Etiket arşivi: kudret

Allah Yok Olabilir mi? Allah diğer Kullardan Kıskanılabilinir mi?

Ehlullah ne güzel demiş:  “Artık sual sormaktan vazgeçtim şimdi aldığım cevapları idrak ile meşgulüm”.

Evet hak ehli güzel der zira güzel görür güzel bakar. Öyle ki baktığı eğer kainat kitabı ise soracak suali de kalmaz zira bu kitapta bütün sorulabilecek sualler eksiksiz olarak sorulmuş ve aynı kitapta eksiksiz olarak cevaplar verilmiş. Şimdi bize okuyacak göz lazım anlayacak pak ve temiz bir akıl lazım ki anlamlı bir hayatta anlamsız yaşamımızdan kurtulup bize yüklenen büyük vazife ve anlamları gereğince yaşayabilelim. Yoksa şu geniş evrende bir damlada boğulacağız yahut o damlayı okyanus ile buluşturup derya olacağız..  Boğulmak istemiyoruz derya olmak istiyoruz diyorsanız o deryaya ulaşacak gayretleri de göstermelisiniz.

Bu yazımızı yazmaya vesile olan okurlarım gönül dostlarım oldu. Zira öyle bir sual soruyorlar ki değil kendi adlarına belki bütün insanlık namına soruyorlar. Fakat her sual bir cevap getirmez hatta bazı sualler ki sual değildir sual zannedilir zira o sual zannedilen cümle esasında yanlış bir cümleden ibarettir. Yani sual düzeltildiğinde cevapta ortaya çıkacaktır.

İki iki daha neden sekiz yapar diye sorulduğunda bu sualin cevabı ehli akılca malumdur ki bu sual yanlıştır önce suali düzeltmek gerekir. Zira iki iki daha dört eder, neden sekiz yapar denildiğinde sorulan sualin yanlışlığı meydana çıkar ve soruyu düzeltmek gerekir ve tekrar sordurulur. İki iki daha neden dört yapar diye sorulur. Alınan cevapta ise bu işin matematiğinin böyle olduğu izah edilir. Basit bir misal ile konuya girmek istedim lakin kolay anlaşılsın diye yolu biraz uzun tuttum.

Okurlarımızın çeşitli sualleri içinde bir gönül dostumuzun sorusu aynen şu şekilde geldi.

ALLAH(c.c.) kendi kendini yok edebilir mi?  Ya da başka kişi tarafından yok edilebilinir mi? Ya da zamanla yok olabilir mi?

Evet yanlış soruya doğru cevap verilmez. Önce suali düzeltmek gerekiyor. Zira Allah’ın ilahi isim ve sıfatları özellikleri incelendiğinde görülecektir ki O en güçlü olandır hep var olandır doğmayan doğrulamayandır zamandan ve mekandan münezzehtir acizlik ve çaresizlik ve enerji eksikliği güç zafiyeti onda asla olmaz zira yok olan varlığı ve maddeyi ve manayı ve Kendi kudreti ve gücü ile malum olan her şeyi yaratan var edendir. Ve hepsine bir gaye bir vazife yüklemiştir ki kendini tanıttırsın bildirsin.

Bir kimsenin kendisini yok etmesi yahut başkası tarafından yok edilmesi yada zaman için de yok olabilmesi güçsüzlük çaresizlik zayıflık hiçlik gibi bir çok acizliği ifade eden durumlardır ki Allah ın böyle bir esması yada sıfatı yoktur tam aksine bütün bu eksiklik ve noksanlıklardan tek münezzeh olan Zat-ı Akdesdir ki bizler dualarımızda deriz : Ya Rabbi sen bütün noksanlardan eksikliklerden münezzehsin senden başka ilah yok ki bize imdat etsin aman diliyoruz aman bizi ateşten kurtar. Şimdi sağlıklı ve vücutça tam bir insana soru sorsak neden ayakların kafanda çıkmış. O adam diyecektir ki ey bu suali soran kişi sen mecnunmusun benim başımın üstünde ayak yok ki neden kafanın üstünde ayak çıkmış diye soruyorsun diyecektir ve muhatabının sormuş olduğu sualin yanlışlığını gösterecektir. El hasılMevla ezeli ve ebedidir akıl ve şuur sahibi olarak yarattığı mahlukları olan bizler ise O nu tanımak bilmek ve O nun rızası dairesinde yaşamak için emanetler yüklenmiş kimseleriz. Vazifemiz O nu tanımak ve O na  bihakkın kul olmaktır.

O halde sual şu şekilde düzeltilmelidir.

Allahı nasıl tanımalıyız O nu nasıl bilmeliyiz ve bize yüklediği vazifeleri nasıl idrak edip o vazifelerin gereğini nasıl yerine getirebiliriz? Bunun ise cevabı başta Kuran-ı kerim ve hakikatleri olmak üzere asırlardır yüzlerce tefsir ve iman hakikatlerini neşreden eserlerde verilmiştir ki bu ilimleri marifetullah nevinden tahsil etmeye bir ömür kendimizi vermeliyiz.

Birde vahid-i kıyasi meselesi vardır ki kul kendisi Mevlasını tanıdıkça üveysel karaninin münacatındaolduğu gibi şöyle demeye başlar

İlahi Sen benim Rabbimsin bende Senin kulunum

İlahi Sen benim yaratıcımsın bende Senin yarattığınım

İlahi Sen bana rızık verensin bende Rızka muhtaç olanım

İlahi Sen Şifa verensin bende hasta olanım

İlahi Sen güçlü olansın ben ise çok güçsüz olanım

İlahi Sen cömert olansın ben ise çok cimriyim

İlahi Sen hiç ölmeyen Bakisin ben ise ölümlüyüm fani olanım..

İlahi ben çok aciz olanım Sen çok Kudretli olansın..

..Şeklinde kul sürekli Rabbini tanır.. yine o kul kendindeki acizliği gördükçe nihayetsiz bir Kudreti tanıyacak bu kıyasın neticesinde haddini bilecek ve haddini aşmadan kul olarak yaşama gayreti içinde bulunacak ve daima af ve mağfiret dilencisi olacaktır. Mesele bu kadar bedihi ve açık olduğundan daha yazmıyorum.

Başka bir okurumuz gönül dostumuzun suali ise :

Bir insan Rabbini diğer kullardan kıskanabilir mi? Sadece benim Rabbim olsaydı diye düşünebilir mi? En sevdiği kul ben değilim diye endişeye düşüp diğer kullardan önde olmaya çalışabilir mi?

Evet kıskanmak başlı başına ele alınması gereken konulardandır. Zira kıskanmak güzel bir haslet değildir. Hatta ehli hakkın ifadesi ile bir mikroptur hastalıktır. Efendim kişi sevdiğini başkalarından kıskanmayacak mı? Kişi sevdiğini başkalarından gelecek tehlikelere karşı gözetleyip kollayabilir bu kıskanmak değil sevdiğine değer vermek onun üzerine titremek demektir ki ne kadar güzeldir. Eğer sevildiğini görse kıskanmak değil takdir edilesi bir durumdur. Zira mümin olmanın alametlerinden biride insanların o müslümanı Peygamber aleyhisselamın ahlakı ile ahlaklanmış görüp onu sevmesidir zaten İslamiyetin esası bu sevgi hakikatı üzerine kurulmuştur.

Kıskançlık hastalığına insan elhamdulillah eksikliği nedeni ile yakalanır yani şükürsüzlüğü nedeni ile kıskançlık hastalığına müptela olur ve ilk olarak kendi kendini bitirmeye başlar.

Bu hastalıktan kurtulmanın çaresi Bediüzzamanın şifai reçetesine istinaden, insan kendinden daha yükseklerde gördüklerine değil kendinden daha aşağıdakilere bakmasıdır. Sakın yanlış anlaşılmasın aşağıda olmak yada yükseklerde olmak övmek yada yermek için değildir. Mesela sen tek gözünün görmemesi neticesinde iki gözü olanlara bakıp şikayette bulunmamalısın zira iki gözüde görmeyenler var onlarda iki gözümüz yok diye tek gözlülere bakıp şekva etmemeli zira gözü görmemekle beraber kulağıda işitmeyen nice insan var.. Sofrasındaki yemeğe burun kıvıran bir insan günlerce aç kalanı düşünmeli haline şükretmeli onlara dua ve imkanı nispetinde yardımda etmeli. İşte bu noktadan bakmayan bir insan gözünü minare başına dikip onda varda bende niye yok demeye başlar o minareye zahiren çıksa da çabuk düşer hem çok zarar görür.

Hem insanın manevi ve uhrevi manalarda kıskanması boştur. Zira Allahın hazinesi sonsuzdur Zatının da sonsuzluğu mutlaktır.. Sonsuzluğu her şeye her şeyi ile yeterdir hem her şeyi ile kuşatmıştır demektir.

Hem insan kendinde olmayan ve hak etmediği ücretini de ödemediği bir şey içinde hak dava etmesi başka bir hastalık demektir. Mesela nasıl ki bir meclise davet edildin ev sahibi misafirlerinden bazısına altın kalem, bazısına gümüş kalem, bazısına bakır, bazısına tahta, bazısına plastik kalemler hediye etti. Bu durumda senin olmayan bir şey sana verildi sende yok olan bir şey sana hediye edildi. Şimdi senin hakkın değil ki diyesin bana tahta kalem verdin öbürüne altın, en fazla diyeceğin teşekkür etmek ve ev sahibinin takdirini takdir etmektir. İşte belki o zaman ev sahibi sendende memnun olup hırs yapmadığını kıskançlık etmediğini görüp sana da cömertliğinden ikram eder altın bir kalem hediye eder belki altından daha kıymettar bir sözü verir..

El hasıl İnsan kendi kendine ait değildir aksine onda ne varsa hepsi kısa bir süreliğine verilmiş emanet edilmiş ve hesabı istenilecek maddi ve manevi cihazlardır.. O halde insanın kendisine ait olmayan emaneten verilen duygu ve hisleri ile sanki kendisinin mülküymüş gibi hak dava etmesi kendisini ve vazifesini ve ne için yaratıldığını bilmemesi demektir ki marifetullah dersleri ile önce ben kimim nerden geldim nereye gidiyorum neciyim suallerine cevap bulup yaşaması gerekmektedir.

Eğer ki Mevlası katında en çok sevilen kul yada kullardan olmak ister ise takva kapısı açıktır yani günahlardan kaçarak helallere sarılarak farzlar ile sünnetleri harmanlayarak yaşarsa bu O nun rızasını kazanmak için çaba göstermek demektir işte o zaman Mevlanın sevdiği bir kul olma yolunda adım atmış demektir. Ve ortada kıskanmasını gerektirecek hiç bir şey kalmaz hatta bu hastalığından kendini kurtardığı gibi bu hastalığa müptela olanlarıda kurtarmaya başlar.

Yoksa secdeleri azaltarak hatta hiç secde etmeyerek tenhalarda Mevlasını unutarak O nu anmayarak anlatmayarak hem yaşamının her anında O ndan gafil olarak dese, hadi Allahım ben senin en sevdiği kullardan olmak istiyorum insan ancak bu durumda kendini kandırır ve aldatır ve o sevgiye talip olmadığının ancak bir söylemden ibaret olduğunu  gösterir.

Hem Mevlanın tüm hazinelerinin kapıları açıktır Rahmeti nihayetsizdir. Kulluk ile Mevlasını çok sevebilir Mevlasınada kendisini çok sevdirebilir. O nun mülkünden bir mülk olduğunu idrak ettiğinde esasında kıskanacak kadar bir hakkının bulunmadığınıda zira kendisine ait hiçbir şeyi olmadığını anlamış demektir. Emaneti emin bir kul olup sahibine teslim eden bir kul olduğunda sonsuzluğun sahibinde sonsuz bir nimet ile sonsuz bir surette saadetler içinde sevgisi ile yaşayacaktır..

 

Vesselam..

Süleyman Yasin AKDENİZ

 

‘Var’sın Yok Desinler

VAR’A ‘yok’ demekle, nesi değişir ki ‘var’ın? Varsın Allah’ım varsın! Diller yok diyorsa yalan, kalplerde senin adın yazılı… Canlar Seninle yaşıyor… Eller, sen istersen tutabilir, dizler de öyle… Alâim-i Semâ senin. Gökkuşağında renkler Seni gösteriyor, ‘ressam’ yok dese dert midir? Şarkılarda ismin geçmese ne gam? Sesler seni söylüyor. Senin besteni şakıyor bülbüller! Gül gülümsüyorsa senin güzelliğinden… Rahmetinin katresidir yağmur, bahçeler hep senin.

En şefkatli sensin Allah’ım. Çünki sensin anneleri yaratan… En kudretli sensin Allah’ım Çünki sensin dağları dik tutan… Çocukların pamukçacık ellerinde, çimenlerin yeşermelerinde, sevdâlıların sıcacık yüreklerinde ‘apaçık’ sen ‘saklısın’… Sana ‘yok’ diyeni ‘yok’tan ‘var’ eden de sensin. Bolluklar mükâfatın, kıtlıklar ikazın… Ferahlıklar, sıkıntılarımıza teselli, üzüntüler seni hatırlamamız için… O kadar varsın ki… Varlığının heybeti karşısında başımız dönüyor, tıpkı dünya gibi… Sensiz yaşanmıyor…

Milyonlarca yıldır, milyarlarca hayat ve her hayat sahibine her an taptaze nefesler veren nasıl ‘yok’ olur, nasıl ‘yaşamaz’? Hayatı veren sensin. Hayat da, hayatım da senin. Kendini bilmeyen seni tanımamış; kim neylesin? Anlamayı, bir adıma karşılık bin adımla koşuşturan sensin. ‘İnanılan’ da sensin ‘inandıran’ da… ‘Var’ daha ‘yok’ iken ‘var’ olan da sensin. Her zaman her yerde ‘var’ olan da!

Sevgin zerre eksilse üzerimizden ve bir an çevrilse bakışların, tutuşur yanarız… Asırlar bir ince perde, mekân bildiğimiz, ayak bastığımız, paylaşamadığımız dünya bir durak… Bir hak verdin… Akıl, duygu, dudak verdin, söyleyeceğiz… Kaderimizi kendimize ‘yazdıran’ da sensin. Yarattın, yaşatıyorsun, dirilişimiz vaadin… Sen vaadinden dönmeyensin, senindir sonsuzluk! ‘Küçükler’ Senden uzaklaştıkça küçüldüler, ‘büyükler’ sana yaklaştıkça büyüdüler.

Yunus balığın karnında, Yusuf zindanda senin kölendi. Hürriyet sendeydi, sen Rabbimizsin… Serinlik Sendendi, İbrahim’i ateşin yakışından kurtaran… Musa’yı Firavun’un sarayında büyüten sendin. Sendin hem yetim, hem öksüz Muhammed’i (asm) Mirâc’a çıkaran… Yusuf Züleyha’yı senin için reddetti…

O, her şeyi! Allahım: Rüzgârdan, ışıktan, lisandan, insandan deliller gönderdin.. Her oluş, her tükeniş işâretindi! Peygamberlerin, nizâmını anlatan yazının satırbaşlarıydı, kelimelerindi velilerin: dostların, senin imla işaretlerin…

Geylânî seni söyledi, Rabbanî seni, Mevlânâ sana çağırdı, Gazâlî sana. Bediüzzaman’ın “çağına ve sonrasına” seni anlatan sözü binlerce sayfa sürdü… “Bildim seni ey Rab, bilinmez meşhur” dedi Necip Fazıl, Sen çileyi mutluluk yapansın. Varsın Allah’ım varsın…

Hilekârsa bilim, edepsizse edebiyat, sahteyse san’at,gerçeğini; amacını kaybetmişse ‘yok’ diyorsa desin! Küçük kitaplar ‘yok’ yazsa? Kâinat ‘var’ yazan koca kitap! Yazan sensin, okutan sensin. Selâm sana sevgili. “Bir nakışta bin nakşı nakşeden nakkaş…” Atomundan galaksisine, zerresinden küresine, yarattığın ne varsa, hepsi içimde dönüyor… Dalgalanıyor denizlerin damarlarımda, buğulanıyor gökyüzü gözlerimde, rüyalar içindeyim, çiçekler içinde, güneşler açıyorum… Bir küçük kâinatım! İnsanım ve inanıyorum sana.

Kundaktan kefene, beşikten musallaya ve oradan ‘asıl hayata’ uzanan rahmetine… Şelâlelerde çağıldayan, mercanlarda parıldayan güzelliğine… Toprak kokan mahsuller, kovanlar, peteklerce ikram ikram üstüne bereketine… Kan kırmızı karanfillerden, gözbebeklerine kadar, binbir çeşit ve rengârenk sanatına inanıyorum… ‘Yok’a inanmak ‘yok!’ Şüphesiz inanılacak yalnız sensin.

Sebepler! Size söylüyorum, sizi sebep gösterenlerde suç, Sevgilim ‘ol’der ve ‘olur’… Allahım… Bir sevdâdır sana inanmak… Gurbette âniden kavuşmaktır! Her şeyimi sen verdin, her şeyim senin. Seni sana lâyık anlatamadım affet! Kelimem yetmedi! İşte Allah’ım bu kulunun bütün söyleyebildiği bu kadar. Ben bu kadarım… Şükür ki sen bu kadar değilsin!

Her Şeyin Ana Maddesi Olan Atomlara Bir Göz Atalım

Bakın, cansız şuursuz gözle görülmeyen minnacık bir vaziyette olan atomların yaptıkları işlere: Onlarda kendi Kudretini ve yaptıkları işlerde kader kaleminin nasıl işlediğini Allah bize gösteriyor. Şimdi o küçücük zerrelerden meydana gelen eserleri Allah’ın Kuvvet ve Kudretinden başka hangi sebebe verebiliriz. Biz Müslümanlar meydana gelen o muazzam ve büyük eserleri tabiatçılar gibi cansız şuursuz atomlara verme hamakatına düşemiyoruz. Çünkü bütün tohum ve çekirdeklerin elementleri hidrojen, oksijen, karbon ve azot olduğu halde, çekirdeklerin ve tohumların içlerinde atomlarla çizilen o muazzam program hiç şaşırmadan bitkilerin vücudunda Allah’ın hikmeti kendini gösteriyor. Atomlardan meydana gelen, buğday tanesi ve o buğday tanesinden, binler buğday tanesi olmasını. Küçük bir çam ağacının çekirdeği, koca çam ağacını sırtında taşımasını görünce, Allah’ın kudretini mülahaza ederken hayretten kendimizi alamıyoruz.

Böyle muazzam bir hakikatin meydana gelmesini, tesadüfen rüzgar esti atomları oralara götürdü de oldu oluştu oyuncağına havale edemiyoruz. Çünkü o zerrecik atomcukların yaptıkları işleri görünce, o işler atomların  kuvvetlerinden milyarlarca büyük yükleri başlarında taşıdıklarını görüyoruz.

Böylece o koca işler ancak Allah’ın kuvvet ve kudretine dayanarak yapılabilir kanaatine varırız. “Çünkü, her bir zerre eğer Allahın memuru olmazsa ve Onun izni ve tasarrufuyla hareket etmezse; o vakit her bir zerrenin nihayetsiz bir ilmi, hatsız bir kudreti, her şeyi görür bir gözü, her şeye bakar bir yüzü, her şeye geçer bir sözü bulunmak lazım gelir. Çünkü anasırın (elementlerin) her bir zerresi, her bir cismi zihayatta (canlılarda) muntazam işler yapabilir, veya işleyebilir demek hamakattan başka bir şey değildir. Eşyanın intizamatı (düzeni) ve kavanini teşekkülatı (şekillenme kanunları) biri birine muhaliftir  (zıttır) onların niza matı (ölçüleri) bilinmezse işlenilmez; işlenilse de yanlış yapılır. Halbuki yanlışsız yapılıyor. Öyle ise o hizmet eden zerreler, ya bir İlmi Muhit Sahibinin ( her şeyi bilen birinin) izni ve emri ile ve ilim ve iradesi ile işliyorlar ve yahut kendilerinde öyle bir muhit (her şeyi içene alan) bir ilim bulunmak lazım gelir,” bu da imkânsızdır.     

Evet Nasıl oluyor da bir saksıdaki toprağa yüz çeşit bitki eksen, her birinin dalı, yaprağı, boyu, şekli şemalı, rengi boyası, hiç karışmadan farklı oluyor. Orada bir acı biberin tohumunu eksen zehir gibi acı olur. Aynı  saksıda bir kavun çekirdeği eksen, kokusundan tadından ağzın sulanır. Şimdi o saksıda meydana gelen akıl almaz işleri, zerre gibi küçük sebeplere havale etsek, lazım gelir ki, ya o saksıda küçük küçük, belki çiçekler sayısınca makineler bulunsun veyahut o parçacık topraktaki her bir zerre, bütün o ayrı ayrı çiçekleri, ve çiçeğin çok çeşit inceliklerini canlılıklarını yapmasını bilsin. O zerre âdeta bir ilah gibi sonsuz ilmi ve sınırsız iktidarı bulunsun. Bunu aklı başında olan hiç kimse kabul etmeye yaklaşmadığına göre, Bu işleri yapan ancak ve ancak her şeyi hikmetle yaratmaya Kuvvet ve Kudreti yeten, uzaktan komandolu iş gören yaratma gücüne sahip olan  Şanı yüce Allah yapabilir demeye mecbur oluruz.

Evet o zerrenin  havada yaptığı işleri, gördüğü vazifeleri düşünen insan için o kadar hayret verici ve şaşırtıcıdır ki, tarif edilmez. Mesela bütün dünyada ki telefon, telgraf,  radyo ve cep telefonlarına getirilen sedaları ve konuşulan çok çeşit ve sayısız sesleri hiç karıştırmadan nakledildiğini aklımız kulak vasıtası ile gördüğü zaman, ne diyeceğiz? Yoksa ey hava zerresi! O minnacık vücudunla o kadar sayısız işleri başarıyla yaptığın için, ver elini ayağını öpeyim mi diyeceğiz; yoksa sen bu işlerden anlamazsın, bu işleri sana yaptıran ancak ve ancak, biz insanları çok seven, zerre ile güneşi kudret elinde tutan, ve çok ince  ölçülerle onları döndüren, çeviren ve her şeyi hikmetle yapabilme gücüne sahip olan  Allah’tan başka hiç kimse yapamaz mı diyeceyiz? Bunu siz söyleyin…

Ey aklı başında olan insan! Amerika’da veya diğer yerlerdeki yakınlarınla konuşmak için cebindeki telefonunu kulağına koyduğun zaman, her zaman olmasa da şu sözü demeye unutma ha! Aman Allah’ım ne kadar kudret sahibisin ki, bu havadaki zerrelere öyle bir emir vermişsin ki, bu kadar sesleri karıştırmadan kulağımıza getiriyorlar. Hatta o telefonu ben icat ettim diyenleri de, onların akıllarını da Zatınız icat etti. Her zaman olmasa da bazen abdest al secdeye kapan ki telefonun şükrünü eda etmiş olasın. Çünkü önceden sevdiklerinden uzun zaman mektupla haber alamazken, şimdi telefon sana aynı anda haberi ulaştırıyor. Ne diyorsun, yoksa yanlış mıyım siz söyleyin?  Sakın, bu işleri minnacık hava atomlarına verme ha! Yoksa büyük hata etmiş olursun.

Nasıl ki: Akılsız-deli gözsüz ve işitmesi olmayan bir adam Mercedes fabrikasına gidip orada muntazam işler yapsa. diyeceksin ki o kendi kendine yapmıyor. Muhakkak o işleri ona başkası yaptırıyor. Aynı onun gibi o atom için de diyeceksin ona o şişleri başkası yaptırıyor.

Bu ve buna benzer ciddi meseleleri sizinle paylaşmamın tek sebebi, hem materyalist ve natüralistlerin neticesiz boş fikirlerini öğrenmek, hem de bizi yoktan var eden Allah’ımıza karşı vazifemizi yaparken gayretli olmaya yarar ümididir.

Not: Bu gibi hakikatleri aklı gözüne inmiş materyalistlerden sormayalım mı ne dersiniz? Çünkü bu hakikatte mühim bir  ders var değil mi ?

Bu hakikati dostlarla da paylaşmaya ihmal etmeyelim!

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Hisler Kalbe Gelmeden Haberdar Olan Kudrete Bakınız!

Hisler.Kalbe.Gelmeden.Haberdar.Olan.Kudrete.BakinizŞuur sahibi varlıklar his, fikir ve düşüncelerini önce kalp ve akılla tasarladıktan sonra eylem ve fiilleri zuhur edilir. Âlim ve Kudret sahibi olan Allah ise varlıkların kalp ve aklına hisler daha gelmeden haberdardır. Cenab-i Zülcelâl’ın Tevhit, Ehadiyet ve Vahdaniyeti varlıklar üzerinde iktiza ediyor.

Tevhit bütün kâinatın yaratıcısı olan Allah’ın bir tek ilah olduğuna, onun ne zatında, ne fiillerinde, hiçbir ortağı olmadığına iman etmektir. Birçok tevhit çeşitleri olmasına rağmen konumuz ile alakalı Tevhid-i Rububiyet,Tevhid-i Ülühiyet, Tevhid-i Akval, ve Tevhid-i Ef’al olmak üzere dört Tevhid’i kısaca açıklamak istiyorum:

Tevhid-i Rububiyet: Fatiha Suresi’nde “Rabbu’l-âlemin”  Allah (cc) mülkün tek maliki, her şeyin tek yaratıcısı ve müdebbiri olduğunu gösterir.

Tevhid-i Ülûhiyet: İbadet edilmeye layık olan tek Allah olduğunu Fatiha Suresi’nde “İyyake na’budu” ifadesiyle insanlığa bildirilmiştir. “Yalnız sana ibadet ve kulluk ederiz” ifadesindeki hitap, “Rabbu’l-âlemin” olan Allah’a aittir. Yani,  bütün kâinatı yaratan kim ise, bütün varlığın gerçek mabudu da odur. Mefhum-u muhalifi o ki: Tek başına bütün kâinatı yaratamayan gerçek mabut olamaz.

Tevhid-i Akval: Düşünce ve sözlü Tevhit anlayışıdır. Allah tek yaratıcıdır, İhlâs suresinde bildirilmiş,

Tevhid-i Ef’al: Diliyle Allah’ın birliğini söylemek, tek yaratıcı ve mabut olduğunu kabul etmektir, Bu tevhit anlayışını da Kâfirun Suresinde bildirilmiş,

Görüldüğü üzere Tevhit ayni zamanda birlikte düşünme ve birleştirmedir. İnsanlar, melekler, cinler ve hayvanlar hayat sahibi olmakla birleşirler. Birisine hayat veren tümüne hayat veren zattan başkası olamaz. Dolayısıyla her varlık Allah’ın mülküdür. Mülkünde şerik olmaz.

Allah’ın(cc) isimleri bütün mahlûkat âleminde tecelli etmiştir. İsimlerin genelde tecelli ettiği gibi, cüz’ide de tecelli ediyor. Umumda tecelli etmesine “Vahidiyet” Cüz’ide tecelli etmesine de “Ehadiyet” denir.

Örneğin: Denizin altında yaşayan bir balığın riskini nasıl Rezzak ismi tedarik ediyorsa, riske muhtaç bütün canlıların riskini de Rezzak ismi tedarik ediyor. Rezzak ismi, balığın cüz’i riskini tedarik etmesi “ehadiyet”, bütün mahlûkatın yani canlıların riskini tedarik etmesine de “Vahidiyet” denir. Ehadiyet, cüz’i tecelli, Vahidiyet ise umumi tecellidir.

Teşbihte hata olmasın, İnsanlarda sınır genişledikçe hâkimiyet zorlaşıyor, bazen gözden bile kaçan olur. Fakat Cenab-i Allah’ın azametine bakılırsa Ehadiyet suretiyle her varlıkla birebir ilgilenmektedir. Böyle olunca her varlık her an Allah’a ihtiyacını söyleye bilir. Hazreti Yunus (as)’in halis duası onu balığın karnından, denizden sahile-i selamete çıkarması gibi,

Bediüzzaman konu ile alakalı otuz ikinci sözde şöyle bir açıklık getirmektedir. Vahidiyet, perdeli tecelli eder ve genel kanunları temsil eder. Ehadiyet ise perdesiz tecelli eder.

Mesela, bir insanda iki göz, iki el ve bir burun bulunması genel bir İlahi kanundur. Ayni zamanda Vahidiyettin tecellisidir. Hiçbir gözün veya elin başkasının gözüne, eline veya burnuna benzememesi ise genel kanun dışında perdesiz ve özel bir muameledir. Bu da Ehadiyetin tecellisidir. Hazreti İbrahim (as) perdesiz ve özel bir muamele ile ateşten kurtulması da, Ehadiyet tecellisine mazhar olmasıdır.

Toparlamak gerekirse, Vahidiyet Cenab-i Allah’ın umum kâinat üstündeki mührüdür. Ehadiyet ise umum kâinat üstünde küçük bir örnektir. Mesela, Fatiha süresindeki “iyyakene a’budu” yalnız sana ibadet ederiz, her ne kadar çoğul eki olarak Vahidiyet manası taşıyorsa da, ehadiyetten geçmektedir.

Bu vesileyle Ramazan-i Şerifinizi tebrik eder, Cenab-i Allah’ın Tevhit, Ehadiyet ve Vahdetine nail olmanızı dilerim. Saygılarımla,

3.7.2013

Rüstem Garzanlı/ Diyarbakır

Kâinatın Yaratıcısı’nı Tanıma

Bir varlığın veya bir şeyin bilinmesi tanımıyla mümkündür.  Bütün bilimlerin temelini tanımlar teşkil eder.  Tanımlar bir takım kurallara göre yapılır.  Matematikte de doğruluğu sorgulanmadan kabul edilen bazı gerçekler vardır ve bunlara “aksiyom” adı verilir.  Aksiyomların doğruluğu tartışılmaz ve olduğu gibi kabul edilir.  Mesela, “sonsuz “ ve  “sıfır” matematikte birer kabuldür.  Matematikte bütün tanım ve problemler bu kabuller üzerine bina edilir. Eğer bunlar sorgulanır ve olduğu gibi kabul edilmezlerse,  o zaman matematikte işlem yapmak mümkün olmaz.

İşte en yüksek ve en dakik ilim iman ilmidir ve en geniş ve nurani fen ise, Marifetullah’tır. Yani, her şeyin yaratıcısı, ilim, irade ve kudret gibi sonsuz sıfatları olan Allah’ın bilinmesidir.

Her şeyin bir tanımı olduğu gibi, elbette Allah’ın da bir tanımı olmalıdır. Bu tanımlama öyle doğru bir şekilde yapılmalıdır ki, “Efradına cami, ağyarına mani” olmalıdır. Yani, bu yapılan tarif ile tanımlanan zatın, diğer bütün varlıklardan ayrı, kendisine has özellikleri ve sıfatlarının yanında, başka varlıkların sıfatlarıyla karıştırılmayacak şekilde ortaya konması gerekir.

Allah Kendisini Kur’an’da Tarif Etmektedir.

Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de kendisini bize şöyle tanıtmaktadır:

Cenabı hak ezelidir, ebedidir, evvel ve ahirdir. Hiçbir cihet ne zatında, ne sıfatında, ne işlerinde benzeri, dengi, şebihi, misli, misali, yoktur.  Sıfatları zatındandır. Her şeyi O yaratmıştır. Kendisi yaratılmamıştır.  Doğurmamış ve doğrulmamıştır. Mekândan münezzehtir. Yani bir yerle kayıtlı değildir. Her yerdedir. Her şeye, her şeyden daha yakındır, her şey ondan sonsuz uzaktır. Allah’ın sıfatlarını biraz daha yakından tanımaya çalışalım.

1-Allah Ezelî’dir

Her şeyden önce Allah(c.c.) ezelidir, kadimdir, varlığının başlangıcı yoktur. Evveli olmayana ezelî, kadim, sonradan meydana gelene de hâdis denir.

Allah kadim’dir, sonradan var olan şeyler İlâh olamaz. Yüce Allah’tan başka ne varsa, bunların hepsi hâdistir, yani sonradan olmuşlardır. Bunlar Allah’ın kudreti ile yaratılmışlardır. Artık şüphe yoktur ki, yaratılanlar yaratana mahsus ezeli sıfatını taşıyamazlar. O’nun ezeli varlığı ile beraber hiçbir şey yoktur. Âlemler sonradan yaratılmıştır. Öyle ise yaratıcı yaratılmış olamaz. Allah’ı (hâşâ) kimin yarattığını sormak da Allah’ı bilmemekten ileri geliyor. Çünkü yaratılmış olarak ne düşünülürse, o mahlûktur, İlâh olamaz .

Allah’ın ezeliyetini kabul etmeyen veya aklına sığıştıramayanlar, maddeye ezeliyet vererek, atomlar adedince İlâhları kabul etmeye mecbur kalıyorlar.

2-Allah Bâki’dir

Allah ebedîdir, sermedidir. Ebediyet sonu bulunmamak sıfatıdır. Sonu olana “fani’’ sonu olmayana da “bâki’’ denir.

Yüce Allah Beka sıfatı ile vasıflanmıştır. Çünkü ebedîdir, bakidir, varlığının sonu yoktur. O’nun yok olacağı hiçbir zaman düşünülemez. Sonradan meydana gelen bütün varlıklar, Allah’ın kudreti ile meydana gelmişlerdir. Yine Allah’ın kudreti ile yok olurlar, yine var olurlar ve binlerce değişikliklere uğrayabilirler. Fakat yüce Allah, Bâkidir, değişiklikten ve yok olmaktan uzaktır.  Çünkü O, başkasının kudret eseri değildir ki, onun kudret eseri ile yokluğa gitsin veya değişikliğe uğrasın. Aksine bütün varlıklar O’nun kudretinin birer eseridir. Her şey yok olmaya mahkûmdur, ancak azmet ve ikram sahibi Allah’ın varlığı kalıcı ve süreklidir. Öyle ise değişime uğrayan İlâh olamaz. Değişmezlik gerçek yaratıcının en önemli bir özelliğidir.

3- Allah Yaratılmış Şeylerin Hiçbirine, Hiçbir Yönden Benzemez

Allah’ın sıfatlarından birisi de her cihetçe sonuz mükemmellikte olmasıdır. Sonradan yaratılan hiçbir şeye benzerliği olmamasıdır.  O hatırlara gelen her şeyden başkadır.

Şu kâinatta mümkinat, yani yaratılan ve yaratılabilen dediğimiz her şey değişir, başkalaşır, birbirine benzeyebilir, doğar, doğrulur, büyür, sonunda ölür ve yok olur. Bütün bunlar bir ihtiyaçtan gelir. Allah ise,  ne bunlara ne başka şeylere hiçbir şeye muhtaç değildir.

İnsanların ve diğer yaratıkların birçok ihtiyaçları vardır. Bunlar mekâna, zamana, yiyip içmeye, gezip dolaşmaya, yaratılmaya, doğmaya, doğurmaya ve benzeri hallere muhtaçtırlar. Allah ise, bunlardan hiçbirine muhtaç değildir. Bunlar yok iken,  o yine vardı. Her şeyi yoktan O var etti. O madde dediğimiz nesnelerin hiçbir özelliği ile mukayese edilemez. O’nu, bilinen mümkinat dediğimiz yaratılmış varlıklarla karşılaştırmaya çalışan çok büyük hata eder. Çünkü O “leyse kemuslihi şeyün’’ dür. Yani ne zatında, ne sıfatında ne işlerinde benzeri yoktur. Misli olamaz, ortağı bulunmaz.

Evet, bütün kainatı, bütün şuunatıyla ve keyfiyatıyla kabza-i  Rububiyetinde tutup, bir hane ve bir saray hükmünde, kemal-i intizam ile tedbir, idare ve terbiye  eden bir Zat-ı Akdes’e, misil ve mesil ve şerik ve şebih olmaz, muhaldir.

Evet,  O öyle bir Zattır ki, O’na yıldızların icadı zerreler kadar kolay gelir.. O’nun kudreti karşısında, en büyük şey ile en küçük şey birdir.  Hiçbir şey hiçbir şeye, hiçbir fiil hiçbir fiile mani olmaz.  Hadsiz fertler, bir fert gibi nazarında hazırdır.  Bütün sesleri birden işitir.  Umumun hadsiz ihtiyaçlarını birden yapabilir.  Kâinattaki bütün varlıkların intizamlı ve ölçülü yaratılışları,  hiçbir şeyin O’nun idare ve tedbirinin ve dilemesinin haricinde olmadığını gösterir. Hiçbir mekânda olmadığı halde, her bir yerde ve her bir mekânda kudretiyle, ilmiyle hazırdır. Her şey O’ndan nihayet derecede uzak olduğu halde, O ise her şeye nihayet derecede yakındır. İşte böyle bir Zat-ı Hayy-ı Kayyum-u Zülcelalin elbette hiçbir cihetle misli, naziri, şeriki, veziri, zıddı, niddi olmaz ve olması muhaldir .

Güneş misali ile bunları akla bir derece yakınlaştırabiliriz. Mesela güneş ışığı, ısısı ve yedi rengi ile bütün eşyaya yakındır.  Bütün varlıklar ondan kilometrelerce uzaktır.  Bir an için güneş akıllı ve şuurlu kabul edilse, onun yedi renginin her birisini de bir sıfatı olarak dikkate alınsa, mesela yeşil rengi görmesi, sarı rengi işitmesi, mavi rengi konuşması gibi farz edilse, yeryüzündeki bütün varlıklarla bir anda görüşebilir. Bütün mahlûkatın sesinin bir anda işitir. Biri diğerine mani olmazdı. Hem her varlığın yanında olduğu halde, onlardan kilometrelerce uzak bulunurdu. İşte Cenab-ı Hak da, sonsuz nuraniyete sahip olduğundan bir anda her yerde bulunabilir, her şeyi bizzat kendisi idare eder, bir iş bir işe mani olmaz.

4-Allah’ın Varlığı Kendi Zatındandır

Allah’ın ezeli ve ebedî olan varlığı kendi zatıyla kaimdir. Kendi varlığı mukaddes zatının gereğidir, asla başkasından değildir. Bunun için Allah Teala’ya Vacib’ul vucud, yani, varlığı kendinden dolayı gerekli denilir. O’nun varlığı, başka bir var edene muhtaç olmaktan uzaktır.  Yaratılmış olarak düşünülen şey, ilah olamaz. Bunun için; “Allah’ı kim yarattı? Diye soru sorulmaz. Çünkü böyle bir soru, başlangıçtaki İlâh tarifindeki kabule aykırıdır.  Allah’ı tarif ederken, her şeyi O‘nun yarattığı, fakat kendisinin yaratılmadığı kabul edilmişti.

O, kendiliğinden vardır, kadimdir. O ilahi kitabında bildirdiği gibi doğmamıştır, doğrulmamıştır. Başkasının var etmesine muhtaç değildir. Eğer böyle olmasaydı, ne kâinat bulunurdu, ne de başka bir şey.

Bu gerçek kabul edilmeyince, içinde yaşadığımız âlemin varlığını izah etmeye imkân kalmaz. Allah’tan başka var olan ve mümkünat dediğimiz şeyler ise, hem var olmaya hem de yok olmaya bağlı oldukları için, bir var ediciye muhtaçtırlar .

Allah’ın Kudreti Zatındandır

Allah’ın sıfatları zatındandır. Yani O’nun varlığının gereğidir.  Bizim sıfatlarımız varlığımızın gereği değildir. Nefis Allah’ın sıfatlarını anlamada kendine kıyas yaptığı için, nefsin bunu anlaması biraz zordur.  Mesela, Allah’ın görme sıfatı zatındandır.  Yani, görmesi olmayan veya sınırlı olan İlâh olamaz.  Ama görmesi olmayan veya sınırlı olan yine insan tarifine dâhildir.  Aynı şekilde, kudreti olmayan veya sınırlı olan İlâh değildir.  İşitmesi sonsuz olmayan İlâh olamaz.

Allah’ın sıfatlar zatındandır. Sıfatlar zatından olunca, o sıfatın zıddı oraya giremez. Girdiği farz edilse, o zaman iki zıddın bir anda bulunması gerekir ki,  bu da mantıken mümkün değildir. Mesela, ilmin zıddı cehalettir.  Allah âlimdir. Yani sonsuz ilim sahibidir.  Aynı anda Allah hem sonsuz ilim sahibi ve hem (haşa) hiçbir şeyi bilmeyen cahil olamaz.  Aynı şekilde, hem her şeye gücü yeten sonsuz kudret sahibi olması ve hem de (haşa) hiçbir şeye gücü yetmeyen bir acziyet içinde bulunması mantıken mümkün değildir.

Bir sıfatın zıddı olmayınca, orada derecelenme ve mertebe olmaz. Çünkü her şeyin derecelenmesi, zıtlarının varlığı sebebiyledir. Mesela, güzelliğin derecelenmesi çirkinliğin mevcudiyeti sebebiyledir. Mahlûkatta, yani yaratılan varlıklarda bu derecelenme olur. Çünkü onların var olmaları için,  sıfatları varlıklarının gereğinden değildir.  Bazı sıfatların sınırlı olması veya hiç bulunmaması, o varlıkların meydana gelmesine engel değildir. Ama Allah öyle değildir. O’nun bütün sıfatları sonsuz olmak ve mutlaka bulunmak durumundadır.

Allah’ın sıfatlarında derecelenme ve mertebe olmadığı için, az-çok, büyük-küçük O’na göre birdir.  Allah’ın bir atomu yaratmada harcadığı kudret ne ise, Cennet ve Cehennem de dâhil, bütün kâinatı yaratmada harcadığı kudret aynıdır. Hatta Allah, mevcut kâinatın sonsuz katı kadar daha kâinatları yaratacak olsa, yine bir atomu yaratmada harcadığı kudretten fazla bir kudret harcamayacaktır.

Kısaca,  büyüklük ve küçüklük, zorluk ve kolaylık insana göredir. Allah’ın sonsuz kudreti karşında az-çok, büyük-küçük birdir, fark etmez. İnsanı yanıltan da bu sırrın anlaşılamamasıdır.

Dr. İdris Görmez / NurNet.Org