Etiket arşivi: kul hakkı

Dünya Ticaretinin Ahiret Boyutu

“Ticaret ve memuriyet için, mühim vazifelerle bu dâr-ı imtihan olan dünyaya gönderilen insanlar; ticaretlerini yapıp, vazifelerini bitirip ve hizmetlerini itmam ettikten sonra, yine onları gönderen Hâlık-ı Zülcelaline dönecekler ve Mevlâ-yı Kerim`lerine kavuşacaklar.” (Mektubat)

Bir ayet-i kerimede şöyle buyruluyor:

 “Muhakkak, Allah müminlerden nefislerini ve mallarını cennet karşılığında satın aldı.” (Tevbe, 9/111)

Buna göre dünya bir yönüyle ticaret yeridir.

Bütün mülk Allah’ındır. İnsan nevi bu mülkte emaneten tasarruf etmektedir.

Öte yandan, Allah Resulü (asm.)  

“Dünya ahiretin tarlasıdır.”

buyururlar. Bu tarlanın mahsulleri, öte âlemde, cennet yahut cehennem olarak tezahür edeceklerdir.

İnsana cüz’i irade verildiği için, dünya tarlasına dilediği şeyleri ekip biçmekte serbest bırakılmış. Keza,  nefsini ve malını Allah’a satıp satmamakta da serbest bırakılmış.  

Nefsini, yani ruhunu, bedenini ve bunlara takılı bütün maddî ve manevî cihazlarını Allah’a satan insan, çok farklı ekimler yapmakta ve bunlardan yine çok değişik mahsuller derlemekte, kazançlar elde etmektedir.

Bir iki örnek verelim:

İnsanın bakışları bir sermayedir. İnsan bir ömür boyu, nazarını helal yahut haram dairelerde dolaştırır. Her bakış bir ekimdir;  cennet veya cehennem hesabına bir mahsul verir.

Konuşma ayrı bir sermayedir. Ağızdan çıkan her kelime bir tohum gibidir, ondan ya sevap çıkar, ya günah. Bunlar ise insana ya kâr getirirler, yahut zarar.

Düşünme bir başka sermayedir. Doğru fikirler büyük bir kâr kaynağı iken, yanlış düşünceler birer zarar menbaıdır.

Öte yandan,  her bir hissimiz,  “sevgimiz, nefretimiz, korkumuz, merakımız, gıptamız,…” ayrı birer  sevap yahut günah kaynağıdırlar.

Bütün bu saydıklarımız ayette geçen “nefis” kavramı içine giriyor.

“…Hakiki terakki ise; insana verilen kalp, sır, ruh, akıl hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, her biri kendine lâyık hususî bir vazife-i ubudiyet ile meşgul olmaktadır.”  (Sözler, Yirmi Üçüncü Söz)

Bunların dışında kalan ve haricî âlemde sahip olduğumuz “mallarımız, makamlarımız,…” da ayrı birer kazanç yahut zarar kaynağıdırlar.

İşte insan, bütün bunları rıza çizgisinde kullandığı taktirde  Allah’a satmış olur ve bu ticarette kendisine verilen kâr, Allah Resulünün “Ne göz görmüş, ne kulak işitmiş ne de beşerin kalbine gelmemiş” diye tarif ettiği o eşsiz saadet menzili olan Cennettir.

Ayette çok önemli bir mesaj var:

“Allah sadece müminlerin nefislerini ve malların satın alıyor.”

Şu var ki, müminin nefsini Allah’ın satın alması için o nefsin mümine yakışır bir nefis olması gerekir. Aynı şekilde müminin malı da “mümin malı” vasfını taşımalıdır.

Bir mümin nefsine ve şeytana uyarak birtakım gayr-ı İslamî sıfatlar taşıyabiliyor; yalan söylemek, kumar oynamak gibi. Aynı şekilde, meşru olmayan mallar da edinebiliyor; faiz ve stokçulukla elde ettiği varlıklar gibi. İşte bunların hiç biri cennet mukabili satın alınmayacaktır.

Çürümüş, bozulmuş, asliyetini kaybetmiş ve cennetle hiçbir ilgisi kalmamış nefisler ve mallar satın alınmazlar. Aksine bu iki büyük sermayeyi yanlış kullanmanın hesabı ahirette sorulur.  Cehennem, bu hesabı veremeyenleri azap diyarıdır.

Her insan imtihandadır, her insan dünya tarlasında ahiret namına bir ekim yapmaktadır ve yine her insan bu dünya ticarethanesinde ebed yurdu namına bir şeyler kazanmakta yahut kaybetmektedir. Bununla birlikte, ayette geçen “satın alma” kavramı ticareti hatırlattığı için konunun ticaret erbabına bakan yönü üzerinde biraz daha durmak istiyorum.

Rızkın onda dokuzunun ticarette olduğu hadis-i şerifte haber veriliyor. Yine Nur Külliyatında rızık için üç temel yolun “ziraat, sanat ve ticaret” olduğu, memuriyetin ise hizmetkârlık olduğu vurgulanıyor. Yani, memuriyet bu üç temel faaliyetin yürümesine yardımcı olan bir “destek hizmettir.”

Her işte olduğu gibi ticarette de insan, öncelikle, kul olduğunu unutmayacak, bütün işlerini helal dairesinde yapması gerektiğinden gaflet etmeyecektir. Aksi halde, bu fani dünyada elde edeceği cüzi bir kâra karşılık, ebedî hayatını tehlikeye atabilir.

Allah, insanı arza halife, kendisine muhatap, cennetine aday, iman, marifet ve muhabbete kabiliyetli müstesna bir mahluk olarak yaratmıştır.  Bu büyük şerefe, zengin olsun fakir olsun, amir olsun memur olsun her insan mazhar olabilir. Görevini yerini getirip dünyadan iman ile göçen bütün müminlere “dünyadan daha geniş ve  baki bir mülk” ihsan edilecektir.

İnsan ticarî hayatında ne kadar başarılı olursa olsun bütün dünyaya sahip ve hakim olamaz.  İnsanın mülkünün, servetinin, makamının kâinattaki yeri ise  görülmeyecek kadar küçüktür. Ticaret yaparken bu küçük servet ve makam uğruna o büyük ve sonsuz saltanatı kaybetmek akıl kârı değildir. Bir ticaret erbabı bu noktayı daima göz önünde bulundurmalı, her iki dünya saadetini birlikte elde etmenin yolunu tutmalıdır.

“Herkesin iman mukabilinde bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek davası başına açılmış.” (Şualar)

Her işte olduğu gibi ticarette de niyetin büyük bir önemi var. Ömrümüzden ve rahatımızdan fedakârlıklar yaparak elde ettiğimiz o servetin, ahirette boynumuza yük olmaması için dikkat etmemiz gereken çok önemli bir faktör “niyettir.”

“Evet niyet âdi bir hareketi ibadete çevirir. Ve gösteriş için yapılan bir ibadeti günaha kalbeder.” (Mesnevî-i Nuriye)

Ticarî hayatta insanın niyeti, en azından, “aile fertlerine helal rızık yedirmek” olmalıdır.

Niyette bir ileri safha, zekât ibadetini yapabilecek bir servete sahip olmakla hem bu ibadeti yapma şerefine nail olmak, hem de Allah’ın kullarının maişetine yardımcı  olmaktır.  

Bir hadis-i kutsîde şöyle buyrulur:

“Kulum bana en fazla farzlarla yaklaşır. Sonra nafilelerle (farz ve vacip dışında kalan ibadetlerle). … (Sonunda kul öyle bir noktaya gelir ki,)  ben onun gören gözü işiten kulağı olurum.” (Buhârî,  Rikak 38.)

İşte zekât da kulu Rabbine yaklaştıran en önemli bir farzdır.

Zekât, fakirin hakkı olarak zenginin uhdesinde bulunan bir maldır. Bunun verilmemesi bir hakkın gasp edilmesidir. Alimlerimiz, zekâtın  verilmesini sehavet,  yani cömertlik saymazlar. Çünkü, zaten fakirin  hakkı kendisine iade edilmektedir.

Bununla birlikte, zekât vermemin sevabı da hiçbir sadakayla kıyaslanmayacak kadar büyüktür. Çünkü zekât farzdır, onlar ise nafilelerdir. Binlerce nafile bir farzın yerini tutmaz.

Zekât en alt sınırdır. Burada kalmayıp sadakayı artırmakla hem daha çok sevap kazanmak, hem de fakir kulların yardımına daha fazla koşmak gerekir.

Bir başka niyet, Bediüzzaman Hazretlerinin, “Bu zamanda İ’la-yı kelimetullah maddeten terakkiye mütevakkıftır.” diye ifade ettiği büyük hizmeti yapabilmek, yani “Allah kelamının nice gönüllerde hükmetmesi, İslam’ın daha da yücelmesi” için servet sahibi olmayı istemektir. Bu niyette samimi olan kimse, istediği noktaya gelemese bile bu halis niyetinin karşılığını mutlaka alacaktır. O noktaya varırsa yapacağı hizmetlerin sevabını ayrıca alır.

“Her bir mü’min İ’lâ-yı Kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi, maddeten terakki etmektir.” (Tarihçe-i Hayat)

Bir diğer niyet, bir Müslüman olarak İslâm ülkelerinin geri kalmışlığını içine sindiremeyip, bundan üzüntü duymak, bu konuda bir şeyler yapılması gereğini vicdanının derinliklerinde hissetmek ve elinden geldiği kadarıyla bu sahada gayret göstermektir.

Maddeten terakkinin çok önemli bir boyutu da şudur:

Bir zengin, elbisesi kırk yamalı, aç ve susuz bir fakirden nasihat dinlemeye yanaşmadığı gibi, bu günün maneviyata susamış,  ateizmin ve sefahatin kucağına düşmüş batı insanı da bu hastalıkların ilacını fakir bir Müslümandan almak istemiyor ve perişanlığı devam ediyor.

Öte yandan, “Biz doğru islamiyeti ve İslamiyete layık doğruluğu fiillerimizle göstermediğimiz” takdirde bizden bu nurları almaya müşteri olmuyor.

Buna göre, “maddeten terakki” ile “İslâm’ı fiilen yaşamayı” birleştirdiğimiz gün, dünyanın her yanındaki manevî hastalara ulaşma imkânını yakalamış olacağız.

Bu noktaya kadar insana manevi kârlar getirecek “niyetler” üzerinde durduk. Niyetin bir de yanlış kullanımı ve hatalı yapılışı  var. Meselâ, bir insan “meşhur olmak, yahut zenginlikte rakiplerini geride bırakmak, başkalarına üstünlük taslamak” gibi nefis ağırlıklı niyetler taşıyorsa, o kişi dünyada başarıya ulaştığı taktirde zaten ücretini de peşin olarak almış oluyor. Artık ahirette her hangi bir karşılık görmesi, ücret alması söz konusu olmuyor.

Canını tehlikeye atarak harp meydanına koşmak büyük bir  cihat ve yine büyük bir sevap kaynağı olduğu halde, bunu yapan kişinin asıl maksadı ganimet elde etmek ise bu cihattan hiçbir sevap kazanamıyor. “Nasıl bir yiğit olduğumu herkese göstereyim.” şeklindeki bir niyet de, aynı şekilde, o kişiyi cihat sevabından mahrum bırakıyor.  

* * * 

Biraz da ticaret yapan kişiyi bekleyen tehlikelerden söz edelim:

Ticaret erbabının karşısında birbiriyle ilgili ve biri diğerini doğuran altı büyük tehlike mevcut:

“Hırs,” “faiz,” “haset,” “kul hakkını çiğnemek,” “meşveretsiz hareket etmek,” “emaneti ehline vermemek.”

Birinci ve temel tehlike hırstır. Hırs kanaatin zıddıdır. Kanaat, tevekkülle yakından ilgili bir kavramdır.

Bediüzzaman Hazretleri, “Tertib-i mukaddematta “tefviz” tenbelliktir, terettüb-ü neticede tevekküldür.” der ve şöyle devam eder: “Semere-i sa’yine ve kısmetine rıza; kanaattır, meyl-i sa’yi kuvvetlendirir. Mevcuda iktifa, dûn-himmetliktir.” (Mektûbat)

Buna göre tevekkülü doğru değerlendirmek, başarı için gerekli şartları eksiksiz olarak yerine getirmek ve çıkacak sonuca da kanaat etmek gerekiyor. Mevcut imkânlarını yeterli bularak tembelce oturmak ise “himmetsizlik” olarak, “hamiyet zaafı” olarak nazara veriliyor.  

Bu ölçüden saparak, “Mutlaka şu noktaya gelmeliyim, şunları ne pahasına olursa olsun elde etmeliyim.” diye hırs gösteren kişi, umduğunu bulamayınca, ruh âleminde, birtakım manevî hastalıklara kapıyı açmış ve kadere itiraz için nefsine büyük bir fırsat vermiş olur. Bu tehlikeli yola giren kişi,  hayalindeki  neticeyi  “olmazsa olmaz” bir hedef olarak belirleyince, şeytanın kendisini meşru olmayan yollara sevk etmesine de büyük bir pirim vermiş olur.

Ve artık bu hırslı adam, faiz tehlikesiyle karşı karşıyadır. Biraz sonra onunla el ele verecek, derken onunla kucaklaşacak ve bu büyük haramı rahatlıkla işleyecek kadar kalbi ve ruhu zafiyet gösterecektir.

Zekâtı, “sermayesini azaltan, rekabet gücünü zaafa uğratan ve hedefine ulaşmada ona engel olan” bir faktör olarak görmeye başlayacak ve İslam’ın beş şartından biri olan bu büyük farizayı işlemekten uzaklaşacaktır.

Faiz alıp veren kimselerin o büyük hesap günündeki halleri Allah Kelamında şöyle ifade ediliyor:

“Faiz yiyen kimseler, şeytan çarpan kimse nasıl kalkarsa öyle kalkarlar.” (Bakara, 2/275)

Faiz gibi, temeli hırsa dayanan önemli bir tehlike de “hasettir.”

Haset, başkalarında olan servet, makam ve diğer imkânların ortadan kalkmasını, onların elinden alınmasını hırsla istemektir. Haset eden kişi, o nimetlere kendisinin kavuşmasını hiç nazara almadan, sadece rakibinden alınmasını arzu eder. “Hasetle gıptanın farkı” da buradadır. Gıpta da “rakibindeki imkânlarının kendisinde de olmasını istemek” esastır; “onun olduğu gibi, benim de olsun” mantığı hakimdir. “Hasette ise benim olup olmaması çok önemli değil, yeter ki onun olmasın.”düşüncesi ağırlık kazanır.

Hasedin iki önemli zararı vardır: Birisi şahsın iç alemini huzursuz kılması, diğeri de gıybete ve düşmanlığa  yol  açması.

“Hased evvelâ hâsidi ezer, mahveder, yandırır. Mahsud hakkında zararı ya azdır veya yoktur.” (Mektûbat)

“Gıybet;  nasıl ateş odunu yer bitirir; gıybet dahi a’mal-i sâlihayı yer bitirir.” (Mektûbat)

Burada Peygamber Efendimizin (a.s.m.) bir hadis-i şeriflerini nakletmek isterim:

“Ümmetimden müflis (iflas etmiş kişi) odur ki, kıyamet günü namaz ve zekâtla gelir. Ama, bu arada sövdüğü şu kimse, dövdüğü bir başka kimse dahi gelir. Bunun üzerine kendisinin hasenatından (sevaplarından)  şuna verilir, buna verilir. Üzerinde haklar bitmeden kendi hasenatı tükenirse o zaman onların hatalarından alınır kendisine yüklenir. Daha sonra cehenneme atılır.”  (Müslim)

Kul hakkına riayet, bütün Müslümanların görevi olmakla birlikte bunun en fazla ihlal edildiği saha, İslâmî esaslardan uzak olarak yapılan ticarettir.

Hırs ve rekabetle hisleri akıllarına ve vicdanlarına galip gelen kişiler kul olduklarını unutur ve Allah’ın kullarına haksızlık yapmaktan geri durmazlar. Karşılarındaki kişiler şahsi güç ve imkânlarıyla bu haksızlığa karşı koyacak halde değillerse, onlara acımasızca zulmeder, haklarını çiğnerler.  Halbuki, bu kişilerin Allah’ın kulları oldukları hatırlansa ve onlara yapılacak bir haksızlığın hesabının mutlaka sorulacağı dikkate alınsa nefisler dizginlenir, heveslere engel olunur ve zulüm ortadan kalkar.

İslâmda kul hakkının özel bir yeri vardır. Samimiyetle tövbe eden bir kişinin bütün günahları affedilmekle birlikte kul hakkı bundan istisna tutulur. Kul hakkının affı, kulun kendisine bırakılmıştır. Şehitlik dahi kul hakkını ortadan kaldırmaz.

Hacca giden bir kişi, Arafat’tan indiğinde bütün günahları affedilir. Eğer bu konuda bir şüpheye düşse ve “Acaba günahlarım affedildi mi?”diye tereddüt geçirse büyük günah işlemiş sayılır. Bunun sadece iki istisnası vardır: Kul hakkı ve kaza namazı.

Her ikisinin de telafisi mümkündür. Biricisinde kulun hakkı ödenecek ve kendisinden helallik alınacak, ikincisinde ise kılınmamış namazlar kaza edilecektir.

Kul hakkı ikiye ayrılıyor: Maddî ve manevî hukuk-u ibad.

Kişinin malına, servetine, makamına verilen zararlar onun maddî hukukunu çiğnemektir.  Gıybetinin yapılması, iftira atılması, haset edilmesi, su-i zanda bulunulması gibi günahlar ise manevî hukuka tecavüzdür.

Devlet malından haksız yere menfaat elde etmek ise bütün bir milletin hukukuna tecavüzdür ve cezası da o nispette büyüktür.

Asr-ı Saadetten ibretli bir tablo:

Sahabeden biri harpte öldürülen arkadaşının şehit olduğunu söyler.  Bunun  üzerine Allah Resulü müdahalede bulunur ve şöyle buyurur:

“Hayır!  Ben onu ganimetten haksız yere aldığı cübbe veya abaya bürünmüş olduğu halde cehennemde gördüm.” (Riyâzu’s-Sâlihin, I, 252, 268)

Devlet malını gasp ederek kısa zamanda zengin olanlara bazılarının heveslendiklerine ve “Adam işini becerdi, köşeyi döndü.” gibi sözlerle bir bakıma onları takdir ettiklerine şahit oluruz. Burada dikkate alınmayan önemli bir nokta var:

Kazanılan bir  menfaat, kişinin ruhunu alçaltıyorsa, kalbini yaralıyor, vicdanını bozuyorsa, imanına ve ahiretine zarar veriyorsa bu zehirli menfaate heveslenmek akıl kârı değildir.

Bir mağazayı soyanlar, ceplerine bir şeyler koyarlar ama ruhları “hırsız” damgasını yer. Dışardan bakanlar o ruhların perişan halini görmezler de ceplerinin kabarıklığına ilgi duyarlar.

Eli bombalı anarşist gençlerin silahlarına el koyup, kendilerine en lüks elbiseler giydirirseniz, bu defa karşınıza ihaleye fesat karıştıran bir “hırsız şebekesi” çıkar. Kalpleri bozulmamış kişiler, o birincilerden nasıl nefret ediyorlarsa, bu ikincilerden de en az o kadar nefret ederler.

Başarının üç temel unsuru:

Bediüzzaman hazretleri terakki ve asayişin üç mühim esasını şöylece tespit eder:

“Terakkiyat ve asayişler, bununla temin edilmez. Belki mesaîlerinin tanzimine ve mabeynlerindeki emniyetin tesisine ve teavün düsturunun teshiline muhtaçtırlar.” (Lem’alar)

“Terakkiyat,” terakkinin çoğuludur. Ticaretteki terakki de bunun bir şubesidir ve bu üç esas ticarî hayatımız için de aynen geçerlidir.

“Mesailerin tanziminin” en güzel örneği kendi vücudumuzdadır; büyük örneği ise kâinatta.

Her organın belli özellikleri ve bununla başaracağı belli işler vardır. Bunlar İlâhî taktirle tayin edilmiştir. 

Toplu olarak icra ettiğimiz bütün işlerde mesai tanzimi ön plana çıkar. Ancak, kişiler, çoğu zaman, kendi kapasitelerini tam tespit edemez, his ve hevesin karışmasıyla, güçlerinin çok ötesindeki görevlere talip olurlar.

Bunu engellemenin yolu, meşverettir. Herkesin kapasitesi test edildikten sonra meşveretle görev taksimi yapılır. Bu iş ne kişilerin kendi heveslerine bırakılır, ne de şirket yetkililerinin münferit kanaatlerine.

Bir kişinin fikri ve tedbiri her konuda yeterli olmayabilir.  Tek çıkar yol meselelerin ihtisas sahibi ehil kişilerle meşveret edilmesidir.   

 “Aralarındaki emniyetin tesisi” şartı, özellikle şirketleşmelerde büyük önem kazanır. Bu emniyetin olmadığı ortamlarda, sermayeler birleşmez, herkes kendi gücüne göre yol alır. Kazanç asgarî seviyede kalır ve herkes  “kârdan zarar” eder.

“Teavün (yardımlaşma) düsturu” her sahada gerekli olmakla birlikte, bunu “zor durumda olan şirketlerin yardımına koşma” şeklinde anlamamız, ticarî noktada,  daha yerinde olur.

sorularlaislamiyet.com

Hukuklar Birleşiyor

Günümüzde insan haklarından çokça söz edilir. Ama bu sözler her nedense uygulamaya bir türlü konulamaz. Sadece beyannamelerde, bildirilerde, makalelerde mahpus kalır.

“İnsan hakları” tabiri aslında caydırıcı bir ifade değil. Hak ve hukukun korunması sadece insanoğlunun insafına ve vicdanına bırakılmış. Belli bir müeyyidesi yok. En kötü ihtimalle bir “kınama” cezası alıyorsunuz ve yaptığınız yanınıza kâr kalıyor.

Ama, “kul hakkı” ifadesi böyle değil. Bu ifadeyle insanın başıboş bir varlık olmadığı, Allah’ın kulu, O’nun mülkü, O’nun mahlûku olduğu zihinlerde iyice tesbit edilir ve nefisler, ‘kul hakkına tecavüzün kesinlikle cezasız kalmayacağı’ tehdidiyle karşı karşıya kalır.

Gel gör ki, bugünün madde, menfaat ve gaflet karışımı kavga ikliminde, kul olduğunu unutanlar, hâliyle kul hakkını da hatırlamaz oldular. Kul hakkının bu ilk basamağında tökezleyenler; insaf, merhamet, adalet duygularını da kaybettiler.

“Ben kulum” diyen insan, bunun gereğini yerine getirecektir. “Ben falan devletin raiyetiyim” dediniz mi, sizden o beldenin bütün kanunlarına harfiyen uymanız istenir.

Âlemlerin Rabbine inanan ve O’nun kulu olduğunu idrak eden bir insan da kul olarak yaşamaya mecbur.

Nurlardan nuranî bir cümle:

“İmandan sonra en mühim ve en lâzım âmâl-i salihadır. Salih amel ise maddî ve mânevî hukuk-u ibâda tecavüz etmemekle, hukukullahı da bihakkın îfa etmekten ibarettir.”   Mesnevî-i Nuriye

Bir insanın padişaha karşı iki çeşit isyanı olur. Birincisi, onun zâtına cephe almak, emirlerine isyan etmek. Diğeri ise, padişahın raiyetine zarar vermek. Birincisi hukukullaha, ikincisi ise kul hakkına misâl.

Allah’ın kul üzerindeki en büyük hukuku: İman.

Kul, kendisini yoktan var eden Rabbine imanla mükellef. Bunu “tevhid” takib ediyor. Allah’ı bir bilmek de kul üzerinde İlâhî bir hak. Nitekim, Allah’a şirk koşmak affa girmiyor.

“Allah kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar.” (Nisa Sûresi, 48)

Hukukullahın üç mühim şubesi: Tesbih, hamd ve tekbir.

Yâni, Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih, bütün medih ve senânın ancak O’na lâyık olduğunu ilân ve O’nun sonsuz kemâlinin kulun idrak sahasına girmekten münezzeh olduğunu itiraf etmek.

İlâhî san’at ve hikmetleri tefekkür etmek, nimetleri şükürle karşılamak da hukukullah cümlesinden.

Müşrik yahut dinsiz bir insan hukukullaha ait bu kadar vazifeden hiçbirini yerine getirmediği halde, günün birinde iman edince, Cenâb-ı Hak onun mazideki bütün borçlarını bir anda siliyor ve kul, hukukullahdan yana tertemiz olabiliyor.

Yine Üstadın cümlesine dönelim, imanı, salih amel takib ediyor. Salih amel, kulun kendi iradesiyle tercih edip işlediği bütün güzellikler.

Yaptığımız ticaret dürüst ise salihtir. Ettiğimiz ibadet ihlâslı ise salihtir. Gördüğümüz eşyayı, İlâhî birer eser olarak tefekkür edebiliyorsak bakışımız salihtir. Dinlediğimiz sözler, düşündüğümüz fikirler, kurduğumuz hayâller, sevdiğimiz mahbuplar meşru ise, helâl dairesi içinde ve rıza çizgisinde ise salihtir. Bunlar içerisinde, “maddî ve mânevî hukuk-u ibada tecavüz etmemek” çok önemli olmalı ki, salih amelin tarif cümlesine dahil olmuş.

Hukuk-u ibad, yâni “kul hakkı” geniş bir mefhum. Kulun bedenine ve malına yapılan tecavüzler maddî hukuk, kalp ve ruhuna verilen zararlar ise mânevî hukuk olarak değerlendirilmeli.

Kulun maddî hukukuna en büyük tecavüz, öldürme hâdisesi. İnsanın yaşama hakkına son verme, onun bu kâinatla olan bütün münasebetlerini bir anda kesip atma, kulu, Rabbine ibadetten alıkoyma, İlâhî eserleri tefekkürden, rahmanî nimetlere şükürden menetme cinayeti. Allah’ı tesbih eden yetmiş trilyona yakın hücrenin bütün bu tesbihlerini bir kurşunla delip geçme, yahut bir bıçakla kesip atma ihaneti.

Ve insan hayatına son vermenin günümüzdeki en yaygın şekli: Trafik kazaları… Alkol yahut acelecilik uğruna nice canlara kıyma, nice yuvaları söndürme felâketi.

Fıkıh âlimlerimiz katlin üç yerde câiz olduğunu söylerler.

“İmandan sonra küfre girme”, “evli olduğu halde zina etme” ve “haksız yere bir insanın kanına girme.” Bunlar dışında insanın hayatına son verilemiyor.

“Kim bir nefsi, kısas yahut yeryüzünde fesat çıkarma sebeplerinin biri olmaksızın öldürürse bütün insanları öldürmüş gibidir.” (Mâide Sûresi, 32) mealindeki âyet-i kerimenin tefsiri sadedinde Üstad Bediüzzaman Hazretleri, şu enteresan beyanda bulunur:

“Bir mâsumun hayatı, kanı, hatta umum beşer için de olsa heder olmaz. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir.” Sünuhat

Yâni, Allah’ın sonsuz kudretine nazaran bir insan yaratmakla bütün insanları yaratmak arasında fark olmadığı gibi, O’nun sonsuz rahmet ve adaleti noktasında da bir insanın katli ile, bütün insanların katli arasında fark yoktur.

İnsanoğlu her nasılsa, başkalarının hakkını çiğnerken o insanların Allah’ın kulu olduklarını unutuyor. “Ben Allah’ın bir kuluna zulmedersem, O’nun kahrına hedef olurum” diye düşünemiyor.

Aslında bu hakikat, “herkesçe kolayca anlaşılabilmeli” diye geliyor insanın aklına. Çünkü kime sorsak kendisini de diğer insanları da Allah’ın yarattığını söyleyecektir. Ama iş münakaşaya dökülüp de nefis kalbe, hissiyat akla hâkim oldu mu, artık kulluk unutuluyor, adalet unutuluyor, âhiret unutuluyor. İşte bu unutmanın kula pahalıya mâl olmaması için İlâhî ikazlar geliyor ve ona Allah’ın bir kuluna yapılacak haksızlığın ebed yurdunda dehşetli bir cezayı netice vereceği ikaz ediliyor.

Bu rahmanî ikazlara tercüman olma sadedinde Allah Resulü de (a.s.m.) ümmetini defalarca ve değişik şekillerde ikaz etmiştir.

Sadece üç misâl:

“Mazlumun bedduasından sakınınız. Çünkü onun duasıyla Allah arasında perde yoktur.” (Buharî, Müslim) 

“Ümmetimden müflis odur ki, kıyamet günü namaz ve zekâtla gelir. Ama, bu arada sövdüğü şu kimse, dövdüğü bir başka kimse dahi gelir. Bunun üzerine kendisinin hasenatından şuna verilir, buna verilir. Üzerinde haklar bitmeden kendi hasenatı tükenirse, o zaman onların hatalarından alınır kendisine yüklenir. Daha sonra cehenneme atılır.” (Müslim)

“Kaçmayarak, yalnız Allah’dan sevap bekleyip sabrederek, düşmana karşı durduğun halde öldürülürsen, borçlarından başka bütün günahlarına kefaret olur. Bunu bana Cibril söyledi.” (Müslim)

Bu son Hadis-i Şerifden çok önemli bir hakikat dersi alıyoruz: Şehitlik de kul hakkını kaldırmıyor.

Allah yolunda canını veren bir mü’min bunun büyük mükâfatını görmekle birlikte, kullara olan borçlarından kurtulamıyor. Zira kul hakkının affını Cenâb-ı Hak kula bırakmış.

Aynı şekilde, samimi tövbe eden bir mü’minin de geçmiş günahları affolunuyor, ama kul hakkı bu affa da girmiyor.

“Tövbekâr olanlar hakkında hukukullah dâvâsı takib edilmez. Ancak hukuk-u şahsiye dâvâsı kalır.”                                                                                  Hak Dini Kur’an Dili

Meselâ, gıybet eden bir insan gıybet ettiği kimseden helâllık almadıkça bu cürmün ağır cezasından kendini kurtaramaz.

Nur Külliyatında gıybetin câiz olduğu birkaç madde sıralanırken, “Bir de o gıybet eden adam fâsık-ı mütecahirdir. Yâni, fenalıktan sıkılmıyor, belki işlediği seyyiatla iftihar ediyor” ifadesine yer verilir. Demek ki, bir günahı âşikâre olarak, bütün insanların gözü önünde sıkılmadan işleyen kimsenin gıybeti câiz. Bu cevazın da yine kul hakkıyla yakın alâkası var. Çünkü gizli günah işleyen bir insan Allah’ın emrine muhalefetle sadece kendisine zarar veriyor. Ama aynı günahı, insanlar arasında işlediğinde onların hukukuna da tecavüz etmiş oluyor. Zira, insanların bedenlerine indirilen darbeler gibi ruh dünyalarına, kalp huzurlarına verilen zararlar da kul hakkına girmekte. Meselâ, müstehcen bir kıyafetle insanların karşısına çıkan bir kadın, onları günaha soktuğu gibi, “sebep olan işleyen gibidir”hükmünce, o günahın bir misli de kendisine yazılıyor ve onun hayâsızlığını yadırgamak gıybet olmuyor. Bu yadırgama başkalarını aynı günahtan menetmek niyetiyle olmalı. Üstad Bediüzzaman’ın tabiriyle, “garazsız ve sırf hak ve maslahat için” yapılmalı. Yoksa, hazır cevazı yakalamışken gönlümce, doyasıya bir gıybet edeyim mânâsına değil.

Kur’an-ı Hakîm’de, ilk bakışta kul hakkı gibi görünen ve kullar arasındaki adalet esaslarını tesbit eden birçok âyetlerden sonra, “İşte bu Allah’ın hudududur, onu tecavüz etmeyin” mealinde İlâhî ikazlar gelir. Demek ki, kul hakkını çiğnemek, Allah’ın hududuna tecavüz olarak kabul ediliyor. Artık böyle bir cinayeti işleyen insan kime iltica edecek, kimden yardım dileyecektir?

İnsan, Allah’ın kulu olduğundan onun hukukuna riayetsizlik de İlâhî azabı netice veriyor ve bu noktada hukuklar birleşiyor.

Kendi parmağımızı niçin kesemez, hayatımıza neden kasdedemeyiz? Çünkü, ne beden bizim, ne de ruh. Haneyi harab etmeye de hakkımız yok, misafiri oradan çıkarmaya da. Yaparsak ne olur? Allah’ın mahlûkatında O’nun rızası dışında tasarrufa   kalkışmış oluruz. Bu ise hem hukukullaha karşı bir isyan, hem de kul hakkını ihlâl. Demek ki aynı fiil ile iki hukuka birden tecavüz ediliyor.

Allah bütün mülkün mâliki. Her varlığına müstakil bir şahsiyet lûtfetmiş. Bir insana zarar vermek, onun nefsine baktığı cihetle kul hakkına tecavüz, Allah’ın eseri olması cihetiyle de hukukullaha riayetsizlik.

Her insan bu dünyaya İslâm fıtratı üzere gelir. Günahlar o fıtratı bozar ve insanı azaba müstehak kılar; hem Allah’a isyan, hem de kul hakkına taarruz suçlarından.

Bir kalbi kırmak, yahut bir dalı koparmak da öyle.

Allah’a kulluk yapmayan bir insan kendi nefsini cehenneme atması sebebiyle kul hakkına da en büyük tecavüzü yapmış oluyor.

“Hem o tarik-üs-salât (namazı terkeden), kendi nefsine mâlik olmadığı için, kendi Mâlikinin bir abdi olan kendi nefsine zulmeder.” Lem’alar

Cenâb-ı Hakk’ın, âsi insanları birçok âyet-i kerimesinde “zâlim” olarak vasıflandırmasındaki ince sırrı bu ifadelerde yakalamak mümkün.

Kul hakkı içerisinde en büyük pay bizzat insanın nefsine düşüyor. Çünkü her hareketi, her sözü, her hâli o nefse ya fayda yahut zarar veriyor. Dolayısıyle, zulmün en büyüğünü, âsi insan bizzat kendi nefsine yapmış oluyor.

Bazılarıyla karşılaşırsınız; “benim Allah’ın hiçbir kuluna bir zararım dokunmamıştır” diye övünür ve ilâve eder: “Günah işliyorsam onun sorumluluğu bana ait.”

Bu zavallılar kendilerinin de Allah’ın kulu olduklarından gâfildirler.

Kur’an-ı Kerim’den ibretli bir işaretle bahsimize son verelim:

En’am Sûresinde: ‘Ölü etinin’, ‘dökülen kanın’, ‘hınzır etinin’ ve ‘Allah’dan gayrısının ismiyle kesilen hayvan etinin’ haram olduğu zikredildikten sonra, “Bunlarda da her kim muzdar olursa ve diğer bir muzdara tecavüz etmediği ve zaruret miktarını aşmadığı takdirde hiç şüphe yok ki, Allah Gafur ve Rahîm’dir.” buyrulur.

Müfessir efendilerimiz âyetteki bir inceliğe dikkatimizi çekerler: Zaruret hâlinde bulunan, ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalan bir insanın, sözü edilen murdar gıdalardan ölmeyecek kadar yemesine müsaade edilirken, enteresan bir şart daha ileri sürülüyor:Diğer bir muzdara tecavüz etmemek; onun o murdar gıdadan faydalanmasına engel olmamak.

Bu şart, Cenâb-ı Hakk’ın kul hakkına verdiği azim ehemmiyetin en berrak bir göstergesidir.

Prof. Dr. Alaaddin Başar

İslâm’da Affetmek Hakkına Kimler Sahiptir?

İslâm’da iki türlü hak vardır:

Birincisi: Hukukullah’tır. Yani Allah’ın hakkıdır. Bu hakkı kimse affede­mez. Meselâ, küfür, yani Allah’a şirk koşmak en büyük cinayet ve zulümdür. Şirke düşmüş, mürted ve anarşist olmuş bir insan, hem umum mahlûkatın ve bütün esma-i ilâhiyyenin hukukuna tecavüz ve hem kâinatın güzelliğini tahkir etmiş olduğundan affedilmez bir cinayet işlemiştir. Nitekim mürted ve anarşisti, tevbe etmediği taktirde, Allah affetmemektedir.

İkincisi: Hukuk-u ibaddır, yani kul hakkıdır. Kul hakkını da ancak hu­kukuna tecavüz edilen mağdurun kendisi affedebilir. Kul hakkını peygam­berler de affetmeye selâhiyetli değillerdir. Bu meselemizi izah için İslâm tarihinden bir iki misal nakledelim:

Kureyş eşrafından bir kadın hırsızlık yapmıştı. Suçu sabit olunca, ka­bilesinin büyükleri bir araya gelerek Hz. Peygamber’in (s.a.v.) huzuruna çıktılar:

“Ya Resûlullah kızımızın kısası yapılırsa bu bizim için bir zül olur. Kızımızı affediniz.” diye yalvardılar.

Efendimiz (s.a.v.):

“Allah’a yemin ederim ki, eğer Muhammed’in kızı Fatma bile hırsızlık etse, onun da elini keserim.” buyurdular.

Diğer bir hadise:

Hz. Ömer (r.a.)’in hilâfeti zamanında oğlu bir suç işlemişti. Durum, Hz. Ömer’e bildirildi. Hak ve adalet güneşi olan, Hz. Ömer, oğlunu muhakeme etti, Durum tahkik edildi ve nihayet hüküm verildi. oğlu suçlu idi. Kısas yapılacaktı. Allah’ın emri ve Kur’an’ın hükmüydü bu…

Hz. Ömer tereddütsüz, hükmü icra edecekti… Sahabelerin gözleri dolu. Kadın ve annelerin gözleri yaşlıydı… Hakk’ın karşısında bütün başlar eğik­ti.

Kısas tatbik edilip, ceza üçte ikisini geçtikten sonra oğlunun güç ve ta­katı kesilmişti. Hararetten ve susuzluktan perişan bir vaziyetteydi. Gözle­riyle babasını aradı. Şefkat dolu bakışlarla yüzünü babasına çevirdi, peri­şan ve bitkin bir sesle:

“Baba su.. Bir yudum su…” dedi.

Adaletli Ömer, hak ve hakikatı incitmeyen o büyük insan, oğluna ses­lendi.

“Oğlum benden su isteme. Cezan bitinceye kadar sana su verilmeyecek­tir. Eğer sonuna kadar dayanır, ölmezsen; hakkındır, veririz içersin suyunu. Eğer cezan bitmeden ölürsen, gider suyunu cennette inşallah Resulullah’ın yanında içersin. Hz. Resulullah (s.a.v.) sana, Ömer ne yapıyor diye sorar, sen de: “Ya Resulullah! Ömer, Kur’an’ı okuyor ve tatbik ediyor dersin.”…

İşte İslâm tarihi…

Asr-ı Saadet’den ibretli bir misal daha:

Peygamber Efendimiz (s.a.v) vefatına yakın günlerde sahabe-i kiramı Mescid-i Saadete toplayarak onlara beliğ bir hutbe irad buyurduktan sonra, cemaate hitaben:

“Ey Müslümanlar! Ben, sizleri hem dünya hem ahiret saadetine davet eden peygamberinizim. Yarın mahşer günü kimsenin hakkı bende kalsın istemem. Her kimin bende alacağı varsa gelsin alsın. Her kimin bende hak­kı varsa gelsin hakkını alsın.”

diye üç defa tekrar ettiler. Üçüncü tekrardan sonra cemaat içinde Ukkâşe isimli sahabe ayağa kalktı:

“Anam babam sana fedâ olsun, yâ Resulullah! Bir harb dönüşünde be­nim devem sizin devenize yaklaşmıştı. Ben o sırada deveden inerken sizin kamçınız bana isabet etti. Ben şimdi o kamçının hakkını istiyorum. Bilmi­yorum siz kasden mi vurdunuz?..”

Hz. Peygamber (s.a.v.) “Hâşâ yâ Ukkâşe! Allah’ın Resûlü size nasıl kas­den vurur?” buyurdular.

Hz. Ukkâşe sükût etti. Peygamber Efendimiz (a.s.m), Hz. Bilâl’i eve göndererek kamçısını getirmesini istedi. Cemaat tam bir merak, sükût ve hüzün içindeydi. Herkes merak ve gözyaşları içinde neticeyi bekliyordu.

Hz. Bilâl kamçıyı getirdi. O zaman Hz. Ebû Bekir ayağa kalktı, “Yâ Ukkâşe! Biliyorsun Hz. Resûlullah hasta; mübarek vücudu dayanamazlar. O’nun yerine bana vur!”

“Hayır!..” dedi Ukkâşe.

Bu defa Hz. Ömer ayağa kalktı. “Yâ Ukkâşe! Resulullah’ın yerine benim sırtıma yüz tane kamçı vur.” dedi. O zaman Efendimiz (s.a.v):

“Siz oturun, Allah sizin makamınızı yükseltsin!” diye dua buyurdular.

Sonra Hz. Ali ayağa kalktı. “Yâ Ukkâşe! Benim kalbim buna razı olmaz. Bana vur.” Daha sonra Hz. Hasan ve Hüseyin ayağa kalktılar “Yâ Ukkâşe! Eğer hakkından vazgeçersen sana yüz deve vereceğim.”

Yine “Hayır!” dedi Ukkâşe. Bu sefer Hz. Talha ayağa kalktı. “Yâ Ukkâşe! Sen razı ol. Sana Medine’deki bağ ve bahçelerimi vereceğim.”

Efendimiz ayağa kalkanların hepsine dua buyurdular. Ukkâşe’ye hita­ben

“Haydi kısasını yap.” buyurdular. O zaman Hz. Ukkâşe,

 “Ya Resûlullah benim sırtım çıplaktı.” dedi. Efendimizin mübarek sırtını açtılar.

Mescid-i Saadetteki bütün sahabeler ağlamaya ve figan etmeye başladılar. Hz. Ukkâşe eğildi. Efendimizin sırtındaki nübüvvet (Peygamberlik) mührünü öptü.

“Anam, babam sana fedâ olsun Ya Resulullah! Maksadım sırtınızdaki nübüvvet mührünü öpmekti.” diye maksadını beyan ettiler.

Efendimiz bu hadise üzerine “Her kim cennetlik bir şahsın yüzüne bak­mak isterse, Ukkâşe’ye baksın.” buyurdular.

Mehmed Kırkıncı, 2010

Kul hakkından kurtulmak mümkün mü?

İnsan bilerek veya bilmeyerek birisine haksız bir davranışta bulunmuş olabilir. Hatta onu mağdur bir duruma düşürmüş ve bazı haklarının elinden çıkmasına sebep olmuş da olabilir. Kendimizi her ne kadar korumaya, hakperest olarak kalmaya çalışsak da, birtakım hata ve kusurlar mutlaka elimizden çıkıyor.
Öyleyse bu durum karşısında ne yapmalıyız? “Bir defa oldu, bir daha yapmam. Keşke yapmasaydım” dememiz, iç dünyamızda hesaplaşmamız vicdanen rahatlamamıza yeterli gelir mi? Yoksa hatamızın telafisine çalışıp da onu düzelterek, hak sahibinden helallik dilemeli miyiz?

İslamda genel anlamda, bir Allah hakkı, bir de kul hakkı kavramı vardır. Allah hakkı, her insanın Rabbine karşı yapması gereken kulluk görevleridir. Bu konuda yaptığı bir kusur, günah ve eksiklikten dolayı affı için Allah’a yalvarır. Tevbe ve istiğfar ederek affını diler.

Fakat kul hakkı öyle değildir. Onun bir tek telafisi vardır. O da, haksızlığa uğrayan, zarar gören kişiyle bizzat görüşüp özür dilemektir. Gerekirse, helâllik dilemekle birlikte, maddî bir kaybı varsa karşılama yoluna girmektir.

Bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz şöyle buyururlar:

“Bir kimse, kardeşinin onuruna yahut malına haksız olarak saldırmışsa, karşılık olarak verilebilecek altın ve gümüşün bulunmadığı günden (Kıyamet) önce helalleşsin. Aksi halde, yaptığı haksızlık nispetinde onun iyi amellerinden alınıp hak sahibine verilir. İyiliği yoksa hak sahibinin günahından alınıp haksızlık eden adama verilir.” (Buharî, Mezalim: 10.)

Bu durumda helalleşmekten başka çıkar yol yoktur. O kadar ki, insan şehit bile olsa kul hakkından kurtulamıyor. Eğer üzerinde kul hakları varsa, Allah, diğer günahlarını bağışladığı halde, kul hakkını bağışlamıyor. Bu yüzden tek çare hak sahibinin gönlünü almaktır.

Yapılacak olan bellidir: Zarara uğramasına sebep olduğunuz kimseye gider, önce hata yaptığınızı itiraf edersiniz. Özür beyan edersiniz. Sizi affetmesini, hakkını helâl etmesini rica edersiniz. Maddî bir kaybı da varsa, imkânınız ve onun razı olabileceği nispette hakkını verirsiniz.

Böylece elinizden geleni yapmış olursunuz. Karşınızdaki insan da sizi hoş karşılarsa, hoşgörü ve anlayış gösterirse, suçluluğunuz kalkmış olur. Hadis-i şerifte açıklandığı gibi, daha dünyadayken helâlleşerek âhiretteki hesaplaşma kurtulmuş olursunuz.

Bununla birlikte hâlâ vicdan azabı çekiyorsanız, ayrıca tekrar tekrar tevbe ve istiğfar edersiniz. “Pişmanlık tevbenin kendisidir”, “Günahından tevbe eden, hiç günah işlememiş gibi olur” mealindeki hadis-i şeriflerin sırrıyla Allah katında da rahata kavuşmuş olursunuz.

Bir insan tevbesinin kabul olduğunu, günahtan kurtulduğunu nasıl anlar, nasıl fark eder, bu hal nasıl bilinir?

Cevabını Peygamber Efendimizden (a.s.m.) öğrenelim: “Bir günah işledikten sonra tevbe edip iyilik işleyen kimse, üzerine çok dar bir zırh giyinen bir adama benzer. Günahtan sonra bir iyilik yaparsa, zırhın halkalarından biri çözülür. Bir iyilik daha işlerse öbür halka da çözülür. Yapılan iyiliklerin sonunda zırh yere düşer.” (et-Tergib ve’t Terhib, 4:106)

Gerek bir günah işleyen, gerekse haksız bir davranışta bulunan bir kimse, o günah ve hatanın arkasından pişmanlık duyarak sevaplı ameller işlerse, bu durumunu değiştirebilir. Artık bundan sonra bir vicdan azabı çekmesine, huzursuz olup üzüntüye kapılmasına gerek kalmaz. Çünkü o, bir kul olarak, iyi niyetle elinden geleni yapmış sayılır.

Kul hakkı ahirette nasıl alınır?

Peki, kul haklarıyla âhirette helalleşmek nasıl olacak? Bu ortamda alacağımız da, borcumuz da oluyor.

Bir defa kul hakkını âhirete hiç bırakmamak lazım. Çünkü dünya ölçüleriyle paha biçilmeyen en değerli şeyler âhirette beş para etmiyor.

Çil çil altınlar, göz kamaştıran elmaslar, pırlantalar; en lüks arabalar, yatlar; en alımlı köşkler, saraylar, leb-i derya yalılar âhiret açısından bir değer taşımıyor.

Şanlar, şöhretler, makamlar, rütbeler, koltuklar, gözümüzde büyüttüğümüz dünyalık hiçbir şey orada bir işe yaramıyor.

Biz gittikten sonra geride kalan, bizimle gelmeyen, giderken götüremediğimiz hiçbir varlığımız o pazarda alıcı bulmuyor.

Onun için hak hukuk meselesini burada çözüp bitirmek işin en kestirmesidir.

Sevgili Peygamberimiz, hak hukuk meselesini önemsemeyip âhirete bırakanları asırlar öncesinden uyarıyor ve şu noktalara dikkatimizi çekiyor:

“Bir kimsenin kardeşinin haysiyetine yahut malına haksız olarak taarruz etmişse, (iltimas olarak verebilecek) altın ve gümüşün bulunmadığı günden önce helalleşsin. Aksi halde yaptığı haksızlık oranında onun iyi amallerinden alınır, hak sahibine verilir. İyiliği yoksa hak sahibinin günahından alınır, haksızlık eden adama yükletilir.” (Buharî, Mezâlim10)

Bir başka hadiste bu anlatım değişik bir şekilde dile getirilir, aynı konuya ağırlık verilir. Akıllarda kalması, insanların önem vermesini sağlamak amacıyla Peygamberimiz bazen sual-cevap metodunu kullanırdı.

Bir defasında sahabilere sordu:

“Müflis kimdir, biliyor musunuz?”

Sahabiler: “Bizim aramızda müflis, parası ve malı olmayan kimsedir” dediler.

Peygamberimizin cevabı ahiret açısındandı, şöyle cevap verdi:

“Şüphesiz ki ümmetimin müflisi, kıyamet günü namaz, oruç ve zekat sevabıyla gelip, fakat şuna sövüp, buna zina isnat ve iftirası yapıp, şunun malını yiyip, bunun kanını döküp, şunu dövüp, bu sebeple iyiliklerinin sevabı şuna buna verilen ve üzerindeki kul hakları bitmeden sevapları biterse, hak sahiplerinin günahları kendisine yükletilip sonra da cehenneme atılan kimsedir.” (Müslim, Birr:59)

Mesele oldukça önemli ve hayati bir değer taşıyor. Bunun için hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz; hakkın azı çoğu, ucuzu pahalısı olmaz. Kur’ân’ın ifadesiyle, “Kim zerre kadar bir iyilik yapmışsa onun karşılığını görür, kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onun karşılığını görür.” (Zilzal Suresi, 99:7,8)

Bir sahabinin “Ey Allah’ın Resulü, eğer o hak değersiz bir şey de olsa mı?” sorması üzerine, Peygamberimizin verdiği cevap âyetin bir açıklaması şeklindedir:

“İsterse misvak ağacından bir dal parçası olsun” (Müslim, İman:218)

Bu açıdan dünyaya ait işleri âhirete bırakmamak, âhirete sarkıtmamak için, alacak ve borç meselesi başta olmak üzere, bir şekilde üzdüğümüz, mağdur ettiğimiz, sıkıntıya soktuğumuz, kalbini kırdığımız birisi varsa, telafisi yoluna gitmekten başka çare kalmıyor.

Haklar aynî/maddi türden bir şey ise bir an önce ödemek; şayet iftira, gıybet, hakaret ve benzeri manevi haksızlılar ise helalleşmek, özür dilemek, karşının gönlünü kazanmak gerekiyor.

Bu konuda göstereceğimiz hassasiyet, aynı zamanda iman derecemizi, Allah katındaki yerimizi, insanlar arasında da şeref ve karakterimizi belirliyor.

Mehmed Paksu

Moral Dünyası Dergisi / 105. Sayı

Kul Hakkı

Kul hakkı, İslam’ın en temel prensiplerinden biridir. Bediüzzaman Hazretleri kul hakkını salih amelin önemli bir rüknü kabul eder ve şöyle der:

Sâlih amel ise, maddî ve manevî hukuk-u ibada tecavüz etmemekle, hukukullahı da bihakkın îfa etmekten ibarettir.”1

Bundan da anlaşılacağı gibi, kul hakkı, maddî ve manevî hukuk olmak üzere ikiye ayrılmaktadır.

İnsanın malına, mülküne ve bedenine zarar vermek, onun maddî hukukuna tecavüz olduğu gibi; gıybet, iftira, suizan da onun manevî hukukuna tecavüz etmektir. İnsanları günaha, isyan ve küfre sevk ile onların kalp ve ruhuna verilen zarar da manevî hukuku ihlal etmektir. Evet, bir insana zarar vermek onun nefsine bakması cihetiyle hukuk-u ibada tecavüz, o insanın Allah’ın kulu ve eseri olması cihetiyle de hukukullah’a tecavüzdür.

Şirkten sonra hata ve günahların en büyüğü kul hakkına tecavüz etmektir. Bunun da dereceleri vardır. Mesela, bir adamın hakkıyla yüz adamın hakkına tecavüz elbette ki bir olmaz. Bir adamdan helallik alınabilir, ama yüz adamdan helallik almak hiç de kolay değildir.

İnsanın hatasız ve günahsız olması mümkün değildir. Ancak Peygamberler ismet sıfatıyla günahlardan beridirler. Allah-ü Teâla “Erhamürrahimin” olduğu için, kendine isyan edenleri tövbe ve nedamet ettikleri takdirde affeder ve günahlarını bağışlar.

Cenab-ı Hak her hakkı affedeceğini, ancak kul hakkını, hak sahibi helal etmedikçe affetmeyeceğini bildiriyor. Kul hakkının en tehlikelisi de millet ve devlet malına tecavüz etmek, hile ve hıyanetle gasbetmektir. Çünkü devlet malı umumun hakkıdır. Onda kıyamete kadar gelecek bütün insanların hakkı vardır. Devlet malını çalmak veya şahsi menfaat için kullanmak hıyanetin en büyüğüdür. Bunda bütün İslâm alimleri ittifak etmişlerdir. Devlet malını hıyanet eden ve çalanla, hainleri himaye eden aynı sorumluluk ve vebaldedir. Kur’an-ı Kerim’de de mealen şöyle buyrulmuştur:

“Allah’ın sana gönderdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin diye sana Kitab’ı hak ile indirdik. Hainlerden taraf olma.”2

Peygamber Efendimiz (asm.) bir hadislerinde,

“Bir kişinin kalbinde imanla küfür, doğrulukla yalan, emanetle hıyanet birlikte bulunmaz.”3 buyurmuş ve

“… Allah’ım! Hıyanette bulunmaktan sana sığınırım. Çünkü hıyanet ne kötü bir sırdaştır.”4

şeklinde dua etmiştir.

Kul hakkı Allah katında da çok mühimdir. Çok dikkat etmek lazımdır. Bir kimsenin maddî ve manevî hakkına tecavüz eden boynunu Allah’ın kılıncına hedef etmiştir. Bir insan Allah’a karşı borçlu olursa onun rahmeti geniştir, boldur. Belki hakkını bağışlar, affeder. Fakat üzerinde kul hakkı olursa, onu mutlaka ödemeye mecburdur. Mesela, bir kişi, bazılarının canına, bir kısmının namusuna, malına tecavüz etmiş, kimini eliyle, kimini de diliyle incitmiş, haysiyet ve şerefini lekelemişse, ahirette hak sahipleri onun etrafını saracaklar. Şayet o adamın hasenat ve sevabı varsa Allah onları alacaklılara taksim edecek, eğer borcu bitmezse alacaklıların günahlarını onun boynuna yükleyip cehenneme atacaktır. Peygamber Efendimizin (asm.) ifadesiyle asıl “müflis”işte bu kimselerdir.

Peygamber Efendimiz (asm.) “Hayber savaşında elde edilen ve henüz taksim edilmemiş olan kamuya ait ganimetlerden bazı değersiz eşyayı alan, daha sonra da düşman tarafından öldürülen sahabînin büyük bir günah işlediğini, bu günahtan dolayı şehit olmadığını belirtmiş ve cenaze namazına katılmamıştır.”5

Terör ve anarşi çıkarark insanların can ve mallarına kasdetmek, kul hakkının en büyüğüdür.

Kur’an-ı Kerim’de mealen şöyle buyrulmaktadır:

“Kim, bir insanı, bir can karşılığı veya yeryüzünde bir bozgunculuk çıkarmak karşılığı olmaksızın öldürürse, o, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir adamın hayatını kurtarırsa, sanki bütün insanların hayatını kurtarmış olur.”6

Bu ayetten de anlaşılacağı gibi, İslamiyet, insanları öldürmek için değil, onlara hayat verip diriltmek için gelmiştir. İslam Dinine göre her insan doğuştan masumdur, hayat hakkı kutsaldır ve ömür boyu dokunulmazlığı vardır. Şayet bir insan, herhangi bir suç işlerse onun cezasını vermek Devletin ve adaletin görevidir. Hiçbir kimse, kendini hakim, savcı ve infaz görevlisi yerine koyup, gerek kendi hukukuna, gerek milletin hukukuna yapılan haksızlığın cezasını kendisi veremez. Eğer her insan hakkını bu şekilde almaya kalkışırsa, toplum düzeni bozulur, emniyet ortadan kalkar ve anarşi ve terör meydan alır ve bunun zararı bütün topluma dokunur.

Bir ayette mealen şöyle buyurulmaktadır:

 “Zulmedenlere en küçük bir meyil dahi göstermeyin; yoksa Cehennem ateşi size de dokunur.”7

Evet, zalimlerin yaptığı ve yaptırdığı cinayetler ister ferdî, isterse toplu bir şekilde olsun hiç fark etmez. Zira, tek bir insanın hakkı da bütün insanların hakkı gibi kutsal ve dokunulmazdır. Bir insanın hayatı, umum için de olsa feda edilemez, ancak vatan, din, namus ve milletinin kurtulması için harice karşı kendi rızasıyla her türlü fadakarlığı yapabilir, hatta canını dahi feda edebilir.. Bir insanın hukuku, bütün insanların hukuku kadar ehemmiyetli olmasının hikmeti nedendir? Diye bir soru akla gelebilir. Çünkü, hayatına kasdedilen o insan veya onun neslinden gelecek birisi, belki insanlığa büyük hizmetler yapacak ve devletinin ve milletinin kalkınmasına maddî ve manevî katkılar sağlayacaktır.

Bir masumun hakkı, bütün halk için dahi ibtal edilmez. Bir ferd dahi, umumun selâmeti için feda edilmez. Cenab-ı Hakk’ın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için ibtal edilmez. Bir cemaatin selâmeti için, bir ferdin rızası bulunmadan hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyet namına rızasıyla olsa, o başka mes’eledir.”8

Bir hadisi şerifte haksız yere adam öldürmenin vebalini Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle nazara vermektedir:

“Dünya bir yana, bir insanın haksız yere öldürülmesi bir yana”

“Bir suçsuz insanın öldürülmesine yer ve gök sakinleri hep birlikte ortak olsalar, Allah onların çokluğuna bakmaksızın hapsini de burnu üzerine cehenneme sürer…”

“Allah hakkı olarak mahşerde ilk soru namaz sorusu olacak, kul hakkı olarak da ilk soru kan döken adamın sorusu olacaktır.”

Evet, insanlık tarihine baktığımızda çeşitli sebeplerden dolayı kan döküldüğünü görürüz. İnsanoğlu kendi mahiyetinde yer alan hırs, öfke, çıkarlarına düşünlük ve saltanat tutkusu gibi duygularına mağlup olarak, haksız yere kan dökmüş ve başkalarına zulmetmiştir. Demek ki, şiddet ve terör sadece zamanımıza mahsus olmayıp, asırlardan beri süre gelen büyük bir problemdir.

Terörün, İslâm diniyle asla bir ilgisi yoktur. İslam’da asıl olan savaş değil, barıştır. Çünkü İslam, barış dinidir. “Silm, selamet ve selam…” gibi kelimeler, barış ve güvenlik bildirir ve İslam kelimesiyle aynı kökten gelir.

İslam Dininde değil bir Müslümanı, gayri müslim olan birini dahi haksız yere öldürmenin ne kadar ağır bir cezası olacağını Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle ifade etmektedir:

“Mü’min bir adam, ülkesindeki itaat eden bir gayr-i müslimi haksız yere öldürürse, bilsinki o katil, cennete girmek şöyle dursun, cennetin beş yüz senelik mesafeden duyulan kokusunu dahi duyamaz!”

İslam’da terör, isyan ve kargaşa yoktur. İsyan ve terörün kaynağı, fısk ve fesattır. Bunları irtikâp eden asiler, Müslüman da olsalar hiçbir zaman felah bulamazlar ve maksatlarına ulaşamazlar. Zira bunların gittikleri yol bataklık ve sonu da korkunç bir uçurumdur. İnsan hata edebilir ve nihayet tövbe ederek selameti bulup affa mazhar olabilir. Ancak terör ve kargaşa çıkaranların ve üstelik bunu İslamiyet namına yaptığını iddia ederek birçok masum insanların ölümüne sebep olanların akibetleri korkunçtur.

Mehmed Kırkıncı

Dipnotlar:

1 Mesnevî-i Nuriye, s. 115.
2 Nisa Suresi, 4/105.
3 Ahmet İbnu Hanbel, II/349.
4 Ebu Davud, Vitir, 32.
5 Müslim, İman, 48.
6 Maide Suresi, 5/32.
7 Hûd Suresi, 11/113.
8 Mektubat, s. 54.