Etiket arşivi: kuran-ı kerim

Kur’an-ı Kerimin Kimliği

Kur’an-ı Kerimin Kimliği

Kuran’ı kerimi bu tarz bir tanıtımla görmemiş olabilirsiniz! Onun için aşağıdaki metni dikkatlice okuyunuz;

Adı: Kuranı Kerim
Lakabı: Mecid
Lisanı: Arapça
Nüzul zamanı: 27 Ramazan , Fil senesinin kırkıncı yılı
Nüzul mekanı: Mekke, Medine, Hira mağarası
Nazil eden: Allah’u Teala
Vahiy meleği: Hz. Cebrail
Vahyi alan: Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve alihi vesellem
Vahiy sayısı: 24 bin defa
Nazil olma müddeti: 23 yıl
İlk nazil olan ayet: “Yaratan Rabbinin adı ile oku.”
İlk nazil olan süre: Alak
Son nazil olan süre: Nasr
Son nazil olan ayet: “Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim.” (Maide,3)
Cüz sayısı: 30
Süre sayısı: 114
En azametli ayet: Ayet’el Kürsi
En uzun süre: Bakara
En kısa süre: Kevser
En uzun ayet: Bakara süresinin 282. ayeti
En kısa ayet: Taha süresinde “Taha” ayeti
Mekki sürelerin sayısı: 82
Medeni sürelerin sayısı: 20
Mekki ve Medeni sürelerin sayısı: 12
Kuran’ı kerimin yarısındaki süre: Kehf süresi
Kuran’ı kerimin anası: Fatiha süresi
Kuran’ı kerimin kalbi: Yasin
Kuran’ın gelini: Rahman süresi
İki besmele olan süre: Neml süresi
Besmele olmayan süre: Tevbe süresi
Hizb sayısı: 120 hizb
Bütün ayetlerinde Allah ismi olan süre: Mücadele süresi
Ayet sayısı: 6236 ayet
Kelime sayısı: 77439 kelime
Harf sayısı: 330733 harf
Nokta sayısı: 105684 nokta
Kuranı kerim üç bölümden ibarettir: Allah’ın vahdaniyeti, Kıssalar, Ahkâm
Üç defa okunduğunda Kuran’ın hatim sevabını teşkil eden süre: İhlas süresi

Kuran’ı kerimde erkek ve kadın eşit oranda, eşit kelimelerle zikrolunmuştur. Yani Kuran’ı kerimde erkek 24 defa kadın da 24 defa zikrolunmuştur. Bu nokta insanı hayrete düşüren ve insanın üzerinde tefekkür etmesi gereken bir noktadır.
Bu nokta Kuran’ı kerimde her konunun eşit olarak beyan olunduğunu göstermektedir.

Kuran’ı kerimde dünya 115 defa
ahiret de 115 defa,
Melekler 88 defa
şeytan da 88 defa,
Yaşamak 145 defa
ölüm de 145 defa,
Fayda 50 defa zarar da
50 defa,
Millet (halk) 50 defa Peygamberler de 50 defa,
İblis 11 defa İblis’in şerrinden Allah’a sığınmak da 11 defa,
Musibet 75 defa,
şükür de 75 defa,
Sadaka 73 defa
razılık da 73 defa,
Aldatılanlar (delalete düşenler) 17 defa ölüler de (ölü insanlar da) 17 defa,
Müslümanlar 41 defa
cihad da 41 defa,
Altın 8 defa güzel ve
rahat yaşam da 8 defa,
Büyü 60 defa fitne de 60 defa,
Zekat 32 defa
bereket de 32 defa,
Zihin 49 defa
nur da 49 defa,
Dil 25 defa
nasihat da 25 defa,
Arzu 8 defa
korku da 8 defa,
Aşikâr konuşmak 18 defa
tebliğ etmek de 18 defa,
Zorluk 114 defa
sabır da 114 defa,
Muhammed sallallahu aleyhi ve alihi vesellem 4 defa Şeriat da (Hz. Peygamberin öğretileri de)
4 defa zikrolunmuştur.

Kuran’ kerimde tekrar olan kelimeler de insanın dikkatini Kuran’ı kerime celbetmekte ve tefekküre sevk etmektedir;

Namaz 5 defa,
ay 12 defa,
gün 365 defa zikrolunmuştur.

Acaba bunların tamamı tesadüf üzere olabilirmi!

Kamer süresinden Kuran’ı kerimin sonuna kadar 1389 ayet vardır. Kameri takvimine göre miladi 1969 senesine tekabül etmektedir. Aya gidilme tarihi 1389 senesinde gerçekleşmiştir.

Kuran’ı kerimin 19. süresinin (Meryem) 57. ayeti Hz. İdris hakkında şöyle buyurmuştur; ” Ve onu, yüce bir mekâna yükselttik.” İnsan uzaya ilk olarak 1957 senesinde gitmiştir.

Bütün erkek ve dişi hayvanlarda bulunan kromozomlar eşittir. Bal arısı kromozom açısından diğer hayvanlardan farklı olan tek hayvandır. Zira bal arısının on altı çift kromozomu vardır ama erkek arının on altı tek kromozomu vardır. Kuran’ı kerimin on altıncı süresi ise Nahl (bal arısı) süresidir.

Kuran’ı kerimin bir kaç yerinde merkeb(eşek) kelimesi diğer hayvanlarla beraber zikrolunmuştur. Ancak sadece Kuran’ı kerimin iki ayeti kerimesinde bu hayvanın adı tek başına zikrolunmuştur. “Seslerin en çirkini, şüphesiz merkeblerin sesidir.” (Lokman, 19) ” Tevrat’la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerle kitap taşıyan merkebin durumu gibidir.” (Cuma, 5) Bu hayvanın 31 çift yani 62 kromozomu vardır. Bu iki süre (Lokman, Cuma) Kuran’ın 31. ve 62. süreleridir.

“Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Rad, 28)
Selam, Sevgi ve dua eder dualarınızı beklerim.

 

www.NurNet.org

Ramazan’ın Son 10 Günü Çok Değerlidir

Ramazan ayı, içinde barındırdığı Kadir gecesiyle, müminlere izzet-i ikram olarak sunulmuş huzur ve bağışlanma zamanıdır. Efendimiz (sas), “Ramazan; evveli rahmet, ortası mağfiret ve sonu cehennem ateşinden kurtulma ayıdır.” buyuruyor. Bu mübarek ayın sonuna yaklaşsak da bereketinden faydalanmak için daha on günümüz var. Bugünlerde af ve mağfiret kapıları sonuna kadar açık…

Günlük hayatımızda kullandığımız “Sayılı gün çabuk geçer.” ifadesinin esasında psikolojik bir temeli var. Bizi terk edip gitmesini istemediğimiz günler, su gibi akıp geçiyor. On bir aydır hasretle beklediğimiz Ramazan ayının sonlarına yaklaştık. Ramazan, bu ayın Allah katındaki değerini, bu ayda yapılan ibadetlerin sevaplarının katlanarak geri döneceğini bilen bir Müslüman için gerçekten hızlı geçiyor. Neyse ki, on günümüz daha var. Manen temizlenmek için bir fırsat niteliğinde bir on gün…

Diyanet İşleri Başkanlığı Yüksek Kurulu Üyesi Prof. Dr. Ramazan Altıntaş, Ramazan ayının; evvelinin rahmet, ortasının mağfiret, sonunun ise cehennem azabından kurtuluş zamanı olduğunu hatırlatıyor. Peygamber Efendimiz (sas), Ramazan ayının son on gününü; “Mümin kulların, Ramazan’a hürmet eden, Ramazan’da gayret eden kulların cehennemden azad olma zamanı.” diye tarif ediyor. Yani kulların cehennemlik olacak günahları varsa bile, Ramazan bereketinde Allah’ın (cc) rahmetiyle bağışlanıp cehennemden azad olacakları zaman olduğu müjdesini veriyor. Prof. Dr. Altıntaş’a göre, bu mübarek ayı, Allah’ın istediği gibi, bireysel ve sosyal ibadetlerle değerlendirip bu ayın hakkını vermiş bir kulun bağışlanmayı ümit etmesi gerekiyor.

Biz oruç tutarız, oruç da bizi…

Bakara Sûresi’nin 43. âyetinde orucun farz olduğundan bahsediliyor. Bu âyet, “…umulur ki korunursunuz.” diye bitiyor. Altıntaş, Arapçada ‘oruç’ kelimesinin tam karşılığının ‘tutmak’ olduğunu hatırlatıyor ve, “Biz oruç tutarız, oruç bizi tutsun diye. Oruç tutan bir Müslüman, iç ve dış dünyasını kötülüklere geçit vermemek için adeta bir zırhla örmüş gibidir.” diyor. Zira Hz. Peygamber’den gelen rivayetlerde, inanarak ve karşılığını da sırf Allah’tan bekleyerek Ramazan ayını namazla, oruçla geçiren ve Kadir Gecesi’ni ihya eden bir Müslüman’ın günahlarının bağışlanacağı ifade ediliyor.

Ramazan ayının son on gününün ehemmiyetli olduğuna dair bir ışık daha var. Kur’an-ı Kerim’de, Fecr Sûresi’nin ikinci ayetinde Ramazan ayının son on gecesi üzerine yemin ediliyor. Altıntaş’a göre, Yüce Allah bir şeye yeminle başlıyorsa, onun değerli ve önemli olduğunu beyan etmiş oluyor.

Efendimiz, son on güne ayrı önem verirdi

Peygamber Efendimiz’in kızı Hz. Aişe Validemiz’in rivayet ettiğine göre Peygamberimiz, Ramazan ayında diğer aylardan daha çok ibadet ederdi. Son on günde ise ibadetlerini biraz daha artırır, geceleri ihya eder, ailesini de geceyi ihya etmeleri için uyandırırdı. Mescid-i Saadet’te itikâfa girerdi. Hayır ve hasenat alanında daha fazla yoğunlaşırdı. Peygamberimiz’in bu davranışı vefatına kadar sürmüş. Her yıl on gün itikâfa girerken, vefat ettiği yıl itikâfı 20 gün sürmüş, o yılki Ramazan ayında Cebrail (as) Kur’an-ı Kerim’i iki defa arz etmiş, karşılıklı okumuşlardı.

Prof. Dr. Ramazan Altıntaş, Ramazanın son günlerini sünnete uygun geçirmek için vakit namazlarını cemaatle kılmayı tavsiye ediyor. Diğer gecelerden farklı olarak kılınabildiği kadar gece namazı kılınmasının da çok faziletli olduğunu vurguluyor.

Bir de Efendimiz’in Aişe Validemiz’e bugünlerde sıkça okumasını tavsiye ettiği duayı hatırlatıyor: Allahümme inneke afüvvün tuhibbü’l-afve fa’fu annî. (Allah’ım! Sen affedicisin, cömertsin. Affetmeyi seversin. Beni de affet.)

Gece namazı

Sahabe efendilerimizden İbn Abbas, Hz. Peygamber’in Ramazan ayının bütün gün ve gecelerinde olduğu gibi son on gününde de bol bol Kur’an okuduğunu, hayır ve hasenat yaptığını, geceleri teheccüd namazı kıldığını rivayet ediyor. Prof. Dr. Altıntaş’ın anlattığına göre, Hz. Peygamber; Kur’an’ın doğum gecesi olan Kadir Gecesi’ni Ramazan’ın son on gününde arayın demiş ve bu ayın 23., 25. ve 27. geceleri Mescid-i Nebevi’de ashabına 8 rekatı nafile 3’ü vitr olmak üzere 11 rekât gece namazı kıldırmış. Cemaatle kılınan bu namazlar, sahur vaktine kadar devam etmiş. Altıntaş, bu namazların bizim için de sünnet-i müekkede ve çok faziletli olduğunu ifade ediyor.

***

İtikâfa bir oda ayırabilirsiniz

İtikâfta önemli olan, insanın günlük meşguliyetlerden sıyrılıp maneviyat iklimine girmesidir. İtikâfla Müslüman nefis muhasebesi yapar, Rabb’iyle bağ kurar. Günümüzde dünya meşguliyetleri eskiye nazaran fazla olduğu için itikâf yapmak çok zor gelebiliyor. Prof. Dr. Mehmet Zeki Aydın, bu sünneti ihya etmeye yeniden alışmak için birkaç günlük itikâflar düşünülebileceğini anlatıyor. Bu konuda bazı tavsiyeleri var: Mesela evinizde bir odayı ayırıp adını ‘itikâf odası’ koyabilirsiniz. Bu odada işi olmayan aile bireyleri birkaç saatliğine de olsa itikâfa girebilirler. Hatta durumu uygun olanlar 2 gün, 3 gün veya 10 güne kadar itikâf yapabilirler.

***

Nefis muhasebesi, insanı adam eder

Ramazanın son günlerinde ibadete sımsıkı sarılmak gerekiyor. Prof. Dr. Ramazan Altıntaş, son on günle ilgili tavsiyelerde bulunuyor. “Bu günlerde Kur’an-ı Kerim’i elden düşürmemeliyiz. Günahlarımızın bağışlanması için bol bol dua etmeliyiz. Oruç ibadetinin hakkını vermeli, geceleri teravih, teheccüd ve nafile namazlarla değerlendirmeliyiz. Farz ve vacip olan zekât ve fitrelerimizi vermenin yanında hayır ve hasenat yapmalıyız. İftar sofralarımıza fakiri, fukarayı davet etmeli, çocuklarımıza bu gecelerin önemini yaşayarak öğretmeliyiz. Mümkünse, son on günün bir ya da iki gününü bir camide ya da evimizde itikâfa girerek ibadette yoğunlaşmalıyız.

Altıntaş, nefis muhasebesi yapmanın önemini de vurguluyor. Ömrümüzün bir muhasebesini yapmalı ve hayatımızı ‘helal ve haram’ sınırlarını gözeterek yaşama konusunda kendimize bir istikamet çizmeliyiz. Altıntaş’a göre, nefis muhasebesi, toparlanmak ve değişmek için önemli bir vesile. Bir kimse nefis muhasebesi yapınca Ramazan ayını verimli geçiriyor. Bu da diğer aylarında maneviyatla geçmesini sağlıyor. Altıntaş’a göre iyi bir nefis muhasebesi ve ibadetle geçirilen bir Ramazan ayı, kişide iyi yönde ahlaki değişimi gerçekleştiriyor. Tabiri caizse, iyi bir nefis muhasebesi, insanı adam ediyor. Bu kişinin hayatında muhakkak olumlu değişiklikler gözleniyor.

***

İtikâf, mağfiretin anahtarı…

İtikâf; Ramazan ayının son on günü itikâf niyeti ile bir camiye, mescide ya da kadınlar için evde uygun olan bir odaya çekilerek zarurî ihtiyaçlar dışında dışarı çıkmadan inzivaya çekilip zamanını ibadet ve dua ile geçirmektir. İtikâf, kifâî nitelikli bir sünnet-i müekkededir. Hz. Aişe Validemiz’in (ra) anlattığına göre Peygamber Efendimiz (sas) Ramazan’ın son on gününde itikâfa girerlerdi. Bu, aziz ve celil olan Allah’ın kendisini ebedî âleme alıncaya kadar devam etti. Kendinden sonra hanımları da odalarında itikâfa girerlerdi.

Emekli imam Mehmet Duman, ömrünü hayır işlerine adamış insanlardan biri. Her sene Ramazan ayında bir mani olmadığı takdirde itikâfa giriyor. Duman, ihlâs ile yapılan bir itikâfın, amellerin en faziletlisi sayıldığını hatırlatıyor. Bu sayede kalpler bir müddet için de olsa dünya işlerinden sıyrılıp Allah ile irtibat içinde oluyor. Duman, konuyla ilgili bir rivayeti anlatıyor: “İslâm büyüklerinden Atâ şöyle der: “İtikâfa giren kimse ihtiyacından dolayı büyük bir zâtın kapısında oturup ‘Hâcetimi yerine getirmedikçe buradan ayrılıp gitmem.‘ diye yalvaran bir kimseye benzer. O da Allah’ın bir mâbedine sokulmuş, ‘Beni bağışlayıp mağfiret etmedikçe buradan ayrılıp gitmem.‘ demektedir. Kısacası, itikâf sayesinde insanın maneviyatı yükselir, kalbi nurlanır, simasında kulluk nişaneleri parlar, feyizlere mazhar olur.”

***

Kadir Gecesi son on günde saklı

Kadir Gecesi, müminlerin en değerli, en bereketli gecesi. Çünkü Rabb’imizin rahmet kapılarını sonuna kadar açtığı, manevî ziyafetin davetlilerine her türlü ihsanda bulunulduğu bin aydan daha hayırlı bir gece. Ebû Hureyre’den (ra) rivayet edilen bir hadise göre Peygamberimiz, Kadir Gecesi hakkında şöyle buyurmuş: “Kim ki inanarak ve sevabını Allah’tan umarak Kadir Gecesi’ni ibadetle geçirirse geçmiş günahları bağışlanır.

Ramazan ayının hangi gecesinin Kadir Gecesi olduğu belli değil. Peygamberimiz’in tavsiyesi, onu Ramazan ayının son on gününün tek gecelerinde aramak… Buna göre Kadir Gecesi Ramazan’ın yirmi bir, yirmi üç, yirmi beş, yirmi yedi ve yirmi dokuzuncu gecelerinden herhangi biri olabilir.

Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Zeki Aydın, bu gecede uzun uzun dua etmeyi ihmal etmemek gerektiğini hatırlatıyor. Çünkü bu gece Rabb’in kullarına ihsan gecesi… Aydın’a göre, herkesin iyiliğini isteyerek genelden başlayarak özele doğru dua etmemiz gerekir. Yani insanlık, İslam âlemi, Müslümanlar, ülkemiz, yakınlarımız, çevremiz, sevdiklerimiz, dostlarımız, ailemiz ve kendimiz sıralamasıyla dua etmek faziletlidir.

Türkan Uymaz

Kâinat Nasıl Okunur?

Kur’an’sız Olmuyor

Bu âlem ve içindeki varlıklar, bir yandan kendilerine mahsus tesbihlerini yaparken, öte yandan hal diliyle durmadan konuşur ve akıl sahiplerinin dikkatini çekerler. Meselâ, insanı hiç tanımayan, dil nedir, tat nedir, renk nedir, koku nedir, vitamin nedir bilmeyen meyve ağaçları insana çok yönlü faydalar sağlayacak meyvelerini vermekle hal diliyle insanı düşünmeye ve şükre çağırırlar. “Bu nimetleri yaratan ancak senin ve bizim Rabbimizdir. Biz onun birer fabrikası, yahut birer hizmetçisiyiz. Meyvelerimizi afiyetle ye ve bizi senin için yaratan Rabbine şükür ve ibadette bulun!” derler.
Keza, görme nedir bilmeyen güneş gözlere ışık saçarken, ciğer nedir bilmeyen hava da kanımızı temizler… Örnekleri artırabiliriz.
Kâinattaki bütün varlıklar böyle farklı dillerle hem Allah’ı tesbih ederler, hem de insanla konuşurlar.
Gel gör ki, bir Hak elçisine ve bir İlâhî fermana muhatap olmayan insanlar, bu manevî sözlere, ya kulak tıkayıp sadece dünyanın gecici zevk ve menfaatleri için çalışmışlar, yahut o kelâmlara yanlış mânâlar vererek bâtıl mabudlara tapmışlardır.
İşte insana hem Rabbini tanıtmak, hem de bu varlık âlemini ve onda cereyan eden hadiseleri doğru olarak okutmak üzere İlâhî kitaplar nazil olmuştur. Kur’ân-ı Kerîm bu fermanların sonuncusu ve en büyüğüdür.
Müşrikler o Hak kelâmına muhatap olmadan önce ne kâinatı okuyabiliyorladı, ne kendilerini, ne de taptıkları putlarını. Eğer bunları doğru okusalardı güneşe, nehire, ineğe ve kendi elleriyle yaptıkları putlara tapmazlardı; kendilerinin ve bütün mahluklatın yaratılışını putlara isnat etmezlerdi. Akıldan uzak olan şirk ve küfür yoluna sapmazlardı. Onlar bu halleriyle dillerini bilmedikleri ve konuşmalarına bir anlam veremedikleri yabancı bir ülkede dolaşıyor gibiydiler.
Ve Kur’ân güneşi hidayet nurlarını bütün ihtişamıyla neşre başladığında gözlerini o nura kapamayanlar kendilerini de, bütün eşyayı da ilk defa görüyormuş gibi hayretle seyretmeye başladılar.
İkra! (Oku!) emriyle başlayan o İlâhî fermana iman eden insanlar, hem âlemlerin Rabbini hak bir inanç üzere tanıma imkânına kavuştular, hem de kâinat kitabını doğru okumaya, iyi anlamaya ve onda tecelli eden İlâhî isim ve sıfatları bilmeye başladılar.
Bu vesileyle, Üstat Bediüzzaman Hazretlerinin birbirinden güzel Kur’ân tariflerinden birisinden bazı kısımları şöyle bir hatırlayalım:
“Kur’ân; Şu kitab-ı kebîr-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi…” 
Bu kâinat, kudret kalemiyle yazılmış büyük bir kitaba benzetiliyor ve tarifin devamında, âlemdeki varlıklar için “âyât-ı tekviniye” tabiri kullanılıyor. Tekvinî ayet, “kün emriyle yaratılan ve Allah’ın varlığını, birliğini, esmâ ve sıfatını bildiren ve onlara delil olan” demektir.
Kur’ân-ı Kerîm’deki ayetler Allah’ın kelâm sıfatından gelmişlerdir, kâinattaki ayetler ise kudret sıfatından… Nitekim Nur Külliyatında varlıklar için kelimat-ı kudret tabiri sıkça kullanılır.
Bu kâinat kitabı, bütün ayetleriyle Allah’ı tanıttığı halde hidayet nurundan mahrum olan insanlar o kitabın dilini anlamamışlardır. İşte, Kur’ân-ı Hakîm; kâinat kitabını tercüme etmiş, insanlara anlatmış ve o kitabın kâtibi olan Rabbimizi bize tarif etmiştir. Onu sıfatlarıyla, isimleriyle, fiilleriyle bizlere bildirmiştir.
Kur’ân-ı Hakîm’in kâinat kitabını tercüme etmesi sayesinde, “künuz-u mahfiye” olarak nitelendirilen İlâhî isimlerin, varlık âlemindeki tecellileri görülmeye ve okunmaya başlanmıştır.
“Künuz-u mahfiye” (gizli hazineler) ifadesiyle Allah’ın isimleri birer hazineye benzetilmiştir. Meselâ, Hâlık ismi bir hazinedir; bütün mahlukat o hazinenin cevherleri gibidir. Muhyi ismi ayrı bir hazinedir;  bütün hayatlar da o hazineden gelir.
Şu kâinat kitabında, her mahluk gibi her hadise de bir kelime yahut bir satır hükmündedir. Onlarda da esmâ ve sıfat-ı İlahiye tecelli etmektedir ve onların da doğru okunması gerekir. İşte, hadiselerin altında gizli olan bütün hakikatler ancak Kur’ân’ın irşadı ve talimiyle doğru okunabilmiştir. 
Gece ve gündüz, sıhhat ve hastalık, sevinç ve keder, ihtiyarlık ve ölüm bu kitapta yazılmış birer hakikattirler. Bunlar içerisinde insan için en önemli hadise ölümdür. Ölümü, “hiçlik, yokluk, kabre girip çürüme ve kaybolma” olarak düşünenler, ölümün hakikatine erememiş, o en önemli hadiseyi yanlış değerlendirmişler demektir.
Her hakikat gibi ölüm hadisesinin hakikati de ancak Kur’ân’ın irşadıyla anlaşılır. Ölüm, dünyadan ahirete göçmektir. Bu göçün ilk adımı kabir hayatıdır. Onu ba’s denilen yeni bir doğum daha takip edecek, onunla da kabir âleminden mahşer meydanına çıkılacaktır.

Ölüm Mümit isminin, diriliş ise Bâis isminin tecellileridir.

Nur Külliyatı’nda ölümün hakikatiyle ilgili çok geniş açıklamalar yapılmıştır. Birkaçını hatırlayalım: Ölüm, “tebdil-i mekândır, vazifeden paydostur, ıtlak-ı ruhtur.” Kabir ise “bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısıdır.” 
Yine Üstadın Kur’an taifinin bir bölümünde “avâlim-i uhreviyenin mukaddes haritası” ifadesine yer verilir.
Kur’ân-ı Kerîm’de, mahşere çıkışla başlayıp, “vakfe, mizan, sırat, cennet yahut cehennem” şeklinde devam eden âhiret hayatının yol haritası çizildiği gibi, cennette mazhar olunacak çeşitli saadetler ve cehennemde tadılacak muhtelif azaplar da birer fotoğraf gibi insanın önüne konulmuştur.
Tarifin devamından bir başka hakikat dersi: 
“Zat ve sıfât ve esmâ ve şuûn-u İlâhiye’nin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı…”
Allah’ın zâtı, sıfatları ve şuunatı hakkında tek sağlam bilgi kaynağı Kur’ân’dır. Bu gaybî ve sonsuz hakikatler hakkında insanın ne aklı, ne de hayali bir şey yapacak durumda değildir. Allah, kendisini Kur’ân’la anlatmış olduğundan, insanların yersiz tahminlerine ve geçersiz fikirlerine ihtiyaç kalmamıştır.
Biz Kur’ân ayetlerinden ve onları tefsir eden âlimlerimizin eserlerinden, “Allah’ın zâtının vacip, ezelî, ebedî, mekândan ve zamandan münezzeh olduğunu, sıfatlarının sonsuz olup ne kadar varlık yaratırsa yaratsın bu sıfatlarda hiçbir değişme ve eksilme düşünülemeyeceğini, zâtı ve sıfatları gibi, merhamet ve gazabının, şefkat ve gayretinin ve sair bütün şuunatının da mahlukatın halleriyle ve kabiliyetleriyle mukayese edilemeyeceğini” ve daha böyle nice hakikatleri öğrenmiş bulunuyoruz.
Son söz: 
Hak bir inanç üzere olmak, gerçeği olduğu gibi tesbit etmek, âlemi ve içindeki olayları doğru değerlendirmek istiyorsak bunun yolu şu ifadelerde çok net olarak gösterilmiştir:
“Kâinat mescid-i kebirinde Kur’ân kâinatı okuyor, onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım. Hidayetiyle amel edelim. Ve onu vird-i zeban edelim. Evet, söz odur ve ona derler. Hak olup, haktan gelip, hak diyen ve hakikati gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur.”

 Alaaddin Başar / Zafer Dergisi

İslâmî B/ilim – Bilimsel Bilim Karşılaştırmaları-3

Bilimsel Bilim’e Suç Duyurusu ve İslâmî (B)İlim’e Geçme Talebi

 

Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (R.Â.) “Medresetüz Zehra” Projesinin Ders Müfredatı kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî (B)İlim’e niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim (Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

 

Felsefî Yöntem ve Felsefî Düşünce içerisinde ortaya çıkan bir problem ve soru; Vahyî Yöntem içerisinde belki hiç karşılaşılmayacak bir problemdir. Dahası: Felsefî Metod’un kendi düzleminde, kendi kavram ve yöntemlerinin sonucu olarak doğan; yani yönteminin zorunlu sonucu olarak yürüdüğü yolda karşısına çıkan, karşılaştığı problem ve soru(n)ları; Vahyî Yöntem ve enstrüman – kavramlarla cevaplamaya çalışmak doğru değildir. Çünkü problem, Nübüvvet / Vahiy Sistemi’nden doğmamış ki, o sistem içerisinden cevap vermek zorunda olalım.

 

Yani kes – yapıştır yöntemiyle Nübüvvet Sistemi’nden alınan bir uygulamanın; din dışı, yani seküler, lâik bir sistem içine alınıp, çözüm diye entegre edilmesi; kendi sistemi içinde faydalı olan o uygulamanın işlevini kaybedip; o seküler sistem içerisinde faydasız, hatta zararlı olmasına bile yolaçabilir.

 

Yani Felsefe ve Bilim’in eksik veya yanlış, sığ veya dar yöntem ve tanım ve ta’rifleriyle şekillendirdiği yolda karşılaştığı problemler ve girdiği çıkmaz sokaklar; cevaplamakta aciz kaldığı veya cevabının doğrulama – yanlışlamasında aciz kaldığı soru(n)lar; gene kendi düşünme sistem ve metodundan kaynaklanmakta olup; kendi yöntem ve sisteminden kaynaklanan bu problemlere, gene o sistem içinde kalınarak veya başka sistemden devşirme usulüyle, eklektik / demonte çözümler bulunamaz.

 

Ya ne yapmalı? Başa dönüp, sistem tekrar check ve revize edilmeli; daha doğrusu ve en iyisi; paradigma değişimiyle, sistem tamamen terkedilmeli. Çünkü problem sistemden doğuyor, sistem kaynaklı; yapı kendi problemini üretiyor.

 

Örneğin: Daha önceki haftalarda “yanlış sorunun, doğru cevabı olmaz; soruları bilmek, cevapları bilmekten çok daha önemlidir ve doğru soruyu bilmek, doğru cevabı bilmekten çok daha önceliklidir; çünkü doğru cevaba, doğru soruyla ulaşılır” demiştik. Konuya uyarlarsak; Felsefe’nin vahiy mi – akıl mı öncelikli ve asıl?” sorusu yanlış, dolayısıyle bu soruyu doğru kabul ederek verilen tüm cevaplar da yanlış ve en azından eksik ve kusurlu oluyor.

 

Bu soru ve soru(n)un ortaya konuş ve ifade tarzı yanlış derken, yani asıl problem: Sorudaki “akıl” ve “vahy”in yanlış tanım ve ta’rif edilmesi. Dolayısıyle bu yanlış soru’nun zihnimizi manüple ederek gösterdiği yanlış bir ilüzyon ve yanılsama var! Yani soru, cevabı yanlış yerde aramamıza neden oluyor. Yani soru’nun kendisi sorun!

 

Bu sorudaki temel hatalardan birincisi: “Akıl” ve “vahiy”in anlam ve tanım, ta’rif ve konumlandırmasının yanlış olması. Bu yanlıştan doğan diğer yanlışta: Soruyu doğru kabul edenin zihninde; “akıl ve vahiy arasında bir öncelik – sonralık sıralaması var ve olmalı” yanılsaması doğurması ve bu yanılsamanın doğru olduğu önkabulü üzerinden cevaplar üretilmeye çalışılması.

 

Bu yanlış sorunun gerçekte olmayan bir problemi var(mış) gibi göstererek; zihnimizi teshir ve aldatma ve yönlendirmesinden kendimizi kurtararak; kendi müslüman bakış açımız, yani kitabımız Kur’ân–ı Kerîm’in bize öğrettiği kavram ve terminoloji (yani kitabımızın Kavram ve Anlam Haritaları’yla) konuya bakarsak; “akıl – vahiy” arasındaki ilişki ve etkileşiminin “göz – ışık” münasebetine benzediğini görürüz. Yani gözsüz ışığın ve ışıksız gözün bir anlam ve fonksiyonu olamayacağından; “akıl” ile “vahiy” için, aralarında bir öncelik – sonralık ve önem ilişkisi kurulamayacağı belirginleşmeye başlar.

 

Burada “akl”ın göze ve “vahy”in de ışığa benzetilmesinden; “akıl” olmadan “vahiy”in bilinemeyeceği ve anlaşılamayağı; “vahiy” olmadan da, “akıl”ın karanlıkta el yordamıyla, Güneş yerine kendi el feneriyle mes’âfe alamayacağı sonucu çıkar. Zaten vahyin akıl sahiplerine hitab/p ettiği; yani aklı olmayanın dinen de sorumlu olmadığı bilinen bir gerçek. Sonuç olarak: “Akıl”ın da Rabbimiz’in bir “tecelli” ve “mahlûk” ve “âyeti” olduğu unutulmayarak; “akıl” ve “vahiy” birbirlerine karşıt konumlanmış, birbirlerine antitez ve birbirinden ayrı ve bağımsız 2 ayrı seçenek değildir.

 

Başka bir konu: Şeytan imtihana tabi tutularak, o ma’lûm testten geçmeseydi; şu ânda o âlemde melekler gibi ibadet etmeye ve ihtiram görmeye devam edecekti. O test, kendisinde tohum hâlinde saklı bulunan kötü huy ve zaaf ve davranışları meydana çıkardı…

 

Müşterisi olup, satın almaya talip olduğumuz bir otomobilin her yerini kontrol edip, zorlu testlerden geçirerek; gerçek değerini ortaya çıkarmaya çalışmamız, böylece almaya değip değmeyeceğini anlamamız gibi; insanları imtihan ve testten maksatta; sınavı kaybedip, sınıfta bırakmak değildir. Tıpkı okul ve sınavdan maksadın, öğrenciyi sınıfta bırakmak olmaması gibi. Buradan çıkan sonuçlardan birisi: Okul, öğretme ve sınav ve yarışmanın amaçlarından birisi: Öğrenciye birşeyler öğretmek, dersi çalışma ve öğrenmeye zorlamak; böylece seviyesini yükseltme ve ölçmedir; sınıfta bırakma ve eleme değil…

 

Başka bir konu: “İnsan büyük bir âlem ve âlem büyük bir insandır” ve Kur’ân–ı Kerim “kûl” emriyle yazılmış 2 boyutlu (en – boy) âyetlerin bulunduğu “Kitap Kâinatı” ve kâinatta 3 boyutlu harflerle “kün” emriyle (ve her kisi de nokta / zerrelerin biraraya gelmesiyle) yazılmış âyetlerin bulunduğu “Kâinat Kitabı”. Buradan bakarsak: “Dünya” ve içindeki “insan”; bu âlemin hem Fatiha ve Besmelesi, hem de kalbi ve gözbebeği; başka açıdan hem meyvesi ve hem de çekirdek ve tohumu…

 

Belki de bu Kâinat Kitabı’nın “helezonik, sarmal DNA molekülü” ile aynı şekle benzer “Samanyolu Galaksimiz”, mikro ve makroyu bağlayan arka ve ön dış kapaklarıdır. Belki gökte dönen “gezegen – yıldızlar” ile vücudumuzda dönen “atomlar” başka bir dış kapaktır veya “Asıl Arş” ile “Kâlp Arşı” da, mikro ile makroyu bağlayan başka bir kapaktır…

 

Kur’ân’daki Fatiha, Bakara, Neml Sûre ve Âyetleri gibi; kâinatta da Dünya Suresi, İnsan Suresi, Ağaç Suresi, Su Suresi, Karınca Suresi ve Ahmet, Mehmet, Erol Sûreleri gibi; şahıslar adedince ayrı ayrı İnsan Sure ve Âyetleri var…

 

İleride kitap gibi 2 boyutlu değil, çok boyutlu, yıldız haritalarına benzer; yani âyetlerin birbirleriyle 5 – 10 koldan iplikçiklerle bağlanıp, linklenerek, köprülendiği; yani sırayla her bir âyetin merkeze alınıp, diğer âyetlerle münasebetinin tespit edilip, böylece yeniden yeniye oluşan Kur’ân Anlam Harita ve Görüntüleri’nin çıktığı; böylece yepyeni anlam perspektifleri doğacak “kürevî” ve “dinamik” bir Kur’ân Tefsiri; “Kur’ân Harita / Simülâsyon” ve “Holografik Görüntüsü” (bir anlamda; bizimle direkt konuşan, sorularımıza cevap veren; bir nevi canlı ve şuurlu, konuşan bir Kur’ân Tefsiri) gösterilebilir.

 

Sonra bu “Dinamik Kur’ân Haritası”nı ve bu haritanın gösterdiği “Kâinat Coğrafyası”nı, içiçe birbirlerini gösteren ve yansıtan bir ayna gibi karşılıklı tutarak; böylelikle üzerlerindeki harf, âyet ve surelerin birebir karşılık ve bağlantılarını görüp, iplikçik ve köprülerle çift yönlü bağlantılarının kurulduğu ikinci bir (gene yıldız haritalarına benzer ve gene çok boyutlu ve hareketli, dinamik) “Kur’ân – Kâinat Simülâsyon” ve “Holografik Görüntüsü” elde edilip, keşfedilebilir…

 

Kur’ân–ı Kerîm Kitabı’nı okumaya eûzu–besmeleyle  başlamamız gibi, bu Kâinat Kitabı’na muhatab/p olduğumuzda da; bu Kitabı da okur ve faydalanırken eûzu–besmeleyi dilimizle ve davranışımızla söylemek bundan dolayı gerekmektedir. Yani buradaki “Kur’ân – Kâinat Bağlantı ve Yansıması”nda; ilk vahyolunan âyetlere de (“Yaratan Rabbi’nin ismiyle, O’nun adına / adıyla oku insanın yaratılışını ve diğer kâinat âyetlerini…”) ve ni’metin başında söylediğimiz “besmele”ye de ve “ihlâs”a da işaret ve atıf vardır…

 

Kâinat Kitabı, “Büyük / Tekvinî / Kevnî Kur’ân” olduğu için; Kelâmî Kur’ân Âyetleri’ne (hatta harflerine) benzer getirmekten aciz oluşumuz gibi; Kâinat Ayetleri’nin en küçüğüne bile aynı, hatta benzer (nazire) getiremiyoruz. Mes’elâ kuşların, ancak “uçak” gibi kaba ve karikatürize bir modelini yapabiliyoruz.

 

2 boyutlu yazılmış “Kelâmî Kur’ân” ile 3’ten çok boyutlu yaratılmış “Kevnî Kâinat” Kitap ve Âyetleri’nin birbirine yansıma ve bağlantılarını araştırırken; birbirlerine “işaret, remiz, imâ” gibi atıflarına da dikkat edilmeli. Belki burada “Huruf-u Mukattaâ”nın şifre ve kod çözücü anahtar işlevi vardır. Kâinat Düzleminde, “Huruf-u Mukattaâ”nın simetrik veya asimetrik olarak karşılık ve izdüşümü nedir; yansıma ve iletişim / alışveriş kanalı hangi süreç veya nesnelerdir?…

 

İşaret” demişken; cevizin kabuğu ve içindeki cevizin, beyin kafatası ve beyne benzemesi örneğinde; o cevizin tasarım ve dizaynının böyle olmasının, cevizin öncelikle beyne yaradığına işaret olarak koyulduğunu ve her bitki (ve diğer yaratılmışlar A.K.) için Rabbimiz’in böyle işaret ve şifreler koyduğunu merhum Tahsin TOLA abinin (R.Â.) sözlerinde okumuştum…

 

İslâmî B/İlim’in Yöntemi olarak teklif ettiğimiz; “kûl” emriyle vahyolup, söylenen Kur’an-ı Kerîm Kitabı ile “kün” emriyle yaratılan Kâinat Kitabı konusunda; Bilim’in Bilimsel Yöntemi’nin değil eli, hatta göz ve hayâlinin bile ulaşamayacağı daha çok deney ve gözlem ve ölçümler; açılım ve keşifler yapılabilir. Şimdiki teknolojiden çok daha ileride teknolojik başarılar elde edilebilir.

 

Ancak benim bugünlerde dikkatimi çeken: “Allah’ın sözü, Allah’ın kitabı, âyetleri” diye abdest almadan dokunmadığımız ve devamlı yüksekte tutup, yukarılara astığımız (öyle yüksekteki artık elimizle ulaşıp, okuyamıyoruz!) kitabımız Kur’ân–ı Kerim’e bu kadar saygı ve hürmet gösterirken; “bu da Allah’ın yarattığı, bu da Allah’ın kitabı, âyeti” diye insan’a ve diğer yaratılmışlara saygı göstermememiz; bilâkis zarar vermemiz açıkça bir çelişki! Sanki bu mahlûkat Rabbimiz’in âyeti, Rabbimiz’in yarattığı / eseri değilmişte; tesadüfen, doğal olaylar neticesi olmuş gibi davranıyoruz herşeye! Misâlen: Elimizi gıdıklayan küçücük bir karasinekten bile (sanki bize zarar veriyor ve acıtıyormuş gibi) rahatsız olup; “Sahibi ne der!? Bu Sinek Âyet ve Kitabı’nı öldürüp, yere atarsam; bu direkt, yazar ve ustası, nakkaş ve sahibi olan Allahû Teâlâ’ya saygısızlık ve hakaret olarak gitmez mi!?” diye aklımıza bile gelmeden; nefes alma kolaylığında, nabzımızda en ufak bir değişme bile olmadan o sineği öldürüp; sanki sahipsiz ve kıymetsizmiş gibi ayağımızla çiğniyoruz! Eğer bilsek veya hissedip, farketsek ki; o sinek sadece “sinek” değil! Keşke o sinekle ölen sadece “sinek” olsa!

 

Merkezde ufak bir açı değişikliğinin, muhitte büyük bir açı ve yön değişikliğine sebep olması gibi; o sineği öldürmemiz ve ölümünün, “Mikro ve Makro Sonsuz”a doğru (limit sonsuza giderken) ne gibi bir değişiklik ve kırılma meydana getirdiğini bilemiyoruz!

 

Burada “İslâmî B/ilim – Bilimsel Bilim Karşılaştırmaları” isimli Yazımızı bitiriyoruz. Dikey ve yatay düzlemde birbiriyle doğrudan veya dolaylı bağlantılı bir sürü konudan bahsettik. Kâinat Resminden bazı pazıl parçalarını bu yazıya yerleştirdik ama resim tamamlanmadı; zaten bu dünyada tamamlanması da mümkün değil; çünkü Rabbimiz’in ilmi sonsuz (üstelik belki yarattığı mahlûkatta sonsuz sayıda / sayısız olabilir).

 

Tabloda yerleştirdiğimiz pazıllardan; hangi pazılların eksik ve nereye geleceklerini bulmak nisbeten kolay. Bu mes’ele İslâmî B/ilim Çalışmaları’nın ana konularından birini oluşturuyor. Bu konuda elimizde hazır bir yol haritası ve anahtar yok. Geçmişte oluşturulmuş hazır bir yöntem; buradan, üzerine basarak takip edebileceğimiz ayak izleri de yok. Diyagramlarla birbirine bağlanmış Kavram Haritaları’mız ve hazır cevaplarımız da yok ama sorularımız var! Bu sebepten neyi nerede arayacağımızı ve nereyi kazacağımızı az – çok biliyor, en azından tahmin edebiliyoruz. Bu sebepten birlikte yol alıp, deneme – yanılmalarla birlikte öğreneceğiz inşâallah.

 

Bu yazımızda “fihrist” gibi kuşbakışı bazı konulara değindik, bu geniş konulu arazinin bazı yerlerine işaret taşları bırakmakla yetindik. Hiçbirisine detaylı ve derinlemesine inemedik; hatta arazinin derinlik ve sınırlarını bile belirleyemedik ki, sıra bina dikmeye gelsin. Üstelik bu arazi 1’den fazla yapıya izin verecek genişlikte. Yani “fizik, kimya” gibi çeşitli ihtisaslara göre ve belki yeni üretilecek ihtisas dallarına göre inşa edilmesi gereken bina sayısı çok fazla. Elhasıl “İslâmî B/ilim Projesi”; takım ve heyet işi, üstelik disiplinlerarası çalışmayı gerektiriyor.

 

Başlangıç olarak belki; Eski Yunan ve Roma Felsefe ve bilgilerinin esas tutulup, Kur’ân tefsir ve açıklamalarının bile o fen – felsefeye göre yapıldığı ortalama hicrî 300’den sonra başlayan Asr-ı Saâdet’ten kopma ve kırılmaların tamiriyle başlayabiliriz mes’elâ.

Ayhan Küflüoğlu

 

Kültürlerarası İletişim Merkezi’nde Neler Oluyor?

Selamun Aleykum Değerli Arkadaşlar,
Yine güzel bir haberle geldik sizlere..
Elhamdülilah Merkezi’mize tarihi camiler ve mekanlarda ücretsiz dağıtılmak üzere
6.210 adet İngilizce,
3.060 adet Çince,
3.060 adet Almanca ve
3.060 adet İspanyolca,
toplamda
15.390 adet Kur’an-ı Kerim bağışı yapıldı. Ve hemen ilk etapta İstanbul’daki camilerimizde dağıtımına başladık. İnşallah bir kısmı önümüzdeki hafta Edirne’de Selimiye ve Eski Cami’de bulunan standlarımıza da ulaşacak.
Bu noktada halen talep gören bazı dillerde tercüme açığımız devam ediyor.
Her zaman desteklerinizi bekliyoruz…

Hayırda ve iletişimde kalınız.

Fatih Özkan

Kültürlerarası İletişim Merkezi