Etiket arşivi: köprü dergisi

Çocuklarda Ahlak Eğitimi Nasıl Olmalı?

Kur’an’da, “Allah sizi annelerinizin karnından hiçbir şey bilmezler olarak çıkardı5 buyurulmaktadır. Böylece insanın öğrenmeye ve terbiyeye olan ihtiyacı dile getirilir. Mesela hayvanlar dünyaya gelmelerinden kısa bir süre sonra hayat şartlarına uyum gösterirken, insan bir-iki senede ancak ayağa kalkabilir. Kendini idare edebilecek bir seviyeye ancak on beş yaşından sonra gelir. Hayatı boyunca da öğrenmeye muhtaçtır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “İnsanın vazife-i fıtriyesi taallümle tekellümdür“.6

Bu esasa dayanarak, İslami kaynakların pek çoğunda şu ortak görüşe yer verilir: “Çocuk anne ve babasını yanında bir emanettir. Tertemiz kalbi, her çeşit nakış ve şekilden uzak, saf, kıymetli bir cevherdir. Her türlü şeye kabiliyetli olduğu gibi, kendisine verilen her şeyi almaya da yatkındır. Eğer çocuk iyiliğe alıştırılır, güzel şeyler öğretilirse iyilik üzere büyür. Dünya ve ahirette mesut olur.7

Peygamber Efendimiz, insanın bu vasfını şu hadisiyle dile getirmiştir: “Her çocuk İslam fıtratı üzere doğar. Konuşmaya başlayıncaya kadar bu hal üzere devam eder. Sonra anne ve babasının tesiriyle Yahudi, Hıristiyan, Mecusi vs. olur.8

Başka bir hadislerinde, “Babanın evladına güzel terbiyeden daha iyi bir hediye veremeyeceğini9 bildirerek, terbiyenin insan hayatındaki yerini vurgulamıştır. Yine, “Çocuklarınıza ikram edin ve terbiyelerini güzel yapın“,10İnsanın öldükten sonra geride bıraktığı en hayırlı şeylerden birinin, yetiştirdiği salih evlat11 olduğu buyurulmuştur.

Çocuğun eğitimi konusunda Hz. Ali’nin şu sözü zikredilmiştir: “Evlâdınızı bulunduğunuz zamandan başka bir zaman için talim ve terbiye ediniz. Çünkü onlar sizin zamanınızdan başka bir zaman için halk olunmuşlardır. Çocuğun terbiyesinde sakın kusur gösterme; zira o, senin zamanından başka bir zaman için yaratılmıştır.

Bu terbiye nasıl olmalıdır? Peygamber Efendimiz, çocuğun hayır üzere yetiştirilmesi halinde yine hayır üzere yaşayacağını, dünya ve ahirette mesut olacağını beyan etmektedir. Hayır üzere yetiştirmenin yolu da, çocuğa doğduğu andaki safiyetini, güzel ahlak ve salih yaşayış istikametinde devam ettirmesini temin edecek hayat prensiplerini benimsetip kazandırmaktır. Bu prensipler de, en mükemmel şekliyle İslam’da mevcuttur. Kur’an ve Sünnet, baştan başa insanı sonsuz kemal mertebelerine yüceltecek esaslardan ibarettir. Bunun içindir ki, çocuğun babası üzerindeki haklarından biri, kendisine Kur’an eğitimi verilmesidir.

İslam dünyasının yetiştirdiği büyük sosyologlardan İbni Haldun, çocuğun eğitimine Kur’an’la başlanması konusunda şunları söyler:

Çocuklara Kur’an talim etmek dinin şeairinden bir şiardır. Müslümanlar bunu esas alarak, bütün beldelerinde yaygın olarak Kur’an eğitimi yapmışlardır. Çünkü Kur’an ayetlerine ve hadislere dayanan İslam inancının kalplerde kökleşmesi, her şeyden önce bu şiara bağlıdır. Onun için Kur’an öğretimi esas haline gelmiş olup, daha sonra hasıl olan melekeler bu esas üzerine bina edilmiştir. Bunun sebebi şudur: Küçüklerin eğitimi çok daha fazla köklü olup, daha sonraki yaşlarda alınan eğitim ve öğretime temel teşkil eder. Çünkü kalpler ve zihinler diğer melekelerin temelidir. Üzerine bina edilen şeyin tarzı ve durumu, temele bağlıdır.12

Günümüzde çocukların, ruh sağlıkları yerinde ve insanî vasıflara sahip olarak yetişmeleri için daha fazla çaba sarf edilmektedir. Artık çocuğun dünyasına girilmiş, onun ruhunun gerçek zenginliği anlaşılmaya başlanmıştır. Bugün çocuğun geçirdiği gelişim evreleri bilinmekte ve eğitim bu evrelerin özelliğine göre düzenlenmektedir. Eğitim yöntemleri, araç, gereç ve malzemeleri de yeniden ele alınmakta, değiştirilmekte ve geliştirilmektedir. Çocuk sanki yeniden keşfedilmektedir.

Dünyada yapılan bilimsel araştırmaların sonuçları, çocukluk yıllarında kazanılan davranışların büyük bir kısmının yetişkinlikte bireyin kişilik yapısını, alışkanlık, inanç ve değer yargılarını biçimlendirdiğini ve sağlam bir kişiliğin temelinin ilk çocukluk yıllarında atılabileceğini göstermiştir. Çocuğun Antropolojisi ve Pedagojik Antropoloji gibi bilimler de eğitim ve öğretimi daha güçlü kılacak görüş ve tecrübeleri belirlemeye çalışmaktadır. Böylece çocuklara verilecek bilgilerin içinde bulundukları yaş grubunun özelliklerine, ihtiyaçlarına ve kapasitelerine uygun düşmesi sağlanmaktadır. Çocukların dini gelişimi, bu gelişimi etkileyen faktörler zihinlerinin, ruhlarının ne tür bir eğitimi kabulleneceği vb. konularda kuramlar, yöntemler geliştirilmekte, eğitici durumunda olanların, küçüklerin dini gelişiminden haberdar olması, hangi yöntemin din eğitiminde yararlı, hangi yöntemin dini gelişimi tahrip edici olduğu ortaya konmaya çalışılmaktadır.

Ülkemizde, din eğitimi ve öğretimi alanında bu türden çalışmaların epeyce gecikmiş olduğunu söyleyebiliriz. Din eğitimi, çoğu zaman yön verici öğütler, emir ve yasaklar, söyletilmesi ve ezberlenmesi gereken kurallar bütünü olarak ele alındığından, karakter gelişimine beklenen olumlu tesiri yapamamaktadır.

Günümüzde çocuğun din eğitimi ve öğretimi ile ilgili olarak geliştirilen teorilerde şu fikir üzerinde önemle durulmaktadır: Çocuklara erken yaşta din hakkında bilgi verilmez gerekçesiyle din öğretiminin ileriki yaşlara tehir edilmesi doğru değildir. Din farklı motiflerine ayrılmalı, din öğretimi, öğrencilerin kavrayışını göz önünde bulundurarak, yıllara göre programlanmalıdır. Böylece öğrenciler, her geçen yıl dinin bütünü hakkında biraz daha doğru bilgi sahibi olacaklardır.

Din olgusunun, iman, ibadet ve ahlâk esaslarına ait malzemesi belli gelişim basamağında işlendiğinde, çocuklar için daha etkili olur.

Çocuğun gelişim düzeyine uygun olmayan, ilgi ve ihtiyaçlarına cevap vermeyen bir program, yalnızca öğretimi başarısız kılmakla kalmaz, aynı zamanda çocuğun gelişimini de büyük ölçüde etkiler.

Risale-i Nur’da çocuk, Allah’ın anne ve babaların gözetim ve terbiyesine emanet ettiği sevimli ve şirin bir varlık olarak tanımlanmıştır. Tertemiz kalbiyle, verilecek her şeyi almaya kabiliyetlidir.

Bediüzzaman da, temel dini eğitimin çocuklara küçük yaşta verilmesinin önemine dikkat çekerek, bunun yapılmaması durumunda ortaya çıkacak olumsuz sonuçlar üzerinde durmuştur.

Bir çocuk, küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imanî alamazsa, sonra pek zor ve müşkül bir tarzda İslâmiyet ve imanın erkânlarını ruhuna alabilir. Âdetâ gayr-ı müslim birisinin İslâmiyet’i kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabani düşer. Bilhassa, peder ve validesini dindar görmezse ve yalnız dünyevî fenlerle zihni terbiye olsa, daha ziyade yabanilik verir. O halde o çocuk, dünyada peder ve validesine hürmet yerinde istiskal edip çabuk ölmelerini arzu ile onlara bir nevi belâ olur. Âhirette de onlara şefaatçi değil, belki dâvâcı olur: ‘Neden imanımı terbiye-i İslâmiye ile kurtarmadınız?‘”13

Buna göre, çocuğun eğitimine, küçüklüğünde kuvvetli bir iman dersi verilerek başlanmalıdır. Ayrıca, dini eğitim verilirken, öğretilen şeylerin fiili olarak yaşanması da büyük önem taşımaktadır. Çünkü hal dili dediğimiz yaşayarak gösterme, sözle verilen derslerden çok daha etkilidir. Sözle anlatılanların hayata geçirilmesi, eğitimden beklenen sonuçların alınması şansını kuvvetlendirir.

Çocuklarımıza dini eğitim vermeyi ihmal ettiğimiz zaman, ahiret saadeti bir yana, dünyadaki huzurumuzu da kaybederiz. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Dini terbiye olmazsa, Müslümanlarda istibdad-ı mutlak ve rüşvet-i mutlakadan başka çare olamaz. Çünkü, nasıl bir Müslüman şimdiye kadar hakiki Yahudi ve Nasrani olmaz; belki dinsiz olur, bütün bütün bozulur. Öyle de, bir Müslüman Bolşevik olamaz; belki anarşist olur. Daha istibdad-ı mutlaktan başka idare edilmez.14 Yaşadığımız tecrübeler bu gerçeği anlatmaya yetiyor.

İslâmiyet, çocuğun aile içindeki dini ve ahlâki eğitimi hususunda işi oluruna bırakmayan bir anlayışa sahiptir. Bu anlayışın ışığında Bediüzzaman, çocuğa verilmesi gereken terbiyede nasıl bir tutum takip edilmesi gerektiğini şöyle ifade etmektedir: “Yedi yaşına gelen bir çocuğa namaz gibi farzları, peder ve valideleri onları alıştırmak için teşvikkârâne emretmek ve on yaşına girse şiddetle namaz kıldırmak ve alıştırmak şeriatta var.15

Buradaki “teşvikkârâne emretmek” ifadesinden, çocuğa verilen ilk ve esas terbiyenin telkinle ve şefkatle yapılması gerektiği anlaşılmaktadır. Fakat babanın ve özellikle annenin, çocuğa gösterdikleri şefkatte ölçülü olmaları gerekir. Çocuğa karşı duyulan şefkatin hiçbir zaman onun şımartılmasına ve terbiye konusunda başıboş bırakılmasına sebep olmamalıdır. Çünkü bu durum, çocuğa kötü ahlak ve alışkanlıklar kazandırabilir.

Görülüyor ki, çocuğun dini bilgi ve terbiyeden mahrum edilmesi, ona hem dünyası, hem de ahireti bakımından yapılabilecek en büyük kötülük olmaktadır. Bediüzzaman böyle bir anlayışın karşısına çıkmakta ve çocuğun maddi istikbali düşünüldüğü kadar, manevi yönünün de ihmal edilmemesi gerektiğini savunmaktadır. Anne ve babanın, çocuğun dini ve ahlaki terbiyesinde gösterdikleri ihmal, onların bizzat çocukları tarafından eziyetlere ve zulümlere uğramalarını netice vermektedir. Dini ve ahlaki terbiyeden mahrum bir çocuk, herkese karşı olduğu gibi, anne ve babasına karşı da hürmetsizlik gösterecektir.16

İslam’da din ile ahlak iç içedir. Bu nedenle dini eğitimin yanında, küçük yaşlardan itibaren çocuğa iyi bir ahlak eğitiminin de verilmesi gereklidir. Çocuklarımıza Kur’an’ı öğretirken sadece okumasını değil, aynı zamanda onun nasıl bir kitap olduğunu, nelerden bahsettiğini ve hangi hakikatleri bize ders verdiğini de anlatmalıyız. Böylece, Kur’an’a karşı hürmet ve muhabbeti kalbinde ve ruhunda uyandırmalıdır. Çünkü çocuğa Kur’an öğretmek ifadesi, genel anlamda onlara dinini, ahlâkını öğretmeyi içine alan bir eğitim ve öğretim sistemini ifade etmektedir.

Çocuklar, temiz ve beyaz bir levhayı andıran ruhlarına güzel şeylerin, iyi ahlakın ve dini hakikatlerin telkinine muhtaçtır. Onların kötülüklerden uzak, iyiliklere meyilli yetiştirilmeleri, bu dini terbiyeyi daha küçük yaştan itibaren ruhlarına sindirmekle mümkündür. Adalet, doğruluk, cömertlik, sözünde durmak, alçak gönüllülük, sabır, şükür, edep… gibi güzel davranışlar çocuğa sevdirilmeli; zulüm, yalan söylemek, alay etmek, kibir, iftira, çekememezlik… gibi kötü davranışlardan uzak tutulmalıdır.

Bediüzzaman’a göre, çocuğun anne ve babasına hürmeti, sevgisi de kuvvetli bir iman dersi almasına bağlıdır.

Görüldüğü gibi, çocuk terbiyesinde dikkat edilmesi gereken en önemli husus, çocuğa gerçek bir iman, ahlak ve fazilet duygusunun verilmesidir. Bu şekilde yetiştirilen bir çocuk, hem dünya hem de ahiret saadetini kazanacaktır.

Eğitim bilimi, aileyi çocuğun eğitiminde etkili olan kurumların başında sayar. İlk eğitimin ailede verildiği ve ilk öğretmenlerin anne-baba olduğu görüşünü kabul eder. Bu açıdan anne ve babanın çocuğa karşı bazı sorumlulukları vardır. Bu sorumluluk özellikle çocuğun maddi ve manevi hayatını ilgilendiren alanlarda kendisini göstermektedir. Burada yerine getirilmesi gereken en önemli sorumluluk, dini ve ahlâki terbiyedir. Bunun anne ve babaya hem bir hak hem bir sorumluluk olarak yükletilmiş olması, İslâm’da çocuk terbiyesine verilen önemin en açık delilidir. Çocuğun doğumundan sonra belli dönemlerde, anne ve baba tarafından bazı terbiye telkinlerine tabi tutulması gerekir.

Bediüzzaman da, ahlak eğitimine aileden başlanması gerektiğini vurgular. Evlerin iman hakikatlerinin öğrenildiği birer irfan mektebi haline gelmesiyle evlilik sünnetinin ikmal edilebileceğini söyler. Evlerimizde daima Kur’an sesi yükselmeli, okunmalı, dinlenmeli. İman hakikatleri terennüm edilerek huzur solunmalıdır. Çocuklar böyle bir manevi atmosfer içerisinde büyümelidir. Çocuk hak ve hakikati görmeli, güzelliklere şahit olmalıdır. Anne-baba başta olmak üzere diğer büyükler sadece sözle değil, yaşayışlarıyla da İslam’ın güzelliklerini sergileyerek çocuklara güzel örnek olmalıdırlar. Söylenenler ve yapılanlar birbiriyle uyumlu olmalıdır. Bu hususta ilk öğretmen olan anneler, çocukların başta 0-6 yaş dönemi olmak üzere her dönemde onların göz, kulak ve kalplerine yönelik olumlu uyarılar almalarını sağlamalıdırlar.

Said Nursî, insanın en birinci üstadı ve tesirli mualliminin annesi olduğunu, hayatından örnek vererek izah etmeye çalışmıştır.

Çocukların dini ve ahlaki terbiyelerini ihmal etmek, dünya saadeti elde etmeleri için Kur’an’dan ve din eğitiminden mahrum bırakmak, ahirette şefaatçi olacak yavruların “Niçin benim imanımı kuvvetlendirmediniz!” diye şikayetlerine sebep olacaktır.

Prof. Dr. Hüseyin Kur (Çocuk ve Gençlerde Din ve Ahlâk Eğitimi 2.Bölüm)

Dipnotlar:

5. Nahl , 78.

6. Sözler, 293.

7. Canan, İbrahim, Hz. Peygamberin Sünnetinde Terbiye, 48.

8. Buhari, Cenaiz, 80.

9. Müstedrek, 4:263.

10. İbn Mâce, Edeb, 3.

11. Ebû Dâvut, Vesaya, 14.

12. İbni Haldun, Mukaddime, 1295.

13. Emirdağ Lahikası, I, 40.

14. Şualar, 435.

15. Emirdağ Lahikası, II, 65.

16. Emirdağ Lahikası, I, 40.

Kaynak: Köprü Dergisi

Çağın En İyi Yaklaşımı ve Bediüzzaman

Yirminci yüzyıl Türkiye’sinde en çok yanlış anlaşılan düşünür kimdir?” sorusuna tereddütsüz Bediüzzaman Said Nursi’dir cevabını verebiliriz. Gazete ve dergilerde hakkında yapılan atıflarda kendinden söz edilen ancak niyeti anlaşılmayan, iyi niyetli düzeltmeleri siyasi anlam yüklenen bir kişiydi Bediüzzaman. Gelenekçi miydi, yenilikçi miydi? Değişim konusunda ne düşünüyordu ve ne yapıyordu? İnançlar gibi dogmatik konularda ve günlük yaşam gibi modernizmin etki alanı olan konularda tutum ve yaklaşımları nelerdi? Bütün bu sorulara psikososyal bir bakışla cevap vermeden önce ‘innovatien’ kavramı üzerinde biraz durmakta fayda vardır:

İtici Güç

İnsan hayatında itici güçler; akıl, duygular, sezgiler ve inançlar şeklinde özetlenebilir. Birey bir hedef belirlediğinde bu hedefe ulaşmak için itici gücün itilimi ile harekete geçtiğinde önüne ilk çıkan yaşadığı ortamın ortak kültürüdür. Kişiliğin oluşmasında biyolojimiz; yani DNA’mız bazı sınırlar koymuştur. Bu sınırları genler belirler. Genlerin kodlarına uygun üretilen proteinlerle hormonlarımız çalışır, cinsel kimliğimiz ve kişiliğimizin ara iskeleti çizilir. 12 adet ana kişilik tipi vardır. Kişi, bu kişilik eğilimlerinden birisine baskın şekilde sahiptir. Kişiliğin kalan % 60-70’lik kısmı ailemiz ve yaşadığımız çevre tarafından belirlenir. Köyde doğup yaşayanların daha bedevi, kentte doğup büyüyenlerin daha medeni olduğu bilinir. Türkiye’de 1820’lerde nüfusun % 80’i köyde yaşarken bugün bu rakam tersine dönmüş gibidir. Kentleşme ve zenginleşme, bireyi kaçınılmaz şekilde etkilemektedir. Anneannemizin, dedemizin kullandığı taşıt aracını kullanmıyoruz. Komşumuzun kızı ile evlenip babamızın işini yürütmüyoruz. Uluslararası evlilik daha sık. Yüzyıl önce elektrik yoktu, insanlar erkenden yatıyorlardı. Bugün geceler gündüz oldu. Hızlı yaşantı, ekonomik hareketlilik, zaman baskısı değişimi inanılmaz bir şekilde hızlandırdı. 1990 sonrası doğan çocuklar para, cinsellik gibi kavramlarla çok erken tanıştılar.

İnsan, ahlaki davranışları bilmiş olarak doğmuyor, sorun çözme biçimi, iletişim tarzı, düşünce-duygu kalıpları hep yaşadığı ortamda şekilleniyor. İnsan hangi durumda nasıl davranacağını bilemediği, neyin iyi neyin kötü olduğu konusunda ortak anlayışa sahip olmadığı ortamda kendini güvende hissedemez. Bir toplulukta düzen ve huzur olabilmesi için asgari ortak tutum kalıpları olması gerekir. Kültürel standartların olmadığı zeminde ilişkilerde düzen ve huzur olmaz. Bir toplumun kültürel standartlar kümesinin oluşumu ise yüzyıllık süreçler sonucudur. Kültürel standartlardaki ani değişiklikler kültür şoklarına neden olur. Kültür şokuna ilk tepki de genellikle içe kapanma şeklindedir.

Reform Transform Farkı

Birey için kimliği; özgeçmişi, kişilik yapısı ve idealleri belirler. Özgeçmiş hafızasındadır, kişiliğini ideallerine göre yaşar. Birey bir kaza sonucu veya beynin uzun süre oksijensiz kalması gibi bir durumda hafızasını kaybederse ona konuşma, yazma, oturma, kalkma, renkler, şekiller gibi bütün kavramları yeniden öğretmek gerekir. Başına ıslak deri geçirilip günlerce güneşte tutulup hafızası silinmiş zombi adamlar, canlı robot kullanan Güney Amerika yerlileri bilinmektedir. Kimliğini kaybetmiş bir insan, daha güçlüler tarafından yönlendirilir.

Aynı şekilde bir milletin asırlar süren kültürel birikimini şok bir uygulama ile silerseniz, o millet kimliksizleşir. Başka kimlikler tarafından yönetilir. Yahut içine kapanır, arabesk bir kültür geliştirir. Bernard Lewis‘in şu güzel sözü kültürel kimlik değiştirmenin ne demek olduğunu çok güzel anlatır. “Birey için hafıza neyse millet için tarih odur. Tarihi çarpıtan nörotik kişi, tarihi bilmeyen, hafızasını kaybetmiş kişi gibidir. Geleceği görebilmek için tarih bilmek çok önemlidir.

Bireyin kendisi ile barışık olması, nörotik olmaması demektir. Bir toplumunda kendisi ile barışık olması, geçmişini çarptırmaması demektir. Sağlıklı düşünüp ideallerin peşinde geleceğe yürüyebilmek için kültürel kimliği çarptırmamak gerekir.

Eğer kültürde çağa uymayan özelikler varsa ne yapmak gerekir? Bu sorunun cevabı da piyasa kuralları ile verilecektir. Yeni arabalar çıkmışken eski arabaları üretmek isteyen zaman içinde erir gider. Eski arabaların satışını yasaklamak gerekmez. Ekonomide reform yapmak kaosa neden olur; ama transformasyon ise serbest rekabeti artırdığı için gelişime yol açar. “İnnovation” olarak tanımlama, sürekli gelişim ekonomik yaşamda vazgeçilmezdir.

Sosyokültürel olaylarda reformist yaklaşımlar devrimci niteliğindedir, kültürel başkalaşım getirir ve kültürel asimilasyona neden olur. Ancak sosyokültürel durumlarda reform (başkalaşım) yerine transform (değişim) savunulursa, istikrarlı bir değişme olacağı için kişi çağdaş dünyadan kopmaz; ama entegre olur ve kendi kültürel kimliğini de korur.

Yenilik Geni

İnsanı insan yapan öz geçmişi, kişiliği ve idealleri ise toplumu da millet yapan, ortak kültürel değerleri, tarih bilinci ve milli ülküsüdür dedik. O halde neden sürekli değişim oluyor? Neden hayvanlar bin sene önceki gibi evini yaparken insan hep ilerleme içerisinde? Bu sorunun cevabını biyoloji veriyor. Metakognisyon genleri olarak bilinen zihin üstü genlerinden bir tanesi de “Novelity screening gene” olarak tanımlanan, yeniliği arama davranışını kodlayan bir gendir. Bu gen nedeniyle insan sürekli sıra dışı düşünmeye ve sorgulamaya çalışır. Bu nedenle yeniliğe ayak uydurmayan bireyler ve toplumlar zamanla tarihin çöp sepetine atılmışlardır.

Ret ve Kabul, Ayna Hücreler

İnsan üzerine yapılan araştırmalarda, son yıllarda beyin konusunda büyük bilgi patlaması yaşanıyor. Scientific American dergisinin Kasım 2006 sayısında “niyet” kavramı konusunda önemli bir araştırma yayınlandı. İnsana lezzetli bir yemek yediriliyor, yemek seyrettiriliyor ve yemeye niyet ettiriliyor. Her üç durumda da beynin benzer bölgeleri, benzer biçimde aktif hale geçiyor. Sonuçta, kişi bir işe niyetlendiğinde onu reddetme veya kabul etme davranışına karar verdiğinde beyin o işi yapıyor gibi çalışıyor. Bu sırada bilgiler beyne kaydediliyor. Ret ve kabul ettikleri şeyin toplamı o kişinin kişiliğini oluşturuyor. Aynı durum toplum için de geçerlidir. Bir toplumun yeni şeylere ret ve kabul tepkisini etkileyen söz, eylem ve propagandalar o toplumu şekillendirir.

Ret ve kabulde önemli olan karşılıklılık ilkesi, iletişim teknolojisi sayesinde tek taraflı etkilenmeye açık duruma geldi. Televizyonda tek taraflı telkinlere cevap veremeyen insan, kültürel standartlarını farkına varmadan değiştirilebilir duruma geldi.

Toplumsal Vicdan Kavramı

Vicdan dediğimizde bir insanı yanlış yapmaktan koruyan, hatta hiçbir şey yapmama hatasından koruyan iç bekçi anlaşılır. Bu iç bekçi sayesinde, insan yanlış şeyler yaptığı veya düşündüğü zaman, insanda suçluluk ve pişmanlık duyguları uyanır. Vicdanı belirleyen ahlak bilgileri kişinin yaşadığı ortamın ürünüdür. İnsanın iç dürtüleri ve eğilimleri dış ayartıcıların etkisi ile yükselen bir enerji haline dönüşür. Bu enerjiyi bastırıp kontrol edemeyen insanda saldırganlık eğilimleri kendine yönelir. Suçluluk, pişmanlık duyguları içerisinde iç mücadele verir. Bu iç savaşın sonucu bazı şeyler öğrenilir, sınırlar belirlenir, kişi günlük yaşantısına döner. Eğer iç dürtüler ve eğilimler sonucu yükselen enerji kontrol edilmezse çarpıtılır ve hastalıklı tepkiler, kompleksli davranışlar şeklinde ifade edilir.

Aynı dinamik toplum için de geçerlidir. Toplum yeni durumlara uyum sağlama çabası içerisinde iken baştan çıkarıcı ve ayartıcı dış ve iç etkiler hücum eder. Hücumlar karşısında psikolojik bütünlüğün tehdit altında olması gibi sosyolojik bütünlük de tehdit altına girebilir. Böyle durumlarda toplum, canlı varlık gibi, iç savunmasını oluşturur. Toplumsal vicdan devreye girer, ret ve kabullerin sınırları belirlenmeye çalışılır.

Toplum Vicdanı Olarak Bediüzzaman

Modernizmin Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı’ya girmesi hızlandı. Bu hızlı girişte Osmanlı aydınları üç gruba ayrıldılar. Muhafazakârlar, reformistler ve ıslahatçılar. Muhafazakârlar gelenekçiydiler ve saltanattan vazgeçmek istemiyorlardı. Yenilikçilerden reformistler, Türkiye’nin sadece teknolojik olarak değil, kültür olarak da Batılı olmasını istiyorlardı. Islahatçılar, kültürel kimliği koruyarak modernizmi almak istiyorlardı. Sonuçta Cumhuriyet, reformistlerin istediği gibi oldu. Batı’nın teknolojisi ile birlikte kültürel ve dini değerlerinin de genç Cumhuriyet’te kabul edilmesi iradesine karşı Bediüzzaman’ın duruşu ilginçti. Kendisini siyasetten uzak tuttu. Gençliğinden beri savunduğu medreselerin mekteplerle birleştirilmesi ve din ilimleri ile fen ilimlerinin birlikte öğretilmesi tezi için çalışmaya devam etti. Çevresinde toplanan insanlara el yazısı ile yazdırıp çoğaltarak 6000 sayfalık Risale-i Nur eserlerini ortaya çıkardı. Onun toplumun bağımsızlık savaşında cansiperane yer aldığını; ama Cumhuriyet’in üst yönetimine katılmadığını ve içine kapanarak kendi kültürel kimliğini yaşatmaya çalıştığını görüyoruz. Toplumsal vicdan olan iç sesin, bütün yasaklara, sürgün ve cezaevi yaşantısına rağmen Bediüzzaman’ın etrafında toplandığını görüyoruz.

Şeyhi Yoktu

Bediüzzaman’ın özgeçmişini incelediğimizde standart bir medrese eğitimi ve tekke terbiyesinden geçmediğini, arı gibi her şeyden bir şeyler aldığını görüyoruz. Lem’alar isimli eserinin 26. Lem’a bölümünde, kendisine Abdülkadir-i Geylani’nin Fütuh-ul Gayb’iyle üstad, tabip ve mürşid olduğunu, İmam-ı Rabbani’nin Mektubat’ıyla şefkatli bir hoca olduğunu söyler. (Onuncu Rica) Aynı bölümde, felsefe ilimlerini pek yanlış olarak gelişmenin ve aydınlanmanın kaynağı olduğunu zannettiğini belirtir. Talebelerine tasavvuf dersi vermedi. Bediüzzaman, kendisine bağlanmak isteyenlere “Beni ziyarete gelmek isteyenler Risale-i Nur eserlerini okusunlar, ziyaret etmiş gibi olurlar” diyerek şahıs merkezli değil, kitap merkezli bir hareketiyle İslam tarihinde bir yenilik olarak ortaya çıkıyordu. Vefat ederken yerine vekil bırakmaması, kitaplarına işaret göstermesi de yine geleneksel yaklaşıma uymuyordu.

Reformu Değil, Transformu Savunuyordu

Beni ortaçağ bataklığına düşmüş medrese hocası zannediyorlar, dar düşünceler dar görüşler” sözlerini Eşref Edip’e söylediğinde 80’li yaşlarındaydı. Gençlik yıllarındaki dini kimliğini koruyarak değişime ayak uydurma tezinden vazgeçmediğini görüyoruz. Ancak savunduğu model Japon modeli idi, yoksa kültürel emperyalizmin oyununa gelinecekti. Reform; yani başkalaşmak kimliksizleşmekti. Mümin kalarak modernleşmek de mümkündü.

Bediüzzaman, bir sosyopsikolojik manifesto olan Hutbe-i Şamiye isimli eserinde daha 30’lu yaşlarında değişimden söz ediyordu. Burada “Avrupalıların terakkide istikbale uçmasıyla bizi maddi cihette ortaçağda durduran altı tane hastalık”tan söz ediyordu. Bu manifestoya başlarken “Benim gönderilmemin ehemmiyetli hikmeti güzel ahlakı tamamlamaktır” Hadis-i Şerif’ini vurguluyordu. Hutbe-i Şamiye’de, ana fikir olarak “ahlaken Peygamber gibi olalım, ama ilim ve fende ve maddi cihette Avrupa’yı geçelim” diyordu. Bu tez, Bediüzzaman’ın yenilikçilik ve muhafazakârlık sınırlarını çizen bir görüş olarak değerlendirilebilir. İlginçtir. 30 yaşlarında Şam’da irad ettiği hutbesinde ve 80’li yaşlarında yazdığı eserlerinde hep değişimden söz ediyordu.

Tutucu kişiliklerin hayat stratejileri kazanmak ve gelişmeye yönelmez. Yaşam enerjilerini kaybı azaltmaya ve mevcudu korumaya ayırırlar. İleri yaşlarda bu durum daha belirginleşir. Eski şeyleri atmak istemezler, hep geçmişi konuşurlar. Riski sevmezler, sürprizlerden hoşlanmazlar. Bediüzzaman’a baktığımızda hayatının son yıllarında bile riski göze almış, 70’li yaşlarında Afyon cezaevinden ilkeleri için yatmış; ama vazgeçmemiş. Geçmişten çok geleceği düşünmüş. Hayat stratejisini gelişmeye yöneltmiş bilim ve teknolojiye karşı olumsuz bir tutumu olmadığı gibi teşvik edici yaklaşımlarda bulunmuş. Bir din alimi için çizginin üzerinde bir değişimciliği Bediüzzaman’ın şahsında görüyoruz.

Altı Hastalık

Bediüzzaman, Osmanlı’yı ortaçağda durduran altı hastalığı ve hastalıklara altı ilacı özetle şöyle sunuyor.

Hastalıklar: Ümitsizlik, doğruluğun ölmesi, kin ve düşmanlıktan hoşlanılması, imani sosyal bağların bilinmemesi, bulaşıcı hastalık gibi yayılan baskıcılık ve şahsi menfaati birinci önceliğe almak.

Bu altı hastalığa karşı da ümidi ayakta tutmak için mü’minlerin idealleri, hedefleri ve emellerinin olması gerektiğini birinci şart olarak belirtiyor. Bilindiği gibi motivasyon çalışmalarında, ilk basamakta kişilerin projelerinin olmasını sağlamak hedeflenir. Gelecek projeleri soyut hedefleri olan insanlar zorlukları aşarlar, yeni fikirler ve çözüm seçenekleri geliştirerek gizli yeteneklerini ortaya çıkarırlar.

Ümitsizliği, milletlerin veba gibi kemalata ve gelişmeye mani olan dehşetli bir hastalığı olarak tanımlar. Ümitsizliğin kişilerin toplum için riske girmesine engel olduğunu ve şahsi menfaati öncelikleştirdiği tespitini yapar. Nemelazımcılığın terakkinin önündeki en önemli engel olduğu vurgusu, önemlidir.

Gelişmeye engel olan yalancılığın pirim yapmasına ve ikiyüzlülüğe karşı doğruluğu abartılı bir şekilde savunmuştur. “Yol ikidir, üç değildir” diyerek yalana karşı susmayı ve tepkisiz kalmayı onaylamıyor. Gerekçe olarak da yeryüzünde yalancılığın bu derece yoğun yaşandığı İslam coğrafyasında güvenin azalacağı, asayişin zir-ü zeber olacağı kaygısını belirtiyor. Doğruluğu, İslam dininin sosyal hayatında “ukde-i hayatiye“; yani can alıcı nokta olarak tanımlaması ve vurgusu önemli bir tespittir.

Düşmanlık duygusunun toplum hayatında hızla artmasından son derece rahatsız olduğunu ve sevmek ve kardeşlik duygularını İslamiyet’in mizacı ve rabıtası olduğunu üstüne basarak belirtmiştir. İyi zanda bulunmak, uhuvvet, gıybet etmemek gibi Peygamber ahlakı özelliklerinin yaşanmasını reçete etmiştir. Uhuvvet Risalesi isimli eserinde, “önce insanız, sonra Müslüman’ız” dedirten bir bakış açısı getirmesi Ortodoks İslam âlimi bakışının üstündedir.

Baskıcılığa ve Doğu despotizmine karşı verdiği mücadele de klasik İslam uleması bakışına hiç uymamaktadır. Siyasi istibdadın ilmi baskıcılığa neden olduğunu, Cebriye, Rafizilik, Mutezile gibi karışık fırkaları doğurduğunu Münazarat isimli eserinde vurgulamaktadır. Hürriyet kavramını din alimi olarak bu derece öne çıkarması yenilikçi bir yaklaşımdır. İstibdadı öldürücü bir zehir olarak doğu aşiretlerini tek tek dolaşarak onlara anlatması 1900’lü yıllarda çok manidardır.

Şura vurgusunu yaparken “Ve işlerde onlarla istişare et, onların işleri istişare iledir” gibi ayetleri referans alarak Meşrutiyet sisteminin İslam’a daha uygun olduğunu belirtmesi, özgürlük ve şura paradigmalarını yeniden tanımlaması ve İslam dininin “nas” hükmündeki kaynakları ile bağlantı kurması çok anlamlıdır.

Özgürlüğün, istişarenin olduğu toplumlarda, insanların her şeyi koruyabilmesinin haksızlığı ve zulmü önleyeceğini ısrarla belirtiyor. Bilimdeki baskıcılığın taklidi sonuç vereceğini ve yenileşmenin önünü kapatacağını söylemesi, günümüz Türkiye üniversitelerinin politikalarının bile çok ilerisinde olan yenilikçiliktir.

Tembelliğin ve gayretin şahsi menfaate yönlendirilmesini de geri kalmaya sebep olan bir hastalık olarak tanımlaması, buna önerdiği çözümler ilginçtir. “Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir” diyerek bencillikle mücadeleyi sosyal yaralarımıza bir ilaç olarak sunmaktadır. Hayvan gibi tek bir postla yaşamayan insanın medeni olduğunu, diğer insanlara manevi bir fiyat vermeye mecbur olduğunu belirtmektedir. Yardımseverliği ve infak kavramını sosyal reçete olarak öne sürmesi, bunu yüksek ahlak şeklinde tanımlaması ve sosyal yaralara reçete etmesi farklı bir bakıştır.

Sonuç

Bediüzzaman’ın subjektif paradigmaları incelendiğinde Ortodoks din âlimlerinden çok farklı bir portre ile karşılaşıyoruz. 20. yüzyıldaki sosyal yaralara, Mısır kaynaklı veya Pakistan kaynaklı reçetelere baktığımızda, hep kapitalizmden ve sosyalizmden etkilenmiş sistem önerileri şeklinde reçeteleri görüyoruz. Ancak Bediüzzaman farklı bir yöntem izliyor. Postmodernizmin kabul ettiği sosyal sorunları çözmek için bireyden başlamak gerektiği şeklindeki toplumu değil, insanı merkez alan çözümleri Bediüzzaman 1900’lü yıllarda önermişti.

Subjektif paradigmalarından tanımladığı bir diğer yeni kavram olarak peygamber ahlakından başka; sadece akla hitabeden felsefe, sadece kalbe hitap eden tekke, ilim ve fenne sırtını dönmüş medrese, dine kayıtsız mektep karşısında da çağdaş bir yöntem geliştirmeye çalışmıştır. Özde peygamber ahlakının, yöntemde akıl ve kalp birlikteliğinin kullanıldığı eğitim bakışını kitaplarla yapması ve ev okullarında hayata geçirmesi İslam öğretisinde bir yeniliktir.

Ümidi ayakta tutmak, doğruluğu yüceltmek, insanları sevmek, özgürlükçülük, çoğulculuk, istişare, diğergamlık gibi insan odaklı çözümler önermesini, bireysel huzura ve toplumsal barışa katkı sağlamak hususunda çağın en iyisi Bediüzzaman’ın diğer sübjektif paradigması olduğunu söylemeliyiz.

Prof. Dr. Nevzat Tarhan / Köprü Dergisi

İnsanım Yahu Elhamdülillah

İnsanım elhamdülillah. Ahlâksızlığın, yüzsüzlüğün, bencilliğin, ilkesizliğin, kaypaklığın, aymazlığın, yalakalığın, arsızlığın, ruhsuzluğun insan adını aldığı, insanın insanlığından utandığı bir dünyada “insan” olarak kalabildiğim için elhamdülillah. Helâket, dalâlet, sefillik ve sefihliğin ortasında kalakaldım; “her hal ve durumda Allah’a hamdolsun” diyebildiğim için elhamdülillah.

Şairin, “Bir âlem ki, gökler boru içinde! Akıl almazların zoru içinde. Üst üste sorular soru içinde: Düşün mü, konuş mu, sus mu, unut mu?” diyerek tarif ettiği karışık bir dünya da, içleri kemiren sorular karşısında susup pusmadığım için elhamdülillah. Kimler geldi, kimler geçti bu sus puslar içinde. “İyiler alemden göçtü çekildi/Bizler zamanenin …ne kaldık.” diye dövünenlerle “Kötüler âlemi almış gidiyor, iyiler kendini canım, yormasın boşa” diye teselli arayanların içinde, birkaç iyinin mücadelesini verebilenlerin yanında ola bildiğim için elhamdülillah. Gömlek değiştirmeden kalabildiğim, gömleğimi satın almak isteyenleri reddedebildiğim, sıçratılan çamurlardan gömleğimi koruyabildiğim için elhamdülillah. Nice memleket sevdalıları vardı yanı başımızda, nice dostlar, nice Ömerler, nice Hamzalar… İki kuruşa satışa çıkarılan sevdalar içinde Leylâlarını unutuverdiler. Bu sevda pazarında Leylâ’ma sahip çıkabildiğim, Leylâ’ma dâvâm diyebildiğim, Leylâ’mı peşkeş çekmediğim için elhamdülillah.

Bukalemunlara sevda yaraşmaz. Makam ve mevki uğruna bukalemunlaşanlara, pragmatizmi hayat felsefesi haline getirerek insanı ve hayatı değersizleştirenlere, güzellikleri çiğneyerek çirkinleşenlere atfen söylenen “nice insanlar gördüm üzerinde elbise yok; nice elbiseler gördüm içinde insan yok” sözüne yakışmadığım; malk, mülk ve makamla ilgili sorulara muhatap olmadığım için elhamdülillah. Menfaatperestliğin metalaştığı, putçukların çoğaldığı bir âlemin içinde adam sandıklarımın adam olmadığını, büyük sandıklarımın ne kadar küçük olduğunu görebildiğim, kimseye hak ettiğinden fazla değerin verilmeyeceğini pek çabuk anladığım için elhamdülillah. “Ben bugüne kadar bordrolu memur değildim” diyerek paracıklarını savunmaya geçenlerin karşısında, helâl lokmanın ne kadar büyük bir servet olduğunu bilebilenlerden biri olduğum için elhamdülillah.

Kasedim yok elhamdülillah. Ahlâktan, dürüstlükten, düzgünlükten dem vuran, cumhuriyetin temel nitelikleri diye diye ortalığı kasıp kavuran müptezel solcuların payimal ettikleri namus, ahlâk ve irfan karşısında tüm saflığımla kalabildiğim; namussuzların kaset savaşları içinde yer almadığım, “Tencere dibin kara, seninki benden kara”larla aynı safta bulunmadığım için elhamdülillah. Kemerini düzgün bağlayamayanlar nasıl memleket yöneteceklermiş, içinde namus kavramının bulunmadığı bir cumhuriyet nasıl ayakta kalacakmış, bacımın iffetiyle uğraşanlar ne kadar iffetsizmişler; dünya gözü ile görebildiğim için elhamdülillah.

Ülkemi, milletimi ve mukaddesatımı bir felâketin eşiğine getiren asırlık bir fitnenin ve ihanetin içinde yer almadığım için elhamdülillah. Ne onun adamı ne de şunun taşeronuyum. Ne bunun ahbabı ne de şunun çavuşuyum. Ben hakkın hatırını âli tutanlarlayım. Bu yolda cennet sevdasından da cehennem korkusundan da geçenlerleyim; “Cemiyetin iman selâmeti yolunda âhiretimi de fedâ ettim” diyen bir dâvâ adamının peşindeyim. Kim olduğumuzu, bu fani dünyada niye bulunduğumuzu çoktan fark ettik; “garibem, bîkesem, zaîfem, nâtüvânem, alîlem, âcizem, ihtiyarem” dedik, haddimizi bildik; gerisi boş laf, elhamdülillah.

Kaynak: Ahmet Dursun / Köprü Dergisi

Gençlerde Ahlak Eğitimi

Gayet güzel, şirin ve ilahi bir nimet olan gençlik, aynı zamanda nefsâni arzuların en heyecanlı zamanıdır. Duyguların en kuvvetli ve ateşli olduğu bir dönemdir. Bediüzzaman’a göre, gençlik damarı akıldan ziyade hisleri dinler. His ve heves ise kördür, akıbeti görmez. Bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzete tercih eder; bir dakikalık intikam zevki için bir adamı katleder. Bir dakikalık gayri meşru hazza karşılık seksen bin saat hapis elemi çeker. Bir saatlik bir sefahat keyfi ile, bir namus meselesinde, binler gün hem hapsin hem de düşmanın endişesinden sıkıntılarla ömrünün saadeti mahvolur. Bunlar gibi, biçare gençlerin çok vartaları var ki, en tatlı hayatı, en acı ve acınacak bir hayata çeviriyorlar.

Allah’ı tanıyan ve ahirete inanan bir genç ise, kendisine verilen gençlik nimetinin Allah’ın hediyesi ve ihsanı olduğunu düşünür, onun emaneten verildiğine inanır. Emaneti, sahibinin emri ve rızası yönünde kullanmakla bu güzel nimetin ebedi bir surette ahirette tekrar verileceğine inanır.

Gençliğin iman, iffet ve taatte kullanılmaması sadece Allah’a karşı değil, kişinin kendine, ailesine ve milletine karşı hesapsız zarar ve ziyanlara yol açmaktadır. İşte bakınız hastaneler, gençliğini kötüye kullanan insanların feryatlarıyla inlemektedir. Hapishaneler gençlik taşkınlığı ile meşru olmayan hayatın tokatlarını yiyen bedbaht gençlerle doludur. Sefahat köşeleri manevi gıdasızlık nedeniyle sıkıntılarını içki ve eğlenceyle kapatmaya çalışan insanların uğrak yerleridir

Toplumsal yapının en canlı ve hareketli unsuru gençlerdir. Yaşları gereği hissiyatları çok şiddetli, nefisleri ifratkardır. Bu hususiyetlerinden dolayı tecavüze, hakları ihlal etmeye, zulüm ve tahribata çok yatkındırlar. Toplumsal hayatın ahengini bozacak, huzuru dinamitleyecek bu risklere karşı tek çare cehennem fikridir. Eğer gençlerde cehennem endişesi olmazsa güçlü olan haklıdır ilkesiyle o sarhoş delikanlılar, heveslerinin tutsağı o gençler zayıflara, acizlere, ihtiyarlara dünyayı cehenneme çevirebilirler. Bediüzzaman, Allah’a ve ahirete imanın, toplumun her kesiminde olduğu gibi, gençlerde de hükmetmesi halinde, sosyal birçok problemin, anarşinin, tahrip ve tecavüzün önlenebileceğini ifade eder.

Sonuç

İnsana ve topluma zarar veren davranışlarla, toplumdaki ahlaki sorunlar arasında yakın bir bağ vardır. Aile yapısını ve kamu düzenini bozan, toplumun temellerine ve moral değerlere zarar veren, toplum barışını dinamitleyen, zulüm, haksızlık, kan davası, gasp, soygun, şiddet, intikam, içki, kumar, hırsızlık, kin beslemek, yetim malı yemek, yalan, fuhuş, gıybet gibi davranışlar çağımızın temel sorunlarıdır.

Oysa, İslam’ın en başta gelen hedeflerinden birisi, toplum huzurunun korunmasıdır. Hz. Peygamber, hayatı boyunca zulmün yerine adaleti, düşmanlığın yerine kardeşliği, sürtüşmenin yerine dayanışmayı getirmiştir. Toplumda barışın hakim olmasını hedeflemiştir. Doğruluk, adalet, güven, nezaket, hoşgörü, cömertlik gibi ahlaki davranışlarıyla ve sevgi, şefkat ve merhamet dolu aile hayatıyla tüm insanlığa örnek olmuştur.

Günümüzde, uyuşturucu kullanımı ve madde bağılılığı çocuklarımızı ve gençlerimizi tehdit etmektedir. Bu konuda, Sağlık Bakanlığının yaptırdığı bir araştırmada, Türkiye’de okullarda uyuşturucu madde kullanımının giderek yaygınlaştığı ve ürkütücü boyutta olduğu belirlenmiştir. Alkol ve sigarada durum daha da vahimdir. Çocuklarımızı bu kötülüklerden korumanın ve kurtarmanın yegâne yolu, imanlı ve güzel ahlaka sahip bir nesil yetiştirmektir. Bunun için örneğimiz, modelimiz bellidir: Hz. Peygamber (a.s.m.).

Bugün dünyada insanların %15-20’si aşırı beslenirken, %20’si orta derecede, %50’si yetersiz beslenmektedir. Geriye kalan %10 ise açlık sınırının altındadır. Öte yandan Allah Resûlü, “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” buyurmaktadır. İşte insanlığa güzel bir model…

Dünya, İslam’ın insaniyete getirdiği güzellikleri aramaktadır. Çünkü, onun mesajı evrenseldir. O, tüm insanlığa huzur ve saadetin, barış ve kardeşliğin, iyilik ve yardımlaşmanın yollarını göstermiştir. Bugün, Hz. Peygamberin ortaya koyduğu eşsiz ahlak prensiplerine, her zamankinden daha çok ihtiyacımız vardır. Bu sebeple onun hayatını öğrenmek ve uygulamak en büyük görevimiz olmalıdır.

Prof. Dr. Hüseyin Kur (Çocuk ve Gençlerde Din ve Ahlâk Eğitimi 3.Bölüm)

Kaynak: Köprü Dergisi

İnsan İlişkileri ve Ahlak

Dünyanın bilim ve teknoloji çağını yaşadığı bir dönemde bulunuyoruz. Her alanda büyük gelişmelerin, ilerlemelerin yaşandığına şahit oluyoruz. Buna rağmen insanlık tam olarak huzur ve mutluluğu bulabilmiş değil.

Her tarafta şiddetin, terörün, zulmün, insan haklarına tecavüzün, baskının, yalanın, hilenin, entrikanın; kısaca insanın ruhunu karartan her türlü kötülüğün hakim olduğunu görüyoruz. Bugün, insanlar arası ilişkilerin dumura uğradığı, insanın yalnızlaştığı ve yabancılaştığı, aile içi iletişimin kopma noktasına geldiği ve birçok aile dramlarının yaşandığı, ümidimiz ve geleceğimiz olan çocukların, gençlerin çeşitli suçlara hatta uyuşturucu batağına saplandığı ve ahlakının giderek bozulduğu bir dönemde yaşıyoruz.

Hayat, sadece dünyevî istek ve arzularla sınırlı hale gelmiş maalesef. Gazetelerde, televizyonda veya internette basit bir tarama yapıldığında karşılaşılan veriler bile insanı dehşete düşürmeye yetiyor.

Kadınların başına gelenler, tacizden, tecavüzden, şiddete maruz kalmaktan öldürülmeye kadar uzanıyor. Bu olayların en gelişmiş ülkelerdeki oranları bile korkunç boyutlarda. Şiddet ve savaş mağdurları, fuhuş sektörüne itilenler ya da organları için kesilip satılan çocuklar… Özenilmiş hayatların arkasından koşan gençler… Hayatta kalabilmek için verdikleri mücadeleyle Afganistan ve benzeri ülkeler… Bir yanda, açlıktan kaburgaları sayılan Afrikalı çocuklar ve diğer tarafta yolda yürüyemez hale gelmiş obezler…

Nefsanîliğin aklı ve kalbi öldürdüğü bir zaman diliminde bulunuyor insanlık. İnsanın kalbine kasvet veren bu manzaralardan çıkış için tek ümit ışığı, inanç ve güzel ahlak prensipleridir. Bunalım çağını yaşayan insanlar, huzur ve mutluluğu İslam’ın getirdiği bu prensipleri uygulayarak bulacaktır. Bu nedenle, başta Müslümanlar olmak üzere tüm insanlığın İslam’ı, dolayısıyla Hz. Peygamber’i yeniden keşfetmeye ihtiyacı vardır.

İslam, İnsan İlişkileri ve Ahlak

İnsanların yeryüzünde mutlu ve huzurlu yaşayabilmeleri için, öncelikle birbirleriyle olan ilişkilerini sağlıklı bir zemine oturtmaları gerekir. Bunun için de, birbirleriyle diyaloğu kesmemeleri, aksine dostluğun devamını sağlayıcı tedbirler almaları lazımdır.

Arapça’da “seciye, tabiat, huy” gibi mânâlara gelen ahlâk, insanın iyi veya kötü olarak vasıflandırılmasına yol açan manevi nitelikleri, huyları ve bunların etkisiyle ortaya koyduğu iradeli davranışlar bütünü şeklinde tanımlanmıştır. “Huluk” kelimesinin çoğuludur. Genellikle insanın gözle görünen biçimine (şekil, sûret, beden) halk; görünmeyen, basiretle algılanan manevi biçimine (sîret, nefs, ruh) de huluk denilmiştir.1 İslâm ahlâkının kaynağı da yüce Allah’tır. Başka bir ifade ile Kur’an ve Sünnettir.

Allah Teala, insanı ahlak şuuruna ve hissine sahip olarak yaratmıştır. Doğuştan insanın yapısında, benliğinde iman ve ahlak şuurunun mevcut olmasına “fıtrat” denilmiştir. Allah insanları bu fıtrat üzerine yaratmıştır.2 Bir hadiste, “Doğan her bebek fıtrat üzere doğar3 buyurulmuştur. Bu ayet ve hadisten de anlaşıldığı gibi, insan ahlaken temiz bir şekilde yaratılmıştır. Allah, çeşitli sebeplerle fıtrattan uzaklaşan ve ahlakı bozulan insanları, gönderdiği peygamberler ve kitaplarla uyarmıştır. Kur’an’da bu husustaki emirlerden bazıları şöyledir:

“Doğru söyleyiniz” (Ahzab, 70). “Verdiğiniz söze bağlı kalınız” (İsra, 34). “Emaneti sahibine veriniz” (Bakara, 283). “Adil olunuz” (Maide, 8). “Affediniz, bağışlayınız” (Bakara, 109; Nur, 22). “Sabırlı olunuz” (Âli İmran, 200). “Şükrediniz” (Bakara, 152, 172)…

İnsan ilişkileri açısından Hz. Peygamber’in yaşantısı dikkate alındığında, daima olumlu davranışlarla örnek olduğu ve menfaat ilişkilerini, çatışmaya dönüşmeden ve haksızlığa kapı açmadan çözmeye yönelik tedbirler aldığı görülür.

Meselâ şöyle buyurur Allah Resulü: “Allah’a ve ahiret gününe inanan, komşusuna eziyet etmesin“. Yani o, insan ilişkilerinde saygı ve samimiyete dayalı mükemmelliği, inanç noktasından kişiyi motive ederek sağlamaktadır.

Bir ikinci husus da, farz ya da nafile cinsinden ibadetlerin hemen hepsinde, doğrudan veya dolaylı olarak, insan ilişkilerine olumlu katkı sağlayacak özelliklerin olmasıdır.

Müslüman, elinden ve dilinden insanların emin olduğu kimsedir” diyen Hz. Muhammed (s.a.v.), insan ilişkileri meselesini birinci öncelikli problem olarak ele almış, sadece inanan insanların değil, dini, dili, ırkı, cinsiyeti, sosyal statüsü farklı olsa da tüm insanların aynı haklara sahip olduklarını açık bir şekilde dile getirmiştir. İnsanlar arasında ayırım yapmanın doğru olmadığını net bir tavırla ortaya koymuştur.

İnsanlarla diyaloğa önem veren Hz. Peygamber (s.a.v.), aralarında hiçbir ayırım yapmaksızın, kişilerin birbirleriyle olan ilişkilerinin sağlam prensiplere bağlanmasını istemiş ve bunun ölçülerini ortaya koymuştur. Bu husustaki hadislerden bazıları şu şekildedir:

“Sizden biriniz kendisi için istediği bir şeyi, kardeşi için de istemediği sürece gerçek anlamda iman etmiş olmaz.”

“İman etmediğiniz sürece cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmediğiniz sürece de iman etmiş olmazsınız. Davranış haline getirdiğiniz zaman birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selamlaşmayı yaygın hale getirin.”

“Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Ona zulmetmez. Onu zalimin elinde yardımsız bırakmaz. Kim dünyada kardeşinin bir ihtiyacını giderirse Allah da onun ihtiyacını giderir…”

“İmanı en mükemmel mümin, ahlakı en güzel olan mümindir.”4

Bunlara benzer pek çok hadis, Hz. Peygamber’in insan ilişkilerine ve ahlaki davranışlara ne kadar önem verdiğinin en açık delilidir.

Ebedi risaletin sahibi Hz. Peygamber, insanî bütün meziyetleri kendinde toplamış müstesna bir şahsiyettir. Merhamet, şefkat, yardımlaşma, affetme, doğruluk, adalet, barış, cömertlik, arkadaşlık, dostluk, nezaket, nezafet vb. bütün güzel hasletleri onun söz ve davranışlarında net bir şekilde görmekteyiz.

Bugün insanlık onun yaşam biçimine muhtaçtır. Çünkü o ne söylemişse, yüce Yaratıcı’nın bildirmesiyle söylemiş ve Yaratıcı her konuda, “söylenecek son sözü söylemek üzere” onu seçmiştir.

Tarih, Hz. Muhammed’e yapılan kötülük ve hakaretlerin pek çok çeşidini kaydetmiştir. Ama Efendimiz tarafından söylenmiş bir tek çirkin söz ve davranış yoktur. Çünkü O, bizim için her konuda en güzel örnekleri vermek üzere, muhteşem bir yaratılış ve ahlakla donatılmıştır.

Hz. Ali, O’nun güzel ahlakını şöyle özetlemektedir:

“Hz. Peygamber, güler yüzlü, güzel huylu, nazik kalpli idi. Hiçbir zaman kaba ve sert davranmazdı. Onun ağzından hiçbir kötü söz çıkmazdı. Kimseyi ayıplamaz ve kalbini kırmazdı. O kendi hesabına üç şeyden sakınırdı:

– Tartışma ve çekişmeye girmekten,

– Gereğinden fazla söz söylemekten,

– Kendisini ilgilendirmeyen işlerle uğraşmaktan.

Başkaları adına da üç şeyden sakınırdı:

– İnsanları tenkit etmekten,

– Bir kimseye hakarette bulunmaktan,

– Başkalarının sırlarını öğrenmeye çalışmaktan.”

O bir müjdecidir. İnsanlara, saadeti, kurtuluşu, huzuru müjdelemiştir. Ebedi mutluluğun yollarını göstermiştir. Getirdiği prensiplere uyulduğunda, sadece ahiret değil, dünya hayatı da cennete dönecektir. Birbirlerinin iyiliklerini düşünen, yardımlaşan, dertlerini, sevinçlerini paylaşan, karıncayı dahi incitmekten çekinen bir toplum onun gayretleri sonucu ortaya çıkmıştır.

O, adaletten ve doğruluktan ayrılmamıştır. Çünkü o, “Muhammedü’l-emin“dir. Daima doğruyu söylemiş ve her söylediği sözün arkasında durmuştur. O, sabırlı ve hoşgörülüdür. Çok cömerttir. Şefkat ve merhamet timsalidir. Çünkü o, “Alemlere rahmet olarak gönderilmiştir.”

Prof. Dr. Hüseyin Kur (Çocuk ve Gençlerde Din ve Ahlâk Eğitimi 1.Bölüm)

Dipnotlar

1. Ragıb, Müfredat, Kahire 1961, 158; Asım Efendi, Kamus Terc. III, 837.

2. Rum Suresi, 30.

3. Buhari, Rum Suresi tefsiri, 1; Müslim, Kader, 22, 25.

4. Ebu Davud, Sünen, 4.

5. Nahl , 78.

Kaynak: Köprü Dergisi