeçemiyorsun. Senin, mânevî bir nedamet, gizli bir tevbe ve zımnî bir istiğfar hükmünde olan kusurunu bilmen ve o haslette haksız olduğunu anlaman, onun şerrinden seni kurtarır. Zaten bu Mektubun bu Mebhasını yazdık, tâ bu mânevî istiğfarı temin etsin; haksızlığı hak bilmesin, haklı hasmını haksızlıkla teşhir etmesin.

Madem iraden elinde değil mizacın müsaade etmiyor vazgeçemiyorsun;

Senin manevi pişmanlığın, gizli tövben, af dilemen hükmünde olan kusurunu bilmen ve o huy ile haksız olduğunu anlaman şerden kurtulmaya vesiledir. Çünkü Risale-i Nur derslerinin bir esası da, iradeyi insaf ile hakkı kabule meyil etmeye davet eder ki, o gaye-i hakikat yerini bulsun, o manevi pişmanlık ve hakikati kabul etmek, haksızlığı hak bilmesin, haklı hasmını haksızlıkla teşhir etmesin.

Cây-ı dikkat bir hadise:

Bir zaman, bu garazkârâne tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki, mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i siyasîsine muhâlif bir âlim-i salihi, tekfir derecesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı, hürmetkârâne medhetti. İşte, siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm “şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım.” dedim, o zamandan beri hayat-ı siyasiyeden çekildim.

Bediüzzaman, tarafgirliğin neticesinde dindar bir ilim sahibinin, siyasi düşüncesine karşı bir Salih âlimi, inkâr derecesinde küçük gördüğünü ve kendisi gibi düşünen bir münafığı da hürmetle övdüğünü, siyaset damarının bu taraftarlık hissiyle yaptığı zulmü gördüm ondan çekindim, ürktüm,” şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım.” demiş ve hayat-ı siyasiyeden çekilmiştir.

Rüstem Garzanlı / Diyarbakır

www.NurNet.org

İyilikleri Kötülüklerini Geçen Sevilmeye Layıktır

“Mü’minler ancak kardeştirler; siz de kardeşlerinizin arasını düzeltin.” (Hucurat Sûresi: 49:10.)

“Kötülüğe iyiliğin en güzeliyle karşılık ver. Bir de bakarsın, aranızda düşmanlık bulunan kimse candan bir dost oluvermiştir.” (Fussilet Sûresi: 41:34.)

“Öfkelerini yutanlar, insanları affederler. Allah iyilik edenleri sever.” (Âl-i İmrân Sûresi: 3:134.)

Bediüzzaman, Uhuvvet Risalesinde İman ve İslam kardeşliğinin nasıl olması gerektiğini en güzel şekilde açıklamıştır.

Şöyle ki: “Mü’minlerde nifak ve şikak, kin ve adâvete sebebiyet veren tarafgirlik ve inat ve haset, hakikatçe ve hikmetçe ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyetçe ve hayat-ı şahsiyece ve hayat-ı içtimaiyece ve hayat-ı mâneviyece çirkin ve merduttur, muzır ve zulümdür ve hayat-ı beşeriye için zehirdir. Şu hakikatin gayet çok vücuhundan altı veçhini beyan ederiz.

Birinci Vecih: Hakikat nazarında zulümdür.

Ey mü’mine kin ve adâvet besleyen insafsız adam! Nasıl ki, sen bir gemide veya bir hanede bulunsan, seninle beraber dokuz mâsum ile bir câni var. O gemiyi gark ve o haneyi ihrak etmeye çalışan bir adamın ne derece zulmettiğini bilirsin. Ve zalimliğini, semâvâta işittirecek derecede bağıracaksın. Hattâ birtek mâsum, dokuz câni olsa, yine o gemi hiçbir kanun-u adaletle batırılmaz.

Aynen öyle de, sen, bir hane-i Rabbâniye ve bir sefine-i İlâhiye olan bir mü’minin vücudunda, İmân ve İslâmiyet ve komşuluk gibi, dokuz değil, belki yirmi sıfat-ı mâsume varken, sana muzır olan ve hoşuna gitmeyen bir câni sıfatı yüzünden ona kin ve adâvet bağlamakla o hane-i mâneviye-i vücudun mânen gark ve ihrakına, tahrip ve batmasına teşebbüs veya arzu etmen, onun gibi şenî ve gaddar bir zulümdür.” (22. Mektup Uhuvvet Risalesi)

“Mü’minlerde” deyimin genel anlamı, mü’minin iç dünyası ve ehl-i iman ile iyi ilişki kurma bağlamında önemli bir mesajdır. Uhuvvet insanlar arasındaki ilişkiyi güçleştirir. Hatta bu kardeşlik bağı devam edilmesi halinde sair insanların İslamiyet’in bu güzel hasletine özen göstererek İslama teveccüh artar. Aksi takdirde mü’minlerde nifak ve şikak gibi olumsuz bir sıfatın bulunması hem mü’minler arasında hem de cemiyette kin ve hasede sebebiyet vermektedir. Bu nedenle kin ve düşmanlığa yol açan olumsuz sıfatların insanlık için zararlı bir zehir olduğu belirtilmektedir.

Mü’minler arasında ve özellikle Nur Talebeleri arasındaki tesanüdün muhafaza edilmesi, uhuvvetle doğrudan ilgilidir.

Ayrıca Bediüzzaman’ın yukarıda verdiği örnekte, adalet-i mahza ve adalet-i izafiye ayrımında, İslam’ın adalet anlayışının adalet-i mahza türünden; yani ferdin hakkını toplum ve devlet yararına feda etmeyen türden bir adalet olduğunu, uhuvvetin aynı zamanda adaletin önemli bir sonucu, adavetin ise zulüm olduğunu göstermektedir.

İnsanları zatı için değil, sıfatı için sevmek lazımdır. O halde önemli olan hangi kıymetli sıfatlara sahip olduğudur. Yani kişide bir tane olumlu sıfat dahi varsa, diğer olumsuz sıfatları için kin bağlamak ve ona düşmanlık etmek zulümdür. Mü’minin mü’min kardeşinde gördüğü kötü bir sıfatı için ona düşmanlık değil, belki o kötü hasletten kardeşinin kurtarılması için ona acımalı ve yardımcı olması gerekir. Bir kardeşini kötü bir sıfatından kurtulması için çaba gösteren bir mü’min, aslında kendini de huzurlu ve manen gönül hoşluğu içinde görür.

“İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir desise-i şeytaniye şudur ki: Bir mü’minin birtek seyyiesiyle bütün hasenâtını örter. Şeytanın bu desisesini dinleyen insafsızlar, o mü’mine adâvet ederler.

Halbuki, Cenâb-ı Hak, haşirde adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a’mâl-i mükellefîni tarttığı zaman, hasenâtı seyyiâta galibiyeti, mağlûbiyeti noktasında hükmeyler. Hem seyyiâtın esbabı çok ve vücutları kolay olduğundan, bazan birtek hasene ile çok seyyiâtını örter. Demek, bu dünyada o adalet-i İlâhiye noktasında muamele gerektir. Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemiyeten veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki, kıymettar birtek hasene ile, çok seyyiâtına nazar-ı afla bakmak lazımdır.

Halbuki, insan, fıtratındaki zulüm damarıyla, şeytanın telkiniyle, bir zâtın yüz hasenâtını birtek seyyie yüzünden unutur, mü’min kardeşine adâvet eder, günahlara girer. Nasıl bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa bir dağı setreder, göstermez. Öyle de, insan, garaz damarıyla, sinek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenâtı örter, unutur, mü’min kardeşine adâvet eder, insanların hayat-ı içtimaiyesinde bir fesat âleti olur.” (13.Lem’a-13.Nota.3. İşaret)

Hane-i rabbaniye ve Sefine-i ilahiye(ilahi gemi) olan bir müminin vücudunda(ruhunda benliğinde) İman, İslamiyet, komşuluk gibi dokuz değil belki bir çok masum sıfat(özellik) varken sana çirkin gelen ve hoşuna gitmeyen bir cani sıfatı yüzünden ona kin ve düşmanlık bağlamakla o vücudun manevi hanesinin boğulmasına ve yanmasına teşebbüs veya arzu etmen fena ve zalimcedir.

Rüstem Garzanlı / Diyarbakır

www.NurNet.org

11.05.2011