Etiket arşivi: kuran mucizeleri

Yedi Rengiyle Kâinâtı Aydınlatan Güneş; Kur’an Ve Mu’cizeleri (VIII)

KUR’AN’DAKİ İLMÎ MU’CİZELERDEN BAZI MİSALLER

7. KUR’AN’IN ELEKTRİĞE İŞARET EDEN AYETLERİ

Önce âyetleri okuyalım:

۞ٱللَّهُ نُورُ ٱلسَّمَٰوَٰتِ وَٱلۡأَرۡضِۚ مَثَلُ نُورِهِۦ كَمِشۡكَوٰةٖ فِيهَا مِصۡبَاحٌۖ ٱلۡمِصۡبَاحُ فِي زُجَاجَةٍۖ ٱلزُّجَاجَةُ كَأَنَّهَا كَوۡكَبٞ دُرِّيّٞ يُوقَدُ مِن شَجَرَةٖ مُّبَٰرَكَةٖ زَيۡتُونَةٖ لَّا شَرۡقِيَّةٖ وَلَا غَرۡبِيَّةٖ يَكَادُ زَيۡتُهَا يُضِيٓءُ وَلَوۡ لَمۡ تَمۡسَسۡهُ نَارٞۚ نُّورٌ عَلَىٰ نُورٖۚ يَهۡدِي ٱللَّهُ لِنُورِهِۦ مَن يَشَآءُۚ وَيَضۡرِبُ ٱللَّهُ ٱلۡأَمۡثَٰلَ لِلنَّاسِۗ وَٱللَّهُ بِكُلِّ شَيۡءٍ عَلِيمٞ ﴿٣٥﴾

“Allah, göklerin ve yerin Nûr’udur. O’nun nûrunun misâli, içinde lâmba bulunan bir kandillik gibidir. O lâmba bir cam içindedir. O cam da, sanki inciden bir yıldızdır; bu lâmba, ne doğuya ne de batıya nisbeti olmayan mübârek bir ağaçtan, zeytin ağacından (çıkan yağdan) yakılır; onun yağı, nerede ise kendisine ateş değmese bile ışık verecek! Nûr üstüne nûrdur. Allah, dilediği kimseyi nûruna hidâyet eder. İşte Allah, insanlara böyle misâller getirir. Çünki Allah, herşeyi hakkıyla bilendir.”

Şu Nur âyetinin manaca çok tabakaları vardır. Ve o tabakalardan bir tabaka ve bir perde dahi mu’cizane elektrikten haber veriyor.
Meselâ, زَيْتُونَةٍ لاَ شَرْقِيَّةٍ وَ لاَ غَرْبِيَّةٍ cümlesi: “Elektriğin kıymetdar metaı, ne şarktan ne de garbdan getirilmiş bir mal değildir. Belki yukarıda, hava boşluğunda rahmet hazinesinden, semavat tarafından iniyor. Her yerin malıdır. Başka yerden aramağa lüzum yoktur” der.

Hem meselâ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِيءُ وَ لَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ cümlesi, işaret yoluyla diyor ki: “Onüçüncü ve ondördüncü hicrî asırlarda asırda semavî lâmbalar ateşsiz yanarlar, ateş dokunmadan parlarlar. Onun zamanı yakındır.” İşte bu cümle ile nasılki elektriğin olağanüstü keyfiyetini ve geleceğini işaret yoluyla beyan eder.

Bilindiği gibi, elektriği ilk ciddi manada, bilim adamı William Gilbert incelemiştir. 16. Yüzyıl sonlarında, manyetizma ile statik elektrik arasındaki ilişkiyi incelemiştir. Elektrik yüklerinin, eksi ve artı olarak adlandırılmasını da belirlemiştir. 1767 yılında Joseph Priestley, elektrik yüklerinin birbirlerini, aralarındaki uzaklığın karesiyle ters orantılı bir şekilde çektiklerini keşfetti. 1729 yılında da Stephen Gray, metaller gibi bazı maddelerin, bir yerden başka bir yere elektrik ilettiklerini buldu.

1800 yılında Alessandro Volta, elektrik pilini icat etti. Elektrik konusunda en önemli gelişmelerin bundan sonra başladığı su götürmez bir gerçek. İcat edilen bu pil, ilk güvenilir ve devamlı elektrik kaynağı olması özelliği ile diğer tüm buluş ve çalışmalara kılavuzluk etmiştir. Hans Christian Orsted, 1820 yılında içinden elektrik akımı geçen bir iletkenin yakınındaki bir mıknatıs iğnesinin saptığını gözlemlemiş, elektrik akımının iletken çevresinde manyetik alan oluşturduğu sonucuna ulaşmıştır. 1908 yılında Davy, elektrik akımı taşıyan iki kömür elektrotu birbirinden ayırdı ve ark oluşturmayı başardı. Elektriğin, ışık veya ısı enerjisine dönüştürülebileceğini göstermiş oldu.

8. KUR’AN’IN TRENE AÇIK İŞARETİ

Kur’an bazan tarihî olayları nakledip onları tasvir ederken de gelecekteki bazı keşiflere işaret etmektedir. Bunlardan biri de trene işaretidir.

قُتِلَ أَصۡحَٰبُ ٱلۡأُخۡدُودِ ﴿٤﴾ ٱلنَّارِ ذَاتِ ٱلۡوَقُودِ ﴿٥﴾ إِذۡ هُمۡ عَلَيۡهَا قُعُودٞ ﴿٦﴾ وَهُمۡ عَلَىٰ مَا يَفۡعَلُونَ بِٱلۡمُؤۡمِنِينَ شُهُودٞ ﴿٧﴾ وَمَا نَقَمُواْ مِنۡهُمۡ إِلَّآ أَن يُؤۡمِنُواْ بِٱللَّهِ ٱلۡعَزِيزِ ٱلۡحَمِيدِ ﴿٨﴾

“4, 5-(Ki mü’minlere işkence yapan) o Ashâb-ı Uhdûd, çırayla tutuşturulmuş o (çok şiddetli) ateş (hendeklerinin sâhibleri) kahrolsun!
6, 7-O vakit onlar, onun üzerine (ateşin etrâfında) oturmuş kimseler idiler. Ve onlar, mü’minlere yapmakta olduklarını seyredicilerdi!
8-Ve onlardan (o mü’minlerden) sâdece, Azîz (kudreti dâimâ üstün olan), Hamîd (hamd edilmeye çok lâyık) olan Allah’a îmân ettikleri için, (sâdece bunun için) intikam aldılar.”

Trenin keşfi İslam âlemini sömüren Batılıların elindeki en önemli silah olduğunu unutmayalım. Sure’nin 6 ve 7. Ayetleri tam olarak treni tarif etmektedir.

Ashab-ı Uhdud kıssasının anlatıldığı Buruç suresindeki ayetlerde; sırf Allah’a inançlarından dolayı ateşe atılmak gibi çok ağır bir işkenceye maruz kalan insanlar olduğu beyan edilir. İsim, yer ve zaman verilmeyen bu ayetlerde geçen yer olgusu tefsirlerde; Arabistan’ın güney batısında kalan Yemen ve Habeşistan’ın Necran toprakları olarak verilmektedir. Kıssada geçen şahıs olarak, bu topraklarda hâkimiyet süren Yahudi kral Zü-Nüvas olduğu belirtilmektedir. Müfessirler, Zü-Nüvas’ın, Hıristiyanlığı seçen toplulukları, ateşli hendeklerde işkence ile katlettiği rivayetlerine yer vermektedirler. Zaman olarak, Kur’an’ın iniş sürecine yakın bir zamanda bu olayın yaşandığı rivayetleri yer almaktadır. Bizim için önemli olan bu âyetlerin trene işaretidir; yoksa kıssası değildir.

SON

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

Yedi Rengiyle Kâinâtı Aydınlatan Güneş; Kur’an Ve Mu’cizeleri (VII)

KUR’AN’DAKİ İLMÎ MU’CİZELERDEN BAZI MİSALLER

5. RADYO, TELEVİZYON VE HATTA DAHA İLERİSİNİN KEŞFİNE KUR’AN’IN İŞARETİ VE TEŞVİKİ

Teknoloji alanında ilerlemek için lâzım olan örnekleri Kur’an Peygamberlerin mu’cizeleri eliyle insanoğluna göstererek, o mu’cizelerin benzerlerini meydana getirmek için insanlığı teşvik etmektir. Sanki Kur’an-ı Kerim, Peygamberlerin kıssa ve hikâyeleriyle teknoloji keşiflerinin esaslarına, temellerine parmakla işaret ederek: “Ey beşer! Şu gördüğün mu’cizeler, bir takım örnek ve nümunelerdir. Fikirlerinizi birleştirerek, çalışmalarınızla şu örneklerin emsalini yapacaksınız.” diye ihtar etmiştir.

İşte bunlardan biri radyo, televizyon ve daha ilerisinin keşfi için yapılan işaretler ve teşviklerdir.
قَالَ ٱلَّذِي عِندَهُۥ عِلۡمٞ مِّنَ ٱلۡكِتَٰبِ أَنَا۠ ءَاتِيكَ بِهِۦ قَبۡلَ أَن يَرۡتَدَّ إِلَيۡكَ طَرۡفُكَۚ فَلَمَّا رَءَاهُ مُسۡتَقِرًّا عِندَهُۥ قَالَ هَٰذَا مِن فَضۡلِ رَبِّي لِيَبۡلُوَنِيٓ ءَأَشۡكُرُ أَمۡ أَكۡفُرُۖ وَمَن شَكَرَ فَإِنَّمَا يَشۡكُرُ لِنَفۡسِهِۦۖ وَمَن كَفَرَ فَإِنَّ رَبِّي غَنِيّٞ كَرِيمٞ ﴿٤٠﴾
“40-Yanında kitabdan bir ilim bulunan zât (Âsaf bin Berhıya): “(Senin) göz açıp kapaman (esnâsında, henüz nazarın) sana dönmeden önce, ben onu sana getiririm” dedi. (Süleymân) birden onu (o tahtı) yanına yerleşivermiş olarak görünce: “Bu, Rabbimin bir lütfudur! Tâ ki şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni imtihân ediyor! Hâlbuki kim şükrederse, o takdirde ancak kendisi için şükreder; kim de nankörlük ederse, artık şübhesiz ki Rabbim, Ganî (hiçbir şeye muhtaç olmayan)dır, Kerîm (çok cömert olan)dır” dedi.”

Kur’an bu ayetle işaret ediyor ki: Uzak mesafelerden eşyayı aynen veya sureten getirmek mümkündür. Hem vaki’dir ki; peygamberliğiyle beraber saltanatla müşerref olan Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm, hem masumiyetine, hem de adaletine vesile olmak için pek geniş olan memleketinin bütün bölgelerinden haberdar olmak ve vatandaşlarının ahvalini görmek ve dertlerini işitmek; bir mu’cize suretinde Cenab-ı Hak ihsan etmiştir. Demek, Cenab-ı Hakk’a itimad edip Süleyman Aleyhisselâm’ın masumiyet diliyle istediği gibi, insan oğlu da ilim ve kabiliyet diliyle Cenab-ı Hak’tan istese ve kainatta koyduğu kanunları keşfedip onlara uygun hareket etse; ona dünya, bir şehir hükmüne geçebilir. Demek Belkıs’ın tahtını Yemen’de iken, Şam’da aynıyla veyahut suretiyle hazır olmuştur, görülmüştür. Elbette taht etrafındaki adamların suretleri ile beraber sesleri de işitilmiştir. İşte uzak mesafede, sesleri (Radyo) ve suretleri (Televizyon) seyrettirecek teknolojilere haşmetli bir surette işaret ediyor ve manen diyor:

“Ey insanoğlu! Bir kuluma geniş bir memleket ve o geniş mülkünde adalet-i tâmme yapmak için; dünyadaki hallerden haberdar olmaya mu’cize olarak imkân veriyorum. Madem herbir insana yaratılıştan, zemine bir halife olmak kabiliyetini vermişim. Elbette o kabiliyete göre yeryüzünü görecek ve bakacak, anlayacak kabiliyeti dahi vermesini, hikmetim gerektirdiğinden vermişim. Şahsen o noktaya yetişmezse de, insanlık olarak yetişebilir. Öyle ise, şu büyük nimetten istifade edebîlirsiniz. Haydi göreyim sizi, kulluk vazifenizi unutmamak şartıyla öyle çalışınız ki, yeryüzünü, her tarafı herbirinize görülen ve her köşesindeki sesleri size işittiren bir bahçeye çeviriniz.

6. ATEŞİN YAKMADIĞI MADDELERE İŞARET VE YAKICI SOĞUĞU ANLATMASI

Kur’an Hz. İbrahim’in mu’cizesini anlatırken insanoğluna ateşten koruyan maddeleri haber verdiği gibi, soğuğun da belli bir derecede yakıcı olduğuna işaret ediyor. Ayeti okuyalım:
قُلۡنَا يَٰنَارُ كُونِي بَرۡدا وَسَلَٰمًا عَلَىٰٓ إِبۡرَٰهِيمَ ﴿٦٩﴾
“69-(Onu ateşe attıklarında:) “Ey ateş! İbrâhîm’e karşı serin ve selâmetli ol!” dedik.”

Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm’ın bir mu’cizesi hakkında olan قُلْنَا يَا نَارُ كُونِى بَرْدًا وَسَلاَمًا عَلَى اِبْرَاهِيمَ âyetinde üç işaret var:

Birincisi: Ateş dahi, diğer tabiî sebepler gibi kendi keyfiyle, tabiatıyla, körükörüne hareket etmiyor. Belki emir altında bir vazife yapıyor ki; Hazret-i İbrahim’i (Aleyhisselâm) yakmadı ve ona, yakma emrediliyor.

İkincisi: Ateşin bir derecesi var ki, soğukluğuyla yakar. Yani yakar gibi bir tesir yapar. Cenab-ı Hak, سَلاَمًا Demek, o mertebedeki ateş, soğukluğuyla yandırır gibi tesir gösteriyor. Hem ateştir, hem soğuktur. Evet, müsbet ilimlerde beyaz ateş halinde ateşin bir derecesi var ki; harareti etrafına neşretmiyor ve etrafındaki harareti kendine celbettiği için, şu tarz soğuklukla, etrafındaki su gibi mayi şeyleri dondurup, manen soğukluğuyla yakar. İşte zemherir, soğuğuyla yakan bir sınıf ateştir.

Üçüncüsü: Ateşin tesirini engelleyecek bir madde vardır. Çünki Cenab-ı Hak, Hazret-i İbrahim’in cismi gibi, gömleğini de ateş yakmadı ve ateşe karşı mukavemet haletini vermiştir. İbrahim’i yakmadığı gibi, gömleğini de yakmıyor. İşte bu işaretin teşvikiyle manen şu âyet diyor ki: “Ey Millet-i İbrahim! İbrahim gibi olunuz. Tâ maddî ve manevî gömlekleriniz, en büyük düşmanınız olan ateşe hem burada, hem orada bir zırh olsun. Ruhunuza imanı giydirip, cehennem ateşine karşı zırhınız olduğu gibi;
Cenab-ı Hakk’ın zeminde sizin için sakladığı ve hazırladığı bazı maddeler var. Onlar sizi ateşin şerrinden muhafaza eder. Arayınız, çıkarınız, giyiniz.” İşte insanoğlunun önemli teknoloji keşiflerinden ki, bir maddeyi bulmuş ateş yakmayacak ve ateşe dayanır bir gömlek giymiş. Şu âyet ise, ona mukabil bak ne kadar ulvî, latif ve güzel ve ebede kadar yırtılmayacak bir elbiseyi gösteriyor.
Gerçekten: Harman tuğlalar, ateş tuğlaları, Ytong malzemeleri, Taşyünü, Volkanit ve Andezit özellikleri taşıyan taşlar ile aspestost olan hiçbirşey yanmaz, bazı itfaiyecilerin elbisesi gibi.

devam edecek…

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

Yedi Rengiyle Kâinâtı Aydınlatan Güneş; Kur’an Ve Mu’cizeleri (VI)

KUR’AN’DAKİ İLMÎ MU’CİZELERDEN BAZI MİSALLER

3. KARA DELİKLER VE KUR’AN’IN İZAHLARI

20. yüzyılda evrendeki gök cisimleri ile ilgili pek çok yeni keşif yapılmıştır. Karadelikler de bunlardandır. Modern bilimin ortaya çıkarmak için çaba sarf ettiği bu konuya yüce Allah bundan 1400 yıl önce indirdiği Kuran`da dikkat çekmektedir. Yüzey yerçekimi oldukça güçlü olduğu ve ışık içerisinden kaçamadığı için karadeliği en büyük teleskoplarla bile göremeyiz. Ancak içine çöken yıldız bulunduğu yerin çevresine olan etkisiyle algılanabilir.

Allah, yıldızların yerleri üzerine yemin ederek bu konuya şöyle dikkat çekmiştir:
“Hayır, yıldızların yer (mevki)lerine yemin ederim. Şüphesiz bu, eğer bilirseniz gerçekten büyük bir yemindir.” (Vakıa Suresi, 75-76)
Karadelikler ifadesi ilk kez, Amerikalı fizikçi John Wheeler tarafından 1969 yılında ortaya atılmıştır. Önceleri tüm yıldızları görebildiğimizi farz ediyorduk; ancak sonraki yıllarda uzayda bizim onları görebileceğimiz ışıkları olmayan yıldızlar olduğu anlaşılmıştır. Çünkü enerjisi tükenen bu yıldızların ışıkları yok olmaktadır. Aşağıdaki ayette de kıyamet günü tasvirlerinin yanı sıra, bir yönüyle de bu bilimsel bulguya işaret ediliyor olabilir:

“Yıldızlar ‘örtülüp (ışıkları) silindiği’zaman,” (Mürselat Suresi, 8)

Asıl bu konuyu şu ayetlerde arayalım:

أَوَ لَمۡ يَرَوۡاْ أَنَّا نَأۡتِي ٱلۡأَرۡضَ نَنقُصُهَا مِنۡ أَطۡرَافِهَاۚ وَٱللَّهُ يَحۡكُمُ لَا مُعَقِّبَ لِحُكۡمِهِۦۚ وَهُوَ سَرِيعُ ٱلۡحِسَابِ ﴿٤١﴾

“41-Görmediler mi ki, şübhesiz biz (ben Azîmüşşân), yeryüzüne (kâfirlerin memleketlerine, mü’minlere yardım etmekle) geliyor, YERYÜZÜNÜ etrâfından eksiltip duruyoruz? Ve Allah (dilediği gibi) hükmeder; O’nun hükmünü geri çevirecek kimse yoktur. Ve O, hesâbı pek çabuk görendir.”

يَوۡمَ تُبَدَّلُ ٱلۡأَرۡضُ غَيۡرَ ٱلۡأَرۡضِ وَٱلسَّمَٰوَٰتُۖ وَبَرَزُواْ لِلَّهِ ٱلۡوَٰحِدِ ٱلۡقَهَّارِ ﴿٤٨﴾

“48-O gün, yer başka yere çevrilir, gökler de (başka göklere)!(1) Ve (herkes) Vâhid (bir olan), Kahhâr (kahredici üstünlük sâhibi) olan Allah’ın huzûruna çıkarlar!”

Kur’anın bahsettiği, bizim henüz bilmediğimiz ve ama yer küresinin başına gelecek olan hallerden biri de kara delikler ve kıyamettir. Kur’an, kıyameti, her gün müşahede ettiğimiz yağmurun yağışı ve çiçeklerin açışı kadar açık ve berrak bir şekilde anlatmaktadır. Nasıl ki, su kendi zararına olarak donar. Buz, buzun zararına sıvılaşır ve erir. Ruh ceset hesabına zayıflaşır ve ceset ruh hesabına inceleşir. Öyle de, kesif bir âlem olan dünya, hayat makinesinin işlemesiyle devamlı şeffaflaşıyor, latifleşiyor. Kesif olan şu âlem, hayat nuru ile eritiliyor, yakılıyor ve nurlandırılıyor. Ancak hakikat ölmüyor, suretler ve kesif maddeler gibi mahvolmuyor.

Bu kurallar gereği, Kuran, bir zaman geleceğini, kâinatın kesif olan kabuk ve suretinin değişeceğini, parçalanacağını, kıyameti koptuktan sonra daha güzel bir şekilde tazeleneceğini, ‘O gün yeryüzü başka bir şekle girer’ mealindeki İbrahim Suresinin 48. ayetiyle ve ‘Görmezler mi ki, biz muhtelif hadiselerle yer küresini etrafından eksiltip duruyoruz ve aşındırıp parçalıyoruz.’ mealindeki Ra’d Suresinin 41. ayetiyle açıkça haykırmaktadır. Dünyanın ömrü ve kıyametle ilgili araştırmalar, Kur’anın bize gün yüzü gibi anlattığı hakikatleri yeni yeni keşfetmeye çalışmaktadır.

Özetle nasıl ki su, kendi zararına olarak donar. Buz, buzun zararına sıvılaşır. Öz, kabuğun zararına kuvvetleşir. Lafz, mana zararına kalınlaşır. Ruh, cesed hesabına zaîfleşir. Cesed, ruh hesabına inceleşir. Öyle de: Âlem-i kesif olan dünya, âlem-i latif olan âhiret hesabına, hayat makinesinin işlemesiyle şeffaflaşır, latifleşir. Yaratıcı kudret, gayet hayret verici bir faaliyetle kesif, cansız, sönmüş, ölmüş eczalarda hayat nurunu serpmesi, işarettir ki; âlem-i latif hesabına şu âlem-i kesifi nur-u hayat ile eritiyor, yandırıyor, ışıklandırıyor, hakikatını kuvvetleştiriyor. Evet, hakikat ne kadar zaîf ise de ölmez, suret gibi mahvolmaz. Belki teşahhuslarda, suretlerde seyr ü sefer eder. Hakikat büyür, inkişaf eder, gittikçe genişlenir. Kabuk ve suret ise eskileşir, inceleşir, parçalanır. Sabit ve büyümüş hakikatın kametine yakışmak için daha güzel olarak tazeleşir. Ziyade ve noksan noktasında hakikatla suret, ters orantılıdır. Yani: Suret kalınlaştıkça, hakikat inceleşir. Suret inceleştikçe, hakikat o nisbette kuvvet bulur. İşte şu kanun, kanun-u tekâmüle dâhil olan bütün eşyaya şamildir. Demek herhalde bir zaman gelecek ki: Kâinatın büyük hakikatının kabuğu ve sureti olan gözle gördüğümüz şu alem, Allah’ın izniyle parçalanacak. Sonra daha güzel bir surette tazelenecektir. يَوْمَ تُبَدَّلُ اْلاَرْضُ غَيْرَ اْلاَرْضِ sırrı tahakkuk edecektir.

4. DENİZLERİN BİRBİRİNE KARIŞMAMASI

مَرَجَ ٱلۡبَحۡرَيۡنِ يَلۡتَقِيَانِ ﴿١٩﴾ بَيۡنَهُمَا بَرۡزَخٞ لَّا يَبۡغِيَانِ ﴿٢٠﴾

“İki denizi birbirlerine kavuşmak üzere salıvermiştir. Aralarında bir engel vardır, birbirlerine geçip karışmıyorlar.” (Rahman Suresi 19-20)

Evet, ayetin ifadesi akıllara durgunluk verecek bir tarzdadır. Zira ayet-i kerime, onca fırtına ve dev dalgalara rağmen denizlerin birbirine karışmadığından haber vermektedir. Hâlbuki bırakın dalgalı denizleri, bir çay bardağında bile iki farklı sıvıyı karıştırmadan bir arada tutmak imkânsızdır. Fakat bilim, Kur’an’ın ayetlerini her zaman olduğu gibi yine tasdik etmekte ve onun Allah’ın kelamı olduğunu ispat etmektedir. Şöyle ki:

Denizaltı araştırmaları ile ünlü Fransız deniz bilimci Kaptan Jacques Cousteau denizlerdeki su engelleri ile ilgili yaptığı araştırmaların sonucunu şöyle anlatmaktadır:
“Bazı araştırmacıların farklı deniz kütlelerini birbirinden ayıran engellerin bulunduğuna dair ileri sürdükleri görüşleri inceliyorduk. Çalışmalar sonucunda gördük ki, Akdeniz’in kendine has tuzluluğu ve yoğunluğu var. Aynı zamanda kendine has canlıları barındırıyor. Sonra Atlas Okyanusu’ndaki su kütlesini inceledik ve Akdeniz’den tamamen farklı olduğunu gördük. Hâlbuki Cebeli Tarık Boğazı’nda birleşen bu iki denizin tuzluluk, yoğunluk ve sahip olduğu hayatiyet açısından eşit veya eşite yakın olması gerekiyordu. Oysaki bu iki deniz, birbirine yakın kısımlarda bile ayrı yapılara sahiptiler. Bunun üzerine yapmış olduğumuz araştırmalarda bizi şaşkına çeviren bir durumla karşılaştık. Çünkü bu iki denizin karışmasına birleşme noktasında bulunan harika bir su perdesi engel oluyordu. Aynı türden bir su engeli 1962 yılında Alman bilim adamları tarafından Aden Körfezi ile Kızıldeniz’in birleştiği Mendep Boğazı’nda da bulunmuştu. Daha sonraki incelemelerimizde farklı yapıdaki bütün denizlerin birleşme noktalarında aynı engelin bulunduğuna tanıklık ettik.”
Kaptan Cousteau’yu şaşırtan bu durum, denizlerin birleşmesine rağmen suların karışmaması, Kur’an’da on dört asır önceden şu ayet-i kerime ile beyan buyrulmuştur: “İki denizi birbirlerine kavuşmak üzere salıvermiştir. Aralarında bir engel vardır, birbirlerine geçip karışmıyorlar.” (Rahman Suresi 19-20)

Yeryüzündeki bir başka su engeli türü de, tatlı su nehirlerinin denize döküldükleri haliç ve deltalarda görülür. Hem üst, hem dip akıntılarıyla birbirlerine karışması son derece mümkün olan nehirler, denizlere döküldükleri noktalardan asla tuzlu su ile karışmazlar. Eğer Allah bu iki su arasına karışmama kanunu koymasaydı, yeryüzündeki tatlı su nehirleri tuzlu deniz suyu ile karışır içlerindeki ve çevrelerindeki canlılarla birlikte yok olup giderdi.

Kur’an bu tatlı ve tuzlu suların karışmaması mucizesine bir başka ayetiyle de şöyle dikkat çekmektedir:
“İki denizi birbirine salıveren de O’dur. İşte şu susuzluğu gideren tatlı bir su, diğeri de tuzlu ve acı bir sudur. Aralarına ise, Allah, birbirlerinin sınırlarını aşmaktan alıkoyan bir engel koymuştur.” (Furkan:53)

Evet, hem denizlerin birbirine karışmaması hem de tatlı su nehirlerinin denizlere karışmaması Allah’ın kudretinin sonsuzluğunu gösterdiği gibi, bu hadisenin 1400 sene önce Kur’an’da ifade edilmesi de Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğunu ispat etmektedir. Zira bu bilgiyi o asırda yaşayan bir insanın keşfine dayandırmak mümkün olmadığı gibi, o asırda yaşayan tüm insanların keşfine dayandırmak da mümkün değildir. On dört asır önce bir insanın tek başına, bilimin ancak bu asırda keşfedebîldiği bu hakikati keşfetmesi ve bunu yazması imkânsızdır.”
O halde Kur’an, asla bir insan sözü olamaz. O, yerlerin ve göklerin yaratıcısı olan Allah’ın ezeli kelamıdır.

Devam edecek

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

Yedi Rengiyle Kâinâtı Aydınlatan Güneş; Kur’an Ve Mu’cizeleri (V)

KUR’AN’DAKİ İLMÎ MU’CİZELERDEN BAZI MİSALLER

1. BİYOLOJİDEKİ EŞEYLİ-EŞEYSİZ ÜREMEYİ İLK HABER VEREN KUR’AN’DIR

Kur’an-ı Kerim’de bir âyet var.
وَهُوَ ٱلَّذِي مَدَّ ٱلۡأَرۡضَ وَجَعَلَ فِيهَا رَوَٰسِيَ وَأَنۡهَٰرٗاۖ وَمِن كُلِّ ٱلثَّمَرَٰتِ جَعَلَ فِيهَا زَوۡجَيۡنِ ٱثۡنَيۡنِۖ يُغۡشِي ٱلَّيۡلَ ٱلنَّهَارَۚ إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَأٓيَٰتٖ لِّقَوۡمٖ يَتَفَكَّرُونَ ﴿٣﴾

Kısaca meali şöyle: “Yeryüzünü yayan, orada sâbit dağlar ve nehirler yapan ve orada her çeşit meyvelerden ikişer eş kılan da O’dur. Geceyi gündüze (O) örtüyor. Şübhesiz ki bunda, düşünecek bir topluluk için apaçık deliller vardır.”

Zevceyn: Yani iki zevc, erkek ve dişi gibi iki ayrı cinsten meydana gelmiş çift demektir. Bunun bir de ayrıca “isneyn” diye “iki” sayısıyla sıfatlanması te’kid veya ikişer ikişer anlamına tevzi için olduğu söyleniyorsa da bunun bir bölünme olması daha açıktır. Şöyle ki:
Her meyvenin çiçeğinde hayvanların erkek ve dişisi durumunda bir çift eş vardır ki, o meyve işte bunların çiftleşmesinden ve döllenmesinden meydana gelir. Nitekim bir başka âyette “Bir de ilkah edici aşılayıcı rüzgârlar gönderdik” (Hicr,15/ 22) buyrulmuştur. Sonra bu zevceyn de ayrıca iki kısımdır: Bir kısmı erkeği başka kaynakta, dişisi başka kaynakta olmak üzere ayrı ayrı iki ağaçta bulunur. Mesela incirin erkeği başka ağaçta, dişisi başka ağaçta olur. Bir kısmı da hem erkeği, hem dişisi aynı çiçekte bulunur. Çiçek erkekli ve dişili bir hünsa şeklinde açar ve döllenmeyi kendi bünyesi içinde yapar, çoğunlukla çiçekler böyledir.

İşte zevceyn tabiri ile her meyvede çiftleşen genel olarak erkekli dişili çiçekler kastedilmiş, isneyn tabiri ile de bunların iki çeşit olduğu ifade buyrulmuştur. Hurma ve incir gibi bazı meyvelerin erkeği, dişisi bulunduğu ve meyve hâsıl olması için bunların telkihi, yani döllenmesi gerektiği öteden beri bilinen bir olay olduğu halde, öteki çiçeklerin de erkekli ve dişili olarak bu döllenmeyi kendi bünyesi içinde yaptığı gerçeği yakın zamanlara kadar bilinmiyordu.

Mikroskopların icadı ile bitkilerin fizyolojisi tetkik edildikten sonra ortaya çıkan ve anlaşılan bir meseledir. Bu sebeple eski devirlerdeki tefsir âlimlerinin bu âyetle ilgili olarak ortaya koydukları görüş ve açıklamalar müphemlikten uzak değildir.

Keşşaf ve Fahruddin Razi’nin ifadelerinde bu anlama yakın bir incelik vardır. Özellikle Razi, bunu insanın yaratılış olayındaki Âdem ile Havva’nın durumuna benzeterek bütün ağaçlara ve bitkilere şamil olacak şekilde genelleştirmiştir ki, bu doğrudan doğruya âyetin kendi anlamından çıkarılan bir sonuçtur. Şu halde biz bugünkü botanik ilminin şahitliği ile anlıyoruz ki, bu âyetin bu cümlesinde başlı başına bir ilmî mucize vardır. Bu gerçeğin bin bu kadar sene önce Kur’ân’da haber verilmiş olması, Kur’ân’ın Allah kitabı, bunu getirenin de hak peygamber olduğuna doğrudan ve apaçık bir delil teşkil eder” .

2. BİNG BANG TEORİSİ VE KUR’AN’IN DOĞRU İZAHI

Teoriye göre bundan yaklaşık olarak 13 milyar yıl önce zaman ve madde yokken, çok yüksek sıcaklık ve yoğunluktaki bir ortamda patlama olmuş ve patlama sonucunda en hızlı hareket eden kütleler en dışta, daha yavaş hareket edenler ise en içte olmak üzere, boşluğa doğru bir yayılım başlamıştır ve yine teoriye göre bu yayılım halen devam etmektedir. Bilim insanları bu patlamayı tetikleyen sıcaklığın 1 milyar derecenin üzerinde olduğu düşünmektedirler.

Teori ilk olarak 1922 yılında Rus kozmolog Alexander Friedmann tarafından ortaya atılmış ancak bu teoriye inanmak, evrenin durağan olduğunu savunan bilim adamları için pek kolay olmamıştır. Çünkü bu teori evrenin, zaman ve maddeden bağımsız olan tüm boyutların üzerindeki bir güç tarafından yaratıldığı anlamına geliyordu. Aynı zamanda bu teori “maddenin sonsuzdan gelip sonsuza gittiğini” savunan materyalist bilim adamlarının görüşlerini tamamen çürütmüştür ancak yine de bu teoriyi kabullenmek istememişlerdir. Lakin ünlü astronom Edwin Hubble’ın 1929 yılında yaptığı gözlemler sonucunda evrenin devamlı genişlemekte olduğunu ispatlamasıyla, Büyük patlama teorisi için etkili bir kanıt bulunmuş oldu. Edwin Hubble’ın yaptığı bu çalışmayla Büyük Patlama teorisini kabul eden bilim adamlarının da sayısı artmıştır. Fakat yine de bazı bilim adamları genişleyen evren modeline uygun farklı görüşler ortaya atmışlar. Ancak 1989 yılında Büyük patlamadan arta kalan radyasyonu tespit etmek için NASA tarafından uzaya gönderilen COBE uydusu fırlatılışından sekiz dakika sonra radyasyonu tespit etmiş ve teoriyi kesin olarak kanıtlamıştır.

Şimdi Kur’an’ı dinleyelim:
أَوَ لَمۡ يَرَ ٱلَّذِينَ كَفَرُوٓاْ أَنَّ ٱلسَّمَٰوَٰتِ وَٱلۡأَرۡضَ كَانَتَا رَتۡقٗا فَفَتَقۡنَٰهُمَاۖ وَجَعَلۡنَا مِنَ ٱلۡمَآءِ كُلَّ شَيۡءٍ حَيٍّۚ أَفَلَا يُؤۡمِنُونَ ﴿٣٠﴾
“30-İnkâr edenler görmediler mi ki, şübhesiz gökler ve yer birbirine bitişik idiler de onları ayırdık ve her canlı şeyi, sudan yaptık. Hâlâ îmân etmiyorlar mı?”

Kâinâtın yaratılışı ile ilgili Kur’an’ın izahlarıdır. Yaratılış teorisi diye asırlardır tartışılan bu bilimsel buluşun esasları, yine Kur’an’a açıkça dayanmaktadır. Kur’an, Enbiyâ Sûresinin 30. âyetinde, bilimin ancak 1929 ve hatta 1965 yılında tam olarak vuzûha kavuşturduğu Big Bang yani Büyük Patlama teorisini bütün açıklığıyla ortaya koymaktaydı: ‘Yer ve gökler bitişik iken (ratk) birbirinden koparıp ayırdık:’. Kur’an bu âyetiyle açıkça şunu haykırıyordu: Bütün kâinat başlangıçta tek bir cevher halindeydi ve tek maddeden birlikte yaratılmışlardı. Sonradan bir kısmı buhar ve bir kısma sıvı halinde birbirinden ayrıldı. Sıvı olan maddenin bir kısmı köpük haline getirildi. Bundan yer küresi yaratıldı. Buhar kısmından ise, gökler halk olundu ve yıldızlar birer tohum gibi semavata ekildi.
1929’da Astronom Hubble tarafından geliştirilen ve dünyaya açıklanan Big Bang yani Büyük Patlama teorisi, yeni yeni Kur’an’ın anlattıklarını keşfediyordu: Gerçekten bu teoriye göre kâinat genişliyordu ve bu kâinatın başlangıçta tek bir cevherden yaratıldığını haykırıyordu. Sıfır hacme sahip bu noktanın patlatılmasıyla kainât yaratılmıştı. Sıfır hacim yokluk demek olduğuna göre, evren yok iken var hale gelmiş ve kâinat bir tek cevherden genişleyerek gördüğümüz son halini almıştı.
Kur’ân’ın lafızları, öyle bir tarzda konulmuş ki, herbir kelâmın (sözün), hattâ herbir kelimenin, hattâ herbir harfin, hattâ bazen bir sükûtun (susmanın) çok yönleri bulunuyor. Herbir muhâtabına ayrı ayrı bir kapıdan hissesini verir.

كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا âyeti yer ile göğün ikisinin bir maddeden beraber halkedilmiş ve sonra birbirinden ayırdedilmiş olduklarını gösteriyor. Şeriatın nakliyatına nazaran, Cenab-ı Hak bir cevhereyi, bir maddeyi yaratmıştır. Sonra o maddeye tecelli etmekle bir kısmını buhar, bir kısmını da mayi kılmıştır; sonra mayi kısmı da, tecellisiyle tekâsüf edip “zebed” köpük kesilmiştir; sonra Arz veya yedi küre-i arziyeyi o köpükten halketmiştir. Bu itibarla herbir yer için için hava-i nesimîden bir gök hasıl olmuştur. Sonra o buhar maddesi genişleyerek yedi kat gökleri tesviye edip yıldızları içine zer’etmiştir ve o yıldızlar tohumuna müştemil olan gökler oluşmuş ve vücuda gelmiştir.

Müsbet fenlerin nazariyatı ise şu merkezdedir ki: Görmekte olduğumuz güneş sistemi ile tabir edilen güneşle ona bağlı yıldızlar cemaatı, basit bir cevhere imiş; sonra bir nevi’ buhara inkılab etmiştir; sonra o buhardan, sıvı ateş hasıl olmuştur; sonra o sıvı ateş soğuyarak ile katılaşmış, sonra şiddet-i hareketiyle bazı büyük parçaları fırlatmıştır. O parçalar tekâsüf ederek gezegenler olmuşlardır; şu Arz da onlardan biridir.

Kısaca ‘ikisi de birbirine bitişik idi, ayırt ettik’ mealindeki âyet ile kainâtın yoktan var edildiğini izah eden ve bu sebeple Allah için Bedî’ sıfatını kullanan âyetler birleştirilince ve nihayet Hud Suresinin ‘Arşı su üzerindeyken…’ ifadesini kullanan 7. ayeti nazara alınınca, yaratılış teorisinin bütün ayrıntıları, hem de ilmin kuralları halinde, Kur’an tarafından ortaya konuyordu. Kur’an’a göre, güneş sistemi ile yer küresi, Allah’ın kudret elinin esir denilen maddeden yoğurmuş olduğu bir hamur şeklindeydi. Kâinat bu esir maddesinden şekillenmiştir.

devam edecek

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

Yedi Rengiyle Kâinâtı Aydınlatan Güneş; Kur’an Ve Mu’cizeleri (IV)

6- KUR’AN IŞIĞININ ALTINCI MU’CİZELİK KAYNAĞI: KUR’AN, GEÇMİŞE VE GELECEĞE AİT OLAYLARI HABER VERİRKEN SANKİ O OLAYLARA ŞAHİT OLMUŞ GİBİ HABER VERİYOR

Kur’an, geçmiş din ve milletlere ait olayları anlatırken, o olayları yaşayan birisi gibi meseleleri naklediyor. Kur’an’ın naklettiği şeyler kısaca şunlardır: Mazide yaşamış insanların haberleri; sonradan geleceklerin başlarına isabet edecek halleri; Cennet ve Cehennem’in sırları; ilâhî hakikatleri; yaşadığımız Âlemdeki sırları ve kısaca kâinatla ilgili her şeyi doğru olarak anlatıyor ki, bu zamana kadar Kur’an’ın haber verdiklerini, olaylar reddedememiş; mantık tekzip etmemiş; bazı mantıklar kabul etmese de reddedememiş. En önemlisi de diğer ilahi kitapların ittifak ettikleri noktalarda Kur’an onları tasdik ederek nakletmiş; ama ihtilaf ettikleri noktalarda onları tashih ederek haber vermiş. Nakil yoluyla anlaşılan meselelerde böylesine bir haber veriş, elbette ki ümmî bir insandan sâdır olamaz. Olsa olsa Allah kelâmı olur.

İki misal ile Kur’an’ın bu yüksek i’câzını anlatalım:

A) Geçmişe ait olayları sanki olay sırasında hazırmış gibi nakledişine en güzel misal, Kur’an’ın önemle dikkat çektiği, Hz. Meryem’i kimin himaye edişinin Yahudiler arasında tartışılması, sonra da kur’a neticesinde Hz. Zekeriya’ya kalması meselesidir. Bilindiği gibi, Hz. Meryem’in annesi Hanne, yaptığı nezri yerine getirmek üzere küçük Meryem’i alarak Beyt-i Makdis’deki din adamlarının yanına gitti ve onu Allah’a adadığından bahsetti. Böyle bir teklifle ilk defa karşılaşan Yahudi âlimleri, onu kimin himayesine verecekleri konusunda anlaşamadılar ve tartışma başladı. Neticede Hz. Zekeriya’nın teklifi kabul gördü. Buna göre herkes Tevrat’ı yazdığı kalemi alıp bir rivayete göre Ürdün Nehrinin başına gittiler. Kalemlerini suya bıraktılar. Kalemi batmayan Hz. Meryem’i himaye hakkı elde edecekti. Neticede Hz. Zekeriya’nın kalemi batmadı ve himaye hakkını o elde etti.

Burada önemli olan nokta şudur: Bu olay, çok küçük bir olaydır. Hz. İsa ve annesinin hayatları boyunca, ancak yanlarından ayrılmayan birinin bu olaydan haberi olabilir. Bir de bu ayrıntıyı haber veren ümmi ve tarih bilmeyen bir zat yani Hz. Muhammed ise, artık bu haberi Allah kelamı olarak naklettiğinde şüphe kalmaz. Nitekim bu manayı anlatmak için Kur’an Âl-i İmran Suresinin 44. âyetinde buyuruyor: ‘İşte bu sana gelen gayb haberlerinden, onu sana vahiy ile bildiriyoruz. Yoksa Meryem’i hangisi himayesine alacak diye kalemleriyle kur’a atarlarken de sen yanlarında değildin, aralarında bu konuyu tartışırlarken de yanlarında değildin.’. Gerçekten de geçmişe ait ve Hıristiyan tarihçilerin dahi çoğunlukla gözünden kaçmış bu olayı, onların yanındaymış gibi haber vermek, sadece Allah’a mahsustur ve O’nun kelâmına hastır.

B) Geleceğe ait olayları da sanki olurken yanındaymış gibi Kur’an’ın haber vermesine en güzel misal, Rum Sûresindeki Bizans-Sasani çekişmesi ile alakalı verdiği haberdir. Hz. Peygamber’e risâlet görevi verildiği sıralarda dünyanın iki süper gücü Mecusi yani müşrik olan Sasani İmparatorluğu ile ehl-i kitap olan Bizans İmparatorluğu idiler. Anadolu toprakları iki devlet arasında paylaşılıyordu ve aralarında rekabet bulunuyordu. II. Hüsrev liderliğindeki Sasani Devleti 614 yılında, Bizans’ın hâkimiyeti altındaki Filistin’e girmiş ve Kudüs’ü harap etmişlerdi. Binlerce Yahudi ve Hıristiyan katledilmişti. 616 yılında Mısır’ı basmışlar ve neticede İstanbul’a kadar dayanarak, Bizans’ı perişan etmişlerdi. Bizanslıların bu mağlubiyet haberi Mekke’ye ulaştı ve müşrikler, “Müşrik Sasaniler Bizans’ı mağlup ettikleri gibi biz de sizi mağlup edeceğiz” diye mırıldanmaya başladılar. Böyle bir psikolojik ortamda geleceğe ait haberleri doğru olarak veren Kur’an’ın bir mu’cizesi gerçekleşti ve Rum Suresinin ilk âyetleri nâzil oldu: ‘Elif, Lam, Mim. Arabistan arazisine yakın bir yerde yani Anadolu’da Rum mağlup oldu. Fakat bu mağlubiyetlerinin arkasından bir kaç sene zarfında mutlaka galip geleceklerdir. Bu galibiyetten önce de sonra da emir Allah’ındır. İşte o gün mü’minler Allah’ın nusreti ve zafer vermesiyle sevineceklerdir. Allah dilediğine yardım eder. Zira O, mağlub olmak ihtimali bulunmayan azîz ve nihâyetsiz rahîmdir. Bu galibiyet haberi, Allah’ın va’didir; Allah va’dinde durmamazlık etmez. Ancak insanların çoğu bu hakikati bilmezler. Onlar sadece dünya hayatından görebildiklerini bilirler ve onlar âhiretten ise tamamen gâfildirler.’’

’Bir kaç sene zarfında’ ifadesini anlatmak için Arapça’daki bid’ kelimesi kullanılmıştır ki, üçten dokuza kadardır. Âyet nâzil olunca sevinen Hz. Ebubekir, hemen müşriklere koşmuş ve onlara şöyle demiştir: ‘Allah, sizin gözünüzü aydınlatmayacak, bir kaç sene zarfında Bizans gâlip gelecek. Kur’an böyle haber verdi.’ Buna karşı Übey bin Halef, ‘Yalan söylüyorsun, eğer samimi isen bahse girelim.’ demiş ve Hz. Ebu Bekir de on deve üzerine üç sene için anlaşmışlardır. Meseleyi duyan Hz. Peygamber, senenin dokuza ve devenin de yüze çıkarılmasını tavsiye eylemiş ve öyle de olmuştur. Gerçekten de Bedir Gazası günü yani dokuz sene dolmadan Bizans da Sasanilere galip gelmiş ve Hz. Ebubekir de Übeyy’in mirasçılarından yüz deveyi alarak sadaka vermiştir.
Kur’an’ın meseleyi anlatışı, tamamen bu mu’cizelik yönünü ortaya gün gibi çıkaran bir üslüpladır. İşte deryadan iki inci.

7- KUR’AN IŞIĞININ YEDİNCİ MU’CİZELİK KAYNAĞI: BU ALTI NUR BİR GÜNEŞ GİBİ KUR’AN’IN İ’CÂZ IŞIĞINI PARLATIYOR

Bu altı kaynaktan çıkan altı nur, hep birlikte birleşince, bundan manevî bir güneş ortaya çıkıyor. Artık bu güneşin ışığı, iki kere iki dört eder derecesinde Kur’an’ın mu’cize olduğunu haykırıyor. 14 asır boyunca Kur’an düşmanlarına meydan okumuş ve dostlarında da Kur’an’ı taklit etme meyli ortaya çıkmış. Kur’an’ın dostları, Kur’an’a benzemek ve taklit etmek şevkiyle ve düşmanları dahi Kur’an’ı tenkit etmek ve ona karşı koymak gayesiyle, 1400 yıldır kaleme aldıkları milyonlarca kitabı insanların akıl sofralarına açmışlardır. Kur’an ile bu kitaplar arasında bir mukayese yapılsa, en âmi ve cahil bir adam dahi diyecek: ‘Bu Kur’an, bunlara benzemez ve onların mertebesinde değil. Ya onların altında veya hepsinin üstündedir. Hepsinin altında olduğunu dünyada hiç bir fert ve hatta şeytan bile iddia edemez. Demek hepsinin üstündedir.’

Gerçekten de Kur’an beşeriyete vakfedilmiş; âlimler ondan iktibasta bulunmuş ve tasarruf etmiş ve bazı şâirleri kendi malı gibi şiirinde kullanmış; kitapların mukaddimelerinde Kur’an’dan âyetler taklit edilerek süslü sözler söylenmiş. Kur’an’ın ifadeleri kullanılarak dahi olsa, ona karşı çıkılamamış, hiç bir zaman da karşı çıkılamayacağı ilan edilmiş.

Kur’an diğer kitaplara da benzemez, onlarla mukayese edilemez. 20 sene zarfında parça parça, farklı ihtiyaçlara ve taleplere cevap olarak gelmesine; sorular farklı ve muhataplar ayrı ve farklı mekânlarda olmasına rağmen, sanki bir tek insana tek bir hitâp gibi akıcılığını ve belâğatini korumuş.

Sözün özü, söz odur ve ona derler. Hak olup Hak’tan gelip hak diyen ve hakikati gösteren ve nurlu hikmetleri etrafa yayan manevî güneş odur.
DEVAM EDECEK

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz