Etiket arşivi: kuran müslümanlığı

Kadere inanmasak ne olur? (1)

Herşeyin hazineleri yalnız bizim yanımızdadır. Biz onu ancak belli bir ölçüyle indiririz.” (Hicr sûresi, 21)

Kadere iman neden önemli? Yahut da şöyle genişleteyim sorumu arkadaşım: Kader ‘imanın altı şartının içine girecek kadar’ neden önemli? Bugünlerde zihnimde evirip çeviriyorum. Zira nübüvvet anlayışlarındaki arızalarla bu ümmetin ‘ehl-i kitabı’ olmak noktasında hızla ilerleyen Kur’an müslümanlığı taifesinin (hakikatte sünnet reddiyecilerinin) kader noktasındaki takıntılarıyla sık karşılaşıyorum.

Geçenlerde de yine böylesi bir arkadaşla kader konusunu konuştuk. Şöylesi bir sonuca vardım bu ‘müzakeremsi münakaşanın’ nihayetinde: Kadere imanın ‘nasıl bir Allah’a iman ettiğiniz’le büyük bir ilgisi var. Dahası: Kadere iman ‘esmaya doğru biçimde iman’la da yoğun şekilde irtibatlı. Yani: O esmanın temsil ettiği mananın sınırları sizin ‘kadere iman edip etmeyişinize göre’ genişliyor veya daralıyor. Kadere iman edende farklı bir esma, iman etmeyende farklı bir esma manası zuhur ediyor. İsimler birken tanımları değişiyor.

Zâhire baktığınızda Kur’an müslümanlarının(!) sizden başka birşeye iman ettiği yok. Yine sizin kelimelerinizi/kavramlarınızı (ki zaten o kelimeler tüm müslümanların ortak dilidir) kullanıyorlar. Onlar da sizin gibi Allah’a ‘Allah’ ve ‘Vahid’ ve ‘Ehad’ ve ‘Ekber’ diyorlar. Ancak bu kelimelerle aslında neyi kastettiklerine dikkat ettiğinizde, yani zâhirden bâtına (nicelikten niteliğe) doğru indiğinizde, aynı isimlerin farklı tanımlara karşılık gelmeye başladığını görüyorsunuz. Misal: ‘Alîm’ ismi gibi bir örnek üzerinden meseleyi incelediğinizde, Kur’an’da da geçen ve karşılık olarak (özetle) ‘herşeyi bilen’ diye anlamlandırdığımız bu ismin, onların dünyasında pek de ‘herşeyi bilen’ karşılığını bulmadığını görüyorsunuz.

Bunu bize ne söyletiyor? Bunu bize ‘kadere imanda yaşadıkları sorunlar’ söyletiyor. Bu taifenin ‘Allah’ın olup-olacak herşeyi bilmesi ve ezel denilen manzara-i âlâdan takdir etmesi’ olarak tarif ettiğimiz kadere imanda yaşadıkları sorunların altı kazıldığında, ‘Allah’ın herşeyi bilip bilmediği’ şüphesiyle karşılaşıyorsunuz. Abdulaziz Bayındır gibi kimi isimler bunu açıkça ifade ediyorlar. Diğerleri ise bunu daha üstükapalı/kinayeli göndermelerle gündeme getiriyorlar. (Allah topunu ıslah etsin.)

Yani ‘nicelik’ olarak onların inandıkları esmaü’l-hüsna ve sizinki arasında bir fark olmayabilir. Fakat ‘niteliğine’ indiğinizde işin rengi başka oluyor. Esma kusurlanmaya/sınırlanmaya başlıyor. ‘Alîm’ olan Allah, onların dünyasında ‘herşeyi bilen Allah’ olmayabiliyor. Hatta bazı şeyleri sonradan/zamanla öğreniyor. (Yani ilah, hâşâ, kendi yarattığı zamanın/sınırların mahkumu oluyor.) Yahut da yarattıklarının hepsini bilemiyor. (Nasıl oluyorsa?) Yani: Mutlaka bilmediği birşeyler kalıyor ve bu kalış onların kadere iman etmesini engelliyor. (Çünkü, iman ederlerse, Allah’ın ‘Alîm’ ismine sizin gibi inanmak zorundalar.)

Bunun Allah’ın Allahlığına (yani İslam’ın Allah tasavvuruna) nakise getirmesinden bir rahatsızlık duyup duymadıklarını sorduğunuzda ise türlü demagojilere sapıyorlar. Kaderin iradeyi esir aldığından bahsedip duruyorlar. Halbuki siz çocukluğunuzdan beri biliyorsunuz: Allah’ın bilmesi insanın seçmesine engel olmuyor. Allah imtihan ediyor. Dayatmıyor. Yani: Allah’ın bilmesi Allah’ın zorlaması demek değil. Mesele bu kadar basit inanmak isteyenler için.

Bu noktadan itibaren ikinci bir zihinsel (hem de itikadî) sorunla daha karşılaşıyorsunuz. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat için ayrımı çok kolay birşey. Ama onlar için nasıl olmuşsa zorlaşmış. Kısa fehimleri zorlaştırmış. Nedir o? Belki şu: ‘Bilmek’ ile ‘zorlamak’ veya ‘razı olmak’ ile ‘takdir etmek’ arasındaki ayrımı yapamadıklarını, dolayısıyla, Allah’ın ‘bilmesi’ ile ‘kudretiyle yaratması’ arasındaki farkı da anlayamadıklarını görüyorsunuz.

Hatta onlar Allah’ı da zamanın dışında düşünemiyorlar. Ezel için düşledikleri tanım herşey başlamadan öncesi. Yani yine zamana ait bir tanımlama. ‘Zamandışılık’ değil. Allah’ı zamanın dışında görmüyorlar. Kaderin ezelden takdirini Allah’ın herşey başlamadan önce (hâşâ) oturup herşeyi tahmin etmesi gibi zannediyorlar. Halbuki Bediüzzaman’ın tarifiyle ezel bir kuşatıcı bakıştır. Allah’ın zamanla kayıtlı olmayarak bize göre önce/sonra olan herşeyi birden görmesidir.

Hem ezel, mazi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki ezel, mazi ve halve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misaldir. Öyle ise, daire-i mümkinat içinde uzanıp giden zamanın mazi tarafında bir uçta hayyül edip, ona ‘ezel’ deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertiple girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhakeme etmek hakikat değildir.

Zaten Allah’ın ‘Allah’ olabilmesi için de böyle olması lazımdır. Eğer Allah birşeyleri sonradan öğreniyorsa bu onun için bir sınır/kusur değil midir? Samediyeti/Subhaniyeti yara almazlar mı bundan? (Çünkü öğrenmek için olmasına muhtaçtır. Bilmeden önce ise öğreneceğinin cahilidir.) Ve bunlara ilaveten: Eğer Allah’ın olacaklardan haberi yoksa yaratışı nasıl mümkün olmaktadır?

Yaratan başkası mıdır ki, Allah, yarattığını yaratıldıktan sonra öğrenmektedir? Yine Bediüzzaman’ın Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur… derken hatırlattığı ve Kur’an’ınYaratan bilmez olur mu hiç?” buyurarak son sözü söylediği hakikat budur: Yapanın bilmesi gerek! Bilmeden yaratamaz! Bilmek yaratmanın öncesidir! Evrenin nizamı yaratışın bir ölçüyle ve öncesinde varolan ilmî kalıplarla olduğunu gösterir bize. Kur’an da defaatle bunu söyler.

Kadere iman da zaten en zirve noktasında bu ‘biliş’e iman etmektir. Alîm ismine inanmanın en zirve tezahürüdür/okumasıdır. Kainatı muhteşem bir nizam içerisinde yaratan Allah elbette yarattıklarının ne/nasıl olacağının bilgisine sahiptir. Yoksa Halık-ı Küll-i Şey’in ‘ne yaratacağını bilmeden yarattığını’ söylemek gerekir ki, bu, yaradılışı açıklama adına hem bir çelişki, hem de bir sınırdır. Bu noktadan sonra kadere imana duyulan şüphe dalga dalga bütün esmaü’l-hüsnaya doğru yayılmaya başlar. Allah tasavvurunuzun her zerresine ilişir. Her marifetimizi yaralar. Her tanımımızı paralar.

Allah’ın Mütekellim ismini ele alalım. Esbab-ı nüzûl üzere nazil olan Kur’an, eğer Allah geçmişi ve geleceği bilmiyorsa, demek ki sadece o an için nâzil olmuştur. Tarihseldir. Günübirlik bir metindir. O an düşünülmüştür. O zaman mecburen şu soruyla yüzleşmek zorunda kalınır: Geleceği bilmeyen bir Allah’ın kelamı gelecekteki insanlara nasıl deva olabilir? Sonraki insanlardan ondan nasıl sorumlu tutulabilir? Öyle ya. Gelecekteki insanların durumunu, halini, psikolojisini, sosyolojisini, yaşayacaklarını bilmemektedir ki Allah? Kur’an’ı da tıpkı Allah’ı sınırlandırdığınız gibi sınırlandırmak zorunda kalırsınız böylece. (Kur’an kendi hakkında tam tersini söylerken hem de.) Bilmesinde sınırlanan elbette o bilmeden gelen kelamında da sınırlanır. Bir kafese de Kur’an’ı kapatırsınız. Ne yazık! Her sınır bir diğer kardeşini doğurur. Varın siz düşünün: Artık bunca sınırdan sonra Allah’ın Allahlığı tasavvurunuzda ne kadar kalır?

Halbuki, Kur’an’da yeralan ihbar-ı gayb örnekleri bile, hele Rûm sûresinde geçen (ve sûreye ismini veren) şu ayet bile kadere iman etmeye yeterlidir. “Rûmlar galip gelecektir…” Ve Rûmlar hakikaten galip gelirler yıllar sonra. Siyer kaynakları bize bu ayetin sebeb-i nüzûlünü ve ardından yaşananları tüm ayrıntılarıyla anlatır.

Peki, geleceği bilmeyen bir Allah’a inananlara soralım, Allah bunu sadece tahmin mi etmiştir? Hâşâ, kelamında İdda, Toto, Loto mu oynamaktadır? Vahyine, tutacağı belli olmayan, kendisinin de sonradan öğrendiği bir tahmin mi sokmuştur? Yoksa, her istikametli aklın söyleyeceği gibi, ezelî ilmiyle bildiği şeyi kullarına beyan mı etmiştir? Bu ayetin geliş sebebini etraflıca inceleyenler/okuyanlar meseleyi daha açık idrak ederler.

Zaten bu Kur’an müslümanlığı(!) taifesinin ihbar-ı gaybî türünden ayetlerle/hadislerle ayrıca takık olmaları bu tür ayet ve hadislerin onların işlerini feci bozmasındandır. Öyle ya. Gelecekten haber veren bir Allah’ın ve onun izniyle haberdar olan/bildiren bir Resulün (a.s.m.) varlığında kader nasıl inkar edilecek, Allah nasıl sınırlanacak, beşerî kibir nasıl yol alacaktır? Sorunlar, sorunlar, sorunlar… Kur’an bükücülerin elinde bundan çok var. Hasılıkelam: Kadere iman imanın kemalidir. Kadere iman etmeyenin Allah’a imanı eksik kalır. Çünkü bizzat Allah kelamında buyurur: “Muhakkak ki biz herşeyi bir kaderle yarattık!

Ahmet AY – risalehaber.com

Manevi Darbe 2 (Hadis-i Şerif Düşmanlığı)

Bizim halkımız Kur’an-ı Kerimi pek bilmez. Bu elbette büyük bir eksikliktir fakat yine de dinimizi Peygamber Efendimizin hayatı ile öğrendiğimiz için halkın inancı sağlamdır.

Batılılar yüzyıllar boyunca İslam ülkelerine hoca kılığında misyonerler göndermiş ve bu kişiler İslamı içerden yıkmaya çalışmışlar, din konusunda insanların zihnine şüphe tohumları ekmeye uğraşmışlardır. Bunun içinde en çok kullandıkları metot Kur’an-ı Kerim ile Peygamber efendimizin sözleri birbiri ile çelişiyormuş gibi bir fitne yayıp Kur’an-ı ve Allah’ın Rasulünü birbirinden ayırmaya çalışmak olmuştur. Zira Müslümanları birlik halinde tutan şey sünneti seniyye çizgisidir.

Ortadoğudaki İslam ülkelerinin çoğunluğu hadis-i şerifleri göz ardı eden ve sadece Kur’an-ı Kerimden kafalarına göre hüküm çıkaran ülkelerdir ve kendi aralarında ortak bir dilleri ve birbirlerine bağlılıkları yoktur. Peygamberden uzaklaşan ülkeler, Allah’tan uzaklaşıp Batı ülkelerine yakınlaşmışlardır. Üzerlerinde oynanan oyunlar pek çoğunda etkili olmuştur. Türkiye’nin üzerinde oynanan bu kadar oyunlara rağmen bu güne kadar sağlam durması ise hadisi şeriflere değer verilmesi ve İslamın sünnet-i seniyye çizgisinde yaşanması sayesindedir.

Din fitnecileri son dönemlerde yine hadis-i şerif düşmanlığı ile atağa geçtiler. “Kur’an Müslümanlığı” “Vahiy bize yeter” gibi Peygamberi devre dışı bırakan sloganlarla halkı zehirlemeye çalışıyorlar. Peygamber Efendimiz ve hadisi- şerifler hakkında zihinlere şüphe tohumları ekiyorlar. Halkın anlamakta zorlanacağı hadisleri kötü niyetleri ile yorumlayıp bütün hadisler hakkında şüphe uyandırmaya çalışıyorlar.

Bu hoca kılıklı hadis düşmanlarına karşı uyanık olmak lazım. O kişilere “hoca” değil, “hoca kılıklı” demek lazım. Zira “hoca” sıfatı kıymetlidir, değerlidir.

Bunların uyguladıkları metotların farkında olmalıyız.

Bunların bir kısmı açıkça Peygamber Efendimize saygısızlık eden, hadis-i şerifleri hiç kabul etmeyen, Peygamber Efendimize “Muhammed” diye hitap eden hürmetsiz, saygısız, terbiyesiz kişiler. Allah’ın ve meleklerin salavat ettiği Peygambere onlar sadece ismi ile hitap ediyorlar. Bunların sapkın oldukları belli olduğu için onların peşine ancak dini iyi bilmeyenler düşüyor. Bu hoca kılıklılar beş vakit namazı üçe indirdiler, kadınlara adetli, abdestsiz, başörtüsüz, istediğin şekilde namaz kılabilirsiniz gibi fetvalar verdiler.

İkinci grup hoca kılıklılar ise daha tehlikeli olanlar. Bu sinsi hoca kılıklılar sanki Peygamber efendimizi seviyorlarmış gibi davranıyorlar, bazı hadis-i şerifleri kabul ediyorlarmış gibi duruyorlar, hatta işlerine gelirse kendi fikirlerini desteklemek için hadis-i şeriflerden örnekler gösteriyorlar fakat buldukları her fırsatta hadis-i şeriflerle ilgili zihinlere güvenilmez olduğu ile ilgili fitne tohumları ekiyorlar.

Hadislerin bir kısmına polemik türü rivayetler diyerek rivayetle ilgili şüphelere sebep oluyorlar, bir kısmına Peygamberin kızgınlık anında söylediği sözler gibi uydurma sebeplerle peygamberin sıradan bir insandan farklı olmadığını ve sözlerinin önemsiz hatta insanları yanıltıcı olduğunu zihinlere aşılıyorlar.

Benim gözümde hadis-i şerifleri reddenler ile Fetö ve grubu arasında bir fark yoktur. Birinin tankla tüfekle yapmaya çalıştığını diğeri şüphe tohumları ekerek yapıyor. Biri devlete sızıyor diğeri zihinlere. Devlete sızanlar bir şekilde temizlenir de zihinlere sızanları temizlemek zordur.

Ayetlerden kafalarına göre hüküm çıkararak kendiler dışındakileri, büyük İslam alimlerini bile şirk ehli ilan ettiler. Onlara göre sünneti seniyyeye göre yaşayan müslümanlar;  sahabenin, evliyanın kabrini ziyaret edenler, ölmüş sevdiğine Yasin okuyan halk da şirk ehli. Ve maalesef ki gün geçtikçe bunlara inanlar artıyor ve bu da halkı Kur’an müslümanları ve hadis müslümanları gibi iki keskin kutba bölecek gibi duruyor. Ve gruplaşma başladığında sünneti seniyye çizgisindeki müslümanları şirk ehli gören Kur’an müslümanlarının kendinden olamayan kimseleri öldürmekte bir beis göreceklerini zannetmiyorum. Onlar da bunu Fetö gibi din için yaptıklarını iddia edecekler.

Hadis düşmanlarına göre Kur’an-ı Kerimi okuyan herkes başka bir kaynağa ihtiyaç duymadan her âyeti anlayabilir ve hüküm çıkarabilir. Tabii ki herkesin anlayacağı çok açık âyetler var fakat müteşabih âyetler var ayrıca her âyeti yeterli ilmi olmayan herkes anlayamaz anlamak için gayret göstermesi, en azından iniş sebeplerini okuması, Peygamber efendimizin hayatındaki yansımalarını bilmesi lazım.

Peygambersiz Kur’an yeter demek  “Doktor olmak için tıp fakültesine gitmeye hocalardan ders olmaya gerek yok, al bir tıp kitabı oku doktor olursun” demekten daha farklı bir şey değil. Biri bunu dese adama deli derler fakat birileri çıkıp peygambere ihtiyaç yok, Kur’an-ı oku, anladığın doğrudur diyorlar da onlara inananlar çıkabiliyor.

Kur’an-ı Kerîme, Allah Rasulü’nun sözleri ve yaşantısı ile baktığımızda ancak doğru anlayabiliriz. Allah Rasulü Kur’an-ı Kerimin indirildiği 23 yıl boyunca âyetler indikçe onları tefsir etmiş, açıklamıştır. En doğru anlamlar Allah Rasulü”nün açıklamalarıdır. Bunun dışında Allah Rasulü”nün günlük hayatı da herhangi biri gibi değildi. Davranışları, sözleri hep bir hikmete binaendi. Allah’u Tealâ “Sana kitabı ve hikmeti verdik” buyruyor. O hikmetten faydalanmak için sünnet-i seniyeye uygun davranmaya elimizden geldiği kadar dikkat etmemiz gerekiyor.

“Andolsun ki Allah’n rızasını ve âhiret gününün saadetini umanlar ve Allah’ı çokça ananlar için Allah’ın Resûlü’nde, sizin için, pek güzel bir örnek vardır.”  (Ahzap suresi 21. âyet-i kerîme)

Kur’an-ı Kerimde  “Allah’a ve Rasulüne itaat edin” diye başlayan pek çok âyet var. “Ben Peygambere karşı değilim sadece hadislerin güvenilir olduğuna inanmıyorum” diyen ya cahildir, hadis ilmini hiç okumamıştır ya da haindir, güvenilir olduğunu bildiği halde şüpheli olduğunu iddia eder. Zira hadisler güvenilmez  ise o zaman yukarıdaki Peygamberi örnek alın âyetinin hükmü kalkmış mı oluyor. Haşa Allah’u Tealâ hadislerin bozulacağını bilememiş mi de bizden Peygamberi örnek almamızı mı istiyor. Rabbimiz bizden Peygamberimizi örnek almamızı istiyorsa bu hadis-i şeriflere güvenebileceğimizin de delilidir zaten.

“O gün o (her inkârcı) zalim, ellerini ısırıp: “Keşke ben, peygamberle beraber kurtuluş yolunu tutsaydım.” diyecek.” (Furkan suresi 27. âyet-i kerîme)

Eğer Kur’an-ı Kerimden kendi kafamıza göre anlam çıkarırsak insan sayısı kadar farklı hükümler çıkabilir ve anne-evlat başka dinden gibi olurlar. Fetöcular da IŞİD de Kur’an-ı Kerimden kafalarına göre anlam çıkarıyorlar. Aynı dinden insanlar birbirine düşman oluyorlar.

Devlet büyüklerinin bu konuda hassas olması lazım. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bu hadis düşmanları ile mücadele etmesi ve halkı da bu konuda bilgilendirmesi lazım. Çünkü hadis düşmanlığı edenler aslında din düşmanlığı ediyorlar.

Zira hadislerin güvenilir olmadığını iddia ettiğinde o hadislerin günümüze gelmesine vesile olan ömrünü ilme adamış o kıymetli alimleri yalancı konumda bırakmış olursun. Aynı zamanda o alimlerin ilminden faydalanmış bütün alimlerin ilmini reddetmiş olursun.

Hadisleri reddettiğinde siyer ilmini de reddetmiş olursun, zira peygamberin sözlerinin yalan yanlış aktarıldığına inanıyorsan hayatı ile ilgili bilgilere de güvenemezsin. Bu durumda hakkında hiçbir şey bilmediğin bir Peygamber kalır ortada. Onunla olan bağların da kesilir.

Hadis reddettiğinde fıkıh ilmini de reddetmiş olursun. Zira fıkıh bilgisinin kaynağı Peygamber efendimizidir. Mesela Kur’an-ı Kerim de namaz emri vardı fakat nasıl kılınacağı tarif edilmez, biz detayları peygamber efendimizin hayatında buluruz.

Yani hadisleri reddettiğinde din adına elinde okuyacak bir kitabın olur; fakat yaşayacak bir dinin olmaz.

Sema Maraşlı – cocukaile.net