Etiket arşivi: Kuran ve insan

Müteşabih Ayetler (Benzetmeler) Belagat Kaidelerine Zıt Değil midir? (Video)

Kur’an’da ki müteşâbihat, ayetler belagat kaidelerine zıt değil midir?

Müteşâbihat denildiğinde; Kur’an-ı Kerimin mecâzi manalara gelen ayetleri anlaşılır.

Başka bir ifadeyle; Kur’an-ı Kerimin yüksek ve derin hakikatlerinin anlaşılmasını kolaylaştırmak ve bu hakikatleri akıllara yakınlaştırmak için insanlarca bilinen üslup ile teşbihler, misaller ve benzetmeler ile hakikati tasvir etmektir. Müteşâbih ayetlerden bazıları şunlardır:

“Allah’ın eli onların eli üzerindedir.”

Bu ayette geçen “el” manasındaki “yed” kelimesi “Allah’ın yardımı” manasındadır. İnsanlar arasında yardım; el üstüne el koymakla ifade edildiğinden, ayette, onların alışık olduğu bir mecaz ile “Allah’ın yardımı” hakikati ifade edilmiştir.

Başka müteşâbih bir ayet:

“Hiçbir canlı yoktur ki, Allah onun alnından tutmasın.”

Bu ayetteki “alnından tutma” hakikati de mecaz bir ifadedir. Bu ayetten anlaşılan asla Allah’ın maddî bir eli olduğu ve o el ile mahlûkların alnından tuttuğu değildir. Allah bunlardan münezzehtir. İnsanlar arasında “itaat ettirmek” alından tutmak ile ifade edildiğinden, Allah bu ayetinde her mahlûku emrine itaat ettirmesini ve hepsinin dizginlerinin kudret elinde olduğu hakikatini bir teşbih ve benzetme ile anlatmıştır.

Kur’an’da bu ayetler gibi birçok müteşâbih ayetler vardır. Allah Teâla bir çok hakikati mecaz yol ile, teşbihlerle anlatmıştır. Dilerseniz bunun sebeplerini ve niçin Kur’an’da müteşâbih ayetler olduğunu maddeler halinde inceleyelim:

Kur’an-ı Kerim tüm insanlığa inmiş onlara ilahi hakikatleri ders veren bir öğretmen gibidir. Ders halkasında oturanlar ise tüm insanlardır.

Malumdur ki bir öğretmen anlatacağı dersi sınıftaki anlayış seviyesi en düşük olan öğrencilerinde anlayacağı tarzda anlatmalıdır. Yoksa sadece zeki öğrencilerin anlayacağı şekilde anlatsa o zaman diğer öğrenciler o bilgilerden mahrum olacaktır bu ise öğretmen için bir kusurdur.

Aynen öylede Kur’an’ın ders halkasında oturan insanların ilim seviyeleri ve anlayışları bir değildir. Madem Kur’an tüm insanlık için indirilmiştir o halde bütün insanların anlayacağı tarzda bir üslupla konuşması ve bazen de hakikatleri daha anlaşılır bir hale getirmek için misaller ve teşbihlerde bulunması zaruridir.

Nasıl ki Peygamberimiz (s.a.v.) mucizelerinden ve özelliklerinden başka, fiil ve halleri ve tavırlarında beşeriyette kalıp, beşer gibi ilâhi adetlere ve yaratılış kanunlarına boğun eğmiş ve itaat etmiş. O da soğuk çeker, elem çeker ve bunlar gibi.

Her bir hali ve tavrında harikulâde bir vaziyet verilmemiş. Tâ ki ümmetine halleriyle îmam olsun, tavırlarıyla rehber olsun, umum hareketleriyle ders versin.

Eğer her tavrında harikulâde olsa idi, bizzat her cihetçe imam olamazdı. Herkese mürşit olamazdı. Bütün halleriyle “Rahmeten lil-âlemîn” (âlemler için rahmet) olamazdı.

Aynen öyle de: Kur’an-ı Hakîm Ehl-i şuura imamdır, cin ve insanlara mürşittir, Ehl-i kemâle rehberdir, Ehl-i hakikate muallimdir. Öyle ise, insanların konuşmaları ve üslûbu tarzında olmak zarurî ve kat’îdir.

Çünkü cin ve insanlar münacatını ondan alıyor, duasını on-dan öğreniyor, meselelerini onun lisanıyla zikrediyor, edeb-i muaşeretini ondan öğreniyor ve bunlar gibi. Herkes onu kaynak yapıyor. Öyle ise, eğer Hazret-i Musa (a.s.) Tur-i Sina’da işittiği Kelâmullah tarzında olsa idi, beşer bunu dinlemekte, işitmekte tahammül edemezdi ve kendine rehber yapamazdı.

Hazret-i Musa Aleyhisselâm gibi bir Ulül-azm bir peygamber, ancak birkaç kelâmı işitmeye tahammül etmiştir.

İşte bu sebeplerden dolayı Kur’an, derin hakikatleri mecaz ifadeler ile bazen de misaller ve teşbihler ile anlatır.

Ancak bu ifadelerin hakikat ve gerçek olduğuna itikat etmemelidir ki, Allah’a cisim ve cihet isnadı gibi muhal şeylere sürüklenmesin. Ancak bu gibi ifadelere, hakikate geçmek için bir vesile nazarıyla bakılmalıdır.

Mesela, Cenab-ı Hakk’ın kâinatta olan tasarrufunun keyfiyeti, ancak bir sultanın, saltanatının tahtında yaptığı tasarrufla tasvir edilebilir.

Buna binaendir ki, “Rahman, arşa oturdu” buyrulmuş, Allah’ın kâinatta ki tasarrufu bir teşbih ile anlatılmıştır. İşte hissiyatı bu merkezde olan kimselere yapılan irşadlarda, avamın anlayışına riayet, hislerine hürmet etmek ve fikirlerine ve akıllarına göre yürümek lazımdır.

Nasıl ki, bir çocuk ile konuşan çocuklaşır ve çocuklar gibi çat-pat ederek konuşur ki, çocuk onu anlayabilsin. Aynen bunun gibi, Kur’an-ı Kerimin ince hakikatleri, insanların anlayışlarına göre anlatılmıştır. Bu anlatım, insanların zihinlerini hakikatten kaçırtmamak için ilâhi bir okşamadır.

Bunun için müteşâbihat denilen Kur’an-ı Kerim’in üslupları, hakikatlere geçmek için ve en derin incelikleri görmek için insanların gözüne bir dürbün veya numaralı bir gözlüktür.

Hem bu sırra binaendir ki, söz söyleme sanatının dâhileri, ince hakikatleri tasavvur ve dağınık manaları tasvir ve ifade için teşbih ve mecaza müracaat ediyorlar.

Seyrangah.TV

Kur’an, Neden Aciz Bir İnsanı Böyle Şiddetli Tehdit Eder? (Video)

Kur’an’ın, aciz insana karşı şiddetli şikayetleri, korkutmaları ve büyük tehdidinin hikmeti nedir?

İnsan acizdir gözle görülemeyen bir mikroba yenik düşecek kadar ve insan fakirdir elindeki sermayesi ise yalnız cüz’i bir ihtiyar ve zayıf bir irade. Hâlbuki ihtiyaçları ve arzuları sonsuza kadar uzanır. Böyle aciz, zayıf ve fakir olan insana karşı Kur’an’ın şiddetli şikâyetleri, büyük tehditleri ve müthiş korkutmalarının hikmetini anlamak için şu gelecek iki temsile bak:

Birinci temsil:

Mesela, şahane bir bağ var ki, nihayetsiz meyveler ve çiçekler içinde bulunuyor. O bağa bakmak için pek çok hizmetkârlar tayin edilmiş. Her birinin farklı vazifeleri var. Bir hizmetkârın vazifesi ise; yalnız o bağa yayılacak ve içilecek suyun kanalındaki deliğin kapağını açmaktır. Kapağı açmalı ki, oradan akan su ile bitkiler, ağaçlar ve bahçenin diğer sakinleri sulansın. Yoksa hepsi susuzluktan ölecek.

Şimdi bu hizmetkâr tembellik etse ve deliğin kapağını açmasa, o bağ da kurusa, acaba böyle bir durumda, o bahçenin diğer bütün hizmetkârlarının bu sersemden şikâyete hakları yok mudur? Elbette vardır. Zira suyu açmamakla bağı kuruttu, diğer hizmetkârların hizmetlerini ve bütün çalışmalarını neticesiz bıraktı. Ve zarar verdi.

İkinci temsil:

Mesela, padişaha ait büyük bir gemide, yüzlerce kişi çalışır. Her birinin farklı vazifeleri vardır. Bir adamın vazifesi ise sadece dümeni kırmaktır. Şimdi o dümenci adam, görünüşü küçük ancak neticesi çok büyük olan şu vazifeyi terk etse ve gemi bir kayaya çarparak devrilse ya da karaya otursa, gemideki diğer bütün vazifedarların hizmetlerinin neticelerine zarar verdiğinden hatta mahvettiğinden, bütün o vazifedarlar namına, gemi sahibi ondan şikayet etse, kusur sahibi dümenci diyebilir mi ki; “Ben âdi, basit bir adamım, ehemmiyetsiz ihmalimden dolayı şu şiddetli azara müstahak değilim.” Elbette diyemez. Zira o adam vazifesini yapmamakla geminin diğer çalışanlarının haklarını zayi etti. Tek bir ihmali ile hadsiz zararları netice verdi.

İşte dünya, temsildeki şahane bağ ve büyük bir gemi hükmündedir. Küfür ve dalalet, azgınlık ve isyan ise; başkasının hukukunu çiğneyen büyük bir cinayettir.

Zira bunların esası ve mayası inkârdır ve reddir. Terktir ve kabul etmemektir. Bu sebepten diğer mevcutların amellerinin neticelerine zarar verdiği gibi, ilahi isimlerin, güzel tecellilerine de perde çeker. Mahlûkatın kıymetlerini binden bire düşürür. Onların vazifelerini inkâr eder, tespihlerini manasızlıkla itham eder.

Mesela güneş, Allah’ın isimlerine bir aynadır.

Varlığı ile Allah’ın Hâlık, Mûcid isimlerine,

Işığıyla Allah’ın Nur ismine,

Büyüklüğü ile Allah’ın Azim, Kebir, Mütekebbir, Âli, Aziz gibi isimlerine,

Işığı ve ısısıyla Allah’ın Rahim, Kerim, Rahman isimlerine ve bunlar gibi her haliyle, Allah’ın diğer isim ve sıfatlarına ayna olmak vazifesiyle memurdur.

Hâlbuki inkâr ve gaflet ile Allah’ı tanımayanlar, güneşin, Allah’ın isimlerine yaptığı bu ayinedarlık vazifesini inkâr ile red ederler.

Elbette güneş, kendisini vazifesizlikle ve manasızlıkla itham edip, başıboş ve serseri zanneden kâfire karşı davacı olacaktır. Sultanı olan Allaha, onu şikâyet edecektir.

Hem “Eser kıymetini, sanatkârından alır” kaidesiyle, güneş, Allah’ın sanatı olmak cihetiyle kıymet kazanıp, antika bir eser hükmünde iken, inkâr gözüyle adi ve kıymetsiz bir ateş topu derecesine düşer. Elbette derecesini binden bire düşüren kâfire karşı davası yine hak ve adalettir.

Hem güneş, Allah’ı bin bir ismi ile tesbih ederken, inkâr, onun tesbihini reddetmek ile onu vazifesizlikle itham eder.

Elbette güneş ve diğer bütün varlıklar kendilerine yapılan bu tecavüzden dolayı, kâfiri, sultanları olan Allaha şikâyet edeceklerdir.

Ve elbette Allah, mahlûkatın hukukunu korumak ve muhafaza etmek için kâfiri şiddetle korkutup, tekrar ve tekrar tehdit edecektir ve etmesi hikmetin ve adaletin tâ kendisidir.

Ve o asi beşer, şiddetli tehditlere elbette müstahaktır ve dehşetli korkutmalara layıktır.

Seyrangah.TV

Kur’an’da İnsanın Yaratılışı – Ademin Çocukları

* Gerçekten insan üzerine, o uzun devirden öyle bir zaman geçti ki (o, henüz) anılan bir şey değildi.”(İnsan, 1)

Âdemin çocukları artık dünyada ilk yaratılıştan farklı bir yaratılış olayı ile yani hamilelikle, anne karnında büyüme ve gelişme yoluyla çoğalarak yeryüzüne geliyorlar. İnsanlar için anne karnında 9 ay 10 günlük uzun bir süreç gerekiyor. Sonunda doğumla bebekler dünyaya geliyor, sonra onlara isimler konuyor, büyüyorlar, adı sanı anılır oluyorlar ve sonra ölüyorlar. Ardından yenileri geliyor. Ve bu düzenin kıyamete kadar da böyle devam edeceğini gözlüyoruz.

İnsanın vücudunu oluşturan atomlar, moleküller çevrede dağılmış bir vaziyette iken özel kanunlara tabi olarak ve bir nizam ve intizam altında yediği içtiği gıdalarla insan vücuduna girerler. Dışarıdan alınan maddelere insan vücuduna uygun canlılık kazandırılır, ilgili organlar içinde erkeklerde sperm hücreleri, kadınlarda yumurta hücresi yaptırılır. Bunların yapılışında özel bir kasıt ve hikmet vardır. Sonra ana rahminde çok değişik olaylar gelişir, iki hücre birleşip tek hücre olur sonra onlardan et olur, kemik olur, zincirleme olaylar gelişir. Her bir yeni olay, bir öncekinden daha mükemmel olarak meydan getirilir. O kadar karmaşık olaylar yaşanmasına karşın hiçbir düzensizlik olmaz.

* İnsanın cesedini teşkil eden zerreler, âlemin zerratı içinde câmid, dağınık bir şekilde iken, bakarsın ki; mahsus bir kanun ile, muayyen bir nizam ile intizam altına alınarak âlem-i anâsıra gönderilir. Âlem-i anâsırda sâkit, sâkin, gizli bir vaziyette iken, birdenbire kafile kafile, muayyen bir düstur ile, yevmî bir intizam ile, bir kasd ve hikmet altında âlem-i mevalide intikal eder. Âlem-i mevalidde de, sükût içinde iken birdenbire acib, garib bir tarz ile nutfeye inkılab eder. Sonra müteselsil inkılablar ile alaka olur; sonra mudga olur, sonra et, kemik olur. Bu inkılabların herbirisi, evvelkisine nisbeten daha mükemmel ise de, lâyıkına göre mevattır, yani hayatsızdır.”(İŞARET’ÜL İCAZ , İhyâ-yı Ervah- Bakara 28. âyet)

Bu konuda Kur’an şunları söylüyor:

(O,) akıtılan bir menîden bir nutfe değil miydi?”(Kıyame, 37)

*Ey insanlar! Eğer öldükten sonra dirilmekten şübhe içinde iseniz, artık muhakkak ki biz, sizi bir topraktan, sonra bir nutfeden, sonra bir alakadan, sonra da (ne) yaratılmış (ne de) yaratılmamış (henüz kemâle ermemiş) bir mudgadan yarattık ki, size (kudretimizi) açıkça gösterelim.” (Hacc, 5)

“O, sizi (önce) bir topraktan, sonra bir nutfeden (hakir bir damla sudan süzülmüş hulâsadan), sonra bir alakadan yaratandır. Sonra sizi bir çocuk olarak çıkarıyor; sonra gücünüzün kemâle ermesi için, sonra da ihtiyar olmanız için (sizi yaşatıyor). İçinizden kimi de, (kiminizden) daha önce vefât ettirilir; tâ ki belirli bir vakte erişesiniz ve olur ki akıl erdirirsiniz.” (Mümin, 67)

Bir yumurta hücresinin bir spermle birleşmesiyle ana rahminde başlayan hayat, çok çeşitli halden hale dönüşür. Bir damla sudan başlayan bu insan olma serüveni önce embriyo halini alır, sonra bir çiğnem et parçasına benzer, sonra kemikler oluşur ve ete bürünerek şekillenir sonunda da insan olur.

*İnsanın cesedini teşkil eden zerreler, alemin zerratı içinde camid, dağınık bir şekilde iken, bakarsın ki, mahsus bir kanunla, muayyen bir nizamla intizam altına alınarak alem-i anasıra gönderilir. alem-i anasırda sakit, sakin, gizli bir vaziyette iken, birden bire kafile kafile, muayyen bir düsturla, yevmi bir intizamla, bir kast ve hikmet altında alem-i mevalide intikal eder. alem-i mevalidde de, sükut içinde iken, birdenbire acip, garip bir tarzla nutfeye inkılap eder. Sonra müteselsil inkılaplarla alaka olur, sonra mudga olur, sonra et, kemik olur. Bu inkılapların herbirisi, evvelkisine nisbeten daha mükemmel ise de, layıkına göre mevattır, yani hayatsızdır. (İ.İCAZ)

*en basit bir cismin geçirmiş olduğu inkılabat ve tahavvülata dikkatle bakılırsa görülür ki, alem-i zerrattaki zerreler, alem-i anasıra intikal edince başka suretlere girerler, alem-i mevalidde, başka suretlere dönerler, nutfede başka vaziyet alırlar, sonra alaka olur, sonra mudga olur, sonra bir insan suretini giyer, ortaya çıkarlar. Bu kadar inkılabat-ı acibe esnasında, zerreler öyle muntazam harekat ve muayyen düsturlar üzerine cereyan ederler ki, sanki bir zerre, mesela alem-i zerratta iken vazifelendirilmiş ve Abdülmecid’in gözünde yer alıp vazife görmek üzere yola çıkarılmıştır. Bu hali, bu vaziyeti, bu intizamı gören bir zihin, bila-tereddüt hükmeder ki, o zerreler, bir kasıtla ve bir hikmet altında gönderilir.(İ.İCAZ)

*Vücud-u insan, tavırdan tavıra geçtikçe acîb ve muntazam inkılâblar geçiriyor. Nutfeden alâkaya, alâkadan mudgaya, mudgadan azm ve lâhme, azm ve lâhmden halk-ı cedîde, yani insan sûretine inkılâbı gayet dakîk düsturlara tâbidir. O tavırların herbirisinin öyle kavânîn-i mahsusa ve öyle nizâmât-ı muayyene ve öyle harekât-ı muttarıdaları vardır ki, cam gibi, altında bir kasd, bir irâde, bir ihtiyâr, bir hikmetin cilvelerini gösterir.

İşte, şu tarzda o vücudu yapan Sâni-i Hakîm, her sene bir libas gibi o vücudu değiştirir. O vücudun değiştirilmesi ve bekâsı için inhilâl eden eczâların yerini dolduracak, çalışacak yeni zerrelerin gelmesi için bir terkibe muhtaçtır. İşte o beden hüceyreleri, muntazam bir kanun-u İlâhî ile yıkıldığından, yine muntazam bir kanun-u Rabbânî ile tâmir etmek için rızık nâmiyle bir madde-i latîfeyi ister ki, o beden uzuvlarının ayrı ayrı hâcetleri nisbetinde, Rezzâk-ı Hakiki, bir kanun-u mahsus ile taksim ve tevzî ediyor. (SÖZLER, 29.Söz)

Başlangıçta 2 ayrı hücrenin birleşmesiyle başlayan olay, bölünerek ve çoğalarak devam eder, dış, iç ve orta daldaki atomlar bir plan içinde dizilerek hücreleri, hücreler aynı amaç için bir araya gelerek dokuları, dokular organları ve hepsi beraber insanı meydana getirirler.

insanin gelisim agaci

İNSANIN GELİŞİM AĞACI

İnsanın gelişimi bir gövdeye bağlı 3 ana daldan gelişmiş bir ağaç gibi gelişim gösterir. Her 3 daldan farklı organlar meydana getirilir. Dış tabakadan; Sinir sistemi, beyin ve deri, orta tabakadan; Böbrek, Kalp, Kaslar, Kemikler, kemik iliği ve kan hücreleri, iç tabakadan ise; Karaciğer, akciğer ve bağırsaklar oluşturulur. Erişkin bir insanın organlarının çoğu orta tabakadan meydana getirilir. Ve sonunda 100 trilyon farklı hücreden yaratılmış bir insan olur.

*Zâten eşyanın asıl menşe’leri, şu dört maddedir. Yeni hikmetle, müvellidü’l-mâ, müvellidü’l-humuza, karbon, azot’tur ki, bu anâsır, evvelki unsurların eczâlarıdır. (SÖZLER,22.Söz)

Vücut kütlemizin %65’i Oksijen, %18’i Karbon, %10’u Hidrojen, % 3’ü Azot, %1.5 Ca, %1 P %’tur.Vücudumuzun yapı taşları olan Proteinler, yaklaşık olarak %50 C, %23 O, %7 H, %16 N ve çok az miktarlarda olmak üzere de S, Cu, Fe, Zn, Mn’den meydana getirilmişlerdir.İnsanlarda proteinleri yapan 12 çeşit aminoasit vücutta sentezlenebilir. Geriye kalan 8 çeşit aminoasit temel aminoasittir, dışarıdan alınmak zorunluluğu vardır. 20 farklı aminoasitten insan vücudunda farklı proteinler meydana getirilir.

Karbonhidratla ve Lipitler; C,H ve O meydana getirilmiş bileşiklerdir. İlaveten lipitlerde N, P, S da bulunur.

*insanın, zerre vaziyetinden, insan-ı mü’min suretine gelinceye kadar camidiyet, nebatiyet, hayvaniyet, insaniyet gibi geçirdiği etvar ve ahvaline (M.NURİYE, Zeyl’ül Habbe)

Toprakta iken cansız, inorganik olan moleküller; bitkiler ve hayvanlar dünyasında birden hayat kazanır ve organik hale getirilirler. Bitki ve hayvanlardan insan vücuduna gelen moleküller, bu sefer de her insana özel organik bir yapılanma gösterirler. İnsan vücudu içindeki atomlar, görevli bir memur gibi işlerine hiç durmadan devam ederler. Alınan gıdalar ağızda parçalanır, midede bulamaç olur, ince bağırsaklardan emilir, kalın bağırsaktan da suyu emilir ve sonunda vücuda girer, karaciğere gelir orada yeniden kişiye özel olarak şekillenirler. Oradan damarlar vasıtasıyla kalbe gelir, dolaşıma geçer. Bütün vücudu dolaşır, hücrelere uğrarlar. Akciğere, böbreklere ve cilde gelirler. Dışarı atılacaklar buradan atılır.

1-Ağız, 2-Yemek borusu ve mide, 3-İnce ve kalın barsaklar, 4-Karaciğer gıdaların değişime uğradığı, pişirildiği 4 farklı mutfağa benzer.

1- Böbrek, 2- Akciğer, 3-Deri, 4-Fagositik sistem ise,4 farklı süzgeç görevi yapan hücreler topluluğudur.

Böbrek, akciğer ve deri; vücuttan kimyasal atıkları dışarı atarlar. Böbrekler kanda fazla miktarlarda bulunması zararlı olan maddeleri kandan süzerek vücut dışına atarlar. Akciğerler ise vücuda zararlı bazı maddeleri, mesela karbon dioksit gibi dışarı atar. Cilt de terleme yoluyla aynı görevi yapar.

Gıdalar arasında bulunan meyve, salata ve yaş sebze gibi yiyeceklere mikroplar, yabancı cisimler bulaşmış olabilir. Vücutta çeşitli yerlerde bulunan zararlı ve yabancı maddeleri yiyen fagositik hücreler(Karaciğer Kupfer hücresi, Lenf bezleri, Dalak, Mukoza altı lenfoid hücreler, Dentritik hücreler ve kandaki Monositler gibi) ise vücuttan zararlı maddeleri, yabancı cisimleri, ölü hücreleri ve mikropları yakalayıp süzerler. Bu hücreler topluluğu; insan vücudunda çok ince süzgeç görevi yaptırılan özel görevli hücrelerdir.

*Şimdi, o Rezzâk-ı Hakîmin gönderdiği o madde-i latîfenin etvârına bak; göreceksin ki, o maddenin zerrâtı bir kafile gibi küre-i havada, toprakta, suda dağılmış iken, birden hareket emrini almışlar gibi bir hareket-i kasdîyi işmâm eden bir keyfiyet ile toplanıyorlar. Güyâ onlardan herbir zerre bir vazife ile, bir muayyen mekâna gitmek için memurdur gibi gayet muntazam toplanıyorlar. Hem, gidişâtından görünüyor ki, bir Fâil-i Muhtarın bir kanun-u mahsusu ile sevk edilip, cemâdât âleminde mevâlide, yani zîhayat âlemine girerler. Sonra, nizâmât-ı muayyene ve harekât-ı muttarıda ile ve desâtir-i mahsusa ile rızık olarak bir bedene girip, o beden içinde dört matbahta pişirildikten sonra ve dört inkılâbât-ı acîbeyi geçirdikten sonra ve dört süzgeçten süzüldükten sonra bedenin aktârına yayılarak, bütün muhtaç olan âzâların muhtelif ve ayrı ayrı derece-i ihtiyaçlarına göre, Rezzâk-ı Hakikikin inâyetiyle ve muntazam kanunları ile inkısam ederler. İşte o zerrâttan hangi zerreye bir nazar-ı hikmetle baksan, göreceksin ki, basîrâne, muntazamâne, semîâne, alîmâne sevk olunan o zerreye, kör ittifak, kanunsuz tesadüf, sağır tabiat, şuursuz esbâb, hiç ona karışamaz. Çünkü, herbirisi unsur-u muhîtten tut, tâ beden hüceyresine kadar hangi tavra girmiş ise, o tavrın kavânîn-i muayyenesi ile güyâ ihtiyâren amel ediyor, muntazaman giriyor. Hangi tabakaya sefer etmiş ise, öyle muntazam adım atıyor ki, bilbedâhe bir Sâik-i Hakîmin emri ile gidiyor gibi görünüyor. İşte, böyle muntazam tavırdan tavıra, tabakadan tabakaya, git gide hedef-i maksadından ayrılmayarak, tâ makam-ı lâyıkına, meselâ Tevfik’in gözbebeğine emr-i Rabbânî ile girer, oturur, çalışır. İşte bu halde, yani erzaktaki tecellî-i rubûbiyet gösteriyor ki, ibtidâ o zerreler muayyen idiler, muvazzaf idiler, o makamlar için namzed idiler. Güyâ herbirisinin alnında ve cephesinde “Filân hüceyrenin rızkı olacak” yazılı gibi bir intizamın vücudu, her adamın alnında kalem-i kader ile rızkı yazılı olduğuna ve rızkı üstünde isminin yazılı olmasına işaret eder. (SÖZLER, 29.SÖZ)

*sen mevcutsun. Ve basit bir madde ve câmid ve tagayyürsüz değilsin. Belki, daima teceddüdde olarak, gayet muntazam bir makine ve harika ve daima tahavvülde bir saray gibisin. Senin vücudunda her vakit zerreler çalışıyorlar. Senin vücudun kâinatla, hususan rızık münasebetiyle, hususan beka-yı nevi itibarıyla alâkadar ve alışverişi vardır. Senin vücudunda çalışan zerreler, o münasebâtı bozmamak ve o alâkadarlığı kırmamak için dikkat ediyorlar, öylece ihtiyatla ayaklarını atıyorlar. Güya bütün kâinata bakıyorlar, senin münasebâtını kâinatta görüp öyle vaziyet alıyorlar. Sen zâhirî ve bâtınî duygularınla, o zerrelerin o harika vaziyetine göre istifade edersin.

Eğer sen vücudundaki zerreleri, Kadîr-i Ezelînin kanunuyla hareket eden küçücük memurları veya bir ordusu veya kalem-i kaderin uçları (herbir zerre bir kalem ucu) veya kalem-i kudretin noktaları (herbir zerre bir nokta) olduğunu kabul etmezsen, o vakit senin gözünde çalışan herbir zerreye öyle bir göz lâzım ki, senin mecmu-u cesedinin her tarafını görmekle beraber, münasebettar olduğun bütün kâinatı dahi görecek bir gözü ve bütün senin mazi ve müstakbel ve nesil ve aslın ve anâsırının membalarını ve rızkının madenlerini bilecek, tanıyacak, yüz dâhi kadar bir akıl vermek lâzım geliyor. Senin gibi bu meselelerde zerre kadar aklı olmayanın bir zerresine bin Eflâtun kadar bir ilim ve şuur vermek, bin derece divanece bir hurafeciliktir. (LEMALAR, 3.Lema)

*İnsan, arza nisbeten bir zerredir. Arz da kainata nazaran bir zerredir. Ve keza, insanın bir ferdi, nev’ine nisbeten bir zerredir; nev’i de, sair ortakları bulunan enva içinde bir zerre gibidir. Ve keza, aklın düşünebildiği gayeler, faydalar hikmet-i ezeliye ve ilm-i İlahideki faydalara nisbeten bir zerreden daha aşağıdır. (İ.İCAZ,İ badet ve Tevhid bahsi)

*Senin vücudun bin kubbeli harika bir saraya benzer ki, her kubbesinde taşlar, direksiz birbirine baş başa verip muallâkta durdurulmuş. Belki senin vücudun, bin defa bu saraydan daha aciptir. Çünkü, o saray-ı vücudun, daima, kemâl-i intizamla tazelenmektedir. Gayet harika olan ruh, kalb ve mânevî letâiften kat-ı nazar, yalnız cesedindeki herbir âzâ, bir kubbeli menzil hükmündedir. Zerreler, o kubbedeki taşlar gibi birbirleriyle kemâl-i muvazene ve intizamla başbaşa verip, harika bir bina, fevkalâde bir san’at, göz ve dil gibi acip birer mucize-i kudret gösteriyorlar.

Eğer bu zerreler, şu âlemin ustasının emrine tâbi birer memur olmasalar, o vakit herbir zerre, umum o cesetteki zerrelere hem hâkim-i mutlak, hem herbirisine mahkûm-u mutlak, hem herbirisine misil, hem hâkimiyet noktasında zıt, hem yalnız Vâcibü’l-Vücuda mahsus olan ekser sıfâtın masdarı, menbaı, hem gayet mukayyet, hem gayet mutlak bir surette olmakla beraber, sırr-ı vahdetle yalnız bir Vâhid-i Ehadin eseri olabilen gayet muntazam bir masnu-u vâhidi o hadsiz zerrâta isnad etmek-zerre kadar şuuru olan, bunun pek zâhir bir muhal, belki yüz muhal olduğunu derk eder. (LEMALAR, 23.Lema)

*Senin vücudunda her vakit zerreler çalışıyorlar. Senin vücudun kâinatla, hususan rızık münasebetiyle, hususan beka-yı nevi itibarıyla alâkadar ve alışverişi vardır. Senin vücudunda çalışan zerreler, o münasebâtı bozmamak ve o alâkadarlığı kırmamak için dikkat ediyorlar, öylece ihtiyatla ayaklarını atıyorlar. Güya bütün kâinata bakıyorlar, senin münasebâtını kâinatta görüp öyle vaziyet alıyorlar. Sen zâhirî ve bâtınî duygularınla, o zerrelerin o harika vaziyetine göre istifade edersin.

Eğer sen vücudundaki zerreleri, Kadîr-i Ezelînin kanunuyla hareket eden küçücük memurları veya bir ordusu veya kalem-i kaderin uçları (herbir zerre bir kalem ucu) veya kalem-i kudretin noktaları (herbir zerre bir nokta) olduğunu kabul etmezsen, o vakit senin gözünde çalışan herbir zerreye öyle bir göz lâzım ki, senin mecmu-u cesedinin her tarafını görmekle beraber, münasebettar olduğun bütün kâinatı dahi görecek bir gözü ve bütün senin mazi ve müstakbel ve nesil ve aslın ve anâsırının membalarını ve rızkının madenlerini bilecek, tanıyacak, yüz dâhi kadar bir akıl vermek lâzım geliyor. Senin gibi bu meselelerde zerre kadar aklı olmayanın bir zerresine bin Eflâtun kadar bir ilim ve şuur vermek, bin derece divanece bir hurafeciliktir. (A.MUSA, 2.Kısım)

*kanda her bir zerre o kadar muntazam ve çok vazifeleri görüyor ki, yıldızlardan geri kalmıyor. Ve kanda bulunan her bir küreyvât-ı hamrâ ve beyzâ, o derece şuurkârâne ceset için muhafaza ve iaşe hususunda öyle işleri görüyor ki, en mükemmel erzak memurlarından ve muhafaza askerinden daha mükemmeldir. (ŞUALAR, 2.Şua)

*herbir zerre, herbir mevcut, herbir zîhayat, bir nefer askere benzer ki, orduda muhtelif dairelerde, o neferin ayrı ayrı nisbetleri, vazifeleri olduğu gibi, herbir zerre, herbir zîhayatın dahi öyledir. Meselâ senin gözünde bir zerre, gözün hücresinde ve gözde ve âsâb-ı veçhiyede ve bedenin şerâyin tabir edilen damarlarında birer nisbeti ve o nisbete göre birer vazifesi ve o vazifeye göre birer faydası vardır. Ve hâkezâ, herşeyi ona kıyas et. (M.NURİYE, Zühre)

*zerrat kafilelerine güya hayatın yuvası olan her ceset, o zerrelere vazife görmek, nurlanmak, talimat yapmak için bir misafirhane, bir mektep, bir kışladır. Adeta Zât-ı Hayy ve Muhyî, bu makine-i hayat vasıtasıyla, bu karanlıklı ve fâni ve süflî olan âlem-i dünyayı lâtifleştiriyor, ışıklandırıyor, bir nevi beka veriyor, bâki bir âleme gitmeye hazırlattırıyor. (LEMALAR, 30.Lema)

*Evet, bir zîhayatın cesedindeki zerrelerin herbir âzâya mahsus bir heyetle küme küme toplanıp dağılmadıkları ve sel gibi akan unsurların fırtınaları içinde vaziyetlerini muhafaza edip dağılmamaları ve muntazaman durmaları, bilbedâhe, kendi kendilerinden olmayıp, belki sırr-ı kayyûmiyetle olduğundan, herbir ceset muntazam bir tabur, herbir nevi muntazam bir ordu hükmünde olarak, bütün zîhayat ve mürekkebâtın zemin yüzünde ve yıldızların feza âleminde durmaları ve gezmeleri gibi, bu zerreler dahi hadsiz dilleriyle sırr-ı kayyûmiyeti ilân ederler. (LEMALAR, 30.Lema)

*zihayatın bedeninde acib vazifeleri gören her bir zerreye her şeyi görecek bir göz ve her şeyi bilecek bir ilim verilmek lazımdır ki, o ince ve mükemmel vazife-i hayatiyeyi yapabilsin.(ŞUALAR, 15.Şua)

*Eğer bütün eşya birden o Kadîr-i Ezelîye ve Alîm-i Külli Şeye verilmezse, o vakit sinek gibi en küçük bir şeyin vücudunu, dünyanın ekser nevilerinden hususî bir mizanla toplamak lâzım gelmekle beraber; o küçük sineğin vücudunda çalışan zerreler, o sineğin sırr-ı hilkatini ve kemâl-i san’atını bütün dekaikiyle bilmekle olabilir. Çünkü esbab-ı tabiiye ile esbab-ı maddiye, bilbedahe ve umum ehl-i aklın ittifakıyla, hiçten icad edemez. (LEMALAR, 6.Lema)

*Her bir zerre, bir nefer gibi, askerî dairelerinin her birinde, yani takımında, bölüğünde, taburunda, alayında, fırkasında, ordusunda, her birisinde bir nisbeti, o nisbete göre bir vazifesi ve o vazifeye göre dahi, senin gözünde, başında, vücudunda ve kuvve-i müvellide, nizâmı dairesinde bir hareketi olduğu gibi; hem meselâ, senin gözbebeğindeki o câmid zerrecik kuvve-i câzibe, kuvve-i dâfia, kuvve-i müsavvire gibi deverân-ı deme ve his ve harekeye hizmet eden evride ve şerâyin ve sâir âsablarda, hem senin nevinde, ilâ âhir; birer nisbeti, birer vazifesi bulunduğunu, bilbedâhe bir Kadîr-i Ezelînin eser-i sunu ve memur-u muvazzafı ve taht-ı tedbîrinde olduğunu, kör olmayan göze gösterir. (SÖZLER, 2.SÖZ)

* insan başı içinde bir hardal küçüklüğünde bir yerde yerleştirilen kuvve-i hâfızaya bakıyoruz, görüyoruz ki; öyle bir câmi’ kitap, belki kütüphâne hükmündedir ki, bütün sergüzeşt-i hayatı, içinde karıştırılmaksızın yazılıyor. Acaba şu mu’cize-i kudrete hangi sebep gösterilebilir: telâfif-i dimağiye mi, basit şuursuz hüceyrât zerreleri mi, tesadüf rüzgârları mı?(33.SÖZ,27.Pencere)

*Cisim içinde cisim, birbiri içinde cüz olup giden bütün bu terkiblerde, nasıl bir nefer, takımında, bölüğünde, taburunda, alayında, fırkasında, ordusunda mütedâhil o heyetlerden herbirisine mahsus birer vazifesi, hikmetli birer nisbeti, intizamlı birer hizmeti bulunuyor. Hem, nasıl ki senin gözbebeğinden bir hüceyre, gözünde bir nisbeti ve bir vazifesi var, senin başın heyet-i umumiyesi nisbetinde dahi hikmetli bir vazifesi ve hizmeti vardır. Zerre miktar şaşırsa, sıhhat ve idare-i beden bozulur. Kan damarlarına, his ve hareket âsablarına, hattâ bedenin heyet-i umumiyesinde birer mahsus vazifesi, hikmetli birer vaziyeti vardır. Binlerle imkânât içinde, bir Sâni-i Hakîmin hikmetiyle o muayyen vaziyet verilmiştir. (SÖZLER, 33.Söz)

*Hem hangi kanunla zerreyi Mevlevî gibi tahrik ederse, aynı kanunla küre-i arzı meczup ve semâa kalkan Mevlevî gibi döndürüyor. Ve o kanunla âlemleri böyle çeviriyor ve manzume-i şemsiyeyi gezdiriyor.

Hem hangi kanunla senin bedenindeki hüceyrâtın zerrelerini tazelendiriyor, tamir ve tahlil ediyorsa, aynı kanunla senin bağını her sene tecdid eder ve her mevsimde çok defa tazelendirir. Aynı kanunla, zemin yüzünü her bahar mevsiminde tecdid eder, taze bir peçe üstüne çeker. (MEKTUBAT, 24.Mektup)

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org