Etiket arşivi: kulluk

Kul Ne Demektir? Kulluk Nasıl Olur? Kime “Kul”uz?

Acaba şu anda bizler gerçekten sadece Allah’a mı kulluk ediyoruz?

Acaba bizim hayatımızda başka Rablerimiz, başka efendilerimiz, başka mâbudlarımız yok mu?

Acaba şu anda tüm hayatımızda sadece Allah’ı mı dinliyoruz?

Acaba hayatımızın tümünde söz sahibi Allah mı?

Yoksa hayatımızın bazı bölümlerinde Allah’ı, öteki bölümlerinde başkalarını mı dinliyoruz?

Bu konuda sıhhatli bir karar verebilmek için ibâdet kavramını tanımamız gerekecektir. İbâdet, itaat demektir. İtaat etmek de bir varlığın arzularını yerine getirmek, tevâzu göstermek ve itiraz etmeksizin onun isteklerine boyun bükmek demektir. Bakın Şuarâ sûresinde Rabbimiz bu hususu şöyle anlatır. Firavun Allah’ın elçisi Hz Mûsâ’yı sorgulamaya başlayınca Hz. Mûsâ da ona şöyle diyordu:

Başıma kaktığın bu nîmet, İsrail oğullarını kendine kul ettiğinden ötürüdür” dedi.” (Şuarâ 22)

Evet âyet-i kerimeden anlıyoruz ki, Firavun İsrail oğullarını zorla kendi arzularına itaat ettirerek, onları kendisine kul köle edinmişti. Demek ki bir varlığın emirlerine itaat, ona kulluk mânâsına gelmektedir. Yine Mâide sûresinde de şöyle buyurulur;

Allah katında bundan daha kötü bir karşılığın bulunduğunu size haber vereyim mi” de, Allah kime lânet ve gazap ederse, kimlerden maymunlar, domuzlar ve tâğutlara kullar kılarsa, işte onlar yeri en kötü ve doğru yoldan en çok sapmış olanlardır.” (Mâide 60)

Dikkat ediyor musunuz? Âyet-i kerimede Rabbimiz yeryüzünde en kötü, en şerli varlıkların özelliklerini sayarken “Ve Abedet tâ-ğut” buyuruyor. Yâni tâğutlara kulluk yapanlar, tâğutların, şeytanların kulu olanlar. Allah’tan başkalarının emirlerine itaat ederek, Allah’tan başkalarının yasalarını uygulayarak onlara kulluk yapanlar buyuruyor.

İmam Taberî tefsirinde tâğutu şöyle tarif eder: Allah’a isyan edip, Allah’a baş kaldırıp kendi arzu ve yasalarıyla insanlara hükmeden insan, şeytan, put ve her türlü sistem, her türlü otorite, her türlü kurum, her türlü hâkimiyet ve başkanlıktır.

Milletleri bize kul iken, bizim gibi iki insana mı inanacağız? ” deyip onları yalancı saydılar.” (Mü’minûn 47)

Mü’minûn sûresinin bu âyet-i kerimesinde de anlatıldığına göre; Rabbimiz, Hz Mûsâ ve kardeşi Harun’u, Firavun ve erkânına mûcizeleri ve apaçık delilleriyle göndermişti de onlar Allah’ın elçilerine karşı büyüklük tasladılar ve dediler ki;

Bu Mûsâ ve Harun’un milleti zaten şu anda bize kulluk yapıp dururlarken, biz onların Rabbi konumundayken kalkıp da bizim gibi iki insana mı iman edeceğiz? Onlar bize kul iken, onlar bizim egemenliğimiz altındayken, o toplumun, o köle toplumun iki üyesine iman edeceğiz ha? Bu olacak şey midir?” diyorlardı.

Bu konuda son olarak Yâsîn sûresinden de bir âyet okuyalım inşallah:

Ey insanoğulları! Ben size, şeytana ibâdet etmeyin, o sizin için apaçık bir düşmandır, Bana kulluk edin, bu doğru yoldur, diye bildirmedim mi? ” (Yâsîn 60,61)

Yâsîn sûresinin bu âyetinde de şeytana ibâdetten söz ediliyor. Rabbimiz diyor ki; “Ey kullarım! Ben size şeytana ibâdet etmeyin dememiş miydim?

Peki acaba şeytana nasıl ibâdet edilir? Biz biliyoruz ki yeryüzünde hiç kimse şeytana ibâdet etmez. Bütün insanlar tab’an, fıtraten ondan nefret ederler. Ama anlıyoruz ki burada kastedilen ibâdet, tapınma çok açıktır ki; ona itaat etmek demektir. Şeytana itaat etmek, onun sözünü dinlemek, fısıltılarına, vesveselerine kulak vermek, onun arzuları peşi sıra gitmek, onun istediği şekilde hareket etmek ve gösterdiği yolda yürümek demektir.

Öyleyse şu okuduğum âyetlerin tümünde anlatılan ibâdet, bu varlıklara secde etmek, bu varlıklara namaz kılmak demek değil; bu varlıkların arzularını yerine getirmek, bu varlıkların emirlerini dinlemek, bu varlıkların belirledikleri yasalar çerçevesinde hayatı düzenlemek, bu varlıkları hayatta söz sahibi kabul etmek demektir.

Demek ki; Allah’ın dışında hayata karışacak, yasa belirleyecek başka ilâhlar, başka rabler, başka efendiler belirleyip onların emirlerine itaat de ibâdettir.

İşte bizim bu duruma düşmemizi istemeyen, hayatımızın tümünde sadece kendisini dinlememizi, hayatımızın tümünde sadece kendisine kul olmamızı istiyor Rabbimiz…

Allah’ın Selamı, Bereketi, İstikameti Üzerimize Olsun…

Abdulkadir Haktanır

www.NurNet.Org

Makamların Zirvesi, “Kulluk Makamı” !..

Peygamber Efendimizin (asm) kulluğu, resûllüğünden önce gelir. O (asm) kul olmasaydı, resûl olmazdı. O kendisine risâlet verilmeden önce de, verildikten sonra da önce kulluğunu yaşadı.

Makamların zirvesi Allah’a kulluk makamıdır!

Bu bakımdan Peygamberler, önce kul insandırlar. Allah’a kulluğun zirvesindedirler.

Peygamber Efendimiz de (asm) Allah’a kullukta zirve noktadaydı.

Şöyle de diyebiliriz: Peygamber Efendimiz (asm) en kul bir kuldu!

Nitekim Kur’ân da onu (asm) önce kul olarak takdim ediyor: “Kulunu bir gece Mescid-i haramdan Mescid-i Aksa’ya kadar götüren Allah münezzehtir.” 1

Bu âyette kul ifadesi ile Hazret-i Muhammed (asm) kast edilmiştir.

Teşehhütte ‘abduhu’ kelimesi, ‘resulühü’ kelimesinden önce gelmiştir. Yani Peygamber Efendimizin (asm) kulluğu, resûllüğünden önce gelir.

O (asm) kul olmasaydı, resûl olmazdı. O kendisine risâlet verilmeden önce de, verildikten sonra da önce kulluğunu yaşadı, kulluğunu bildi, kulluğunu gösterdi ve kulluğunda örnek oldu.

Çünkü risâlet sadece O’na mahsus bir istihdamdır.

Kulluk ise, bütün insanların içinde bulunduğu, bulunması gerektiği, bulunmakla yükümlü olduğu ve bu sebeple de Mahkeme-i Kübra’ya çıkacağı, hesap sorulacağı ana caddedir.

Herkes kulluktan hesap verecektir.

Bu sebeple onun (asm) önce kulluğu gelir.

Ardından, kulluk zemininde risalet abidesi yükseliyor.

Bu sebeple bizim için de ubudiyet, yani kulluk sıfatı her sıfattan önce geliyor.

Önce kul olduk mu, Cenâb-ı Hak duâmızı kabul eder ve bizi katında yükseltir. Bizi korktuklarımızdan emîn, umduklarımıza nail eder.

Peygamber Efendimiz (asm) buyurmuyor mu; “Kim ki mütevazı olursa, Allah onu yükseltir.” diye.

İşte, tevazuun kemali Allah’a kullukla yaşanır ve gösterilir.

Merhametin kemali Allah’a kullukla yaşanır ve gösterilir.

Vefanın, emniyetin, emanete riayetin, ilmin, hikmetin, doğruluğun, sadakatin, yükümlülüğün kemali Allah’a kullukla yaşanır ve gösterilir.

Güzel ahlâkın kemali Allah’a kullukla yaşanır ve gösterilir. Kur’ân bu sebeple ona (asm), “Sen pek büyük bir ahlâk üzeresin.” 2 buyuruyor.

Keza bunun için Kur’ân “Sizin için Resûlullah’ta bir güzel numune-i imtisâl vardır.” 3 buyuruyor ve bizi O’nun (asm) güzel ahlâkını öğrenmeye ve yaşamaya dâvet ediyor.

Arsız bir kadın vardı. Sözleri diken gibi insanlara batardı. Konuştu mu edepsizce konuşurdu. Ona buna lâf atmaktan pek hoşlanırdı.

Bu kadın bir gün Resulullah’ın (asm) yanından geçiyordu.

Resulullah (asm) ise o anda bir seki üzerinde bir taşın üzerine oturmuş; sulu et yemeği yiyordu.

Kadın arsızca:

“Şuna bakınız! Nasıl da oturuyor! Bir kulun oturduğu gibi oturmuş, kulun yediği gibi yiyor!” diye çattı.

Peygamber Efendimiz (asm) ise:

Benden daha kul bir kul var mıdır?” buyurdu. Kadın: “Kendisi yiyor da bize yedirmiyor!” dedi.

Peygamber Efendimiz (asm):

Gel; sen de ye!” buyurdu. Kadın:

O halde kendi ellerinle bana ver! ” dedi.

Peygamber Efendimiz (asm) ona kendi eliyle yemek yedirdi.

Kadının arsızlığı devam ediyordu:

O ağzındaki lokmayı benim ağzıma koy!” dedi.

Resulullah Efendimiz de (asm) mübarek ağzındaki lokmayı kadının ağzına koydu.

Kadın bu lokmayı yedikten sonra hayâ ve edep timsâli bir kadın oldu. Ölünceye kadar artık hiçbir edepsizlikte ve hayâsızlıkta bulunmadı. 4

Bu örnekte geçen, “Benden kul bir kul var mıdır?” sözü kulaklarımızda küpe olmalıdır.

Onun kulluğunu kendimize rehber kabul etmeye Sünnet-i Seniyye diyoruz. Nitekim Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, “Sünnet-i Seniyye edeptir. …Edebin envâını, Cenâb-ı Hak, Habibinde cem etmiştir.” 5

DUÂ

Ey Rabb-i Rahim! Bizi Kendine kul eyle! Nefsimize kul eyleme! Bize Resulullah’ın (asm) örnek olduğu kulluğu, edebi ve ahlâk-ı hamideyi öğret! Bizi edepsiz ve ahlâksız kılma! Taksiratımızı affet! Hatalarımız dolayısıyla bizi tecziye etme! Âmin!

Süleyman KÖSMENE

Dipnotlar:

1- İsra Sûresi: 1.

2- Kalem Sûresi: 4.

3- Ahzab Sûresi: 21.

4- Heysemi, IX/21 (Taberani, Ebu Umame’den); Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatu’s-Sahabe, Akçağ Yayınları: 3/112.

5- Lem’alar, s. 59.

Kaynak: NurDergi.com

Nihayetsiz Özgürlük

Evet hadisat-ı alem 6 cihetten tazyik ediyor, dünya bazı kişisel gelişimcilerin dediği gibi toz pembe değil. Ama bu nefsin gördüğü zahir ve maddesel, dünyevi tarafta böyle. Yoksa kalp ve ruh cihetinde hiçbir hadise özgürlüğümüzü elimizden alamıyor; çünkü ruh ve kalbin cevelan sahası Allah’a intisap yani o intisabın(iman bağının) kavileşmesi, derinleşmesi, farklı manalarda kurulması olduğu için dış tazyik ancak buna vesile oluyor, kolaylaştırıyor, belki insanı mecburen o intisabı kuvvetlendirmeye itiyor; işte o cihette insan denen mahluk NİHAYETSİZ özgür.. Zaten manevi terbiyelerin gayesi de insanı bazı meşakkatlere mecbur ederek o içerdeki vicdan, kalp, ruh gibi mekanizmaları tetiklemek.

Biz bilinçli olarak böyle bir terbiyeye girsek de girmesek de Rububiyet-i ilahiye bizi evirip çevirip iç alemimizi çalıştırmaya sevk ediyor. Dünya hayatı ve hadisatı bu manada istihdam ediliyorlar şeklinde değerlendirmek kader risalesinden çıkan bir netice diye anlıyoruz.

Yani özgürüz.. Kendimizi sıkıştırılmış hissettiğimiz noktalar nefsimizin Rububiyet iddia etmek isteyip de eline geçmeyen varlık yanılgıları.. Herşeyin sahibi olan Zatı, Malik-ül Mülkü bulmamız, mevhum varlık iddiamızdan kurtulmamız için sıkıştırılıyoruz.Çok bunaldığım, ağır bir imtihandaydım, bir kardeşim söylemişti : “at seccadeni, istediğin kadar namaz kıl, kim tutar seni..” demişti. İstediğimiz kadar yana yana Allah diyelim, kim tutar bizi..

Aliye Yüksel

Her Halin Öğrettiği

MODERN ZAMANLAR yoksulluğun yerildiği, varsıllığın övüldüğü zamanlardır. İnsan için cesedini daha konforlu yaşatabilmek dışında bir gayeyi meşru görmez. Maddi veya kapital olarak kendi skalasında, kendi değer ölçeğinde anlamlandıramadığı çalışmaları hoş görmez, beyhude görür; mistik, metafizik gibi isimlendirmelerle değersizleştirdiğini, fantastik bir uğraş haline dönüştürdüğünü düşünür.

Modern zamanların lügatinde fakirlik ve acziyetin, içerisinde kaale alınır bir değere işaret ettiği bir anlam veya kavram yoktur. Başarmanın ölçüsü fakirlikten uzaklaşmanın derecesidir. “İhtiyaç hissetme” halinden ne kadar uzakta kalırsan ve “sahiplik, malikiyet” hisleriyle ne kadar hâllenirsen o kadar başarılı olursun.

Modern zamanların hayat ve dolayısıyla insan tasavvuru tek-tiptir. Hayatı tek bir formda okur. Yoksul bir hayat bu formun içerisinde ihmal edilmeye değerdir onun için.

Oysaki mü’min hayatı ve eşyayı tek bir formda okumaz. Zıtların kardeşliğinde ve tezatların buluşturduğu noktada Rabbinin şuunatına mazhar olma halini yaşar. Mü’min varsıl iken şükür ve şefkat vurgulu bir ubudiyet kurgusuyla, yoksul iken ise sabır ve izzet vurgulu bir ubudiyet kurgusuyla hayatı okuması ve muhatap olması gerektiğini bilir; bilmekle de yetinmez, o hali dünyasına taşır, aklındaki bilgiyi kalbindeki marifete ulaştırır ve dönüştürür. Her halükarda insan ister sabır, ister şükür yoğun ubudiyetle mükellef olsun, dünyasını acz ve fakr ile yoğurmak ve beslemek durumundadır.

Şükür halinde “Ben acizdim, fakirdim iktidarım kısıtlı idi, Sen (Muhsin olan Rabbim) bu nimetleri bana ihsan ettin, kudretinle (Kadir olan Rabbim) bana yardım ettin, benim fakirliğim Senin gınana (Ganiyy olan Rabbim) benim acziyetim Senin kudretine işaret eder” bilinci vardır. İnsanın şükür hali dünyasında bu anlamların varlığına işaret eder. Sabretmenin dili de dünyamızda “Ben acziyet ve fakr içindeyim, ancak Senin kudret ve ihsanınla aczimin ve fakrımın perişaniyetinden kurtulabilirim” manasının yerleştiğini gösterir.

Yani modern zamanlar veya zamanın ahiri bizi fakirliği yok sayan bir hayat tasavvuruna çağırır, başarı ve itibar ölçüsü olarak zenginliği koyar önümüze ve dünyamıza. Modern zamanlar için fakirliğin, başarısızlığın ve yenilginin tek formlu hayat tasavvuru içinde yerleri yoktur. Başarısızlık ve sonucu olarak fakirlik bu hayat içerisinde hiçbir anlamsal kalıba tekabül etmemektedir ve bu anlamda işaret ettiği bir değer kesinkes yoktur.

Oysa ubudiyet hali, adı üzerinde bir “hal”dir ve hayatın içerisinde yok saydığı, değersizleştirdiği, ihmal ettiği hiçbir durum söz konusu değildir. Allah Kâbıd ve Bâsıt’tır. Dilediğini genişlendirir, dilediğini daraltır, her halükarda rızkı veren Allah’tır. Hayat ve eşya Rabbinin yazar bozar bir tahtasıdır. Her yazmak ve bozmak bir esma talimine, en nihayetinde ise bir şuunata işaret eder. İnsan ise hem mülktür, hem memluktur, hem de mülkünde çalışmaktadır. Dolayısıyla insanın nefsine ve enesine hiçbir açık kapı kalmamaktadır.

Ubudiyet hali Rabbinin şuunatından nasiplenebilme halidir. Bu halde makbul olan başarmak değildir. Bilakis bazen makbul olan yenilmek de olabilir. Makbul olan “akıbet sahibi” olabilmektir. Ve akıbet muttakilerin olacaktır. Muttakiler ister başarısızlık, fakirlik ve yenilgi ile sabır vurgulu bir ubudiyet halinde olsunlar, ister başarı, zenginlik ve galibiyetle şükür vurgulu bir ubudiyet halinde olsunlar, her ne halde olurlarsa olsunlar, enfüsî âlemlerinin merkezinde fakirlik ve acziyet marifeti vardır. Bu marifetle Rabbinin ihsan etme, şefkat etme, rızıklandırma şuunatına muhatap olur. Varsıllığın veya yoksulluğun, başarının veya başarısızlığın, yenilginin veya zaferin her halin içerisinde bu şuunattan nasiplendirecek bir ubudiyet tavrı vardır. Aslolan hayatı bu ubudiyet tavrını merkeze alan bir duruşla okuyabilmektir. Bunun için modern zamanların zihnimize ve dünyamıza berkittiği, başarıyı her halükarda yücelten, zenginliği de başarının tek ve sarsılmaz ölçüsü olarak sunan duruşuna karşın, zenginliği ve fakirliği de “takva hali”nin farklı renkleri haline getiren “akıbet sahibi muttakilerin” duruşunu dünyamıza taşımalı ve hakim kılmalıyız.

Aslolan şu dünya hayatında modernizmin tamamen maddi ölçüleriyle “dünya hayatından bir zahir bilenler”den olmamak, bir müttaki olarak küfür ve dalalet dışında her halin kalbimize ve vicdanımıza ulaştırdığı şükür derslerinin muhatabı olabilmektir.

Ey talib-i hakikat, belki de bilsen Rabbinden, “yenilme”yi daha çok yenilmeyi, “fakirliği” daha çok fakirliği, “başaramama”yı daha çok başaramamayı talep edersin.

Kim bilir.. Alîm ve Hakîm olan Rabbin bilir.

© 2010 karakalem.net, Metin Ergöktaş

Nefisperestliğe Sevk Eden Sebepler ve Çareleri

Peygamberimiz (sav) insanın en büyük düşmanının “nefis” olduğunu ifade ederek, “Allah’ım sen beni göz açıp kapayıncaya kadar nefsimin eline bırakma!” diye de dua etmiştir. Hz. Yusuf (as) Züleyha ile imtihanını, Allah’ın rahmeti ve delili görerek kendi lehine çevirdikten sonra, “muhakkak ki, nefis kötülükleri emredicidir” demiştir. Bu ve benzeri nasların teşvikiyle müminler her zaman, “Ya Rabbi sen bizi nefs-i emmarenin şerrinden koru” diye dua etmeyi önemli bir gaye haline getirmişlerdir. Yine Hz. Muhammed (sav) bir savaştan sonra,”Biz küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz” buyurmuştur. Bütün bu ve benzeri ifadeler, nefsin insanı kötülüklere teşvik eden özelliğine işaret ediyor. Bu haliyle nefs-i emmare, şeytanın arkadaşı olarak karşımıza çıkıyor. Bu anlamlar gözönüne alındığında, “nefisperestlik”, kötülükleri isteyen nefsin arzularına boyun eğmeyi ifade etmektedir. 

Nefisperestlik, bir anlamda insanın “dünyaperest” olması manasına da gelmektedir. Bu ise, insanın -Said Nursi’nin ifadesiyle- geçici ve elemlerle dolu ve “kömür” değerinde olan dünyayı, daimi ve “elmas” kıymetinde olan ahirete tercih etmesi demektir. Ki, bu tercih Kastamonu Lahikası’nda, ahirzamanın en önemli özelliği olarak ifade edilmektedir. 

Biz bu çalışmamızda insanın niçin nefisperest olduğu sorusunun cevabını aramaya çalışacağız. Acaba insan neden nefisperest olmakta ve dünyayı ahirete tercih etmektedir? Nefisperestliği büyük manevi hastalıklardan birisi olarak kabul edersek, bunun tedavisi nasıl olabilir? 

Nefisperestliğin sebeplerinden birisi şudur; insan nefsinin az, elemli, geçici bir lezzeti, daimi ve elemsiz bir lezzete -sadece birincisini “peşin” gördüğü için- tercih etme özelliği vardır. İnsanoğlu nefsin bu aldatmacasını, bir üzüm yiyip on takat yedikten sonra bile farkedemeyecek kadar gaflet içerisindedir. Çünkü peşin ücret için alınan anlık bedensel haz ve lezzetler, aslında “zehirli bir bal” olduğu için, insanın istikametli düşünmesini engellemektedir. Özellikle ruh, akıl, kalp ve sırrın dairesine hiç girmeyen ve her zaman sadece bedenin dairesi içinde kalan, insan olduğu halde insani özellikleri kullanmayan kişilerin, bu anlık, elemli lezzetleri bırakıp ebedi lezzetler olan kalp, akıl ve ruhun dairesine girmeleri ancak, “tefekkür ve zikirle” mümkün olmaktadır. Kur’an birçok ayetinde insanı tefekküre ve zikre teşvik etmektedir. Kur’an’ın teşvik ettiği tefekkür ve zikirle insan kendini ve kainatı tanıyacak, Rabbini bulacak ve bununla ebedi lezzetlerin menşeine ulaşacaktır. Emirdağ Lahikası’nda dikkat çekildiği gibi, insanın nazarını sadece dünyaya hasretmesi ona manevi bir sarhoşluk vermekte, kalp, ruh ve aklın daimi lezzetlerine olan ihtiyacı unutturmakta, insan da bunların yerine nefsin teşvik ettiği bedensel, fani ve elemli hazların peşine düşmektedir. 

Nefisperestliğin sebeplerinden ikincisi; bu asırda insanların dünya sadece hayatını medeniyet fantaziyeleriyle geçirme düşüncesine aldanmalarıdır. Bu uğurda insan din ve namus gibi mukaddes değerlerini bile rüşvet olarak verebilmektedir. Bu anlayışa göre insan için hayatını güzelce yaşamak, gününü gün etmek uğruna her şey mübahtır. İnsanı bu şekilde düşünmeye ve yaşamaya sevk eden unsurların başında çevre faktörü gelmektedir. Yani birlikte olduğu arkadaşları, medya, sinema… Kur’an bazı insanların Allah’a, “Ya Rabbi, bize sadece bu dünyada iyilik ver!” diye dua ettiklerini, bu gibi insanların ahiretten bir nasiplerinin olmadığını beyan etmektedir. Bu, nefisperestliğin bir sonucudur. Hayatı, sadece bu geçici dünya hayatından ibaret zannedenler bu şekilde dua ve temennide bulunurlar. Böyle insanlara çevre faktörü de yardımcı olur. Bu tür insanlar, Allah’ın kendilerine yanlış yoldan dönmek için “mühlet vermek” maksadıyla ömür bahşettiğinin farkına da varamazlar. Buna karşılık bazı kimseler ise, “Rabbimiz bize hem bu dünyada iyilik ver, hem de ahirette iyilik ver!” diye dua ederler. Bunların hem bu dünyada “helal dairesinde” nasipleri vardır, hem de ahirette. Hayvanlar bu dünya için yaşarlar. Ama insan her iki dünya için yaşar. Bu dünya ahiretin bir tarlasıdır. Bu yüzden nefsin ve şeytanın bu dünyayı süslü, güzel ve cazibeli göstermesine aldanmamalıdır. Sadece dünya için çalışmak bizi ahiret mutluluğundan mahrum edeceği gibi, dünyada da tam ve elemsiz bir lezzet almamızı engeller. 

Nefisperestliği teşvik eden faktörlerden üçüncüsü; insanın asıl gayesinin “teşebbüh-ü bilvacib” olduğunu söyleyen dinsiz felsefi anlayışın yaygınlaşmasıdır. Otuzuncu Söz’de, “ene” bahsinde konu çok dakik bir şekilde ele alınmaktadır. Buna göre felsefe, “teşebbüh-ü bilvacib, insaniyetin gayet-i kemalidir” prensibiyle insanları Allah’a benzemeye teşvik etmektedir. Bu teşvik, Kur’an’ın ve Peygamberimizin emirlerine uymak olarak ifade edebileceğimiz, “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmayı” değil, O’nun Zatına benzemeyi ifade etmektedir. Bu batıl görüş gönümüzde, “insan potansiyel tanrıdır” fikrinin doğmasına sebep olmuştur. Kur’an’da “nefsini ilah edinen insan” nitelendirmesine bu temelsiz düşüncenin peşini takip edenler düşmektedir. Hatta bu, günümüzde Batı kaynaklı “kişisel gelişim” kitaplarındaki bazı fikirlere de kaynaklık etmektedir. Bu tür kitapların bazılarında insanda “sınırsız güç” olduğundan bahsedilebilmekte, çok dindar kabul ettiğimiz bazı kimseler de buradaki tuzağın farkına varmayarak ehl-i iman arasında bu insanı şirke götüren fikri yayma yanlışlığına düşmektedir. İnsan böyle bir düşünceye inandırılmak istenmektedir. Bu fikir, “teşebbüh-ü bilvacib” ya da, “insanın potansiyel tanrı olduğunu” iddia eden fikirlerin uzantısı görünümündedir.

 Halbuki böyle bir akıl yürütme tarzı, insanın ibadet etmesini netice veren onun “sınırsız acizliği, fakirliği ve noksaniyeti ile” tezat oluşturmaktadır. İnsan sınırsız güç sahibi değil, sınırsız acz ve fakr sahibidir. Bunun farkına varan bir insan gücü sınırsız olan Allah’a, zenginliği sonsuz olan Yaratıcıya sığınma, ona kulluk etme ihtiyacı duyar. Bununla da -Yirmi Altıncı Söz’ün sonundaki Zeyl’de ifade edildiği gibi- “mahbubiyet” makamına, yani Allah’ın emirlerini yaptığından O’nun tarafından “sevilme” makamına erişmiş olur. Kendinde sınırsız güç vehmeden insan ise, nefisperest olarak, Allah tarafından sevilen değil, nefret edilen biri muamelesi görüp, uçuruma yuvarlanacaktır.

 Yirmi Dördüncü Söz’ün Beşince Dal’ında izah edildiği gibi, insan kendi nefsini kendine “mabud ve mahbub” yapar. Yani nefisperestlik yaparak, kendi nefsine tapar ve nefsini Allah’tan daha fazla sever. Nursi’nin ifadesiyle kendi nefsine “Rububiyet” verir. Halbuki, insan nefsi bir Rab olarak kabul edilemez, mabud ve mahbub olamaz. Çünkü sevginin sebeplerinden hiçbirisine insan nefsi, insanın kendisi sahip değildir. Nursi’ye göre sevginin sebepleri, kemal, menfaat, lezzet, güzellik, hayır gibi şeylerdir. Acaba insan bunlara sahip midir? Hayır. İnsanın sahip olduğu şeyler, kusur, naks, fark ve aczdir. Karanlık ne kadar koyu olursa, ışık o kadar parlak olur. İnsan da kendisindeki acz, fakr, kusur ve naksı ne kadar çok hissederse, zıtlık itibariyle Celal sahibi Allah’ın sonsuz Kemal, Cemal, Kudret ve Rahmetini fark eder, anlar, derk eder. Buna göre nefisperest insan kendisini zıtlık kuralıyla Allah’ın kemal sıfatlarını gösteren, yüksek bir makam olan “ayinedarlık” makamından, “Rab” makamına çıkarmış olmaktadır. Böylece Kur’an’da büyük bir zulüm olarak ifade edilen “şirk”in içine düşmektedir. Buna göre insan nefsini bir ilah derecesine çıkarmış olmaktadır. Halbuki, mabud ve mahbub edinilen, nefis gibi put haline getirilen bütün nesneler, insan nefsi açısından mabudiyetten uzaklık noktasında farklı değildir. Cahiliye döneminde tapılan putlar cansızdı, nefisperest insanın taptığı nefis putu ise canlı bir put olma özelliğini taşımaktadır.

Yirmi Dördüncü Söz’ün Beşince Dal’ının Birinci Meyvesi’ndeki izahlar, nefisperestliğin tedavi yolunu da göstermektedir. Buna göre, insan nefsi, kusur, naks, fakr ve aczden yoğrulmuştur. Bu yüzden sevginin sebepleri olan kemal, menfaat, lezzet ve hayır gibi şeylere gerçek anlamda sahip değildir. İnsan kendini bunlara sahip zannetmektedir. Öyleyle insanın kendi nefsini, nefisperestlik ederek mabuda layık bir şekilde sevmesi ve onun emrine girmesi doğru değildir. Bunun sonucunda insan nefsini sevmemeli, ona düşman olmalıdır. Çünkü nefs-i emmare, insanı kötülüklere sürüklediği, kötülükler de insanı cehenneme götürmeye sebep olduğu için insanın düşmanıdır. Bu haliyle böyle bir düşmana sevgi beslemek, ona dostluk elini uzatmak, insanın bilerek kendini bir uçurumdan atmasından daha feci bir durumdur.

Peki ne yapmalıdır? Nefse acımalıdır ve mutmainne olduktan sonra ona şefkat etmelidir. Yüce Allah, nefs-i mutmainneye hitap etmekte ve “Ey nefs-i mutmainne! Rabbine razı olan ve olunan olarak dön, kullarımın arasına gir, cennetime gir.” demektedir. Buna göre nefs-i emmareden kurtulmaya çalışmak gerekir. İnsan gerçekten kendini seviyorsa, kendine şefkatliyse, kendini cehenneme sürükleyecek, dünya ve ahiret mutluluğundan uzaklaştıracak nefs-i emmareden kurtulmaya çalışır, daima mücahede içinde olur, “büyük cihadın” bilinci içinde olur. Levvameden, mutmainne mertebesine çıktıktan sonra da ona şefkat eder. Yani onu tekrar kötülükleri isteyen bir konuma, “emmare” konumuna düşmekten korumaya çalışır. İşte bu korumaya çalışmanın adı, Risale-i Nur’da “mutmainne olan nefse şefkat etmek”tir.

Çünkü şefkat etmek burada, insanın kendini tehlikelere düşmekten korumasıdır. En büyük tehlike de insanın nefs-i emmarenin isteklerine uyarak kötülüklere bulaşmasıdır. Bu yüzden Said Nursi, çok önemli bir noktayı “tecdid” anlayışı ile ortaya koymakta; nefse muhabbet beslemek ile mutmainne olduktan sonra ona şefkatli davranmayı birbirinden ayırmaktadır. Nefs-i emmareye sevgi, onu ilahlaştırır. Mutmainne olmuş nefse şefkat ise onu şirkten, imansızlıktan, günahlara girmekten korur. İşte bu da Risale-i Nur’da şefkatin kaynağı olarak takdim edilen Rahim isminin bir tecellisi, yansıması olarak değerlendirilebilir.

Dr. A. Said Yargıcı

(Köprü Dergisi, Yaz 2004 Sayısı, “Popüler Esaret: Nefisperestlik “)