Etiket arşivi: kısaca hayatı

Abdulkadir Badıllı Kimdir? Kısaca Hayatı (Videolu)

Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin talebelerinden Abdülkadir Badıllı ağabey, Son Şahitler’de hayatıyla ilgili ayrıntılı açıklamalarda bulunmuştu. İşte onun ağzından hayatı:

İsmini nasıl duydum

“Bu fakir, Urfa’nın çevresindeki sakin, nim-bedevi, ekrad aşairinden birisi olan Badıllı aşiretinin çok eskiden beri an’anevi bir şekilde devam edip gelen ve beyleri olarak bilinen kısmından ve bir derece dinine merbut bir hanenin efradındanım. Bu cibillî ve çok daracık bir çerçeve içindeki dindarlık cihetiyle babam ve biraderlerim dine ve tarikata karşı incizapları vardı. Ben de aynı şekilde o çocukluk zamanında yegâne halâs çaresi olarak bildiğimiz tarikat adabını, o muhitin rengine göre bir derece ifaya çalışıyordum. Herkeste olduğu gibi, bende de o çocukluk zamanımdan bir mürşid-i kâmil bulmak ve ona intisab etmek meyli aşk derecesinde vardı. İşte tam o sırada bir isim duydum:

“Bediüzzaman Molla Said-el Kürdî ismini daha önce değişik ünvanlarla Şeyh Said isyanından sonra sürgüne gidip gelen amcalarımdan da çok defa sitayişkârane duyardım. Fakat bu defaki duyuş bambaşka bir duyuştu. Öyle bir duyuş ki, tarikatı ve âdabını bıraktırıp o ismin muhabbeti ve sevdasıyla yaşatan bir duyuştu.

“O zamanlardaki sevgili Üstadın yalnız ismine karşı duyduğum sevgiyi, şimdi yaşamak, devam etmek değil, kalemle bile tariften acizim. O ism-i pâk-ı muallâyı bizim köylerde tahsildarlık yapan ve Üstadımızla Kastamonu’da tanışan, Tillolu Tahsin Efendiden tafsilâtlı olarak duydum. Ve bir derece Üstadın şahsiyeti, ilmi ve velâyeti hakkında bilgi edindim. Bundan sonra artık benim için Üstadı ziyaret edip tarikatına intisap etmek işi, dünyada en azim bir gaye-i hayâlim oldu. Fakat Tahsin Efendi, Üstadın adresini tam bilmiyordu. Ve çok sıkı takipler ve tecessüslerin onu ablukaya aldığını söyledi.

Babamın getirdiği büyük müjde

“Sene 1951 idi. Urfa’dan başka hiçbir memleket görmeyen ben, bu ziyaret için ister istemez sabredip, beklemek mecburiyetinde kalmıştım. Sene 1953 oldu. Yaz günlerinden bir gündü. Merhum babam Urfa’dan geldi. Bana çok büyük bir müjde getirmişti. Muazzez sevgili Üstadın Urfa’da biricik ve güzide talebelerinin varlığından bahsetmişti. Birisinin adı Abdullah, diğerinin adı Hüsnü idi. Ve bu talebelerin meziyetlerinden olan ubudiyet-i kâmile, kahramanlık, pervasızlık ve mücadelelerinden bahsetmişti. Bu müjde benim için dünyalar kadar ehemmiyetli idi. Merhum peder, altı evlâdı olan bizlere Kur’ân okutmuştu. Türkçe mevlid, ilmihal ve yazı dersleri gibi ilmi ancak o kadar  olan köy hocalarından okutmak suretiyle bir derece okur yazar yaptırmıştı. O zamanlar etraf hiçbir köyde okul olmadığından yeni yazıyı hiçbirimiz öğrenemedik, fakat peder bundan memnundu. Ve bize ‘Evlâtlarım, siz şehre gidip, sinemaya, saza gitmeyin de size avcılık, at koşuculuğu v.s. izin vardır, yoksa hakkımı helâl etmem’ diyordu. Kendi de avcılık yapardı. Bu münasebetle hemen hemen hepimiz basit dindarlığımızla beraber avcılığa, at koşturmaya fazlası ile meraklı idik. Bundan dolayı ekser akrabalarımızda olduğu gibi bizim evimizin etrafı atlarla, av köpekleriyle, av kuşlarıyla ve av tüfekleriyle doluydu.

“Bizim peder birgün yine Urfa’ya gitti. Tekrar Üstadın talebeleriyle görüşmüş ve onlara benden bahseylemiş. ‘Yazısı güzel zeki bir oğlum var, hem annesi ölmüş yetimdir, onu size göndereyim ve sizin olsun’ demişti. Hem bir istida ve arz-ı hallerini, dostu olan Demokrat fikirli valiye götürmüştü. O zamanki emniyetin onların üstündeki baskısını kaldırmak ve Risale-i Nur’un bu memlekettte menfaatinden ve mahiyetinden bahseden hususa dairmiş o istida…

“İşte bu münasebetle babamla Üstadın talebeleri iyi dost olmuşlardı.

Risale-i Nur mesleği, tarikat değildir

“Sene 1953… Eylül ayı içinde idi. Birgün kalktım, artık bu gaye-i kalbiyemi tahakkuk ettirmek, gidip sevgili Üstadı ziyaret edip, tarikatını almak niyetiyle Urfa’ya gittim. Vakit, kuşluk vaktiydi. Rıdvaniye Camiine doğru yürüdüm. Yaşım 16-17 civarındaydı. Vücutça hayli gelişmiş, pehlivan tipliydim. Fakat çok utangaç ve çekingendim. Camiin dış kapısından avluya girdim. Fakat şimdi girip ne diyeceğim diye çok utanıyordum. İki defa talebelerin bulunduğu hücrenin köşesinden başımı çıkarıp, bir daha içeri çekildim. Üçüncü defasında kendimi sıkıp yürüdüm, hücrenin kapısına vardım. ‘Esselâmü aleyküm’ deyip kuru bir tahta ve üstüne serilmiş çok eski bir kilim üstünde oturdum. Talebelerden birisi çok genç, birisi de 25-30 yaşlarında idi. İkisi de bana ‘Hoşgeldin kardaşım’ dediler. Yarım yamalak Türkçem ile pek anlaşamıyordum. O çok genç dediğim Hüsnü Ağabey, mütemadiyen yazıyordu. Abdullah Ağabey benimle alâkadar oldu, sohbet ediyordu. Biraz sonra niyetimi izhar ettim. Ve ‘Sizden Şeyh Said-el Kürdî’nin adresini alıp ziyaretine gitmek ve tarikat almak için yanına gideceğim’ dedim. Baktım her iki talebe de gülüşmeye  başladılar. Biraz sonra Abdullah Ağabey, ‘Kardeşim, Üstadımız tarikat vermez, Risale-i Nur mesleği tarikat değildir’ dedi. Ben ilkin şaka ediyorlar diye bekledim, sonra bu mesele üzerinde konuşmaya devam etti ve kitaptan bazı yarler okudu ise de, ben bir türlü inanamıyordum. Ne demek, bir mürşid, bir şeyh nasıl tarikat vermez, tarikatsız olur mu? Fakat Abdullah Ağabey, ciddi ciddi ikna etmeye çalışıyordu. Öğle zamanı oldu namaz kıldık. Öğle yemeğine dışarı gidip birşeyler yiyip, tekrar dönmek istedimse de beni bırakmadılar. Öğle yemeğini beraber yedik. İkindi oldu, yatsı oldu. Hem Abdullah Ağabey konuşuyor. Risale-i Nur’un  mahiyetini ve Üstadın mesleğini anlatıyordu. Fakat Abdullah Ağabey, hep Üstad, Üstad diye konuşuyordu. Ben ise Şeyh Said, yahut Molla Said diye konuşuyordum. Yatsıdan sonra da beni bırakmadılar. O gece orada kaldım. İkinci gün öğleye kadar yanlarında kaldım. Artık Üstadın tarikat vermediğini, tarikatın zamanı olmadığını bir derece anladım.

Yola revan oldum

“Üstadın ziyaretine gitmeyi musirrâne istiyordum. Ve adres istiyordum. Onlar birçok şeyi ileri sürdülerse de, ben dinlemedim, mutlaka adres istiyordum. Çare bulamadılar, dediler ki: ‘Şu kitabı yazıp, bitirmeyince seni göndermeyiz. Yazıp bitirdiğin gün gel, seni göndeririz.’ Ben de ‘Peki’ dedim. El yazma 20-30 büyük sahifelerden müteşekkil o kitabı aldım ve hemen köye döndüm, yazmaya başladım.

“Üç gün içinde renkli ve süslü olarak bildiğim yazıyla yazdım ve bitirdim. Hemen Urfa’ya döndüp, ‘İşte yazdım’ dedim. Onlar hayret ettiler. ‘Ne çabuk bitirdin?’ dediler. Vaadleri vardı. Yazıp bitirdiğim gün göndereceklerdi.

“Dediler. ‘Kardeşim, biz, bir iş yaptık ve vaaddettik ki seni göndeririz. Fakat sen köye yazmaya gittiğin gün, Üstadımıza bir mektup yazdık, ‘Abdülkadir isminde ziyaretine müştak bir genç var. Ziyaretinize gelmek istiyor. Gönderelim mi acaba?’ diye sorduk. Size de kat’î vaadettik. Üstaddan gelecek cevapta ‘Mutlaka gelmesin’ denecektir. Bu cevabı alırsak, seni artık gönderemeyiz. Şu halde bir cevap almadan hemen seni gönderelim ki, Üstadın emrine karşı itaatsiz  duruma düşmeyelim. Hemen yola çık’ dediler ve bir mektup yazdılar, adres yazdılar. ‘Yazdığın kitabı Üstada hediye et’ dediler.

“Antep’e doğru yola revan olduk. Gaziantep’ten  trene binip gideceğiz. Henüz Birecik köprüsü yapılmamıştı. Yollar çok kötü, Otobüsler köhne, sekiz saatte zorla Antep’e ulaşabildik. Akşam saat 10’da tren geldi. Tren o kadar kalabalık ki ayak atacak yer yok. Treni ilk defa görüyorum. Ayağımızı trenin içine attık. Değil kompartımanlarda, aralarda bile duracak, oturacak yer yok. Konya Ereğli’sine kadar öyle ayakta gittik. Ereğli’den sonra salonlar biraz tenhalaşmaya başlamıştı. O sırada büyükçe bir bavulunu bir kenara koyup üstünde oturan ve elinde Sebilürreşad gazetesini okuyan bir adam gördüm. Sebilürreşad gazetesini Urfa’daki talebelerin yanında da görmüştüm. Bu adam acaba Üstadla alâkadar olmasın diye düşündüm. Çok yorgun ve bitkindim. Ona selâm verdim.

“Ben de şu fazla kalan bavulunuzun köşesine oturabilir miyim’ dedim. Adam:

“Otur, merhaba’ dedi. ‘Nerelisin?’

“Urfalıyım’ dedim.

“Ooo! Hemşehriyiz öyleyse, ben de Adıyamanlıyım. Nereye kadar gideceksin?’

“Isparta’ya kadar’ dedim.

“Hayrola nereye gidiyorsun?’

“Bediüzzaman’ı ziyarete gidiyorum’ dedim.

“Ben de onu ziyaret etmişim’ dedi. Ve benimle daha fazla ilgilenmeye başladı. Çok acıkmıştım. Bir şeyler ikram etti ve o vaziyette Afyon’a kadar beraberce yolculuk yaptık. Kendisi Afyon’da ayrılacaktı. Bana aktarma olacak treni tarif etti. ‘Sen Afyon’dan sonra, Karakuyu  istasyonundan Isparta trenine binersin ve doğru Isparta’ya gidersin’ dedi. O zatın ismi Emin Akbaş’tı. Nihayet mahall-i matlubumuz olan mübarek Isparta şehrine ulaştık.

“İlk arayacağım adres Çarşı Camii civarında Bakkal Nuri Benli idi. Isparta istasyonundan bir faytonla doğru Çarşı Camiinin yakınında indim. Öğle namazına henüz vakit vardı. Biraz şehri gezeyim dedim. Bazılarından Üstadın ismini sordum. Kimisi tanımıyor, kimisi uzaktan işitmiş. Vakit yaklaşınca camiye gittim. Abdest almak için musluk başına gittim. Baktım yaşlı bir adam abdest alıyor. Benim şalvarıma, kıyafetime dikkat ediyor. Abdest alırken o zat başını üç defa meshetti. Bizde ise umum herkes başını bir defa mesheder. Bu üç defa meshi Urfa’daki Üstadın talebelerinden olmasın dedim. Abdestini bitirdi, ben de bitirdim, selâm vererek, ‘Amca’ dedim ‘siz Nuri Benli’yi tanıyor musunuz?’ Bana dikkatle baktı ve ‘Gel’ dedi yürüdü. Ben de arkasına düştüm. Çarşı Camii yakınlarında bir kapıdan girip merdivenden yukarı çıkmaya başladım. Henüz bitmemiş bir inşaat idi. Üst damına çıkıp orada oturduk. ‘Nuri Benli benim’ dedi. ‘Sen Hoca Efendinin ziyaretine mi geldin? Hoca Efendi namaz tesbihatını henüz bitirmedi. Biz şimdi bir yemek yiyelim. Sonra seni kapıya kadar götürürüm. Kabul eder mi, etmez mi onu bilemem’ dedi.

Huzura kabul olundum

“Yemek yedik, kahve içtik. Kalk beni uzaktan takip et’ dedi. Öyle yaptık. Hayli gittik. Bir kapı çaldı. Yukarıdan da Zübeyir Ağabey veya Bayram Ağabey geldi. Aşağı indi. Evvelâ Nuri Benli Ağabey kendisine benim Üstadı ziyarete geldiğimi söyledi. Ve Nuri Benli geri döndü. Kapıya inen o ağabey benimle merhabalaştı. ‘Nereden geliyorsun? Adın nedir? Ne için geldin?’ dedi. Urfa’dan geldiğimi, ismimin Abdülkadir olduğunu, Üstadı görmeye geldiğimi söyledim. ‘Peki kardeşim biraz bekle, Üstadımıza gidip haber verelim’ dedi. Kapıyı kapatıp yukarıya çıktı. Fakat bu arada benim yüreğim pat-pat atıyordu. ‘Ya Üstad kabul etmezse ne yaparım’ diye düşünüyordum.

“Fakat Cenab-i Hakka şükür, biraz sonra kapı açıldı. ‘Gel kardaşım, Üstadımız seni bekliyor’ müjdesiyle sanki dünyalar benim oldu. Çok heyecan içinde merdivenleri çıkıyordum. Evvelâ Zübeyir Ağabey huzur-u pâke girdi. Ben de arkasından. Koşup hemen ellerinden sarılıp öptüm, başıma koydum. O şefkat sultanı da beni ağuşuna kemâl-i alâka ile çekip başımdan öptü. Ve ‘Otur kardaşım’ dedi. Hemen diz çöküp oturdum. ‘Merhaba, safa geldin kardaşım’ dedi. Ben de mukabele ettim. ‘Senin adın nedir?’ dedi. Ben de, ‘Abdülkadir’ dedim. ‘Maşallah ben Abdülkadir ismiyle çok alâkadarım’ dedi. Ve ‘Ben birkaç gündür kimseyi kabul etmiyordum, hattâ yanımdaki talebelerimi de… Bana birşey lâzım olduğu zaman yazıp kapının arkasından gönderiyordum. Fakat sen bana şifa oldun. Öyle değil mi Zübeyir’ diye sordu. Zübeyir Ağabey ‘Evet öyledir Üstadım’ dedi. Ben daha Urfa’dan dün mektup aldım. Senin için gelmeye lüzum yok, ben onu Abdülkâdir’lerin en birincisi olarak kabul edip duama dahil ettim, dedim. Sen niye geldin?’ dedi. Fakat bunu söylerken inciterek, tenkit ederek değil, belki okşayarak şaka ederek söylüyordu. ‘Madem öyledir, ceza olarak seni bugün tekrar geri göndereceğim.’ ‘Peki efendim’ dedim. Sonra yazdığım o kitabı çıkarıp kendilerine hediye getirdiğimi söyledim. O kitapla beraber Abdullah Ağabeylerin yazdıkları mektupları kendilerine sundum. ‘Maşaallah, bu senin hattın mıdır?’ dedi. ‘Evet efendim’ dedim. ‘Ben bunu aldım, kabul ettim. Şimdi arkasına bir dua yazıp benden sana bir hatıra olarak hediye edeceğim’ dedi. Ve kalemini çıkarıp bir dua yazdı ve bana uzattı. Ben kalkıp aldım ve teşekkür ettim.

“Bu muhavereden sonra benim şahsî ve ailevî ahvalimi sormaya başladı. ‘Senin babanın adı nedir?’ ‘Abdurrahman’ dedim. ‘Kaç kardeşsiniz?’ ‘Altı erkek kardeşiz’ dedim. ‘Tamam öyle ise’ dedi. ‘Ben seni Abdurrahman’a vermeyeceğim. ‘ Sonra ‘Kürt müsün, Arap mısın?’ dedi. ‘Kürdüm efendim’ dedim. ‘Zübeyir, bu Kürt oğlunu babasına vermeyeceğiz’ dedi. ‘Ne iş yaparsın?’ dedi. ‘Avcılık efendim’ dedim. ‘Sizin oralarda ne gibi hayvanlar bulunur?’ dedi. ‘Ceylan, tavşan, ördek ve keklik bulunur’ dedim. ‘Her ava çıktığınızda ne kadar para masraf edersiniz?’ ‘Bazen olur ki 50 lira da masraf yaparız’ dedim. ‘Peki’ dedi. ‘Siz o parayla ehlî hayvan alıp etini yeseniz, daha iyi olmaz mı?’ ‘Evet efendim, daha iyi olur muhakkak’ dedim.

“Sonra ‘Sen hangi aşirettensin?’ dedi. ‘Badıllı aşiretindenim’ dedim. ‘Aşiretin kaç çadırdır?’ dedi. Dedim, ‘Efendim şimdi çadır yok, 25 kadar köy vardır. ‘ ‘Peki aşiretinizin reisi kimdir?’ dedi. ‘Amcamdır’ dedim. ‘Baban mı?’ dedi. ‘Hayır efendim amcamdır’ dedim. Yine anlamadı gibi göründü. ‘Ben babanı eski adil reisler gibi kabul ediyorum’ dedi.

Risale-i Nur okudun mu?”

“Sonra mevzuu değiştirdi.

“Sen Risale-i Nur okudun mu?’ dedi.

“Okuyacağım efendim’ dedim. ‘Ve ben de Urfa’daki talebelerinizin yanına gidip onlar gibi hizmet etmek istiyorum’ dedim.

“Peki benden kabul, fakat onlarla da istişare et’ dedi.

“Peki efendim’ dedim. Sonra sordu.

“Urfa’dan Van’a yol var mı?’

“Evek efendim’ dedim.

“Peki ya Van’dan Bağdat’a?’

“Onu bilmiyorum efendim’ dedim.

“Ben Şeyh Abdülkadir-i Geylâni ile çok alâkadarım’ dedi. ‘Oralara gelsem Bağdat’a gitmeyi düşünmüyorum. Ve seni talebelerimin içindeki bütün Abdülkadir’lerin birincisi olarak da kabul ettim’ dedi. Daha sonra, ‘Zübeyir ve Ceylân gibi kabul ettim, sen benim Abdurrahman’ımsın’ dedi. Sonra ‘Sen Tarihçe-i Hayat’taki Abdurrahman’ın resmini gördün mu?’ dedi. Ve çıkarttı bana gösterdi. ‘Buna benziyorsun, seni onun gibi kabul ettim. Maşaallah benim Abdurrahmanım maşaallah’ dedi. ‘Sen madem benim için geldin, senin yol masraflarının iki mislini vermek mecburiyetindeyim. Fakat madem ‘Gelmesin’ dediğim halde geldin, yalnız iki buçuk lira vereceğim’ dedi. Kesesini çıkardı, iki buçuk lira demir paradan bana verdi. Aldım bir kağıda sardım cebime koydum. Sonra sordu:

“Sen Urfa’daki talebelerimden olan Vahdi Gayberi’yi tanıyor musun?’

“Hayır efendim tanımıyorum’ dedim. Biriki zat daha sordu.

“Tanımadığımı söyledim. Sonra,

“Nurşin Şeyhleri Risale-i Nur’la alâkadar oluyorlar mı?’ dedi.

“Bilmiyorum efendim’ dedim.

“Maşaallah kardaşım sen bana şifa oldun. Sesim bütün bütün kesilmişken, şimdi bak tam açıldım. Ben seni has talebelerim içinde evlâd-ı mânevî olarak kabul edip duama dahil ettim. Sen de bana dua et.’

“İnşaallah efendim’ dedim.

“Vakit bir saat kadar geçmişti. Dedi:

“Kardeşim bir saatlik görüşmemiz Allah için olduğundan, bin saat değerindedir. Beni tarassutlarıyla çok taciz ediyorlar. Yoksa seni yanımda bırakırdım. Yine de inşaallah seni bir zaman yanıma alacağım. Madem öyledir, seni bugün Urfa’ya göndereceğim. Bütün Urfa’lılara selâm söyle.

“Bütün onlara dua ettiğimi söyle. Hattâ onların mezarda yatanlarına da dua ediyorum. Urfa’nın hükûmetine dua ediyorum. Onun Belediye Reisine selâm söyle, ‘ ‘Peki kardeşim’ dedi. ‘Peki kardeşim’ der demez, Zübeyir Ağabey ayağa kalktı. Ben de kalktım. Bir daha mübarek ellerini tutup doya doya öptüm. O da yine beni kucaklayıp boynumdan öptü. Ve huzur-u pâkinden yavaş yavaş çıktık. O da arkamdan ‘Maşaallah Abdurrahman’ım’ diye söylüyordu.

Yüzüne bakamıyordum, gözlerim kamaşıyordu

“Üstadın odasına girer girmez, yaşlı, çok hasta, yatak içinde uzanmış, başında yeşil, siyah ve beyaz karışımı bir sarık vardı. Mübarek yüzünün bana ilk görünen şekli, televizyon ve perdelerinin boş oynadığı zaman elektirik dalgalarıyla bir titreşim vaziyetini gösterdiği gibiydi. Birkaç dakika o nurânî vaziyet mübarek simasında lemean etti. Adetâ mübarek yüzüne bakamaz oldum. Gözlerim kamaşıyordu. Hep dikkatle mübarek yüzüne bakıyordum. Yüzü kırmızıya meyyal bir buğday renginde idi. Mübarek gözleri mavi ve iri idi. Bir gözü diğer gözünden farklı idi. Yani birisi maviden ziyade yeşile mâyil idi. İri ve âsâr-ı şecaat gösteren gözünün beyazı kırmızı damarlarla dolu idi. Kaşları ileriye doğru dik ve çatık idi. Yüzü değirmi, alnı geniş idi. Burnu koç burnu gibi çıkık, şahin kuşu gibi atik idi. Ağzı geniş, çehresi iri idi. Mübarek çehresinde lemean eden nur-u velâyet zahir ve bahirdi. Sinekler konmak için yaklaştıkları vakit anında uçup kaçarlar idi. Mübarek ellerinin derisi altından damarlar görünürdü. Parmakları iri ve uzun idi. Saçları sarığın kenarından çıkmış ve kıvrılmıştı.

Odasını güzel koku kaplamıştı

“Saçları ve bıyıkları kınalı idi. Şivesi Van köylerinin yeni Türkçe öğrenmiş adamı şeklinde idi. Güzel kokular odasının her tarafını sarmıştı.

“Her iki elinin parmaklarında üç tane gümüş halka yüzükler vardı. Odasından çıkıp, karşı tarafta talebe ve hizmetkârlarının    oturduğu yere Zübeyir Ağabeyle beraber geldik. Onların yanında ikindiye kadar kaldık. İstasyona kadar Bayram Ağabey benimle beraber geldi.

“Dönüyordum. Fakat memnun ve mahzun olarak dönüyordum. Muradına nail olmuş bir âşıkın süruruyla dönüyordum. O bir saatlik sohbet artık benim için herşeydi. Kendimde sanki dünyayı fethedebilecek bir iktidar ve cesaret hissediyordum. Sanki kalbim Üstadım olan Hz. Said’le çelik halatlarla  perçinleşmişti. Çünkü onun o lütufkâr, o keremkâr nurânî şefkati ve benim gibi ilimden irfandan, terbiye-i İslâmiyeden adetâ mahrum olan biçareye karşı gösterdiği şefkat, merhamet, talebeliğine kabul iltifatları benim bütün vücut ülkemi muhabbetle sarsmıştı. O andaki hissiyatımı ifade etmek mümkün değildir. Yine kara trene binip Urfa’ya müteveccihen hareket ettim. Nihayet Urfa’ya geldim.

Hizmete girdim

“Urfa’da iki sene medresede Abdullah Ağabeylerle beraber kaldık. Avcılığı bıraktım, av tüfeğini sattım. Bu arada eski bir teksir makinesi alıp Urfa’da bazı risaleleri yazmak ve pek çok yerlerle muhabere ettiğimizden lâhika mektuplarını kolaylıkla neşretmek için hizmet görmek fikri ortaya çıktı. Benim de annemden kalan 40 kadar koyunum vardı. Hemen satıp bir teksir makinesi alalım dedim. Koyunları sattık. Bin beş yüz küsûr lira tutmuştu. Teksir makinesini almak için İstanbul’a gitmek icabetti. Giderken yine Üstada uğrayıp hem ziyaret etmek, hem de Üstadımızla istişare etmek lâzım geliyordu. Daha doğrusu ben böyle arzu ediyordum.

Üstadı ikinci ziyaretim

senesinin tahminen Eylül Ekim aylarında, Isparta’ya revan oldum. Bir iki gün sonra Isparta’ya vasıl oldum. Bu defa Hz. Üstad Isparta’da değildi. Barla’da olduğunu söylediler. Nuri Benli Ağabey bana ‘Gitme’ dedi. ‘Her gideni yakalayıp taciz ediyorlar.’ Sonra Rüştü Çakın Ağabeye uğradım, ona arzettim. O dedi, ‘Sen durma git.’ ‘Zaman ikindi zamanı idi. Doğru Eğir1dir’e gittim. Pazar günüydü. Hiçbir vasıta Barla’ya gitmiyordu. Çilingir Ali Ağabeye dedim, ne yaparsan yap mutlaka gideceğim. ‘Hususi bir şey bul’ dedim. Çilingir Ali Ağabey çıktı. Yarım saat sonra geldi. ‘Müjde’ dedi. ‘Bir motorlu kayık tuttum, hadi kalk.’ Motorluya binerek bir saat sürmeden Barla’nın sahiline ulaştık.

“Deniz (göl) kenarında harmancıların yanına gittim. Onlara söyledim. Hepsi dost ve Üstada muhib idiler. Dediler: ‘Bizim hanımlar saman götürecekler. Onlarla gidersin, hiç kimse görmez.’ Beraber hayvanlarla Barla’ya doğru gittik. Hanımlar gayet mestûre idiler, konuşmuyorlardı. Köye vardığımız zaman ‘Kardaş!’dediler. ‘Biz şimdi Hoca Efendinin evinin önünden geçeceğiz. Evini sana göstereceğiz ve geçeceğiz.’

“Üstad Barla’da esas evinin üstünde başka bir evde kalıyordu. Kapıyı çaldım, Zübeyir Ağabey çıktı. Konya Ereğli’sinden biraz elma almıştım. Elimden aldı ve ‘Hoş geldin kahraman kardaşım!’ deyip beni kucakladı. İçeri girdik. Yan odalardan birisine geçtik. Güneş batmak üzereydi.

“Üstad Sıddık Süleyman’a ders veriyordu. Zübeyir Ağabey dedi ki: ‘Üstad dersini bitirsin, sonra yanına gireriz.’ Üstad dersini bitirdi, sonra abdest aldı. Zübeyir Ağabey, ‘Gel kardaşım, Üstada gidelim’ dedi. Tam o sırada abdestini bitirmiş, havlu ile siliniyordu. Ziyaret etmek istedim. Havluyu bana uzattı. Ben de havluyu öptüm, yüzüme sürdüm. ‘Niye geldin?’ dedi. ‘Efendim ben yalnız sizin için gelmedim’ diye zevahiri kurtarmak için bir tevil yaptım. ‘Peki ya niye geldin?’ dedi. ‘Teksir makinesi almak için İstanbul’a gidiyordum da’ dedim. ‘Sen 1500* fedakârlık yapıyorsun ama, teksir edeceğin risalelerin sıhhatine azamî dikkat etmek lâzımdır.’ ‘İnşaallah efendim’ dedim. ‘Peki kardaşım’ dedi. Biz öbür tarafa geçtik.

“Akşam namazından sonra bana bir miktar hususi yemeğinden göndermişti. Onu yedim. Yatsıdan sonra yorganını bana gönderdi. O gece o mübarek yorganında yattım. Sabahleyin namazdan epey sonra ders için bizleri çağırdı. Gittik. Halka halinde oturduk. Hepimiz okuduk. Kendisi de okudu. Zübeyir Ağabey, hediye getirdiğim o elmayı, Antep’ten aldığım baklavayı kendisine arzetti. Kemâl-i samimiyetle alakâdar oldu. Açtırıp baktı. Şaka ederek merhum Ceylân ve Hüsnü’ye ‘Ben bunu size yedirmeyeceğim’ dedi. ‘Ben bunu bin altun lira kadar kabul ettim. Fakat kaideme göre bunun iki bedelini vereceğim. Kaça aldın bunları?’ dedi. Ben o anda ne diyeceğimi şaşırdım. Hemen Hüsnü Ağabey dedi ki: ‘Efendim! Hepsini iki buçuk liraya almış.’ ‘Madem öyledir, yalnız bir kat fiyatını vereceğim’ dedi ve çıkarttı verdi, ben de aldım.

Kahramanlık Risale-i Nur ile inkişaf ederse kimse karşı koymaz

“Dersten sonra çok mesrur ve coşkundu Üstad. Halbuki  geldiğim gün hiddetliydi. Hattâ Zübeyir Ağabey ‘Kardaşım, bugün Üstadımız fazla hiddetlidir’ demişti. Bana çok iltifat etmeye başladı. ‘Kürdoğlu’ diye hitap ediyordu. Bir ara bir münasebetle kendi eski talebelerinin kahramanlıklarından, şecaatlerinden bahsetti. ‘Hattâ öyle ki, ‘ dedi, ‘benim bir işaretimle ruhunu feda edecek derecede idiler.’

“Eski Harb-i Umûmide benim Mîr Mahey isminde bir talebem vardı. Biz Ruslarla harbederken bazen Mîr Mahey tek başına Rusların tabyalarının içine hücum eder, içlerinde dolaşır, birkaç Rus öldürür, sağ olarak geri dönerdi. Hattâ bir gün Diyarbakır Valisi Cevdet Paşanın benim aleyhimde konuştuğunu duyunca vali konağının karşısındaki bir evin üstüne çıkarak, ‘Ulân Cevrik Paşa!¹ Cevrik Paşa! Eğer yiğitsen parmağını çıkar, bakalım’ dedi. Ve bu münasebetle dedi ki, ‘Bu millette fıtrî bir kahramanlık seciyesi vardır. Bu seciye eğer Risale-i Nur’la inkişaf ederse, hiçbir millet karşılarında duramaz. Hattâ Rus’u dahi teslim alırlar. ‘Ve bana dönerek, ‘ İşte sen o eski talebelerime benzersin. Fakat benim şimdiki talebelerim ölünceye kadar, Risale-i Nur hizmetinde sadıkâne bir şekilde vakf-ı hayat ederek çalışıyorlar. Bunlar eski talebelerimden fazilet bakımından daha üstündürler’ deyip hayli uzun bir ders yaptı.

Teksir makinesine çok memnun oldu

“Teksir makinesinin alınıp hizmet-i Nuriyede istimaline dair teşebbüsümüze çok memnun oldu ve çok dua etti. ‘İnşaallah bu teksir makinesi ileride Urfa’nın âlem-i İslâma ilim hakikatını neşreden bir merkez halini almasına vesile olacak. Bütün Nurları neşir için sana izin veriyorum’ dedi ve şahsım hakkında iltifatkâr bazı şeyler söyledi.

“Ders sona erdi. Benim İstanbul’a gideceğimi biliyordu. ‘Haydi Abdülkadir’e bir hayvan bulun. Eğirdir’e hayvanla gitsin’ dedi. Ben ‘Efendim! Yürüyebilirim’ dedim. Merhum Ceylân Ağabey, ‘Üstadım o aşirettendir. Yürür’ dedi. ‘Peki öyle ise’ dedi. İzin istedim. Elini öptüm. Barla’dan ayrıldım.

“Tam altı saat göl kenarını takip ederek Eğirdir’e geldim. Isparta’ya vardım. Aynı akşam İstanbul’a hareket ettim. İstanbul’da bir hafta kadar kaldım. Teksir makinesini alarak Isparta’ya yolladım. Ben de Isparta’ya gidip orada kullanılmasını öğrenecektim. Bu arada Üstadı ziyaret de en büyük maksadımdı. Yine Üstadımızın ziyaretiyle müşerref oldum. Bir hafta yanında talebeleriyle birlikte kaldık. Çünkü makine henüz gelmemişti. Onu bekliyordum. Artık bu defa sevgili  Üstadı bol bol görmeye ve dersinde bulunmaya muvaffak oldum. Çok iltifat ediyordu. Dua ediyordu.

“İstanbul’dan geldiğim gün huzur-u pâke girdiğimde Üstad Mesnevi’nin başındaki Türkçe mukaddimeyi telif ediyordu. O söylüyordu, merhum Ceylân da yazıyordu. Lillahilhamd Risale-i Nur’un küçücük bir parçasının telifi anına tesadüf ettim. Hakikaten telif anıyla sair hususî sohbetleri birbirinden çok farklı idi. Çok coşkun, sürurlu, def’i ve anî söylüyordu.

“Bu bir haftalık zaman içinde birgün sabah dersinde Meyve Risalesi okundu, Siracü’n-Nûr mecmualarını iki üç sandık halinde kendi odasında durduruyordu. O sırada Siracü’n-Nûr mecmuaları başka bir yerde bulunmuyordu. Ben onun içindeki Beşinci Şua için Siracü’n-Nûr’u çok arıyordum. Üstad sabah derslerinde her bir talebesinin eline bir tane verip, ders yaptırıyordu. Kendileri de dinlerdi. Biraz bir talebesi okur, sonra yanındaki talebesine sen oku diye işaret eder, o da okurdu. Risale okunurken mübarek gözlerinden yaşlar revan oluryordu. Ayrılacağım sırada Zübeyir Ağabeyden bir tane Siracü’n-Nûr’dan istirham ettim. Dedi, ‘Kardeşim! Hepsi Üstadımızın yanındadır. Ben isteyemem, sen gir, bir tane iste.’ Bunun üzerine huzuruna girip ayakta durup, boynumu bükerek bir tane istediğimi izhar ettim. Dedi, ‘Kürdoğlu! Ben bunları kimseye vermiyordum. Bu mecmualar Afyon Adliyesinde sekiz sene hapis yattılar. Bunlar gazidirler. Ben bunları istirahat ettiriyorum. Fakat senin hatırın için bir tane vereceğim. Bunların bedelleri yüz banknottur. Fakat ben senin için on banknota vereceğim. ‘Ben on lira kağıt para çıkarıp, kendilerine takdim ettim. ‘ Ben bu parayı tutmam. Ceylân, gel al’ dedi ve bir tane kendi mübarek eliyle bana uzattı. Ben de aldım, öptüm, başıma koydum. Ve huzurundan ayrıldım.

“Meyve Risalesi’nden Hafız Ali’nin sual meleklerine Risale-i Nur’la verdiği cevap münasebetiyle bir ehl-i keşfe’l-kubur’un bir ilim talebesinin medresede vefatıyla sual meleklerine ilm-i nahivle cevabı geçtiği zaman buyurdular ki: ‘Kardeşlerim gerçi ehl-i keşfe’l-kuburluk benden yüz derece uzaktır. Fakat o mesele aynen öyle cereyan ettiğinden emin olunuz.

Dünyalar gencin olmuştu

“Başka bir gün Malazgirt’in köylerinden hiç Türkçe bilmeyen bir genç Üstadın ziyaretine gelmişti. Türkçeyi hiç bilmiyordu. Benim ilk ziyaretimde bana ‘Kürt müsün, Arap mısın?’ diye sorduğunda ben de ‘Kürdüm efendim’ dediğim zaman ‘Kardeşim, ben elli senedir Kürtçeyi konuşmuyorum, unutmuşum’ buyurmuşlardı. Malazgirtli o genç Türkçe bilmediği için herhalde Üstad beni tercüman olarak çağırır diye kendi kendime bekliyordum. O genç Üstadın huzuruna girdi. Baktık Üstad onunla Kürtçe konuşuyor. Beni çağırmadı. Sonra o genç çıktı. Sordum: ‘Seyda ile ne konuştunuz? Ne istedin ondan?’ Hiç, yalnız dedim ki, Seyda! Benim sizi ziyaret etmekteki maksadım sekerat vaktinde bana ulaşıp imanımı kurtarasınız, diye istirhama geldim. Ve Seyda peki diye kabul etti. ‘O genç neşesinden, sürurundan uçuyordu. Ben kend kendime ‘Ben ne bedbahtım. Hiçbir istirhamda bulunmadım Üstaddan’ diye düşündüm.

Senin de bundan hissen çoktur

“Ayrılacağımın son günü idi. ‘Seni yanımda bırakmak istiyorum. Seni artık Abdurrahman’a (babam) vermeyeceğim, bana Tahirîyi çağırın’ ded. Tahirî Ağabey geldi, ‘Buyurun efendim’ dedi. ‘Tahirî ne dersin ben bu Kürdoğlunu göndereyim mi? Yoksa burada yanımda mı kalsın?’ Tahirî Ağabey, ‘Efendim! Siz bilirsiniz ama gidip Urfa’da hizmet etse daha iyi olmaz mı acaba?’ dedi. ‘Peki öyleyse, Urfa’ya gitsin’ dedi. Bende gayr-i ihtiyarî , fakat çocukcasına bir hevesle Urfa’ya gidip teksir makinesiyle hizmet etmek hissi daha çok galipti. Artık karar verildi. Urfa’ya dönecektim. bir ara beni Ali İhsan Tola ile Sav köyüne makinenin çalışmasını görmem için gönderdi. Birgün bir gece Sav’da kaldık. Makineyi aşağı yukarı öğrendim. Yine Üstadın huzuruna geldim.

“Bir sabah dersinde çok neşeli idi Üstad. Dokuz kişi dersi sıra ile okuyordu. O gün Hasbiye Risalesi okunuyordu. Bir ara sual melekleri meselesi geçti. Tahirî Ağabeye dönerek, ‘Tahirî! Senin imanın bundan aşağı değil’ buyurdular. Tahirî Ağabey ‘Elhamdülillah’ dedi. Bana da ‘Kürdoğlu! Senin de bundan hissen çoktur’ dedi.

“En son dersi kendisi okuyacağını söyledi. Karadut başında yazılan kısmı okudu. Kendine has şivesi ile neşe ve sürur içinde okuyordu. Ve bazı mülâtefeler yaptı. Neyse, bu bir kaç günlük zaman da sona erdi. Teksir makinesi geldi. Merhum Ceylân Ağabey tekrar onun çalışmasını bana gösterdi. Yine izin alıp ayrılmak için huzura girdim. Gayet samimî bir alâka ile, ‘Sen her sabah yanımdasın. Bizim için ayrılık yoktur.’ ‘Seni aynen Zübeyir gibi kabul etmişim’ dedi. Biraz sonra tayinat parasından bir miktar bana vermek için irade buyurdu. ‘Efendim! Benim param vardır’ dedim. ‘Yok’ dedi. ‘İnsan babasından para almaz mı?’ Bin teşekkürü niyet ederek aldım, öptüm başıma koydum. Ve bu defa, ‘Urfa taşıyla toprağıyla mübarektir. Urfa’ya gelmeyi çok düşünüyorum’ dedi. ‘İlk fırsatta geleceğim inşaallah’ buyurdu. Ben de, ‘Efendim! Zaten sizi götürmek için gelmiştim’ dedim. ‘Evet’ dedi. ‘Urfa’ya gelmeyi düşünüyorum. Fakat şimdi şu anda gelsem Suriye ile Türkiye’yi birleştirmek mecburiyetinde kalacağım, bu da şimdi olmaz.’

“Mübarek elini öptüm. O âdet-i mübarekleri vechiyle beni kucaklayıp başımı öptü ve bütün Urfalılara selâm gönderdi. ‘Ben her sabah Urfa’nın ahyâ ve emvatına dua ediyorum. Onlar da bana dua etsinler’ dedi. Tam ayrılıyordum dediler ki: ‘Eğer Şarkta Hulusî Beyle Muhammed Kayalar olmasaydı, ben Şarka gelmeye mecbur olurdum. Fakat onlar benim Şarkta vekillerimdirler. Onun için şimdilik gelmeyeceğim. Neyse… ‘ Ayrıldık. Diğer ağabeylerle de vedalaşarak Urfa’ya revan olduk.

“Urfa’ya geldiğimde teksir makinesiyle bazı şeyler yazmaya çalıştık. O sırada Abdullah Ağabey askere gitti. Askerliğini bitirdi. Yine Urfa’ya döndü. Bu defa Hüsnü Ağabey asker oldu ve artık Üstadın hizmetinde kaldı.

Adnan Menderes’i duama almışım

“Sene 1959 oldu. Bu defa benim de askerliğim geldi, çattı. Hattâ iki buçuk sene geçiyordu. Askerliğim Ankara’ya çıkmıştı. Askere giderken yine Üstadımı ziyaret edip öyle gideyim diye doğru Isparta’ya vardım. Akşam vakti yine huzur-u pâke girdim. Meğer bu ziyaret ve görüşme en son olacakmış. Biraz hal hatır ve Risale-i Nur’un Urfa’daki hizmetinden suallerinden sonra ellerini öptüm, ayrıldım. Zübeyir Ağabeylerin yanına geçtim, o gece de orada kaldım. Sabahleyin son defa görüşüp ayrılacaktım. Yine ders oldu. Kâtip Osman Ağabey de vardı. Ders bitti. Kâtip Osman bir sepet üzüm getirmişti. Bir başka talebesi de biraz irmik helvası getirmişti. Dersten sonra kendisi ile beraber dokuz kişi vardık. O üzümü dokuz hisseye ayırıp kur’a attırdı. İçinde bir iki salkım siyah üzüm vardı. Merhum Ceylân Ağabey kur’a atılırken yer değiştirerek o siyah üzümleri kendisine düşürdü. ‘Vay Keçeli! Keçeli! Ben bu siyaha göz dikmiştim. Sen yine kendine düşürdün’ dedi. Üzüm paylaşması bitti.

“Sonra Üstad ahval-ı âlem meselelerinden mevzu açtı. İmanın verdiği kuvvet ve cesaretten bahsetti. Meselâ dedi: ‘Mısır’da Cemal Abdünnâsır’a bakınız ki, imanın kuvvetiyle bütün Avrupa’ya dünyaya meydan okuyor.’ Sonra buyurdular ki: ‘Kardaşlarım! Size bir hususu hususî olarak söylüyorum. Ben Adnan Menderes’le çok alâkadarım. Onu duama almışım. Eğer ben fazla hasta olmasaydım, onun ziyaretine gidecektim.’ Sonra parmağını bana uzatarak, ‘Kürdoğlu!’ dedi. ‘Seni hizmet dairesinde siyasete girmen münasiptir.’ Ben bu sözden birşey anlamadım. Halen de anlamıyorum. Nasıl bir siyasete girebilirim, bilemiyorum. Her ne ise. Ders bitti. Biz de dağıldık. Bir iki saat sonra ayrılacaktım. O zamana kadar sigarayı bir türlü bırakamıyordum. Bu defaki gelişimde ‘Eğer fırsat bulursam, sigarayı bırakmak için Üstaddan dua isteyeceğim’ diye yolda hayal ediyordum. Fakat bunu bir türlü Üstada arzedemedim. Öyle kaldı. Sonra Ankara’ya gitmek için izin almak niyetiyle son olarak huzur-ı pâke dahil oldum. Elini öptüm, elimi tuttu, bırakmadı. ‘Ben senin şimdiye kadarki hizmetini yirmi sene bir hizmet olarak kabul ediyorum. Senin askerliğin dahi Nur hizmeti hesabınadır. Said’e söyle alakadar olsun. Eğer alakadar olmazlarsa, güceneceğim’ dedi. Ve ağabeylerden birisine, ‘Getirin bütün helvayı Abdülkadir’e verin. Yolda yesin.’ Ve daha başka çok iltifatkâr sözler söyledi. ‘Senin için, istikbal için çok şeyler biliyorum, fakat şimdi söyleyemiyeceğim’ dedi.

“Ve beni ağuş-u şefkatkârânesine çekip yine başımdan, boynumdan öptü. ‘Haydi güle güle’ dedi. Fakat gözlerinden yaşlar akıyordu. Kemâl-i şefkatle beni selâmlıyordu. ‘Esselâmû aleyküm’ deyip ayrıldım. Zübeyir Ağabey ‘Maşaallah kardeşim! Üstadımız sana çok iltifat ettiler, seni tebrik ediyorum’ dedi. Bu defaki ayrılıştan gayr-i ihtiyarî bir hüzün, bir melâlet içindeydim. Bilmiyordum, ne içindir? Meğerse son görüşmemiz imiş.

Ankara’da askerlik

“Ankara’ya varıp asker oldum. Birkaç gün sonra birden sigaraya karşı bir nefret geldi bana. Acemiliğin ilk devresinde sigara içmeyenler de sigaraya başladıkları halde, ben kat’î bir terke karar verdim. Karar hâlâ o karardır. Sigara, menfur-u ebedim oldu.

Bediüzzaman, Risale-i Nur’dur

“Ankara’da askerliğim sırasında Said Özdemir bana evci kâğıdı çıkardı. Ben her hafta evci çıkıyordum. Ve Ankara’da iken birgün Üstadımızın Ankara’ya geldiğini duydum. Yine evci çıkmıştım. Beyrut Palas’ta olduğunu söylediler. Ben asker elbisesiyle bir arkadaşımla beraber otele girdim. O zamanki Ankara Emniyet Birinci Şube Komiser Abdülkadir, kapıda beni otele bırakmak istemedi. ‘Sen askersin, birliğine bildiririm. Bu tehlikeli bir iştir’ dedi. Ben dinlemedim. ‘Beni bırak, sonra ne yaparsan yap’ dedim. Adımı soyadımı, birliğimi yazdı. Fotoğrafımı çekti ve ben yukarıya çıktım. Üstadımızın bulunduğu kat talebelerle  dolu idi. Birisi Zübeyir Ağabeye, ‘Abdülkadir gelmiş’ demiş. O ise polis Abdülkadir zannetmiş, ‘Üstadımız uyuyor’ diye haber geldi. Ben biraz bekledim. Üstadı rahatsız etmeyeyim, dedim. Kalktım, Murat lokantasının üstündeki dershaneye geldim. İkindi zamanı birisi bana, ‘Üstad seni acele istiyor’ dedi. Kalktık, gittik. Bu defa otelin kapısında çok polis vardı. Ne yaptımsa beni bırakmadılar. Pür me’yus ve mükedder olarak döndüm. Hem, akşam saat beşte birliğime yetişecektim. Ve işte bir daha Üstadımı göremedim.

“Bütün ziyaretlerimde müşahade ve malûmatım şundan ibarettir. Hz. Bediüzzaman her zaman ve herkese ve bana da kerrâtla  ‘Kardeşim! Risale-i Nur’daki kudsî mânâ ve hakikat bende iken ismime Bediüzzaman deniyordu. Şimdi o kudsî mânâ benden ayrıldı. Bediüzzaman, Risale-i Nur’dur, bende birşey kalmadı. Siz Risale-i Nur’a yapışın. Hülâsanın hülâsası yalnız Risale-i Nur’dur’ diyordu. Ve onun intişarını istiyordu. Ve Nur Talebelerinin daima samimî tesânüd ve ittifaklarını arzu ediyordu. Başka birşey demiyor ve istemiyordu.”

Ebu Süfyan (R.A.) Kimdir?

Ebû Süfyân Sahr b. Harb b. Ümeyye

Hicretten elli yedi yıl önce (m. 565) Mekke’de doğdu. Annesi, Hz. Peygamber’in hanımı Meymûne’nin halası olan Safiyye bint Hazn el-Hilâliyye, babası Kureyş kabilesi ileri gelenlerinden Harb b. Ümeyye’dir. Peygamberimizin (asm) eşi Hz. Ümmü Habibe’nin babasıdır, Çocukluğu Mekke’de refah içinde geçti. Hz. Peygamber’in amcası Abbas onun en samimi çocukluk arkadaşıydı.

Ebû Süfyân babası gibi ticaretle meşgul oldu. Okuma yazma bilen çok az sayıdaki Mekkeli’den biriydi. Kısa sürede kendini kabul ettirerek görüşüne başvurulan, sözüne güvenilen, kabilesinin ticaret işlerini yöneten bir Kureyş büyüğü durumuna geldi.

Resûlullah(sav)’ın peygamberliğini ilân etmesinden sonra Kureyş ileri gelenleri gibi o da İslâm’a cephe aldı. Onun bu tavrında, Ümeyye ailesiyle Hz. Peygamber’(sav)in mensup olduğu Benî Hâşim arasında öteden beri devam edegelen rekabet ve düşmanlığın önemli rolü vardır.

İslâmiyet’in Mekke’de hızla yayılması ve Hz.Hamza(ra ile Hz. Ömer’(ra)in müslüman olmaları Kureyş kabilesini endişeye sevkedince, yeğenini davasından vazgeçirmek üzere Ebû Tâlib’e gönderilen heyetlerde ve Dârünnedve’de toplanıp Hz. Muhammed(sav)’in öldürülmesine karar veren müşrikler arasında Ebû Süfyân da yer aldı. Fakat hicret öncesinde Hz. Peygamber(sav)’e ve müslümanlara fiilî olarak eziyet edenler arasında bulunmadı.

Kızının Hz. Re­sû­lul­lah’a (a.s.m.) eş olmasını bir türlü hazmedemiyordu. Fakat fazla da bir şey yapamıyordu.

Hicretten iki yıl sonra Ebû Süfyân’ın riyâsetinde Suriye’den gelmekte olan bir ticaret kervanı Hz. Peygamber(sav)’in emriyle müslümanlar tarafından ele geçirilmek istendi. Bunu haber alan Ebû Süfyân kervanın yolunu değiştirerek müslümanların takibinden kurtuldu ve Mekke’ye ulaştı. Fakat bu olay, Kureyş’in lideri Ebû Cehil’in tahrikleriyle Bedir Savaşı’na sebep oldu. Ebû Cehil’in bu savaşta ödürülmesi üzerine Ebû Süfyân Mekke müşriklerinin reisi oldu. Kureyş, Bedir mağlûbiyetinin intikamını bir an önce alma görevini ona verdi ve bu savaşa sebep olan Suriye kervanındaki malları müslümanlara karşı yapılacak savaşın masraflarına tahsis etti.

Bedir’in intikamını almadıkça yıkanmayacağına yemin eden Ebû Süfyân, hicretin 3. yılı Şevval ayı ortalarında (Mart 625) cereyan eden Uhud Savaşı’na müşrik ordusunun kumandanı olarak katıldı. Karısı Hind bint Utbe de diğer Kureyş kadınlarıyla birlikte def çalarak orduyu savaşa teşvik ediyordu. Bu savaşta müşrikler, parlak bir zafer elde edememekle beraber Hz. Peygamber(sav)’in amcası Hamza’nın Vahşî tarafından şehid edilmesi sebebiyle bir ölçüde intikam duygularını tatmin etmiş oluyorlardı. Hind de aynı intikam duygusuyla Hz. Hamza’nın ciğerini çıkarıp ağzında çiğnemişti. Ebû Süfyân Hendek Gazvesi’nde de Kureyş’in kumandanlığını yaptı. Onun bu liderlik görevinin Mekke’nin fethine kadar sürdüğü, müslümanlara karşı yapılan hareketlerde en üst seviyede rol aldığı görülmektedir.

Hz. Peygamber(sav)’in, Bizans İmparatoru Herakleios’u İslâm’a davet etmek üzere Dihye b. Halîfe el-Kelbî’yi Suriye’ye gönderdiği günlerde (Muharrem 7/Mayıs 628) Ebû Süfyân da otuz kişilik bir ticaret kafilesiyle birlikte Suriye’ye gitmişti. Herakleios Kudüs’te (bazı rivayetlere göre Humus’ta) iken Resûlullah(sav)’ın mektubunu alınca onun kavmine mensup biriyle görüşmek istediğini söyledi. O sırada Gazze’de bulunan Ebû Süfyân ve kafiledeki arkadaşları imparatorun isteği üzerine Kudüs’e getirildiler. Soyunun Resûl-i Ekrem(sav)’e yakınlığı sebebiyle Ebû Süfyân ile görüşmeyi tercih eden Herakleios ona

“Memleketinde peygamberlik davasıyla ortaya çıkan kimdir, bana anlat.”

“Genç birisi.”

“Soyu nesebi nasıldır?”

“İçimizde onun nesebi kadar şerefli bir sülale yoktur.”

Öyle ise bu, peygamberliğinin delilidir. Doğru birisi midir?

“Yalan söylediği duyulmamıştır.”

“İşte, bir peygamberlik âlameti daha… Onun dinine girdikten sonra ayrılanlar oldu mu?”

“Hayır.”

“Bu da peygamberliğinin bir delilidir. Ona tabi olanlar halkın zenginleri mi, yoksa fakirleri mi?”

“Bilhassa fakirler…”

“Artıyorlar mı, eksiliyorlar mı?”

“Devamlı artıyorlar.”

“İşte, bir peygamberlik delili daha… Savaşırken cepheyi terk ettiği oldu mu?”

“Hayır. Savaştan korkmaz. Bazen yener, bazen yenilir.”

“İşte, peygamberlik delillerinden biri daha… Sizi neye davet ediyor?”

“Bir olan Allah’a ibadet etmeye, putları terk etmeye ve iffetli olmaya…”

Bu sözler Herakliyus’un imanını bir kat daha takviye etmişti. Ebû Süfyân’a şöyle dedi:

Senin bu söylediklerine bakılırsa, bu zat bir peygamberdir. Ben bu sıralarda bir peygamberin çıkacağını biliyordum, ama sizden olacağını zannetmiyor­dum. İnanıyorum ki, ayağımın bastığı yerler onun olacaktır. Eğer ona ulaşabile­ceğimi bilseydim, kendisiyle karşılaşmak için bütün güçlüklere katlanırdım. Eğer yanında olabilseydim, ayaklarına su dökerdim…

Ebû Süfyân o sırada henüz Müslüman olmamıştı. Fakat kayserin bütün soru­larını doğru olarak cevaplandırmıştı. Kendisi bu hususta şöyle der:

“Vallahi onun hakkında bana sorulanlar hususunda söyleyeceğim yalanımın arkadaşlarımın orada burada anlatmalarından korkmasaydım muhakkak yalan söylerdim!”

Diğer taraftan, kendilerinin yalanladıkları, savaştıkları birinin buralarda tas­dik edilmesi onu düşündürdü. O, bununla ilgili olarak da şu itirafta bulunur:

Dışarı çıkınca arkadaşlarıma, ‘Muhammed’in davası iyice büyümeye başladı. Baksanıza, Benî Asfarların hükümdarı bile ondan korkuyor!’ dedim. Allah kal­bime İslamiyet’i sokuncaya kadar, onun davasının zafer ve başarıyla sonuçlana­cağına kesin olarak inanmakta devam ettim.”

Ebû Süfyân başka bir gün de şöyle bir itirafta bulunmaktan kendini alamaz:

“Müşrikliğin boş ve batıl olduğunu anladım. Ne var ki biz akılları başlarında ol­duğuna inandığımız bir toplulukla birlikte bulunuyorduk. Onların tutup gittik­leri yolu tutuyorduk. Şerefli ve yaşlı kişiler, putlarından yardım dileyerek ayak­landıkları ve ataları yüzünden ona kızdıkları zaman onlara uyduk.

Mekkeliler, Peygamberimiz(sav)in müttefiki olan Huzaalılara saldıran Benî Bekirlere destek oldular, onlardan birçoğunun öldürülmesine yardımda bulundular. Bu hareketleriyle Hudeybiye Sulhü’nü ihlal etmiş, tek taraflı olarak bozmuş oluyorlardı. Bu hadise Ebû Süfyân’dan ha­bersiz olarak cereyan etmişti. O, sulhün bozulmasına değil, devam etmesine ta­raftardı. Çünkü Re­sû­lul­lah’ın Mekke’yi fethetmesinden korkuyordu. Bu sebep­le, Peygamberimiz(sav)le görüşmek üzere Medine’ye gitti. Peygamberimiz(sav)in huzu­runa çıktı. Şöyle dedi:

“Yâ Muhammed, ben Hudeybiye Barışı’nda bulunamamıştım. Bu anlaşmayı yenile ve anlaşma müddetimizi uzat. Gel, aramızdaki anlaşmayı bir yazıyla ye­nileyelim.”

Peygamberimiz(sav), “Biz aramızdaki ahit üzere duruyoruz. Yoksa siz bir hadise çıkarıp onu bozdunuz mu?” buyurdu.

Ebû Süfyân, Re­sû­lul­lah(sav)’ın hadiseyi duymadığını zannediyordu. “Allah koru­sun, öyle bir şey olmamıştır. Biz ahdimizin ve barışımızın üzerinde duruyoruz. Ona ne aykırı bir davranışta bulunuruz, ne de onu değiştiririz.” dedi.

Re­sû­lul­lah (sav), “Biz de o anlaşma üzerinde bulunuyoruz. Ne aykırı bir harekette bulunuruz, ne de değiştiririz.” buyurdu.

Ebû Süfyân muahedeyi yeni­lemek hususundaki isteğini tekrarladı, fakat Peygamberimiz ona cevap verme­di.

Bundan sonra Ebû Süfyân sırasıyla Hz. Ebû Bekir’e, Hz. Ömer’e, Hz. Os­man’a ve Hz. Ali’ye müracaat etti. Onlardan vasıta olmaları ricasında bulundu. Fakat hepsinden de, “Ben bunu yapamam; bu, Allah ve Resûlüne ait bir iştir.” karşılığını aldı. Her birine de teker teker, “Öyle ise beni himayenize alır, bunu açıklar mısınız?” diye sordu. Hepsi de ayrı ayrı, “Benim himayemde olanlar, Re­sû­lul­lah’ın himayesinde bulunanlardır.” dediler.

Ebû Süfyân daha birçok kimseye müracaat ettiyse de hepsinden birbirine ya­kın cevaplar aldı. Sonra da çaresizlik içerisinde Mekke’ye döndü. Olup biteni Mekkelilere anlattı. Müşrikler çok kızdılar:

“Demek sen hiçbir şey yapamadan döndün ha! Demek bize hiçbir şey getirmedin. Vallahi biz senin gibi eli boş dönen bir elçi hiç görmedik! Bize ne savaş haberi getirdin ki hazırlanalım, ne de barış haberi getirdin ki güvenlik içinde bulunalım…” Bu, müşriklerin çaresizliği­nin, kendi vatanlarında da artık emniyet içinde olmayışlarının bir göstergesiy­di.

Mekke’nin müşrik hâkimiyetinden, Kâbe’nin putlardan temizlenmesinin za­manı gelmişti. Peygamberimiz(sav) kısa zamanda büyük bir ordu hazırladı. Mek­ke’ye doğru yol aldı. Bu arada Ebû Süfyân bir yandan Müslümanlarla anlaşma­nın yollarını araştırıyor, bir yandan da İslam’a teslim olmayı içinden geçiriyor­du. Putların faydasızlığını artık iyice anlamıştı. “Ben kimlere arkadaş oluyo­rum, kimlerin yanında bulunuyorum? İslamiyet’in doğruluğu artık belli olmuş­tur.” diye derin derin düşünüyordu. Yine de müşrikler ondan ümitliydiler. Bir defa daha elçi olarak Re­sû­lul­lah’a gitmesini istediler. Başka çıkış yolu olmadığı için, kabul etmek zorunda kaldı ve Ebû Süfyân vakit geçirmeden yola koyuldu. Yanına bir-iki kişi daha almıştı.

Ebû Süfyân, İslamiyet’e ve Müslümanlara yaptığı sayısız düşmanlıklar sebe­biyle “yakalandığında öldürülecek olanlar”ın arasında bulunuyordu.

Peygambe­rimiz(sav), Mekke’ye yaklaştığında Ashâbına, “Göz kulak olunuz, muhakkak Ebû Süfyân’ı bulunuz!” buyurdu.

Öncü kuvvetler bir müddet sonra onu yolda yakaladılar. Öldürmek üzerey­ken Peygamberimiz(sav)in amcası Hz. Abbas yetişti. Terkisine alarak Re­sû­lul­lah(sav)’ın huzuruna getirdi. Peygamberimiz(sav) onları Müslüman olmaya davet etti. Ebû Süfyan’ın yanında bulunan iki kişi hemen Müslüman oldukları hâlde Ebû Süfyân biraz mühlet istedi. Re­sû­lul­lah(sav)da kabul etti.

Ebû Süfyân o geceyi düşünerek geçirdi. Sabahleyin ezan sesiyle uyandı. Hz. Abbas’la birlikte Re­sû­lul­lah(sav)’ın huzuruna çıktılar.[l]

Peygamberimiz abdest alıyor­du. Ebû Süfyân şaşırdı.

Hz. Abbas’a döndü ve “Ey Fadl’ın babası! Ben şimdiye kadar ne kisrada, ne de Rumların hükümdarında, kardeşinin oğlu kadar büyük saltanatlı­sını görmedim.” demekten kendisini alamadı.

Hz. Abbas ise şu cevabı verdi:

”Bu, saltanat değil, peygamberliktir. Zaten onun üzerine düşmelerinin sebebi budur. Yazıklar olsun sana! Ona iman et.” dedi.

Biraz sonra cemaatle namaz kılındı. Ebû Süfyân gördüklerinden bir hayli te­sir altında kalmıştı. Namazdan sonra Hz. Abbas’a sordu:

“Ey Abbas, Muhammed onlara bir şey emretse onlar o emri hemen yerine ge­tirirler mi?”

Hz. Abbas cevap verdi:

Evet. Vallahi onlara yemeyi içmeyi bırakmalarını da emretse bunu yapar­lar!” dedi.

Biraz sonra da tekrar Re­sû­lul­lah’(sav)ın huzuruna çıktılar.

Peygamberimiz, “Ya­zıklar olsun sana ey Ebû Süfyân! Allah’tan başka ilah bulunmadığını kabul etme zamanın hâlâ gelmedi mi? Yazıklar olsun sana! Ben size dünya ve ahiret saadeti getirecek bir din getirdim. Müslüman olun da selamete erin.” buyurdu.

Ebû Süfyân’ın kalbi İslamiyet’e iyice ısınmıştı. “Babam anam sana feda olsun! Yumuşak huylulukta, şerefte, akrabalık haklarını gözetmekte senden daha üs­tünü yoktur. Sanırım ki Allah’tan başka ilah olmasa gerek; çünkü Allah’tan baş­ka ilahlar olsaydı, elbette beni zararlardan korur ve bana faydası dokunurdu.” dedi.

Biraz sonra da Kelime-i Şehadet getirerek Müslüman oldu. Bu durum başta Peygamberimiz(sav) olmak üzere bütün Müslümanları çok sevindirdi.

Ebû Süfyân şair birisiydi. Güzel şiir söylerdi. Bir defasında Re­sû­lul­lah’(sav)ı kötüleme bahtsızlığında bulunmuştu. Şimdi hem onu hatırlıyor, hem de yıllardır Müslümanlara yaptığı düşmanlıkları düşünüyor, mahcubiyetinden başını kal­dırıp Re­sû­lul­lah’(sav)a bakamıyordu. Söylediği bir şiirle, geçmişte yaptığı hataların affedilmesini rica etti. Şimdiye kadar dalalet içerisinde olduğunu, ancak şimdi doğru yolu bulabildiğini itiraf etti.

Fakat İslamiyet, önceden yapılan bütün hataları affettirirdi. Peygamberimiz(sav) de kendisini affettiğini bildirdi.

Ayrıca kendisine bir de imtiyaz verdi. “Karşı çıkmayıp kendisinin evine sığınanlara” dokunulmayacağını bildirdi.

Ebû Süfyân (r.a.) bunu az buldu. Pey­gamberimiz(sav), “Kim Kâbe’ye sığınırsa ona da eman verilmiştir.” buyurdu. Ebû Süf­yân (r.a.), “Kâbe’nin ne genişliği var ki?!” dedi.

Peygamberimiz(sav), Mescid-i Haram’ı da dâhil etti. Hz. Ebû Süfyân bunu da az bul­du.

Bunun üzerine Peygamberimiz (sav), “Kim evine girer, kapısını kapatır oturursa, ona eman verilmiştir. Kim silahını elinden bırakırsa ona da eman veril­miştir.” buyurdu.

Ebû Süfyân (r.a.), “İşte bu geniştir.” diyerek sevincini izhar etti.

Bundan sonra da Peygamberimiz(sav), Hz. Abbas’tan, Ebû Süfyân’a İslam ordusunun geçişini seyrettirmesini istedi.

Mekke’ye iyice yaklaşılmıştı. Peygamberimiz(sav), Ebû Süfyân’ı önden göndere­rek Mekkelileri uyarmasını, kimlere eman verildiğini bildirmesini istedi.

Ebû Süfyân denileni yaptı. Hızla Mekke’ye girdi. Müşrikler telaş içindeydi­ler. Ne yapacaklarını, nasıl hareket edeceklerini bilemiyorlardı.

Ebû Süfyân’ın geldiğini görünce hemen etrafına toplandılar.

Ebû Süfyân, kan dökül­mesini istemiyordu. “Re­sû­lul­lah (sav), sizin karşı koyamayacağınız ve dayanama­yacağınız bir orduyla geliyor. Ben sizin görmediklerinizi ve hiç gör­meyeceğiniz şeyleri gördüm. Sayısız erler, atlar ve silahlar gördüm. Onlara kimsenin gücü yetmez.” dedi.

Sonra da kimlere eman verildiğini bildirdi. Ebû Süfyân’ın (r.a.) gayretleri sonunda Peygamberimiz (sav), Mekke’ye kan dök­meden girdi. Sadece Hz. Hâlid, karşı koydukları için birkaç kişiyi öldürmek zo­runda kalmıştı.

Birkaç gün sonrasıydı. Ebû Süfyân (r.a.), Mescid-i Haram’da oturuyordu. Peygamberimizin(sav) önde yürüdüğünü, Müslümanların onu takip ettiğini görünce içinden,

Yeniden asker toplayıp şununla çarpışsam mı, ne yapsam?!” diye ge­çirdi.

Peygamberimiz(sav) gelip baş ucuna dikildi ve omuzuna vurarak,

O zaman Allah seni yine hor ve hakir ederdi!” buyurdu.

Ebû Süfyân (r.a.) başını kaldırdı. Re­sû­lul­lah’ı (sav) görünce, “Şehadet ederim ki sen Re­sû­lul­lah’sın. İçimden geçirdiklerim hakkında tövbe istiğfar ediyor, af diliyorum!” dedi.

Ebû Süfyân (r.a.) bundan sonra artık İslam’ın kahraman bir mücahidi oldu. “Allah’ın ve Resûlünün arslanı” olarak isimlendirildi.

Onun Müslüman olarak ka­tıldığı ilk savaş Huneyn oldu. Bu savaşta, daha önceki hatalarını affettirmek için canla başla mücadele etti.

Bir ara Müslümanların Re­sû­lul­lah’(sav)ın etrafından dağıl­dığını gördü. Etrafında onu koruyan birkaç kişi kalmıştı. Bunlardan birisi de Ebû Süfyân’dı (r.a.). Atından inmiş, kılıcının kınını kırmış, düşmana kılıç sallı­yordu. Bunun manası, “ölünceye kadar Re­sû­lul­lah’ı korumak” demekti. Sonrasını kendisi şöyle anlatır:

Allah biliyor ki, o gün ben Re­sû­lul­lah(sav)’ın önünde ölmek istiyordum! O sırada Abbas, Re­sû­lul­lah(sav)’ın bindiği hayvanın gemini tutuyordu. Yüzümde miğfer oldu­ğu için Re­sû­lul­lah(sav) beni tanımamıştı. ‘Kim bu?’ diye sordu. Miğferimi kaldırdım. Hz. Abbas, ‘Yâ Re­sû­lal­lah, kardeşin ve amcanın oğlu Ebû Süfyân’dır. Ondan razı ol.’ dedi. Re­sû­lul­lah (sav), ‘Ondan razıyım. Allah onun bütün düşmanlık­larını bağışlasın.’ buyurdu. Ben hemen gittim, üzengideki ayağını öptüm. Bana döndü, ‘Evet, kardeşimdir.’ buyurdu.”

Başlangıçta dağılma alameti görüldüyse de sahabiler sonradan tekrar topar­landılar ve düşmanı bozguna uğrattılar. Böylece Huneyn Savaşı da Müslüman­ların zaferiyle neticelendi.

Ebû Süfyân (r.a.), Peygamberimiz(sav)le birlikte Tâif Seferi’ne de katıldı. Re­sû­lul­lah (sav), Mugîre bin Şu’be ile kendisini barış için Tâiflilere gönderdi. Fakat onlar barışa yanaşmadılar. Bunun üzerine bir müddet savaş oldu. Bu arada Ebû Süfyân (r.a.) gözünden vuruldu. Hemen Re­sû­lul­lah’a gitti ve “Yâ Re­sû­lal­lah, bu gözümü Allah yolunda kaybettim!” dedi. Peygamberimiz (sav), “İstersen dua edeyim, Cenâb-ı Hak gözü­nü sana iade etsin. İstersen karşılığında cenneti ver­sin.” buyurdu.

Ebû Süfyân (r.a.) böyle bir fırsatı yakalamışken değerlendirmek istiyordu. “Cenneti isterim, yâ Re­sû­lal­lah!” dedi.

Ebû Süfyân (r.a.), Müslüman olduktan sonra Re­sû­lul­lah(sav)’ın sevgisini ve rızası­nı kazanmıştı. Re­sû­lul­lah(sav) onun önceki yaptıklarının tamamını affetmiş, birkaç defa kendisine duada bulunmuştu.

Bir gün de Hz. Ali’yi çağırarak, Allah ve Resûlünün Ebû Süfyân’dan razı oldu­ğunu Müslümanlara bildirmesini emretti.

Hz. Ebû Süfyân, çok olmamakla beraber zaman zaman Re­sû­lul­lah(sav)’a sual sorar­dı.

Bir defasında “İhlas nedir, yâ Re­sû­lal­lah?” diye sordu.

Peygamberimiz(sav) şöy­le buyurdu:

Rabb’im Allah’tır, dedikten sonra, emrolunduğun gibi dosdoğru olmandır.

Ebû Süfyân (r.a.), Hicret’in 20. yılında hastalandı.Vefat edeceğini anla­mıştı. Aile efradına;

Benim için ağlamayın. Çünkü ben Müslüman olduktan sonra günah işlediği­mi hatırlamıyorum.” diye vasiyette bulundu. Onun cenaze namazını Hz. Ömer(ra) kıldırdı.

Allah onlardan razı olsun!

Çetin KILIÇ

www.NurNet.Org

Kaynaklar;

Kütübü Sitte

Diyanet İslam Ansiklopedisi

Not: Ümmetin Yıldızları ve En Güzel Örnekleri Olan Sahabelerin Hayatları İçin Tıklayınız

Amr bin As (R.A.) Kimdir? (?-664)

Amr İbnü’l As Kimdir?

Adı Amr, künyesi Ebu Abdullah veya Ebu Muhammed’dir. Mekke’de doğdu. Babası As, annesi Nâbiğa’dır. Amr’ın soyu Ka’b Bin Lüey’de Hz. Peygamber (s.a.s.)’le birleşir. Kureyş kabilesinin Sehmoğullarındandır.

Sözü dinlenen ve çevresini rahatlıkla etkisi altına alabilen atak bir kişiliğe sahip zekî, fedakâr, akıllı, bilgili siyasette dâhî, yiğit bir komutan. Risale-i Nur’da “dâhiye-i siyaset” olarak vasıflandırılan, Mısır’ın fatihi ve büyük bir devlet adamıdır.

Müslüman olmadan önce Mekke’nin ticaret ve siyaset hayatında önemli bir yeri vardı.

Sık sık ticaret kervanlarıyla dış memleketlere seyahatlerde bulunduğundan önemli dostluklar kurdu. Yakın dostu olanlardan birisi de Habeşistan’ın Hristiyan kralı Necaşi’dir. Bu dostluğundan ötürü, Mekke’li müşriklerin zulmünün tahammül sınırlarını aşmasından dolayı, adil Necaşi’nin memleketine sığınan Müslümanları geri almak için gönderilen heyete başkanlık yaptı. Ancak, Necaşi Müslümanları teslim etmeyince eli boş döndü.

Bedir Savaşına, Ebu Sufyan başkanlığındaki ticaret kervanı ile beraber olduğundan katılamadı. Uhud ve Hendek savaşlarında Mekke’li müşriklerin yanında yer aldı.

Amr’ın İslamiyet’i kabul etmesinde etkili olanlardan birisi dostu Necaşi’dir. Kendisine tabi bir gurupla Necaşi’ye sığınıp onun da desteğiyle Müslümanlara karşı mücadeleye devam niyetiyle Habeşistan’a gelen Amr, burada Peygamber Efendimizin (asm) elçisi Amr bin Ümeyye’yi görünce çok şaşırdı ve bilahare, elçinin kendilerine teslim edilip öldürülmesini isteyince, Necaşi’nin öfkelenmesine sebep oldu. Hükümdarı öfkelendirdiğinden ötürü büyük bir mahcubiyete düşerek özür diledi. Bunun üzerine Necaşi:

Musa’ya gelen Namusu Ekberin (Cebrail) kendisine geldiği bir zatın elçisini, öldürmek üzere sana vermemi istiyorsun, öyle mi? Yazıklar olsun sana ey Amr! Haydi sözümü tut da Ona tabi ol. Allah’a yemin ederim ki, O, gerçekten doğruluk üzerinedir. O, Musa bin İmran’ın (as) Firavun ve ordusuna galip geldiği gibi, kendisine karşı çıkanlara mutlaka galip gelecektir” dedi.

Amr, bu mübarek zatın huzurunda İslamiyet’i kabul ettiğini açıkladı ve bilahare Medine’ye giderek önceki günahlarının affı için Peygamber Efendimizden (asm) dua etmesini isteyip Müslüman olduğunu bildirdi.

Medine’ye Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem efendimizin huzuruna geldiğinde iki Cihan Güneşi efendimiz onu görünce çok sevindi . Ashabına dönerek: “Mekke size ciğerpârelerini attı…” buyurdu kelime-i şehadet getirerek İslâm’la şereflendi.

Amr İbni Âs, Fahr-i Kâinat (s.a.) efendimize, önceki yaptıkları günahların af edilip edilmeyeceğini sordu. Rasûl-i Ekrem (s.a.) efendimiz de: “islâm öncekileri saymaz…” buyurdu.

İslamiyet’i kabul etmesiyle Mekke’li müşriklerin daha da zayıflamasına sebep olan, İslam tarihinde büyük başarılara imza atan, Amr İbni Âs (r.a.) biat ettikten sonra aklını, dehâsını, becerisini ve cesaretini İslâm’ın hizmetine verdi. Ömrünü hep savaş meydanlarında geçirdi. Fetih üstüne fetihler gerçekleştirdi.

Bir gün iki cihan Güneşi efendimize; “Yâ Rasûlallah! Bunca zaman İslâm’ın aleyhinde çalıştım. Bundan sonra İslâm’a girdigim belli ola…” dedi.

Efendimiz de: “Yakında, yakında..” buyurdu.

Amr İbni As (r.a.) Mekke fethine istirak etti. Huneyn’de bulundu. Suva ve Benî Hüzeyl kabilelerinin putlarını parçaladı.

Peygamber Efendimiz, Amr bin As’ın cesaret ve bilgisini yakinen bildiğinden, aralarında Hazreti Ebubekir (ra) ve Hazreti Ömer (ra) gibi büyük sahabelerin de bulunduğu bir akıncı birliğine kumandan tayin etti.

Bediüzzaman, Uhud Savaşı’nın kazanılmak üzere iken kaybedilmesinin hikmetlerinden bahsederken şöyle bir yaklaşım geliştirir: “Müşrikler içinde, o zamanda saffı Sahabede bulunan ekâbiri Sahabeye istikbalde mukabil gelecek Hazreti Hâlid gibi çok zatlar bulunduğundan, şanlı ve şerefli olan istikballeri nokta-i nazarında bütün bütün izzetlerini kırmamak için, hikmeti İlâhiye, hasenâtı istikbaliyelerinin bir mükâfâtı muaccelesi olarak mazide onlara vermiş, bütün bütün izzetlerini kırmamış. Demek mazideki Sahabeler, müstakbeldeki Sahabelere karşı mağlûp olmuşlartâ, o müstakbel Sahabeler, berki süyuf korkusuyla değil, belki bârikai hakikat şevkiyle İslâmiyete girsin ve o şehâmeti fıtriyeleri çok zillet çekmesin.

Umman’a, İslamiyet’i tebliğ etmek ve vergi toplamak üzere gönderdi. İslâm’ı tebliğ neticesinde Umman hükümdarı Müslüman oldu. Peygamber Efendimizin (asm) vefatına kadar tayin edildiği Umman valiliğini sürdürdü. Vefat haberi üzerine Medine’ye geri döndü.

Hazreti Ebubekir’in (ra) halifeliğini kabul edip, bağlılığını bildirdi. Bu dönemde Güneydoğu Filistin’e gönderilen askeri birliğe kumandanlık edip, buranın alınmasında büyük emeği oldu. Hazreti Ömer (ra) zamanında Filistin’in kesin bir şekilde fethini sağladı.

Mısır’ın fethedilmesi konusunda halifeye telkinde bulunarak, alınması gerektiğine ikna etti. Bizans ordusunu mağlup ettikten kısa bir süre sonra İskenderiye’yi teslim aldı ve Mısır’a hâkim oldu. Kendisi, Mısır fatihi olarak tarihe geçtiği gibi buranın valiliği de kendisine verildi. Hz. Ömer (r.a.) onun devlet idaresindeki kabiliyetini takdir ederek “Amr dünyada kaldıkça hep idareci olmalıdır” derdi.

Üstün idarecilik vasıflarına sahip olan Amr, daha önceleri kendi komutası altındaki İslam birliği arasında çıkan veba hastalığına karşı zamanında aldığı tedbirlerle, büyük bir felaketin önüne geçti. Mısır’da idari, iktisadi ve bayındırlık alanında çok önemli başarılara imza attı. Fustat şehrini kurdu. Burada kendi adıyla anılan bir cami yaptırdı. İlk defa bu camiye minare yaptırdı. Firavunların yaptırdığı eski kanalı yeniden açtırarak Nil nehri ile Kızıldeniz’i birbirine bağladı. Babilon ile Kulzüm limanlarını birbirine bağlayarak deniz taşımacılığına çok büyük katkıda bulundu.

Hazreti Osman (ra) zamanında da bir süre Mısır valiliğini sürdürdüyse de daha sonra azledildi. Bu durumdan rahatsızlığını gizlemedi. Diğer taraftan, Hazreti Osman, kendisinden istifade edip danışmaya devam etti. Hazreti Osman’ın vefatını duyduğunda son derece üzüldü.

Hazreti Ali’ye (ra) biat etmeyip halifeliğine karşı çıktı. Ancak, iç karışıklıklara dahil olmayıp ortalığın sakinleşmesini bekledi. Bu tavrını Cemel Savaşı sonrasına kadar devam ettirdi. Bu tarihten sonra halifelik konusunda Muaviye’den yana tavır aldı ve Emevi Saltanatının kurulmasında katkısı oldu. Sıffin Savaşı’nda Emevi Ordusunun tam mağlup olacağı sırada, mızrak uçlarına Kur’an sayfalarını taktırarak yenilgiyi önledi. Taraflar arasından seçilecek iki hakemle olayın barış yoluyla halledilmesini teklif etti. Hazreti Ali, Ebu Musa el Eşari’yi, Muaviye de Amr’ı hakem seçti.

Zeki bir siyasetçi olan Amr İbnü’l As’ın, Ebu Musa’ya hile ile Hazreti Ali’yi halifelikten azlettirip, daha sonra kendisinin de Muaviye’yi halife ilan ettiğine dair görüş yaygındır..

Muaviye’ye bağlı Mısır valisi olup vefatına kadar bu görevde kaldı. 40 küsur hadis-i serif rivayet etmiştir.

Haricilerin öldürülmelerine karar verdikleri üç kişiden biri olan Amr’ı, öldürmek üzere görevlendirilen Zazeveyh, sabah namazını kıldırmakla görevlendirilen Harice bin Huzafe’yi, Amr zannıyla öldürdü. Amr, rahatsızlığı sebebiyle sabah namazına gidemediğinden suikasttan kurtuldu. Bu olaydan üç yıl sonra (vefatı için hicri 47 yılı 48 yılı 51 yılı zikredilir) Ramazan Bayramı gecesi hasta yatağında yatmaktadır ve ağlıyordur oğlu Abdullah sorar;

-Niye ağlıyorsun? Ölümden ürktüğün için mi?

-Hayır der ölümden sonrasından korkarak ağlıyorum.

-Sen hayır üzerine yaşadın

-Ben idarecilik ve başka şeylerle iştigal ettim bunlar lehime mi oldu aleyhime mi bilmiyorum der ve tevbe istiğfar ederek, kelime-i tevhidi söyleyerek ruhunu teslim eder.

Cenab-ı Hak şefaatlerine nâil eylesin. Amin!

Soru:

Hakem Olayı Nedir? Sıffin savaşı sonrasında, Hakem Olayı’nda Hz. Amr bin As (ra) kararlaştırılan karara neden uymamıştır?

Cevap:

Hz. Amr (ra), o anda harb içinde olduklarını düşünerek “Harb hiledir” hadisine dayanmış olabilir. O dönemde, sahabeler arasında yaşanan fitneler içinde, iyi niyetle de olsa bazı kusurlar işlenmiş olması mümkündür.

Fakat ehl-i sünnet âlimleri, bu mevzuların üzerine lüzumsuz bir şekilde gitmenin yanlış ve zararlı olduğunu bildirmişlerdir. Bu ciheti izah eden Üstad Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası adlı eserinde şöyle demiştir:

Sahabelerin bir kısmı, o harblerde adalet-i izafiye ve nisbiye ve ruhsat-ı şer’iyeyi düşünüp tâbi’ olarak, Hazret-i Ali’nin (R.A.) takib ettiği adalet-i hakikiye ve azimet-i şer’iye ile beraber zâhidane, müstağniyane, muktesidane mesleğini terkedip muhalif tarafa bu içtihad neticesinde girdiklerini, hattâ İmam-ı Ali’nin (R.A.) kardeşi Ukayl ve “Hibr-ül Ümme” ünvanını alan Abdullah İbn-i Abbas dahi bir vakit muhalif tarafında bulunduklarından, hakikî Ehl-i Sünnet Velcemaat, “fitne kapılarını kapamak şeriatin güzelliklerindendir.” O bir düstur-u esasiye-i şer’iyeye binaen “O bir kandı. Allah bizlerin ellerini o kandan temiz kıldı. Biz de dillerimizi temizleyelim” diyerek o fitnelerin kapısını açmak, bahsetmek caiz görmüyorlar.

Çünkü itiraza müstehak birkaç tane varsa, tarafgirlik damarıyla büyük sahabelere, hatta muhalif tarafında bulunan Âl-i Beyt’in bir kısmına ve Talha ve Zübeyr (R.A.) gibi Aşere-i Mübeşşere’den büyük zâtlara itiraza başlar, zemm ve adavet meyli uyanır diye, Ehl-i Sünnet o kapıyı kapamak taraftarıdır.

Hattâ Ehl-i Sünnet’in ve İlm-i Kelâm’ın azim imamlarından meşhur Sa’deddin-i Taftazanî, Yezid ve Velid hakkında tel’in ve tadlile cevaz vermesine mukabil, Seyyid Şerif-i Cürcanî gibi Ehl-i Sünnet Velcemaat’in allâmeleri demişler: “Gerçi Yezid ve Velid, zalim ve gaddar ve fâcirdirler; fakat sekeratta imansız gittikleri gaybîdir. Ve kat’î bir derecede bilinmediği için, o şahısların nass-ı kat’î ve delil-i kat’î bulunmadığı vakit, imanla gitmesi ihtimali ve tövbe etmek ihtimali olduğundan, öyle hususî şahsa lanet edilmez. Belki umumî bir ünvan ile lanet caiz olabilir. Yoksa zararlı, lüzumsuzdur.” diye Sa’deddin-i Taftazanî’ye mukabele etmişler.”

Karşı tarafın başında olan Muaviye (ra) ve Amr bin As (ra)’ın sahabe olduklarında bütün ehl-i sünnet müttefiktirler. Onların o meseledeki niyetlerini Üstad şöyle anlatır:

Hazret-i İmam-ı Ali’nin Vak’a-i Sıffîn’de, Hazret-i Muaviye’nin taraftarlarıyla muharebesi ise, hilafet ve saltanatın muharebesidir. Yani: Hazret-i İmam-ı Ali, ahkâm-ı dini ve hakaik-i İslâmiyeyi ve âhireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını onlara feda ediyordu. Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise; hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi, saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler.”

Fetih Suresinin sonundaki sahabeleri öven ayetlerin sonunda onlara mağfiret vaat edilmesinin, sahabelerin istikbalde işleyecekleri bazı kusurların affedileceğine işaret ettiğini Üstad şöyle anlatır:

“(Mağfireten) kelimesiyle işaret ediyor ki: İstikbalde Sahabeler içinde fitneler vasıtasıyla mühim kusurlar olacak. Çünkü mağfiret, kusurun vukuuna delalet eder. Ve o zamanda Sahabeler nazarında en mühim matlub ve en yüksek ihsan, “mağfiret” olacak ve en büyük mükâfat ise; afv ile mücazat etmemektir. (Mağfireten) kelimesi, nasıl bu latif imayı gösteriyor. Öyle de Surenin başındaki (Taki Allah senin günahlarından geçmiş ve gelecek olanı senin için mağfiret etsin) cümlesiyle münasebetdardır. Surenin başı, hakikî günahlardan mağfiret değil; çünki ismet var, günah yok. Belki makam-ı nübüvvete lâyık bir mana ile Peygamber’e müjde-i mağfiret(tir) ve âhirinde Sahabelere mağfiret ile müjde etmekle, o îmaya bir letafet daha katar.

Netice olarak, bahsi geçen şahıslar sahabelik faziletinin çok azim sevabını kazanmış olduklarından, işledikleri kusurların da affedileceğine Kur’an işaret ettiğinden ve bütün ehl-i sünnet âlimleri bu konuda müttefik olduklarından bu konuların üzerine giderek kalbimize onların affa uğramış kusurları sebebiyle kötü duygular girmesine meydan vermememiz en doğru yoldur.

Derleyen :Çetin KILIÇ

www.NurNet.Org

Kaynak:

  • Kütübü Sitte
  • Risalei Nur

Not: Ümmetin Yıldızları ve En Güzel Örnekleri Olan Sahabelerin Hayatları İçin Tıklayınız

 

Halid Bin Velid (R.A.) Kimdir? (592-642)

Hz. Halid Bin Velid (R.A.), 592 yılında doğmuştur. Annesi Lübabe ve babası ise Mahzum ailesinden Velid’dir. Ailesi (Mahzum kabilesi) askeri konularda uzmanlaşmış ve imtiyazlı bir Kureyş kabilesidir.

Gençliğinde mızrak, yay ve kılıç kullanmayı ve süvariliği öğrendi. Seyfullah (Allah’ın kılıcı) olarak da bilinir.

Bedir Savaşı’na katılmayan Halid Bin Velid  Uhud Savaşı’nda ilk defa Müslümanlara karşı savaşmıştır.

Uhud Savaşındaki galibiyette kilit rol oynamış, yaptırdığı manevra ile Müslümanların savaşın sonuna doğru galip gelmesini engellemiştir.

Bu savaşta emrindeki atlıları Müslümanların arkasına sarkabilecek bir biçimde konuşlandırmıştır. Buna karşılık  Hazreti Muhammed (sav) bu atlıların yolunu savunmaları için elli okçuyu görevlendirmiştir. Savaşın başında Müslümanların üstün gelmeleri ile okçular konumlarını terkedince, Halid bin Velid fırsatı değerlendirip Müslüman ordularını emrindeki süvariler ile arkadan sıkıştırmıştır. Bu hareketi ile Halid bin Velid savaşın seyrini değiştirmiş ve Mekkelileri yenilgiden kurtarmıştır fakat savaşta bir galip taraf yoktur.

 Halid Bin Velid son kez Müslümanlara karşı Hendek Savaşı’nda savaşmıştır.

Kardeşi Velid, Bedir’de esir edildi. Fidye karşılığında serbest bırakılıp, Mekke’ye dönünce, îmâna geldi ve tekrar Medîne’ye döndü. Oradan, Hazret-i Hâlid bin Velid’in Müslüman olması için, teşvik edici mektuplar gönderdi.

 Mektuplardan etkilenen Halid Bin Velid Peygamberimiz (sav)’in yanına gitmek için hazırlandı. Bu durumu kendisi şöyle anlatıyor:

Allahü teâlâ, benim hayrımı dilediği zaman, kalbime İslâmiyet sevgisini düşürdü. Beni, hayır ve şerri anlayacak hâle getirdi. Kendi kendime dedim ki: 

– Ben, Muhammed’e karşı her savaş yerinde bulundum. Bulunduğum savaş yerlerinden hiçbiri yoktur ki, dönerken, aykırı ve yanlış bir iş üzerinde bulunduğumu ve Muhammed’in, muhakkak gâlip geleceğini içimde sezmiş olmayayım! 

Resûlullah efendimiz(sav), Hudeybiye’ye  geldiği zaman, ben de, müşrik süvârilerinin başında yola çıktım. Usfan’da, Resûlullah(sav) efendimizle Eshâbına yaklaşıp gözüktüm. Resûlullah(sav) efendimiz, bizden emîn bir sûrette Eshâbına öğle namazını kıldırıyordu. Üzerlerine, birden baskın yapmayı düşündükse de, gerçekleşmedi. Böyle olması da, hayırlı oldu.

Resûlullah(sav) efendimiz, kalbimizden geçenleri sezmiş olmalı ki, ikindi namazını, Eshâbına korku namazı olarak kıldırdı.

Bu, bana çok tesir etti. Kendi kendime, “Bu zât, herhâlde, Allah tarafından korunuyordur” dedim. Mekke’ye döndüğümde, çeşitli düşünceler içinde bocalıyordum.

Ertesi sene, Resûlullah(sav) efendimiz umre için Mekke’ye gelip girince, Ondan gizlendim. Kendisinin Mekke’ye girişini görmedim.

Kardeşim, Velid bin Velid de umre için gelip Mekke’ye girmişti. Beni arayıp bulamayınca, bana bir mektup yazmış ve mektubunda şöyle demişti:

(Doğrusu, ben, senin İslâmiyetten böyle tedirgin olmak ve yüz çevirip gitmekteki görüşün kadar şaşılacak bir görüş görmedim! Hâlbuki, eğri yola gitmekten seni alıkoyacak bir aklın da var! Aklını kullansan ya! İslâmiyet gibi bir dîni, kim bilmez ve tanımaz olabilir?

Resûlullah(sav) efendimiz, seni, bana sordu. “Hâlid nerededir?” dedi. Ben de, “Allah, onu getirir” dedim. Resûlullah(sav) efendimiz bunun üzerine buyurdu ki:

 Onun gibi bir adam, İslâmiyeti bilmez ve tanımaz olabilir mi? Keşke o, bütün savaş ve çabalarını Müslümanların yanında, müşriklere karşı gösterseydi, kendisi için ne kadar hayırlı olurdu! Biz, kendisini başkalarına tercih eder, üstün tutardık! 

Ey kardeşim! En elverişli, en yararlı yerlerde kaçırmış bulunduğun fırsatlara acele yetiş!)

Bana, kardeşimin bu mektubu gelince, gitmek için, acele ettim. İslâmiyete olan isteğim de arttı. Resûlullah (sav) efendimizin söyledikleri ise, beni çok sevindirdi, ferahlattı.”

Hâlid bin Velid şöyle anlatır: Kardeşimin mektubu bana ulaşınca, Müslüman olma arzûsu bende çok kuvvetlendi. Gitmek için acele ediyordum. Resûlullah(sav)ın söyledikleri beni çok sevindirmişti. O gece uyurken, rüyâmda sıkıntılı dar ve çöl gibi susuz yerlerden, yemyeşil geniş ve ferah bir yere çıkmıştım. Medîne’ye varınca, bu rüyâmı Hazret-i Ebû Bekir’e anlatıp, tâbirini ondan sormaya karar verdim.

Ben Resûlullaha gitmek için hazırlanırken, “Acaba oraya giderken bana kim arkadaş olabilir” diye düşünüyordum. Safvân bin Ümeyye’ye rastladım. Vaziyeti ona anlattım. O teklifimi reddetti. Daha sonra Ikrime bin Ebû Cehil’e rastladım. O da aynı şekilde dâvetimi reddedince, evime gittim. Hayvanıma binip, Osman bin Talha’nın yanına gittim.

Ona da aynı şekilde, Müslüman olmak üzere, Peygamberimiz (sav)e gideceğimi, kendisinin de gelmesini söyledim. Tereddütsüz kabul etti ve ertesi günü seher vakti beraberce yola çıktık. Hadde denilen yere vardığımızda, Amr bin Âs ile karşılaştık. O da Müslüman olmak için Medîne’ye gidiyordu.

Hep beraber Medîne’ye vardık. Elbisenin en güzelini giyip, Resûlullah efendimizle görüşmeye hazırlandım. O sırada kardeşim Velid geldi ve dedi ki:

– Acele et! Çünkü Peygamberimize sizin geldiğiniz haber verilmiş ve O da çok sevinmiştir. Şimdi sizi bekliyor.

Ben de acele ile O yüce Peygamber(sav)in huzuruna vardım. Gülümsüyordu. Selâm verip dedim ki:

– Allah’tan başka ilâh olmadığına ve senin de Allah’ın Peygamberi olduğuna şehâdet ediyorum.

 Sana hidâyet veren, doğru yolu gösteren Allaha hamd olsun. Senin akıllı olduğunu biliyor, bunun, er veya geç seni selâmet ve hayra ulaştıracağını umuyordum. 

Sonra günahlarımın affı için, Allahü teâlâya duâ etmesini istedim. Resûlullah (sav) efendimiz de buyurdu ki:

 İslâmiyet, kendisinden önce işlenmiş olan günahları söküp atar.

Sonra da ellerini açarak duâ buyurdular:

– Yâ Rabbî! Hâlid’in, kullarını, senin yolundan çevirmek için gösterdiği bütün çabalarından ileri gelen günahlarını bağışla! 

Peygamber(sav)efendimiz, bana, kendi evinin yanında bir yer verdi. Beni savaşta hep süvâri birliklerinin başına kumandan tâyin etti. Daha sonra Mekke’de iken gördüğüm rüyâyı Hazreti Ebû Bekir’e anlattım. O da buyurdu ki:

– Görmüş olduğun o ferahlık yer, Allahü teâlânın, seni, müşriklikten İslâmiyete erdirmesidir. Hicretin sekizinci yılında Müslüman olan Halid Bin Velid Medîne’de yerleşti.

Hazreti Hâlid bin Velid, Müslüman olduktan sonra, ilk olarak Mûte gazâsında bulundu. İslâm askeri Mûte’ye hareket ederken, Peygamber(sav) efendimiz buyurdu ki:

– Cihâda çıkacak olan şu insanlara Hazret-i Zeyd bin Hârise’yi kumandan tâyin ettim. Eğer o şehîd olursa, yerine Ca’fer bin Ebî Tâlib geçsin. O da şehîd olursa, yerine Abdullah bin Revâha geçsin. Eğer o da şehid olursa, aranızda münâsip gördüğünüz birini seçip, ona tâbi olursunuz. 

Mûte harbi başladı. Şiddetli çarpışma olurken; Hazret-i Zeyd bin Hârise, Hazreti Ca’fer ve Hazret-i Abdullah bin Revâha sırasıyla şehîd oldular. Sonra sancak Hazreti Sâbit bin Akrem’e verildi. O, sancağı bir yere dikip, mücâhidleri yanına çağırdı. Herkes toplanınca dedi ki:

– Aranızdan birini kendinize kumandan olarak seçiniz ve ona tâbi olunuz!

Ona dediler ki:

– Biz seni kumandan seçtik.

Bunun üzerine, “Ben bu işi yapamam” dedi ve Hazret-i Hâlid bin Velid’e dönerek dedi ki:

– Yâ Hâlid! Senin savaş tecrüben, askerî bilgin, askeri heyecanlandırarak harekete geçirmen benden fazladır. Sancağı acele al! Savaş devam ederken bu işlerle oyalanmamız bizim aleyhimize oluyor!

Böylece Hazreti Hâlid bin Velid sancağı aldı. Akşam vakti yaklaşmış idi. Güneş batıncaya kadar pek müthiş çarpıştı. Onun bu mahâretine kâfirler bile şaşırdılar. Akşam oldu. Sabahleyin tekrar saldırılacaktı.

Hazreti Hâlid bin Velid, şaşılacak derecede askerî dehâya ve savaş tecrübelerine sahip bir kahramandı. Sabah olunca, İslâm askerinin düzenini değiştirdi. Sağ taraftakileri sol tarafa, sol taraftakileri sağ tarafa, ön taraftakileri arka tarafa ve arka taraftakileri ön tarafa aldı.

Rum askerleri, daha önce tanımış oldukları kişilerle karşılaşmayınca, hepsi birden şaşırdılar. “Demek ki, bunlara yardımcı kuvvetler gelmiş” diyerek korkuya kapıldılar.

Hazreti Hâlid bin Velid’in kumandasındaki mücâhidler, Rum askerlerinin morallerinin bozulmasından istifade edip, hücûma geçtiler. Üç bin kişilik İslâm askeri, Heraklius’un yüzbin kişilik ordusunu bozguna uğrattı.

Başkumandan Hazreti Hâlid bin Velid’in elinde, o gün dokuz kılıç parçalandı. Rum askerinin çoğu kılıçtan geçirildi. Peygamber(sav) efendimiz, Hazreti Hâlid Bin Velid’in, bu fevkalâde başarısını haber aldığı zaman, onu “Seyfullah = Allahın kılıcı” lâkabı ile şereflendirdi.

Hâlid bin Velîd hazretleri, başında sarığı arasında bir sakal-ı şerîf taşırdı. Bunu taşıdığı her muhârebede zafer kazanırdı.

Bütün savaşlarda muzaffer olmasının sebebini sorduklarında, sarığını çıkarıp, içindeki mübârek sakal-ı şerîfi gösterir ve onun sayesinde zafer kazandığını söylerdi.

Peygamber(sav) efendimiz Hazreti Hâlid bin Velid’i Benî Huzeyme kabîlesini İslâma dâvet için gönderdi. Onlarla anlaşma yaptı. Hicretin onuncu senesinde, yine Hazreti Hâlid bin Velid’i, Hâris bin Kâ’b oğullarına gönderdi. Peygamber(sav) efendimiz, ilk üç gün kılıç kullanılmamasını tenbih etmişti. Bunun için Hazreti Hâlid bin Velid, tatlılıkla işi halletti ve onlar da İslâmı kabul ettiler.

Hazreti Hâlid bin Velid, Hâris bin Kâ’b oğullarının İslâma gelmesi üzerine, Peygamber(sav) efendimize bir mektup gönderdi. Bu mektup şöyledir:

“Bismillâhirrahmânirrahîm.

Hâlid bin Velid tarafindan, Allahü teâlânın Resûlü Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma, Esselâmü aleyke yâ Resûlallah!

Kendisinden başka ilâh olmayan Allahü teâlâya hamd ederim. Yâ Resûlallah, beni, Hâris bin Kâ’b Kabîlesine gönderdiniz. Onlarla üç gün savaşmamamı ve onları İslâma dâvet etmemi, Müslüman olurlarsa, aralarında kalmamı ve İslâmın esaslarını, Allahü teâlânın kitabını ve Resûlünün sünnetini öğretmemi, eğer Müslüman olmazlarsa savaşmamı emir buyurmuştunuz.

Ben de, emr-i şerîfleriniz üzere hareket ederek, Hâris bin Kâ’b oğullarına üçgün nasîhat edip, İslâmı tebliğ ettim.

Süvârilerim, “Ey Benî Hârisler! Selâmete ermek isterseniz, Müslüman olunuz!” diye onları İslâma dâvet ettiler. Onlar, hiç çarpışmadan Müslüman oldular. Ben de onlara, Allahü teâlânın emirlerini, Resûl aleyhisselâmın sünnet-i şerîflerini öğrettim.

Yâ Resûlallah(sav)! Bundan sonra, nasıl hareket etmem gerektiği hakkında ikinci bir emr-i şerîfiniz gelinceye kadar burada bekleyeceğim. Esselâmü aleyke yâ Resûlallah.

Peygamber(sav) efendimiz de, Hazreti Hâlid bin Velid’in mektubuna şöyle cevap yazdırdılar:

Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahü teâlânın Resûlü Muhammed aleyhisselâmdan, Hâlid bin Velid’e, Esselâmü aleyke Yâ Hâlid! Allahü teâlâya hamd ederim. Benî Hâris bin Kâ’blıların kendileriyle çarpışmanıza ihtiyaç kalmadan Müslüman olup, Allahü teâlânın birliğine ve Muhammed’in, O’nun kulu ve Resûlü olduğuna şehâdet ettiklerini ve hidâyete kavuştuklarını haber veren mektubunu elçiniz bana getirdi. 

Allahü teâlânın ve Resûlünün emirlerine göre hareket ederlerse, onları âhiret nîmetleriyle müjdele! Eğer aykırı hareket ederlerse âhiret azâblarıyla korkut! Sonra buraya gel! Onların elçileri de seninle beraber gelsin! 

Vesselâmü aleyke ve rahmetullahi ve berekâtühü.”

Hazreti Hâlid bin Velid, Peygamber efendimizin vefâtlarından sonra, Hazreti Ebû Bekir devrinde ortaya çıkan ve Peygamberlik iddiasında bulunan bâzı kimseler üzerine yürüdü. Bunlardan Tuleyha ve avânesini öldürdü ve Ayniye bin Husayn’i yakalayıp Medîne’ye getirdi.

Yemâme’de Müseylemet-ül-Kezzab’in ordusunu dağıttı. Bu muharebede Müseyleme’nin ordusundan 20 bin kişi, Müseyleme de Hazret-i Vahşî tarafından öldürüldü. İslâm ordusundan 2000 asker şehîd oldu.

Hâlid bin Velid, Peygamber(sav) efendimizin vefâtından sonra mürted olanlarla ve zekât vermek istemeyenlerle uğraştı.

Hâlid bin Velid, Hazret-i Ebû Bekir tarafından, İslâmın yayılması için, Irak tarafina gönderildi. Muzar muharebesinde 30.000 İran askeriyle çarpıştı. Galip geldi. Çoğunu nehre döktü. İranlı kumandan Hürmüz’le müthiş çarpışmalar oldu.

Hazreti Hâlid bin Velid’in kumandanlarından Hazret-i Ka’ka bin Amr fevkalâde kahramanlıklar gösterdi ve kalın zincirlerle yapılmış istihkâmları kırdı. İran ordusuna karşı muzaffer oldular.

Hazreti Hâlid bin Velid, Kesker’de, İran’ın büyük bir ordusunu âni gece baskınıyla hezimete uğrattı. İran kumandanı, kederinden öldü. Hazreti Hâlid bin Velid, Elis’te de İranlılarla yapılan savaşta, gösterdiği kahramanlıklarla askerini coşturdu. Bu savaşta da gâlip geldi.

Hâlid bin Velid, Hîre üzerine yürüdü. Kaleyi kuşattı. Görüşmek üzere bir kimse istedi. Hîreliler dediler ki:

– Öldürmezseniz göndeririz!

Hazreti Hâlid bin Velid öldürmeyeceklerini söyleyince, Abdülmesih bin Hayyam ile Hîre vâlisi, Hazreti Hâlid’in huzuruna geldiler. Hazreti Hâlid onlara dedi ki:

– Sizi Allaha ve İslâma dâvet ediyorum. Eğer Müslüman olursanız, Müslümanlara âit olan haklara sâhip olursunuz ve Müslümanın yapacağı vazifeleri de yaparsınız. Bunu kabul etmezseniz, cizye verirsiniz. Bunu da kabul etmezseniz, sizin yaşamaya karşı olan hırsınızdan daha fazla şehîd olmaya karşı istekli olan bir orduyla geldim.

Bunları söylerken Abdülmesih’in elinde bir şişe görerek, şişedekinin ne olduğunu sordu. Abdülmesih şöyle cevap verdi:

– Yâ Hâlid! Bu zehirdir. Eğer sen, bizim arzûlarımıza uygun bir anlaşma yaparsan ne âlâ. Milletimin arzûlarına uygun olmayan bir anlaşma ile gitmektense, bu zehiri içerek hayatıma son vereceğim.

Hâlid bin Velid, zehiri Abdülmesih’in elinden aldı ve “Bismillâhillezî lâ yedurru ma’asmihi sey’ün fil’erdi velâ fissemâi ve hüves-semî’ul-alîm” diyerek sonuna kadar içti.

Abdülmesih ve Hîre vâlisi, Hâlid bin Velid’i hemen ölecek diye boş yere beklediler. Sonra Abdülmesih ve vâli anlaşma şartlarını görüşmek üzere kaleye girdiler. Halk onları merakla bekliyordu. Abdülmesih onlara dedi ki:

– Ben, kendilerine zehir tesir etmeyen bir kavmin yanından geliyorum.

Sonra kavmiyle istişâre edip, tekrar Hazreti Hâlid bin Velid’in yanına gelerek dedi ki:

– Biz, sizinle harp edemeyiz, fakat dîninize de giremeyiz! Size cizye vermeye hazırız!

Bundan sonra, 90 bin dinar üzerinden sulh anlaşması yaptılar.

Hazreti Hâlid bin Velid buraları emniyet altına aldıktan sonra, Anbar kalesini muhasara etti. Sulh yoluyla şehri ele geçirdi. Bundan sonra, Mehran’ın, Müslümanlarla savaşmak üzere Aynüttemr’de hazırlık yaptığını haber aldı. Üzerine giderek bu kaleyi de fethetti.

Hazreti Hâlid bin Velid, Hîrelilerle yaptığı sulhnâmeyi bitirince, İran hükümdarına ve erkânına bir mektup yazdı. Bu mektup aynen şöyledir:

“Bismillâhirrahmânirrahîm. Hâlid bin Velid’den, Rüstem, Mihran ve Acem reislerine.

Selâm, hidâyete kavuşanlara olsun! Allahü teâlâya hamdederim. O’nun kulu ve Resûlü olan Muhammed aleyhisselâma salâtü selâm olsun.

Yaptığınız bütün çalışmalarınızı dağıtan, topluluğunuzu parçalayan, sözlerinizde sizi ihtilâfa düşüren, gücünüzü, kuvvetinizi zayıflatan, mülk ve hâkimiyetinizi elinizden alan Allahü teâlâya sonsuz şükürler olsun.”

Bu mektubu, İran’a gönderilmek üzere Hîrelilere teslim etti.

Hazreti Hâlid bin Velid, bundan sonra, yavaş yavaş Fırat tarafına ilerledi. Burası, asker sevkiyatı için çok mühim bir mevki idi. Fırat nehri kenarında, gayrimüslim Araplar, Rumlar ve İranlıların müşterek ordusu ile çetin bir muharebe oldu. Bu büyük zaferin elde edilmesi ile Irak’ın her tarafı Müslümanların hâkimiyetine girmiş oldu.

Bundan sonra, Halîfe Hazreti Ebû Bekir, Hâlid bin Velid’e, Şam tarafına hareket etmesini emretti. Bunun üzerine Hâlid bin Velid hazretleri, derhal yola çıktı. Birçok yerleri ele geçirerek Busra’ya ulaştı. Busralılar, Müslüman ordusu karşısında aman dilediklerinden, onlarla cizye ve haraç vermek şartıyla sulh yapıldı. Böylece Busralılar can ve mallarını teminat altına aldılar.

Bu İslâm ordusu, Ecnadeyn’de yapılan savaşta da galip geldikten sonra, Şam civarına geldiler. Şehir üç taraftan kuşatıldı. Üç ay süren kuşatmadan netice alınamadı. Şehirde bir gün, patriklerden birinin bir oğlu dünyaya geldi. Halk her şeyi unutup, bayram yapmaya başladılar.

Hâlid bin Velid geceleri uyumayıp vaziyeti araştırırdı. Askerî dehâsı ve halkın bu zaafından istifâde edip, ordusuna hücum emri verdi ve ordu şehre girdi. Fahl mevkiinde Rumlarla yapılan savaşta, Rum orduları perişan edilerek zafer kazanıldı.

Şam’da yapılan ikinci karşılaşmada, Rumların bütün orduları yok edilinceye kadar savaş devam etti. Arka arkaya yenilen Rumlar, Anadolu’da papazlar vasıtasıyla köy köy dolaşarak asker topladılar. Büyük bir Haçlı seferi düzenlediler. 240 bin Rum askeri Yermük’te toplandı. Buna karşılık, 46 bin kişilik Müslüman ordusu vardı.

Müslüman kumandanlar, Hâlid bin Velid’i başkumandan seçtiler. Hâlid, ordusunu biner kişilik bölüklere ayırdı. Her bölüğe kumandanlar tâyin etti. Askerin mâneviyatını kuvvetlendiren konuşmalar yaptıktan sonra, hücum emrini verdi. Bu savaş, tarihte eşine ender rastlanan kahramanlıklara sahne oldu.

Rum kumandanlarından Yorgi, Hazreti Hâlid bin Velid’e gelip Müslüman oldu. O da kâfirlere karşı çarpışmaya başladı ve şehîd oldu. Harbin şiddetinden öğle ve ikindi namazlarını îmâ ile kıldılar. Bu harpte İslâm kadınları bile fevkalâde cenk ettiler.

Allah’ın kılıcı Hazreti Hâlid, bütün gücü ile Haçlı ordusunun merkezine yüklendi. Merkezdeki kuvvetlerini dağıtınca, Rum ordusu kaçmaya başladı. Bu savaşta kan gövdeyi götürdü. 100 binden ziyade Haçlı askeri öldürüldü. Buna karşılık 3000 Müslüman şehîd oldu.

Halid Bin Velid Bizans ve Sasanilere karşı zaferler kazanmıştır. Bunların en dikkat çekeni Yermük nehri kıyısında Bizans ordusunu bozguna uğrattığı savaştır. Katıldığı yüzü aşkın savaşta yenilgiye uğramamıştır. Halid bin Velid savaş kaybetmemiş nadir komutanlardandır.

Irak ve İran’ı üç yıl gibi kısa bir süre içerisinde İslam devletine bağlamıştır. Fetihleri Anadolu’da Kahramanmaraş’a kadar uzanmıştır. 638 yılında Ömer bin Hattab tarafından ordu komutanlığından alınıp idari bir göreve verilmiştir. Bir yıl sonra bu görevden istifa etmiştir.

Peygamberimiz Hazreti Muhammed (sav), onun hakkında “Hâlid Allah’ın Kılıcıdır” buyurmuştur. Yine Hâlid hakkında:“Hâlid bin Velid’e gelince, o herşeyini sizin için vermiştir, nesi var nesi yok harplerde Allah yolunda sarfetmiştir.” buyurmuştur.

 Hazreti Muhammed(sav)’in vefatının ardından ilk halife olan Hazreti  Ebu Bekir(ra), isyan hareketlerinin önüne geçebilmek adına Halid Bin Velid’i çeşitli baskın ve seferlere göndermiştir. Ridde Savaşlarıolarak geçen bu seferde aldığı başarı ve galibiyetlerin ardından  Hz.Ebu Bekir(ra), “Analar Halid gibisini doğurmakta acizdir.” sözü ile Halid Bin Velid’in ne kadar kahraman olduğunu açıklamaktadır.

Hâlid bin Velid, 642 yılında Humus’ta hastalandı. Yanında silah arkadaşları vardı. Vefât edeceği sırada kılıcını istedi. Kabzasını tutarak şefkatle okşadı. Sonra buyurdu ki:

“- Nice kılıçlar elimde parçalandı. İşte bu benim ölümümü görecek olan son kılıcımdır. Beni en çok üzen, hayatı hep savaş meydanlarında geçip, yatak yüzü görmemiş olan bu Hâlid’in yatakta ölmesidir.

Resûlullah (sav)ın hiçbir Eshâbı, rahat yatağında ölmedi. Ya savaş meydanlarında veya uzak beldelerde Dîn-i İslâmı yayarken garip olarak şehîd oldu.

Ah Hâlid! Şehîd olamayan Hâlid! Harp, benim etimi çiğneyemedi. Şehîdlik mertebesi hariç elde etmediğim makam kalmadı. Vücûdumda bir karış yer yoktur ki, ya kılıç yarası, ya bir ok yarası veya bir mızrak yarası olmasın.

Ömrü, Dîn-i İslâmı yaymak için savaşlarda at koşturan kimsenin sonu, böyle yatak üzerinde mi olacak? Ölümü her zaman, harp meydanında, atımın üzerinde, düşmana Allah için kılıç sallarken şehîd olarak beklerdim.”

Hazret-i Hâlid , “Vasiyetimi bildiriyorum, beni ayağa kaldırın!” deyince, ayağa kaldırdılar.

Beni bırakınız! Şimdiye kadar hep taşıdığım kılıcım, artık beni taşısın” diyerek kılıcına dayandı.

Bundan sonra, “Ölümü, savaştaymışım gibi ayakta karşılayacağım. Öldüğüm zaman, atımı, savaşta tehlikelere dalabilen bir yiğide veriniz! Atım ve kılıcımdan başka bir şeye sahip olmadan öleceğim.

Mezarımı, bu kılıcımla kazınız! Kahramanlar kılıç şakırtısından zevk alır” dedi ve yatağına düşüp Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti.

Allah Rahmet etsin bizleri şefaatine nail eysin Amin..

Derleyen : Çetin KILIÇ

www.NurNet.Org

Kaynak:

  • hadis külliyatı
  • resulullahorg
  • bizim sahife

Not: Ümmetin Yıldızları ve En Güzel Örnekleri Olan Sahabelerin Hayatları İçin Tıklayınız

Osman Yüksel Serdengeçti Kimdir? (1917-1983) Rahmetle Anıyoruz

 Osman Yüksel Serdengeçti (Kısaca Hayatı)

1917 yılında Antalya’nın Akseki ilçesinde doğdu. Asıl adı Osman Zeki Yüksel’dır. Serdengeçti dergisinde bu imzayla çıkan yazılarından dolayı bu soyadla tanındı. Aralarında Ahmet Hamdi Akseki, eski müftülerden Hacı Salih Efendi’nin de bulunduğu alimler yetiştirmiş bir aileye mensuptur. İlkokulu Akseki’de, ortaokulu yatılı olarak Antalya’da okudu. Ankara’da Atatürk Lisesi’ni bitirdi. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde 2. sınıf öğrencisiyken 3 Mayıs 1944’te meydana gelen olaylara karıştığı için öğrenimi yarıda kaldı. Nihal Atsız ve Alpaslan Türkeş’le birlikte bir süre tutuklu kaldı. Serbest bırakılınca fakülteye başvurarak öğrenimine devam etmek istedi ancak kendisine izin verilmedi. Bunun üzerine dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’e hitaben “Yüksek makamın alçak vekiline” sözleriyle başlayan bir dilekçe yazdı. Dilekçe’yi bakana verme cesaretini kimse bulamadı. Osman Yüksel yeniden hapishaneye gönderildi. 

Hapisten çıkınca ünlü ‘Serdengeçti’ dergisini çıkarmaya başladı. Pek çok sayısı toplatılan bu dergide çıkan yazıları nedeniyle hakkında çok sayıda dava açıldı ve sık sık tutuklanıp serbest bırakıldı. Başlığının altında “Allah, Vatan, Millet Yolunda” cümlesi sürekli yer alan dergideki yazılarında sık sık kullandığı “Açın kapıları Osman geliyor” sözü yeni tutuklanmalara hazır olduğunu bildiriyordu. Kendisine Serdengeçti unvanını kazandıran bu dergi, sık sık kapanması ve çıkan yazılarından dolayı çok sayıda mahkumiyet kararı çıkması nedeniyle 33 sayı çıkabilmişti. (1947-Şubat 1962) 

1952 yılında Bağrı Yanık adlı bir mizah gazetesi çıkardı. Başlığı altında “Hak yolunda bağrı yanık yolcular” sözü yer alan bu yayında inancının mücadelesini zengin esprilerle sürdürdü. 

Bir ara politikaya girdi. Adalet Partisi listesinden Antalya milletvekili seçildi (1965-1969). Batılılaşmayı protesto için meclise kravatsız giren milletvekili olarak ün kazandı. Partisinin politikası ve parti ileri gelenlerine yönelttiği eleştiriler yüzünden AP’den ihraç edildi. 

Sonraki yıllarda mücadelesine yine yayınladığı yazı ve kitaplarla devam etti. Son olarak Yeni İstanbul gazetesinde “Selam” başlığı altında günlük yazılar yazdı.

10 Kasım 1983 tarihinde İstanbul’da vefat etti.

ESERLERİ: 
Mabetsiz Şehir, Bir Nesli Nasıl Mahvettiler, Bu Millet Neden Ağlar, Gülünç Hakikatlar, Ayasofya Davası, Türklüğün Perişan Hali, Mevlana ve Mehmet Akif, Kara Kitap, Radyo Konuşmaları, Müslüman Çocuğun Şiir Kitabı.

biyografi.net

Hekimoğlu İsmail’in Osman Yüksel Serdengeçti’yi anlatn “Toros Yüzlü Adam” eseri hakkında şunları der;

“Osman Yüksel 1983’e kadar tarihimizi, medeniyetimizi, dinimizi imanımızı yazdı söyledi. Bu uğurda çekmediği çile görmediği cefa kalmadı. Nezaretler, hapishaneler onun içindi. “Allah” demenin yasak olduğu devirlerde yaşamak ne demekti? Bir zamanlar gözyaşı döktüğümüz bir şahsı unutmak… Bir kahramanı, bir fedaiyi unutmak… Bizi biz yapan bir insanı mazide bırakmak… Bu hal beni çok üzüyordu. Rasih Yılmaz, Serdengeçti hakkında uzun süren araştırmalar yapmış, onunla ilgili belgeler toplamış. Nihayet eser önüme gelince anladım ki bugüne kadar yazılanlardan çok daha başarılı. Osman Yüksel’i doğumundan almış; çocukluğu, tahsili ve nihayet 3 Mayıs 1944 hareketi… Kitap, yazılımayan tarihe ışık tutuyor. Devlet adamlarından; idealistlere kadar, rejimleri sistemleri anlatıyor. Müdellel bir eser. Yazardan çok belgeler konuşuyor. Köy Enstitüleri, Sosyalistler, Turancılar, hapishaneden Meclis’e… Bu eserdeki resimleri, mektupları, röportajları başkasında bulmak imkansız. Mehaz bir eser.”

Osman Yüksel Serdengeçti’nin Risale-i Nur talebeleri için yazdığı ve Risale-i Nur’larda geçen meşhur yazısı;

Said Nur ve Talebeleri

osmanyükselAynen soyadının tasvir ettiği gibi bir büyük dâvâ adamı olan Osman Yüksel Serdengeçti’yi 31 sene önce bugün kaybetmiştik. Kendisini rahmetle anıyoruz. Onun Tarihçe-i Hayat’a alınmış bir yazısını Fatiha’lara vesile olması niyetiyle buraya alıyoruz.

 

“Said Nur ve Talebeleri”

Bahtiyar bir ihtiyar var. Etrafı, sekiz yaşından seksen yaşına kadar bütün nesiller tarafından sarılmış. Yaşlar ayrı, başlar ayrı, işler ayrı… Fakat bu ayrılıkta gayrılık yok! Hepsi bir şeye inanmış… Allah’a!.. Âlemlerin Rabbı olan Allah’a… Onun ulu Peygamberine.. Onun büyük kitabına.. Kur’an henüz yeni nâzil olmuş gibi, herkes aradığını bulmuş gibi bir hal var onlarda. Said Nur ve talebelerini seyrederken, insan kendini âdeta Asr-ı Saadet’te hissediyor. Yüzleri nur, içleri nur, dışları nur… Hepsi huzur içindeler. Temiz, ulvî, sonsuz bir şeye bağlanmak; her yerde hazır, nâzır olana, âlemlerin yaratıcısına bağlanmak, o yolda yürümek, o yolun kara sevdalısı olmak… Evet!.. Ne büyük saadet!

Said Nur, üç devir yaşamış bir ihtiyar. Gün görmüş bir ihtiyar. Üç devir: Meşrutiyet, İttihad ve Terakki, Cumhuriyet. Bu üç devir büyük devrilişler, yıkılışlar, çökülüşlerle doludur. Yıkılmayan kalmamış! Yalnız bir adam var. O ayakta… Şark yaylalarından, Güneş’in doğduğu yerden İstanbul’a kadar gelen bir adam. İmanı, sıradağlar gibi muhkem. Bu adam, üç devrin şerirlerine karşı imanlı bağrını siper etmiş. Allah demiş, Peygamber demiş, başka bir şey dememiş. Başı Ağrı Dağı kadar dik ve mağrur. Hiçbir zalim onu eğememiş, hiçbir âlim onu yenememiş… Kayalar gibi çetin, müdhiş bir irade… Şimşekler gibi bir zekâ… İşte Said Nur!.. Divan-ı Harbler, mahkemeler, ihtilaller, inkılablar… Onun için kurulan i’dam sehpaları… Sürgünler… Bu müdhiş adamı, bu maneviyat adamını yolundan çevirememiş! O, bunlara imanından gelen sonsuz bir kuvvet ve cesaretle karşı koymuş. Kur’an-ı Kerim’de “İnanıyorsanız muhakkak üstünsünüz” (Âl-i İmran suresi âyet 139) buyuruluyor. Bu Allah kelâmı, sanki Said Nur’da tecelli etmiş!

Mahkemelerdeki müdafaalarını okuduk. Bu müdafaalar bir nefs müdafaası değildir; büyük bir davanın müdafaasıdır. Celadet, cesaret, zekâ eseri, şaheseri…

Niçin Sokrat bu kadar büyüktür? Bir fikir uğruna hayatı hakir gördüğü için değil mi? Said Nur en az bir Sokrat’tır; fakat İslâm düşmanları tarafından bir mürteci, bir softa diye takdim olundu. Onlara göre büyük olabilmek için ecnebi olmak gerek. O, mahkemelerden mahkemelere sürüklendi. Mahkûmken bile hükmediyordu.

O hapishanelerden hapishanelere atıldı. Hapishaneler, zindanlar onun sayesinde Medrese-i Yusufiye oldu. Said Nur zindanları nur, gönülleri nur eyledi. Nice azılı katiller, nice nizam ve ırz düşmanları, bu iman abidesinin karşısında eridiler; sanki yeniden yaratıldılar. Hepsi halîm selim mü’minler haline, hayırlı vatandaşlar haline geldiler… Sizin hangi mekteperiniz, hangi terbiye sistemleriniz bunu yapabildi, yapabilir?

Onu diyar diyar sürdüler. Her sürgün yeri, onun öz vatanı oldu. Nereye gitse, nereye sürülse, etrafı saf, temiz mü’minler tarafından sarılıyordu. Kanunlar, yasaklar, polisler, jandarmalar, kalın hapishane duvarları, onu mü’min kardeşlerinden bir an bile ayıramadı. Büyük mürşidin, talebeleriyle arasına yığılan bu maddî kesafetler; din, aşk, iman sayesinde letafetler haline geldiler. Kör kuvvetin, ölü maddenin bu tahdid ve tehdidleri, ruh âleminin ummanlarında büyük dalgalar meydana getirdi. Bu dalgalar, köy odalarından başlayarak, yer yer her tarafı sardı; üniversitelerin kapılarına kadar dayandı.

Yıllardır mukaddesatları çiğnenmiş vatan çocukları, mahvedilen nesiller, imana susayanlar; onun yoluna, onun nuruna koştular. Üstad’ın Nur risaleleri elden ele, dilden dile, ilden ile ulaştı, dolaştı. Genç-ihtiyar, cahil-münevver, sekizinden seksenine kadar herkes ondan bir şey aldı, onun nuruyla nurlandı. Her talebe, bir makine, bir matbaa oldu. İman, tekniğe meydan okudu. Nur risaleleri binlerce defa yazıldı, teksir edildi.

Gözlerinin nuru sönmüş, iç âlemlerinin ışığı sönmüş, harabeye dönmüş olan körler; bu nurdan, bu ışıktan korktular. Bu aziz adamı, dillerden hiç eksik etmedikleri “İnkılaba-lâikliğe aykırı hareket ediyor” diye, tekrar tekrar mahkemeye verdiler; tekrar tekrar hapishanelere attılar. Kaç kerre zehirlemek istediler. Ona zehirler, panzehir oldu. Zindanlar dershane… Onun nuru, Kur’anın nuru, Allah’ın nuru vatan sınırlarını da aştı. Bütün Âlem-i İslâmı dolaştı. Şimdi Türkiye’de, her teşekkülün, vatanını seven herkesin, önünde hürmetle durması lâzım gelen bir kuvvet vardır: Said Nur ve Talebeleri. Bunların derneği yoktur, lokali yoktur, yeri yoktur, yurdu yoktur, partisi, patırtısı, nutku, alayişi, nümayişi yoktur. Bu, bilinmezlerin, ermişlerin, kendini büyük bir davaya vermişlerin şuurlu, imanlı, inanlı kalabalığıdır.

http://www.yazarumitsimsek.com/