Etiket arşivi: Kuranın Mucizeleri

Kur’ândaki “Belağat”in Fevkalade Tesiri!

Belağat, güzel, etkili ve yerinde söz söylemek demektir. Kur’ân’ın en büyük mucizesi sözlerindeki insanüstü belâğattir. Nâzil oluşundan günümüze kadar hiç bir insan onun kısa bir sûresinin dahi benzerini söyleyememiştir. Çünkü onun sözleri gibi güzel söz söylemek insan kudretinin üzerindedir. İşte bu durum Kur’ân’ın en açık mucizesidir. İnsanoğlu Kur’ân’ın sözlerinin benzerini söylemekten âcizdir. Öyleyse Kur’ân Allah kelamıdır.

Bedîüzzaman Hazretleri, Kur’ân’ın indiği dönemde, böyle hârika, insanüstü sözlerle ilk defa karşılaşan Arapların onun büyüleyici güzelliği karşısında nasıl hayretler içerisinde kaldıklarını şöyle anlatır:

“Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan geldiği zaman, bu dört nevi malûmat sâhiblerine karşı meydan okudu: Başta ehl-i belâgate birden diz çöktürdü. Hayretle Kur’ân’ı dinlediler. İkincisi ehl-i şiir ve hitâbet, yani muntazam nutuk okuyan ve güzel şiir söyleyenlere karşı öyle bir hayret verdi ki, parmaklarını ısırttı. Altın ile yazılan en güzel şiirlerini ve Kâbe duvarlarına medar-ı iftihar için (övünç kaynağı diye) asılan meşhur “Muallakat-ı Seb’a” (yedi asılı)larını indirtti, kıymetten düşürdü.” (Şualar)

Bu yazımızda Kur’ân’ın belâğatli güzel sözleri karşısında o dönemde ve daha sonrasında insanların içine düştükleri şaşkınlıklarını, hayret ve takdirlerini gösteren bazı tarihi hadiseleri sizlerle paylaşacağız.

MÜŞRİKLERİN KUR’ÂN’IN BELÂĞATİNDEKİ GÜZELLİĞİ İTİRAFLARI

ŞAİR LEBİD’İN KIZI

Kâbe duvarına asılan en meşhur yedi şiirden biri meşhur şair Lebid’e aitti. Kur’ân âyetlerini duyan Lebid’in kızı, babasının altın yaldızla yazılıp Kâbe duvarına asılan şiirini oradan indirmiş, “Âyetlerin karşısında bunun kıymeti kalmadı” diyerek Kur’ân’ın üstünlüğünü ve en güzel bir insan sözünün onun yanında sönük kaldığını ilan etmiştir. (Bkz. Şualar, 7. Şua)

VELİD B. MUĞÎRE  

Mekke müşriklerinin reislerinden Velid b. Mugire, Resûlullah’ın yanına geldiğinde Hz. Peygamber ona Kur’ân okumuştu ve sanki kalbi yumuşamış gibiydi. Bu haber Ebu Cehil’in kulağına gidince Ebu Cehil derhal Velid’e geldi ve şöyle dedi:

– Muhammed hakkında bir şey söyle ki kavmin işitsin de senin Muhammed’i sevmediğini anlasınlar” Velid: 
– Onun hakkında ne diyeyim? Allah’a yemin ederim, hiçbiriniz benden daha fazla şiiri bilmez. Şiirin recezini (aruzun bir vezni) bilmez. Şiirin kasidelerini de bilmez. Cinlerin şiirini benden daha iyi bileniniz yoktur. Ama yemin olsun ki onun söyledikleri bunlardan hiçbirine benzemiyor. Yine yemin olsun ki onun söylediklerinde bir güzellik, bir tatlılık vardır. O sözün üstü meyvelidir, altı çoktur, bereketlidir. Kesinlikle o gâlib olur, hiç kimse ona gâlib olmaz. Kesinlikle o altında kalanı paramparça eder” diye cevap verdi.” (Hayatü’s-Sahâbe)

UTBE BİN REBİA

Yine Mekke’nin müşrik reislerinden Utbe Bin Rebia Resûlullah (asm)’ın yanına giderek onu tebliğinden vazgeçirmek için epeyce dil döktükten sonra Hz. Peygamber (asm) ona Fussilet Sûresi’nin ilk âyetlerini okudu. Dinlediği sözler karşısında âdeta şok olan Utbe geri dönüp evine kapandı. Bunun üzerine Ebu Cehil yanına giderek hâlini anlamak istedi. Utbe şöyle dedi:

– Muhammed bana öyle bir cevab verdi ki, vallahi o ne sihirdir, ne şiirdir, ne de kâhinliktir. Muhammed, “Buna rağmen yüz çevirirlerse, artık de ki: “(Ben) sizi Âd ve Semûd’un (başına gelen) yıldırımlar gibi bir yıldırım (azâbıy)la korkuttum! Âyetini okuyunca ben onun ağzını elimle kapattım. Sıla-i rahimle yemin verdirdim ki bizim başımıza böyle bir şey getirmesin. Biliyorsunuz ki Muhammed bir şey söylediği zaman yalan söylemez. Korktum ki azab size de isabet eder.

BENÎ ŞEYBAN KABİLESİNDEN MEFRUK

Resûl-ü Ekrem (asm) Benî Şeyban Kabilesi’ni İslam’a davet edince kabile reislerinden Mefruk Resûlü Ekrem’e,  “Sen neye davet ediyorsun?” diye sordu. Resûl-i Ekrem, En’am Sûresi’nin 151-153. âyetlerini okudu.  Bunun üzerine Mefruk:
“Allah’a and içerim ki senin bu sözlerin yeryüzündeki kimselerin kelâmı değildir. Eğer onların sözlerinden olsaydı onu tanırdık” dedi.” (Hayatü’s-Sahâbe)  

EBU CEHİL, EBU SÜFYAN VE AHNES

Kureyş’in reislerinden Ebu Cehil, Ebu Süfyan ve Ahnes birbirlerinden habersiz aynı gece gizlice Resûlullah’ın evi yakınına gizlenerek onun namazda Kur’ân okuyuşunu dinlediler. Tan yeri ağarıp giderken birbirlerinin farkına vararak bir daha böyle yapmamak üzere sözleştiler. Fakat daha sonra Kur’ân’ın câzibesine dayanamayarak iki gece daha gittiler ve birbirlerini aynı halde yakaladılar. Bunun üzerine diğer ikisi, Ebu Cehil’e Muhammed’den işittiklerin hakkında fikrin nedir diye sordular. O da:

– Bizler ve onun kabilesi bugüne kadar at başı giden bir şeref yarışı yaptık. Şimdi onlar kendisine vahiy gelen bir peygamber çıkardılar. Biz onun gibisine nasıl erişebiliriz. Vallahi ona asla inanmayız ve asla tasdik etmeyiz dedi. (Kur’ân-ı Kerim Bilgileri, Osman Keskioğlu)

NADR BİN HÂRİS

Bir gün Mekke müşriklerinden Nadr bin el-Hâris ayağa kalkıp: “Ey Kureyş, vallahi başınıza gelen çok büyük bir iştir! Daha önce bunun benzeri bir şeyle karşılaşmış değildiniz. Muhammed sizin aranızda büyüdü, içinizde en çok beğenilip razı olunan idi, en doğru sözlünüz idi, emânete en çok riâyet edeninizdi. Nihâyet büyüyüp size yeni bir din getirdi. Başladınız “Muhammed bir büyücüdür!” demeğe… Vallahi O’nun size getirdiği sihir değildir. Çünkü bizler sihrin ne olduğunu gördük. O kâhindir, diyorsunuz. Bu da doğru değildir. Biz kâhinleri de gördük, onların kehânetlerini de… Şairdir diyorsunuz. Vallahi bu da doğru değildir. Biz bütün çeşitleri ile şiirin ne olduğunu da biliyoruz. Ve Muhammed’in getirdiğinin şiirle bir ilgisi olmadığı da meydandadır. O bir delidir diyorsunuz. Ne delisi? Yine Allah’a yemin ederek söylüyorum ki, Muhammed bir deli de değildir. Deliliğin saçmalarından, hezeyanlarından, vesveselerinden O’nda eser yok! Ey Kureyş, başınıza gelen şu iş üzerinde ciddi olarak düşününüz! Vallahi sizin başınıza çok büyük bir iş gelmiştir” (Suyûtî)

BEDEVÎNİN SECDESİ

Çöl Arabı olan bedevî bir zât “Şimdi sen, sana emrolunanı açığa vur! Müşriklerden yüz çevir!” (Hicr: 94) âyetini işitince, hemen secdeye kapandı ve sen Müslüman mı oldun diye sorulunca:
-Ben, onun fesâhatindan (sözün güzelliğinden) dolayı secde ettim!” dedi.” (Suyûtî)

BAŞKA BİR ZAT

Başka birisi de, “Vaktâ ki, ondan umutlarını kestiler, fısıldaşarak bir yana çekildiler” (Yûsuf, 80) âyetini bir adamdan işitince:
-Ben şehâdet ederim ki; bu sözün benzerini bir yaratık söylemeye güç yetiremez!” demiştir.” (İslam Tarihi, Asım Köksal)

KUR’ÂN’IN GÜZEL SÖZLERİNİN TESİRİ İLE İMANA GELENLER

HZ. ÖMER

Peygamber (asm)’ı öldürmek niyeti ile yola çıkan Hz. Ömer (ra) yolda kız kardeşi ve eniştesinin de Müslüman olduğunu öğrenmiş ve yolunu değiştirerek hışımla kardeşinin evine gitmişti. Fakat evde yazılı Kur’ân sayfasını ele alınca âyetlerin ifade ettiği mânâlar karşısında hayretlere düşmüş ve şöyle demişti: “Bu söz ne kadar güzel ve ne kadar şereflidir”. Böylece kalbi İslam’a ısınan Hz. Ömer kalkıp Resûlullah (asm)’ın huzuruna gider ve İslam’la şereflenir. (İbnu’l-Esir)

MEDİNELİ ENSAR

Akabe Biatında Medine’den İslam’a giren ilk altı kişiye Hz. Peygamber (asm) İbrahim Sûresi’ni 35. âyetten sûrenin sonuna kadar okudu. Onların kalpleri titredi. Bunu dinlediklerinde hemen Allah’a itaat ve peygambere icâbet ettiler. (Hayatü’s-Sahâbe)

ŞAİR TUFEYL B. AMR

Devs kabilesinin şairi olan Amir Bin Tufeyl Kur’ân’ı dinlemekle nasıl Müslüman olduğunu şöyle anlatır:

-Mekke’ye gittiğimde Kureyş’ten bazı kimseler Hz. Peygamber (asm) aleyhinde o kadar propaganda yaptılar ki ben, Muhammed’in sözünü dinlememeye ve onunla konuşmamaya karar verdim. Hatta mescide gittiğim zamanlar sözlerini işitmemek için kulaklarımı tıkıyordum. Ertesi gün mescide gittim, baktım ki Hz. Peygamber, Kâbe’nin yanında ayakta ibâdet ediyor. Ona yakın bir yerde durdum. Bütün tedbirlerime rağmen Allahu Teâlâ onun sözlerinin bir kısmını bana duyurdu. Duyduklarım çok güzel şeylerdi. Kendi kendime şöyle dedim:

“Ben akıllı ve şair bir kişiyim. Çirkin ile güzeli ayırt edebilirim. Niçin ben bu kişi ile konuşup da ne söylüyorsa anlamayayım. Eğer getirdikleri güzelse kabul ederim, çirkinse atarım.” Bu karar üzerine Hz. Peygamber’in gitmesini bekledim. O doğruca evine gitti. Ben de arkasından giderek evine girdim ve “Ey Muhammed! Kavmin bana senin hakkında şunları şunları söyledi. Andolsun ki onlar seni bana korkunç göstermek için çok çaba sarf ettiler. Öyle ki seni işitmemek için kulaklarıma pamuk bile doldurdum. Fakat Allahu Teâlâ ille de bana senden bir şeyler dinletmek istedi. Senden duyduklarım çok güzel şeylerdi. Görüşlerini bana da anlatır mısın?’ dedim. 

Bunun üzerine Hz. Peygamber bana İslâm’ı anlattı ve Kur’ân okudu. Allah’a yemin ederim ki o güne kadar bundan daha güzel bir söz duymamış ve bundan (İslam’dan) daha âdil bir durumla da karşılaşmamıştım. Bunun üzerine şehâdet getirdim.” (Hayatü’s-Sahâbe)

DIMÂD BİN SALEBE

Cinlenmiş hastaları tedavi etmekle tanınan Dımâd Bin Salebe’ye Resûlullah’ın mecnun olduğunu söylemişlerdi. O da yanına gelip bana müsâade edersen seni tedavi edebilirim diye teklifte bulunmuştu. Peygamberimiz (asm) da ona Kur’ân’dan âyetler okudu. Âyetlerin ifadeleri karşısında şaşkına dönen Dımad Resûlullah’tan (asm) bir daha okumasını rica etti. Aynı âyetleri bir kez daha dinledikten sonra büyük bir heyecanla şöyle dedi:

– Ben kâhinleri, sihirbazları ve şairleri çok dinledim, fakat onların sözlerinde bunun benzerini görmedim. Bu sözler onların bütün laflarının üstündedir. Bunlar denizlerin derinliklerini coşturacak sözlerdir. Bana elini ver sana biat edeyim dedi ve biat etti. (Hayatü’s-Sahâbe)

EBU ZERR’İN KARDEŞİ ÜNEYS

Müslim’in rivâyetine göre Ebû Zerr şöyle demiştir: “Kardeşim Üneys Mekke’ye gidip gelmişti. Bana: “Mekke’de bir adamla karşılaştım, kendisinin Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu söyledi” diye bahsetti. Ben Üneys’e: “Peki insanlar bu hususta ne diyor?” dedim. Üneys de bana: “İnsanlar: “Bu bir şairdir, bir kâhindir” diyorlar” dedi. Ben kendisine: “Ey Üneys, aslında sen de bir şairsin, O’nun söyledikleri şiire benziyor mu?” dedim. Üneys: “Ben O’ndan duyduklarımı şiirle kıyas ettim, açıkça şiir olmadığını gördüm. Kâhinlerden işittiğim şeylerle de kıyasladım, kehânete benzer bir tarafı olmadığını da gördüm… Vallahi aslında Muhammed doğru söylüyor; kendisine şair veya kâhin diyenler ise yalan söylüyor” dedi. Kardeşimin bu sözlerinden sonra Mekke’ye gittim.” (Suyûtî, Peygamberimizin Mucizeleri)

AMR BİN CEMÛH

“Seleme Oğullarının gençleri müslümanlığı kabul ettikleri zaman, Amr bin Cemûh oğluna hitâben: “Git Muhammed’i dinle, O’ndan duyduklarını bana gelip aynen haber ver!” dedi. O da gidip Hz. Peygamberi dinledi. Peygamber kendisine Fâtiha Sûresi’ni okudu. Gelip aynen babasına tekrarladı. Amr, Fâtiha Sûresi’ni dinledikten sonra:

– Allah Allah, bu ne kadar hoş ve ne kadar güzel bir kelam! Muhammed’in okudukları, hep böyle güzel midir?” demekten kendisini alamadı. Oğlu da: – Evet babacığım, karşılığını verdi.” (Suyûtî, Peygamberimizin Mucizeleri)

KAYS BİN NESÎBE

Bir gün Süleym Kabilesin’den bir adam, Peygamber’i (asm) ziyâret edip O’ndan bazı sözler dinlemiş, O’na bazı şeyler sorup cevaplar almış. Kays bin Nesîbe adındaki bu adam kabilesine döndüğü zaman, bir Müslüman olarak dönmüştür ve onlara hitâben demiştir ki:

– Ey kavmim! Beni dinleyiniz, ben, bundan önce Diyâr-ı Rum’un âlimlerinin söylediklerini de dinledim, İranlılar’ın iniltilerini de işittim, Arapların şiirlerini de duydum! Emin olunuz ki, Muhammed’in okuyup söyledikleri, bunların hiç birine asla benzememektedir. Haydi bana itaat ediniz ve O’nun getirdiği haktan nasibinizi alınız!” (Suyûtî, Peygamberimizn Mucizeleri)

SAHÂBELERİN VE SONRAKİ MÜSLÜMANLARIN SÖZLERİ

İnsan Sûresi nâzil olduğunda Hz. Peygamber (asm) bunu sahâbîlerine okudular. Cennetin vasıflarından bahsedilen kısma gelindiğinde orada bulunanlardan siyah bir kişi bir çığlık atarak cansız yere düştü. Bunun üzerine Hz. Peygamber “Arkadaşınızın ölümüne cennete karşı duyduğu iştiyak ve arzu sebep oldu” buyurdular. (Taberanî)

Halifeli¬ği döneminde Hz. Ömer Arab’ın en meşhur şairlerinden Lebid’den şiir okumasını is-temişti. O da Bakara Sûresi’ni okuyunca Hz. Ömer: “Ben senden kendi şiirinden okumanı istemiştim.” dedi. Bunun üzerine Şair Lebid Kur’ân’a olan hayranlığını şu sözlerle ifade etmiştir: 

– Yüce Allah bana Bakara ve Al-i İmran sûrelerini öğrenmeyi nasip ettikten sonra bir beyit olsun şiir söylemedim. (İbn-i Abdilberr)

Arab Dili âlimlerinden olan Asmâî, bir câriyeden dinlediği sözün güzelliğine hayran olarak:

“Allah aşkına, sen ne kadar da fesahatlısın! (akıcı ve güzel sözlüsün)” demekten kendini alamadı. Bunun üzerine câriye:  “Mûsâ’nın anasına: ‘Onu, emzir. Sana onun hakkında bir tehlike gelince, kendisini denize bırak. Korkma. Kederlenme. Çünkü Biz, onu yine sana geri döndüreceğiz. Hem onu peygamberlerden biri de yapacağız diye vahyettik.” (Kasas, 7) âyetinden sonra, şu benimki, bir fesahat mi sayılır?” diye cevab verdi. (İslam Tarihi, Asım Köksal)

“İlm-i belâgatın dâhilerinden Abdülkahir-i Cürcanî ve Sekkakî ve Zemahşerî gibi binlerle dâhi imamlar ve mütefennin edibler icma’ ve ittifakla karar vermişler ki: “Kur’ân’ın belâgatı, tâkat-ı beşerin fevkindedir (insan gücünün üstündedir), yetişilmez.” (7. Şua)

Üstad Bedîüzzaman Hazretleri de “edebiyatın mucize-i kübrası” dediği Kur’ân’ın ifadelerindeki tatlılığa şu mealdeki sözleriyle işâret etmiştir: “Kalbi bozuk olmayan, aklı doğru çalışan, vicdanı marazsız, zevk-i selim sâhibi her adam Kur’ân’ın ifadelerinde güzel bir akıcılık, latif bir uyum, hoş bir ahenk, benzersiz bir fesahat görür.” (25. Söz)

(İrfan Mektebi Dergisi’nden)

Konuyla İlgili Diğer Kaynak Yazımız: http://www.nurnet.org/risale-i-nurdaki-icaz-dersinden-bir-serh/

Göklerle Yerin Birbirinden Ayrılması! (Video)

Evrenin nasıl meydana geldiği?” konusu bilim adamları tarafından her zaman en çok merak edilen ve üzerinde en çok konuşulan konulardan biri olmuştur. Bu konuda tarih boyunca birçok teoriler ortaya atılmış ve zamanın geçmesiyle ve fennin ilerlemesiyle de her teori çürümüş ve hurafeler kitabında yerini almıştır.

Şu an üzerinde ittifak edilen ve geniş şekilde kabul gören teori Big Bang yani Büyük Patlama teorisidir. Big Bang, evrenin yaklaşık 13,7 milyar yıl önce aşırı yoğun ve sıcak bir noktadan meydana geldiğini savunan kozmolojik bir modeldir.

İlk kez 1920’lerde Rus kozmolog ve matematikçi Alexander Friedmann ve Belçikalı fizikçi Georges Lemaitre tarafından ortaya atılmıştır. Evrenin bir başlangıcı olduğunu varsayan bu teori, çeşitli kanıtlarla desteklendiğinden bilim insanları arasında, özellikle fizikçiler arasında geniş ölçüde kabul görmüştür.

Big Bang modeline göre, evren genişlemeden önceki bu ilk durumundayken aşırı derecede yoğun ve sıcak bir halde bulunuyordu. Yani âlem tek bir parça idi. Daha sonra Big-Bang denilen büyük bir patlamayla birbirinden ayrılarak şu andaki şeklini aldı.

Bilim adamlarının 19. Yüzyılda ancak ulaşabildikleri bu bilgiyi Kur’an bize 1.400 sene önce haber vermektedir.

Şöyle ki: Enbiya Suresi 30. ayet-i kerimede şöyle buyrulmuştur: “O inkâr edenler görmüyorlar mı ki, göklerle yer birbiriyle bitişik iken biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Hala inanmıyorlar mı?”

Ayet-i kerimede “birbiriyle bitişik” olarak tercüme edilen kelime “ratk” kelimesidir. Ratk, birbiriyle iç içe, ayrılmaz durumda, kaynaşmış” anlamlarına gelmektedir. Yani tam bir bütün oluşturan iki maddeyi tanımlamak için Arapçada bu kelime kullanılır.

Ayet-i kerimede geçen “fatk” kelimesi ise “ayırmak” manasına gelmektedir. Arapçada bu fiil, bitişik durumdaki bir nesneyi yarıp, parçalayıp dışarı çıkarma anlamında kullanılır. Mesela, tohumun filizlenerek topraktan dışarı çıkması Arapçada bu fiille ifade edilir.

Şimdi ayet-i kerimeye tekrar dönelim: Ayette göklerle yerin birbiriyle bitişik, yani “ratk” olduğu bir durumdan bahsediliyor. Ardından bu ikisi “fatk” fiili ile ayrılıyorlar. Yani biri diğerini yararak dışarı çıkıyor.

Gerçekten de Big Bang’in ilk anını düşündüğümüzde, evrenin tüm maddesinin tek bir maddede toplandığını görüyoruz. Diğer bir deyişle; her şey, hatta henüz yaratılmamış olan gökler ve yer bile bu maddenin içinde, birbiriyle iç içe ve ayrılmaz durumdadırlar. Yani ayette ifade edildiği gibi birbiriyle iç içe, “ratk” durumundaydılar. Ardından bu madde şiddetli bir pat24lamayla yarılıp ayrıldı. Yani Kur’an’ın “fatk” kelimesiyle beyan ettiği ayrılma fiili meydana geldi.

İşte Kur’an, bilim adamlarının asrımızda ancak keşfedebildiği Bing-Bang teorisini, bizlere tam 1400 sene önce haber veriyor.

Kim insaf ile düşünse şunu kabul eder ki: Bir beşer, hem de okuma yazma bilmeyen bir beşer, 1400 sene önce, astronominin olmadığı bir asırda, gökyüzünü kendi başıyla keşfederek bu haberi bizlere veremez. Öyle ya, bilim adamlarının bundan 100 sene önce keşfedebildiği bir hakikati, bir beşer 1400 sene önce kendi başıyla keşfedebilir mi?

Madem keşfedemez, o zaman geriye tek bir seçenek kalıyor ki, o da şudur: Bu hakikati haber veren kitap, bütün âlemleri tek bir maddede toplayan ve daha sonra büyük bir patlamayla o maddeden yeryüzünü, gökyüzünü ve içindeki her şeyi yaratan zatın kitabıdır. Evet, Kur’an O zatın kitabı ve ezeli kelamıdır. İnandık ve iman ettik.

Evrenin Genişlemesi.. (Video)

Bir kitap düşünün, bilimin ancak 100 sene önce keşfedebildiği bir hakikati, tam 1.400 sene önce haber veriyor. Ve bir insan düşünün, bilim adamlarının yakın tarihte keşfedebildiği bir hakikati, yine tam 1.400 sene önce bildiriyor. Acaba, bu kitabın ilahi bir kitap ve bu zatın fevkalade bir zat olduğu hakkında hiç şüphe edilir mi?

Kur’an-ı Kerim tam 1.400 sene önce evrenin genişlediğinden haber vermektedir. Zariyat suresinin 47. ayet-i kerimesinde şöyle buyrulmaktadır: “Biz göğü kudretimizle bina ettik ve şüphesiz biz onu genişletiyoruz.” Türkçeye “Şüphesiz biz genişletiyoruz.” şeklinde çevrilen ifadenin

Arapçası لَمُوسِعُونَ  إِنَّا şeklindedir. مُوسِعُونَ kelimesi, “genişletmek” anlamına gelen أَوْسَعَ  fiilinden türemiştir. Başındaki “lâm” ise, lâm-ı tekit olup, takip ettiği isim ya da sıfata vurgu yaparak “çok fazla” anlamı katmaktadır. Dolayısıyla bu ifade: “Biz evreni çok fazla genişletiyoruz.” anlamına gelmektedir.

Kur’an’ın evrenin genişlemesinden haber veren ayetini bu şekilde tahlil ettikten sonra, şimdi de bu konuda ilmin ne dediğine bakalım:

20. Yüzyılın başlarına kadar bilim dünyasında hâkim olan tek bir görüş vardı. Bu görüş, evrenin durağan bir yapıya sahip olduğu ve sonsuzdan beri aynı şekliyle süregeldiği görüşüydü. 20. Yüzyıla kadar hiçbir bilim adamı evrenin genişlemesinden bahsetmemiş, bırakın bahsetmeyi belki bunu hayal bile etmemişti.

Rus fizikçi Alexander Friedmann ve Belçikalı evren bilimci Georges Lemaitre 20. yüzyılın başlarında, evrenin sürekli hareket halinde olduğunu ve genişlediğini teorik olarak hesapladılar. Bu gerçek, 1929 yılında gözlemsel olarak da ispatlandı. Amerikalı astronom Edwin Hubble kullandığı dev teleskopla gökyüzünü incelerken, yıldızların ve galaksilerin sürekli olarak birbirlerinden uzaklaştıklarını keşfetti. Yıldızlar ve galaksiler sadece bizden değil, birbirlerinden de uzaklaşıyorlardı. Evrenin genişlemekte olduğu, ilerleyen yıllarda yapılan gözlemlerle de kesinlik kazandı. Her şeyin sürekli olarak birbirinden uzaklaştığı bir evren ise, “sürekli genişleyen” bir evren anlamına gelmektedir.

Evrenin genişlemesini daha iyi anlayabilmek için şöyle düşünebilirsiniz: Evreni, şişirilen bir balonun yüzeyi gibi düşünün. Balonun yüzeyindeki noktaların balon şiştikçe birbirlerinden uzaklaşmaları gibi, evrendeki cisimler de evren genişledikçe birbirlerinden uzaklaşmaktadırlar.

Bu bilimsel gerçek, henüz hiçbir insan tarafından bilinmezken ve insanlar Güneş’i bir elma büyüklüğünde zannederken, Kur’an asırlar önce bu hakikati bildirmiş ve evrenin genişlemekte olduğunu açıkça beyan etmiştir.

Bu ise Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğunu çok parlak bir şekilde ispat etmektedir. Zira 20. asırda ancak keşfedilebilen bilimsel bir gerçeğin, bundan 14 asır evvel bir kitapta yazması ve bu hakikatin okuma yazma bilmeyen  bir beşer tarafından haber verilmesi ancak şu iki şeyden biri ile mümkündür:

1- Ya bir beşer bu bilimsel gerçeği tek başına keşfetmiştir.

2- ya da bu haber, evreni yaratan ve onu genişleten Allah’ın haberidir. Bu haberin yazıldığı kitap Allah’ın kitabıdır. Ve bu kitabı tebliğ eden zat da O’nun resulüdür.

Başka bir şık yoktur ve birinci şıkkı kabul etmek mümkün değildir. Çünkü on dört asır önce, teleskopun isminin bile bilinmediği bir devirde, son derece gelişmiş dev teleskoplarla ancak keşfedilebilen bir hakikati bir beşerin kendi kendine keşfetmesi mümkün değildir. Hatta bu sebepten dolayıdır ki, dünya tarihinin en büyük dehaları, gözlemleriyle ve bilimsel uğraşlarıyla, genişleyen evren modelini çizememişler, hatta bunu akıllarının ucuna bile getirememişlerdir.

O halde bu haber, on dört asır önce, teknolojinin olmadığı bir dönemde, çölde yaşayan ve okuma yazma bilmeyen bir beşerin kendi sözü olamaz. Bu haberin yazıldığı kitap da ona ait bir kitap olamaz.

O halde geriye tek bir seçenek kalıyor, o da 2. şıkkı kabul etmektir. Yani bu haber, evreni yaratan, onu genişleten ve bu mucizevî haberi elçisi Hz. Muhammed (s.a.v.) ile insanlara haber veren Allah’ın haberidir. Ve bu haberin geçtiği kitap da O’nun kitabıdır.

Eğer şöyle bir soru sorulsa: Belki tesadüfen yazmıştır. Yani Kur’an bir beşerin sözüdür ve bu beşer farkında olmadan bu hakikati kitabında yazmış ve evrenin genişlemesinden bahsetmiştir.

Bu soruya karşı deriz ki: Eğer bir beşerin böyle bir haberi tesadüfen kitabında yazması mümkünse; o asırdan bu asra kadar milyonlarca kitap yazılmıştır. Aynı tesadüf ile bu kitapların birçoğunda aynı haberin geçmesi gerekmektedir. Hâlbuki hakikat bunun tam zıttıdır. Hiçbir beşer kitabında, hatta mesleği astronomi olan dehaların kitaplarında bile, 20. yüzyılın başına kadar böyle bir haber geçmemektedir. Bu haberi ne bir beşer düşünmüş ve ne de bir kitaba kaydedilmiştir. Bu sebeple, Kur’an’ın haber vermesini, tesadüf ile izah edemeyiz. Demek, “Kur’an Allah’ın kitabıdır.” demekten başka bütün yollar kapalıdır.  Tek bir yol vardır, o da Kur’an’ın Allah’ın kitabı olmasıdır.

Seyrangah.Tv 

Bediüzzaman’ın Şeytanla Münazarası! (Video)

Şimdi, “Kur’an’ın Sönmez Ve Söndürülmez Bir Nur Olduğunu Âleme İspat Edeceğim” Diyerek Tüm Hayatını Bu Gayeye Adayan Üstad Bedîüzzaman Hazretleri İle Şeytan Arasında Geçen Bir Konuşmayı Nakil Edeceğiz.

Osmanlıca bilmeyenler için üslubu bozmadan bazı kelimeleri sadeleştireceğiz. Bununla şeytanın şüpheler ile insanları nasıl kandırmaya çalıştığını daha iyi anlayacağız:

“Ramazan-ı Şerifte, İstanbul’da Beyazıt Cami-i Şerifinde hafızları dinliyordum. Birden, şahsını görmedim, fakat manevî bir ses işittim gibi bana geldi. Zihnimi kendine çevirdi. Hayalen dinledim, baktım ki bana der:

-“Sen Kur’an’ı pek âli, çok parlak görüyorsun. Tarafsızca muhakeme et, öyle bak. Yani bir beşer kelâmı farz et bak. Acaba o meziyetleri, o ziynetleri görecek misin?” dedi. Hakikaten ben de ona aldandım. Beşer kelâmı farz edip, öyle baktım. Gördüm ki: Nasıl Beyazıt’ın elektrik düğmesi çevrilip söndürülünce ortalık karanlığa düşer. Öyle de o farz ile Kur’an’ın parlak ışıkları gizlenmeğe başladı. O vakit anladım ki, benim ile konuşan şeytandır. Beni uçuruma yuvarlandırıyor. Kur’an’dan yardım diledim. Birden bir nur kalbime geldi. Müdafaaya kat’î bir kuvvet verdi. O vakit şöylece şeytana karşı tartışma başladı. Dedim:

-Ey şeytan! Tarafsızca muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Hâlbuki hem senin, hem insanlardan senin talebelerinin dediği tarafsızca muhakeme ise; karşı tarafı tutmaktır, tarafsızlık değildir. Geçici olarak bir dinsizliktir. Çünkü Kur’an Allah kelamıdır. Böyle bir kitaba tarafsız bak demek onu beşer kelamı kabul et demektir ki bu geçici bir dinsizliktir. Bâtılı kabullenmektir, tarafsızca muhakeme değildir, belki bâtıla taraftarlıktır Şeytan dedi ki:

-Öyle ise, ne “Allah’ın kelâmı”, ne de “beşerin kelâmı” deme. Ortada farz et, bak. Ben dedim:

-O da olamaz. Çünkü tartışma konusu olan bir mal bulunsa, eğer iki iddia sahibi birbirine yakın ise ve mekân yakınlığı varsa; o vakit o mal, ikisinden başka birinin elinde veya ikisinin elleri yetişecek bir surette bir yere bırakılacak. Hangisi ispat etse o alır. Eğer o iki iddia sahibi birbirinden gayet uzak, biri doğuda, biri batıda ise; o vakit kaideye göre, malı elinde tutan kim ise onun elinde bırakılacaktır. Çünkü ortada bırakmak mümkün değildir.

İşte Kur’an kıymettar bir maldır. Beşer kelâmı, Cenâb-ı Hakk’ın kelâmından ne kadar uzaksa, o iki taraf o kadar, belki hadsiz birbirinden uzaktır. İşte, yerden, Süreyya yıldızına kadar birbirinden uzak o iki taraf ortasında bırakmak mümkün değildir.

Hem ortası yoktur. Çünkü varlık ve yokluk gibi ve birbirine zıt iki şey gibi iki zıttırlar. Ortası olamaz.

Öyle ise, Kur’an için mal sahibi, taraf-ı İlâhîdir, Allah’tır. Öyle ise, onun elinde kabul edilip, öylece ispat delillerine bakılacak. Eğer öteki taraf onun Kelâmullah olduğuna dair bütün delilleri birer birer çürütse, elini ona uzatabilir. Yoksa uzatamaz. Heyhat! Binler kat’î delillerinin çivileriyle Arş-ı âzam’a çakılan bu muazzam pırlantayı, hangi el bütün o mıhları söküp, o direkleri kesip onu düşürebilir?

İşte ey şeytan! Senin aksine ehl-i hak ve insaf bu şekildeki hakikatli muhakeme ile muhakeme ederler. Hatta en küçük bir delilde dahi Kur’an’a karşı imanlarını artırırlar.

Senin ve talebelerinin gösterdiği yol ise: Bir kere beşer sözü farz edilse, yani Arş’a bağlanan o muazzam pırlanta yere atılsa; artık bütün mıhların kuvvetinde ve çok delillerin metanetinde bir tek delil lâzım ki, onu yerden kaldırıp arş-ı manevîye çaksın. Ta küfrün karanlıklarından kurtulup, imanın nurlarına erişsin. Hâlbuki bunu başarmak pek güçtür. Onun için senin hilen ile şu zamanda, tarafsızca muhakeme sureti altında çokları imanını kaybediyorlar.

 Şeytan döndü ve dedi:

Kur’an beşer sözüne benziyor. Onların konuşması tarzındadır. Demek beşer sözüdür. Eğer Allah’ın kelamı olsaydı ona yakışacak, her yönden harikulâde bir tarzı olacaktı. Onun sanatı nasıl beşer sanatına benzemiyor, kelâmı da benzememeli?

Cevaben dedim:

-Nasıl ki Peygamberimiz (S.a.v.) mucizelerinden ve özelliklerinden başka, fiil ve halleri ve tavırlarında beşeriyette kalıp, beşer gibi ilâhi adetlere ve yaratılış kanunlarına boğun eğmiş ve itaat etmiş. O da soğuk çeker, elem çeker ve bunlar gibi. Her bir hali ve tavrında harikulâde bir vaziyet verilmemiş. Ta ki ümmetine halleriyle imam olsun, tavırlarıyla rehber olsun, umum hareketleriyle ders versin. Eğer her tavrında harikulâde olsa idi, bizzat her cihetçe imam olamazdı. Herkese mürşit olamazdı. Bütün halleriyle “Rahmeten lil-âlemîn” (âlemler için rahmet) olamazdı.

Aynen öyle de: Kur’an-ı Hakîm akıl sahiplerine imamdır, cin ve insanlara yol göstericidir, Ehl-i kemâle rehberdir, Ehl-i hakikate muallimdir. Öyle ise, beşerin konuşması ve üslubu tarzında olmak zarurî ve katîdir. Çünkü cin ve insanlar yakarışını ondan alıyor, duasını ondan öğreniyor, meselelerini onun lisanıyla zikrediyor, edeb-i muaşeretini ondan öğreniyor ve bunlar gibi. Herkes onu kaynak yapıyor. Öyle ise, Allah’ın kelamı eğer Hazret-i Musa (a.s.)’ın Tur-i Sina’da işittiği tarzda olsa idi, beşer bunu dinlemeye, işitmeye tahammül edemez ve kendine rehber yapamazdı.

Hazret-i Musa Aleyhisselâm gibi büyük bir peygamber dahi ancak birkaç kelamı işitmeye tahammül etmiştir.

Şeytan döndü, yine dedi ki:

Kur’an’ın meseleleri gibi çok kişiler o çeşit meseleleri din namına söylüyorlar. Onun için, bir insanın, din namına böyle bir şey yapması mümkün değil mi?

Cevaben Kur’an’ın nuruyla dedim ki:

Evvelâ, dindar bir adam din muhabbeti için “Hak böyledir. Hakikat budur. Allah’ın emri böyledir” der. Yoksa Allah’ı kendi keyfine konuşturmaz. Hadsiz derece haddinden tecavüz edip, Allah’ın taklidini yapıp, onun yerinde konuşmaz. “Allah’a iftira atandan daha zalim kimdir?” tehdidinden titrer.

Ve ikinci olarak, bir insan kendi başına böyle yapması ve muvaffak olması hiçbir cihetle mümkün değildir. Belki, yüz derece imkânsızdır.

Çünkü birbirine yakın kimseler birbirini taklit edebilirler. Bir cinsten olanlar, birbirinin şekline girebilirler. Mertebece birbirine yakın zatlar birbirinin makamlarını taklit edebilirler. Geçici olarak insanları aldatırlar, fakat daimî aldatamazlar. Çünkü dikkat ehli nazarında, eninde sonunda tavırları ve halleri içindeki yapmacık hareketleri ve zoraki davranışları sahtekârlığını gösterecek, hilesi devam etmeyecek.

Eğer sahtekârlıkla taklide çalışan; ötekinden gayet uzaksa, meselâ basit bir adam, İbn-i Sina gibi bir dâhiyi ilimde taklit etmek istese ve bir çoban bir padişahın vaziyetini takınsa elbette hiç kimseyi aldatamayacak. Belki kendisi maskara olacak. Her bir hali bağıracak ki: Bu sahtekârdır.

İşte, hâşâ yüz bin defa hâşâ! Kur’an, beşer kelâmı farz edildiği vakit: Nasıl bir yıldız böceği bin sene hakikî bir yıldız olarak gözlem ehline görünsün.

Hem bir sinek bir sene tavus şeklini kendini seyredenlere göstersin.

Hem sahtekâr, âdi bir asker; namlı, âlî bir generalin tavrını takınsın, makamında otursun, çok zaman öyle kalsın, hilesini hissettirmesin.

Hem iftiracı, itikatsız bir adam; ömründe daima en sadık, en emin, en güvenilir bir kimsenin vaziyetini inceden inceye araştıran gözlere karşı telaşsız göstersin, dâhilerin nazarında yapmacık hareketlerini saklansın?

Bu yüz derece imkânsızdır, buna hiçbir akıl sahibi mümkün diyemez.

Aynen öyle de, Kur’an’ı insan sözü farz edildiği zaman lâzım gelir ki: İslâm âleminin semasında pek parlak ve daima hakikat nurlarını yayan bir hakikat yıldızı, belki bir kemâlât güneşi kabul edilen Kur’an-ı Kerim’in mahiyeti;

Hâşâ bir yıldız böceği hükmünde bir beşerin hurafeli bir düzmesi olsun ve en yakınında olanlar ve dikkatle ona bakanlar farkında bulunmasın ve onu daima yüksek ve hakikatlerin madeni bir yıldız bilsin.

Bu ise yüz derece imkânsız olmakla beraber, sen ey şeytan! Yüz derece şeytanlıkta ileri gitsen buna imkân verdiremezsin, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın! Yalnız mânen pek uzaktan baktırmakla aldatıyorsun! Yıldızı, yıldız böceği gibi böyle küçük gösteriyorsun.

Şeytan döndü, dedi:

Nasıl kandıramam? Birçok insanlara ve insanın en meşhur akıllılarına Kur’an’ı ve Muhammed’i inkâr ettirdim.

 Cevaben dedim ki:

Evvelâ, gayet uzak mesafeden bakılsa, en büyük şey, en küçük şey gibi görünebilir.

“Bir yıldız, bir mum kadardır “denilebilir. İşte sende, Kur’an’a uzaktan baktırmakla insanları aldatıyorsun, O büyük yıldızı bir mum gibi gösteriyorsun.

İkinci olarak: Hem kasti olmayan ve üstünkörü bir nazarla bakılsa, gayet imkânsız bir şey, mümkün görünebilir.

Mesela, bir zaman ihtiyar bir adam Ramazan hilâlini görmek için semaya bakmış. Gözüne bir beyaz kıl inmiş. O kılı Ay zannetmiş. “Ay’ı gördüm” demiş. İşte mümkün değildir ki; o beyaz kıl, hilâl olsun. Fakat kasten ve bizzat aya baktığı ve ay’ı görmek istediği ve o saç, ikinci derecede ve dolayısıyla göründüğü için, imkânsızı mümkün telakki etmiş, beyaz kıla “ay” demiş.

Aynen bunun gibi, sende Kur’an’a kastî olmayan bir nazarla baktırıyorsun. Üstün körü inceletiyorsun. Bir kılı göze örtüp, gözün dağı görmesine mani oluyorsun.

Üçüncü olarak: Hem kabul etmemek başkadır, inkâr etmek başkadır. Kabul etmemek bir lakaytlıktır, bir göz kapamaktır ve cahilce bir hükümsüzlüktür. Bu surette çok imkânsız şeyler onun içinde gizlenebilir. Onun aklı onlarla uğraşmaz.

Amma inkâr ise; o kabul etmemek değil, belki o kabul-ü âdemdir, yani yok olduğunu kabul etmektir. Bu bir hükümdür. Onun aklı hareket etmeye mecburdur. O halde senin gibi bir şeytan onun aklını elinden alır. Sonra inkârı ona yutturur.

Hem ey şeytan! Batılı hak ve imkânsızlığı mümkün gösteren gaflet ve dalâlet ve safsata ve inat ve mugâlata ve kendini büyük görüp hakkı kabul etmeme ve aldatma ve görenek gibi şeytanî hilelerle, çok imkansızlıkları netice veren inkâr ve küfrü o bedbaht insan sûretindeki hayvanlara yutturmuşsun.

Hem Kur’an öyle bir kitaptır ki:

-Kuvvetli kanunları ve esaslı düsturlarıyla ruha işleyen emirleri ile ümmeti Muhammed’e iki cihanı fethedecek bir intizam vermiştir.

-Kendisine tabi olanların akıllarını talim ve kalplerini terbiye etmiş, ve ruhlarına hakim olmuştur.

-Bununla da kalmamış vicdanlarını temizleyip tüm aza ve duyguları hak vazifelerde çalıştırmıştır.

-İnsaniyet âleminin semasında yıldızlar gibi parlayan alimlere, sıddıklara, kutuplara ve hakiki insanlara rehberlik etmiş.

-Her vakit hakkı, doğruluğu, emaneti ve emniyeti insanlığa ders vermiş.

-İmanın hakikatleriyle, İslam’ın düsturlarıyla iki cihanın saadetini temin etmiştir.

Ve daha saymakla bitiremeyeceğimiz icraatlar ile kendini âleme kabul ettirmiştir.

Şimdi böyle yüksek meziyetlere sahip bir kitabı haşa yüz bin defa haşa kıymetsiz ve asılsız bir

Düzmece farz etmek şeytanları dahi utandıracak ve titretecek çirkin bir küfür saçmalığıdır.

Hem o kitabı bizlere getiren peygamber öyle bir peygamberdir ki;

-Hayatının sonuna kadar ciddi hareketleriyle Allah’ın kanunlarını âdemoğullarına ders vermiştir.

-Samimi filleriyle hakikatin düsturlarını tüm beşeriyete öğretmiş

-Halis ve makul sözleriyle istikameti ve ebedi saadetin yollarını göstermiş.

-Dost ve düşmanların tasdikiyle en küçük bir hileye işaret eden haline rastlanmamış ve

-Emin bir zat olduğu bizzat düşmanları tarafından kabul edilmiş.

-Hayatının her bir safhası şahittir ki Allah’ın azabından çok korkmuş

-Herkesten çok Allah’ı bilmiş ve bildirmiş, sevmiş ve sevdirmiştir.

-İnsanlık âleminin beşte birisine, yeryüzünün yarısına 1400 sene haşmetle kumandanlık etmiş ve halende etmektedir.

Şimdi Kur’an’a beşer kelamı demek,

-İnsanlık âleminin bir defa gördüğü ve bir daha da göremeyeceği tüm kâinatın iftihar kaynağı olan bir zatı yani Hz. Muhammed(S.a.v.)i hâşâ yüz bin defa hâşâ sahtekâr, itikatsız, Allah tan korkmaz ve Allah’ı bilmez ve insaniyetin en adi mertebesinde kabul etmek demektir ki bu küfrün ve sapıklığın en karanlık ve en çirkin bir suretidir.

İşte ey şeytan ve ey şeytanın talebeleri!

Kur’an, ya arş-ı âzamdan ve ism-i âzamdan gelmiş bir kelâmullahtır veyahut -hâşâ sümme hâşâ, yüz bin kere hâşâ- yerde sahtekâr Allah’tan korkmaz ve Allah’ı bilmez, itikatsız bir beşerin düzmesidir.

Bu ise ey şeytan! Geçmiş delillere karşı bunu sen diyemedin ve diyemezsin ve diyemeyeceksin. Öyle ise mecburiyetle ve şüphesiz Kur’an, kâinatı yaratan Allah’ın kelâmıdır. Çünkü ortası yoktur ve imkânsızdır ve olamaz. Bunu kat’î bir surette ispat ettik, sen de gördün ve dinledin.

Hem Muhammed (S.a.v.), ya Resulullah’tır ve bütün Resullerin en mükemmeli ve bütün mahlûkatın en üstünüdür. Bu kabul edilmediği taktirde hâşâ yüz bin defa hâşâ Allah’a iftira ettiği ve Allah’ı bilmediği ve azabına inanmadığı için itikatsız, aşağıların aşağısına sukut etmiş bir beşer farz etmek lâzım gelir.

Bu ise ey İblis! Ne sen ve ne de güvendiğin Avrupa filozofları ve Asya münafıkları bunu diyemezsiniz ve diyememişsiniz ve diyemeyeceksiniz ve dememişsiniz ve demeyeceksiniz. Çünkü bu şıkkı dinleyecek ve kabul edecek dünya da yoktur. Onun içindir ki, güvendiğin o filozofların en fesatçıları ve o münafıkların en vicdansızları dahi diyorlar ki:

“Muhammed çok akıllı idi ve çok güzel ahlâklı idi…”

Mâdem şu mesele iki şıkka münhasırdır ve mâdem ikinci şık imkansızıdır ve hiçbir kimse buna sahip çıkmıyor ve mâdem kat’î delillerle ispat ettik ki, ortası yoktur. O halde elbette Hz. Muhammed (S.a.v.) Resulullah’tır ve bütün Resullerin en mükemmelidir ve bütün mahlûkatın en faziletlisidir.

İşte ey şeytan! Şimdi bir sözün daha varsa söyle.

Şeytan der:

Bunlara karşı gelemem, müdafaa edemem. Fakat çok ahmaklar var, beni dinliyorlar ve insan suretinde çok şeytanlar var, bana yardım ediyorlar ve filozoflardan çok firavunlar var, benliklerini okşayan meseleleri benden ders alıyorlar.

Senin bu gibi sözlerinin yayılmasına set çekerler. Bunun için sana silâhımı teslim etmem!

Kur’an İle Bilim ve Felsefenin Hayata Bakışları (Video)

Kur’an, Kâinattan Niçin Bilim ve Felsefenin Bahsettiği Gibi Bahsetmiyor?

Bu sorunun cevabını bir temsil ile anlayalım: Bir zaman hem dindar, hem de gayet sanatkâr bir hükümdar istedi ki, Kur’an-ı Hâkimin kudsiyetine ve kelimelerindeki mucizeliğe layık bir yazı ile onu yazsın, o mucizeli endama bir elbise giydirsin.

İşte o nakış sahibi zat, Kur’an’ı pek acayip bir tarzda yazdı. Bütün kıymetli mücevherleri yazısında kullandı. Hakikatlerinin çeşitliliğine işaret için, bazı harflerini elmas ve zümrüt ile ve bir kısmını inci ve akik ile diğer bir kısmını pırlanta ve mercan ile ve bir nevini de altın ve gümüş ile yazdı.

Hem öyle bir tarzda süsleyip, nakışladı ki, okumayı bilen ve bilmeyen herkes onu beğenip, seyrinden hayran oldu. Bilhassa hakikat ehlinin nazarında, o kitabın zahiri güzelliği, manasındaki parlak güzelliğin işareti olduğundan,  pek kıymetli bir antika hükmüne geçti.

Sonra o hâkim, şu sanatlı ve süslü Kur’an’ı yabancı bir filozofa ve bir Müslüman âlime gösterdi. Hem imtihan etmek, hem de mükâfat vermek için emretti ki; “Her biriniz, bu kitabın hikmetine dair bir eser yazınız.”

Evvela o filozof, sonra o âlim, ona dair bir kitap yazdılar. Fakat filozofun kitabı, yalnız kitaptaki harflerin nakışlarından, karşılıklı münasebetlerinden, vaziyetlerinden ve mücevherlerinin özelliklerinden bahseder. Manasına hiç ilişmez. Çünkü o ecnebi filozof, Arapça okumayı hiç bilmez. Hatta o nakışlı Kur’an’ı bilmiyor ki, “O bir kitaptır ve manası olan bir yazıdır.” Belki ona, süslü bir antika nazarıyla bakıyor. Bu filozof, gerçi Arapça bilmiyor ama çok iyi bir mühendistir, güzel bir ressamdır, mahir bir kimyagerdir, sarraf bir kuyumcudur. İşte o adam bildiği sanatlara göre eserini yazdı.

Amma Müslüman âlim ise, ona baktığı vakit anladı ki, O Kitab-ı Mübin’dir, Kur’an’ı Hâkimdir. İşte bu hakperest zat, ne görünüşteki süslerine ehemmiyet verdi ve ne de harflerinin nakışlarıyla ilgilendi. Belki öyle bir şeyle meşgul oldu ki, milyon mertebe öteki adamın iştigal ettiği meselelerden daha yüce, daha kıymetli, daha latif, daha şerefli ve daha faydalı idi. Çünkü O, kitabın nakışlarının perdesi altında olan kutsi hakikatlerinden ve sırlarından bahsederek, gayet güzel bir tefsir yazdı.

Sonra ikisi eserlerini götürüp, O şan sahibi hâkime takdim ettiler. O hâkim evvela filozofun eserini aldı. Baktı, gördü ki, o kendini beğenen ve tabiatperest adam çok çalışmış, fakat bu kitabın hakiki hikmetini hiç yazmamış, hiçbir manasını anlamamış, belki karıştırmış. Ona karşı hürmetsizlik etmiş. Çünkü hakikatlerin madeni olan o Kur’an’ı, manasız nakışlar zannederek, mana cihetinde kıymetsizlik ile tahkir etmiş olduğundan, O hikmet sahibi hükümdar, onun eserini başına vurdu, huzurundan çıkardı.

Sonra öteki hakperest âlimin eserine baktı, gördü ki, gayet güzel ve faydalı bir tefsir ve gayet hikmetli ve irşat eden bir teliftir. “Aferin, Bârekallah, işte hikmet budur ve âlim ve hakîm bunun sahibine derler. Öteki adam ise haddini aşmış bir sanatkârdır” dedi.

Sonra onun eserine bir mükâfat olarak, her bir harfine mukabil, tükenmez hazinesinden ‘on altın verilsin’ diye emretti.

Eğer temsili anlayabildin ise bak, hakikatin yüzünü de gör:

Temsildeki o nakışlı ve süslenmiş

Kur’an; Şu sanatla yapılmış, zemini çiçeklerle, seması yıldızlarla süslenmiş kâinat kitabıdır.

O hükümdar ise; Ezel ve ebedin hâkimi olan Allah’tır.

O iki adam ise, birisi yani ecnebisi; felsefe ilmi ve filozoflardır. Diğeri; Kur’an ve talebeleridir.

Evet, Kur’an-ı Kerim, şu kâinat kitabının en âli tercümanıdır. O Kur’an ki, şu kâinatın sayfalarında ve zamanların yapraklarında, kudret kalemi ile yazılan varlık ayetlerini insanlara ve cinlere ders verir. Hem her biri manalı bir kelime hükmünde olan mahlûklara mana-yı harfi nazarıyla bakar. Yani onları yaratan Allah hesabına bakar.

Mesela, aynaya iki türlü bakabilirsiniz,

1- Aynanın bizzat kendisini görmek için bakmak; bu bakışa mana-yı ismi denir.

2- Aynaya, onda tecelli edeni görmek için bakmak. Bu ikinci bakışa ise mana-yı harfi denir. Bu bakışta aynanın bir önemi yoktur. Önemli olan aynada gözükendir.

İşte felsefe, ayna hükmünde olan kâinata, mana-yı ismi ile yani bizzat kendilerinden dolayı bakmışlar.

Kur’an ise, kâinat aynasına, o aynada tecelli eden sanatkârı hesabına bakmış. Onun isim ve sıfatlarını keşfetmiş, “ne güzel yapılmış, ne kadar güzel bir surette sanatkârları olan Allah’ın güzelliğini, gösteriyor” demiş.

Hâlbuki felsefe, kâinatın ve içindeki mahlûkların zahiri süsünde ve güzelliğinde kalmış, sersemleşmiş ve boğulmuş. Şu kâinata Allah hesabına bakmak gerekirken, öyle yapmayıp, mevcudat hesabına bakarak “ne güzel yapılmışa” bedel, “ne güzeldir” demiş ve haddini aşmış.

Bu iki bakış farkını şu temsille de anlayabiliriz;

Antika bir sandalyeyi filozofların önüne koysak, hemen incelemeye başlarlar. Şeklini, yapısını, ağacının ne olduğunu, hangi yılda yapıldığı gibi birçok şeyi araştırırlar. Ancak bu sandalyeyi ‘kimin yaptığı’ ve ‘niçin yaptığı’ konusunu hiç düşünmezler.  Sanki o sandalye tesadüfün eseri.

Hâlbuki Kur’an ve talebeleri, sandalyenin süsünden, ağacının kalitesinden ziyade sanatkârıyla ilgilenir; “Bu sandalyeyi kim yaptı? Niçin yaptı? Bu sandalyenin manası nedir? Bu sandalyenin ustasının isim ve sıfatları nelerdir? Ve bize emirleri var mıdır?” gibi noktalarda yoğunlaşır.

Ya da felsefe ve talebeleri, yere çakılmış bir kazığa bağlı bir at görseler, hemen kazığın, atın ve ipin kendisiyle ilgilenirler. Bu üçü hakkında ciltler dolu kitaplar yazarlar. Ancak “bu at kimin? Bu kazığı yere kim çaktı? Niçin bu atı buraya bağladı? Bu ip nereden geldi? Bunu yapan zat bununla neyi anlatmak istiyor” gibi hakiki hikmetin hiçbir meselesi ile ilgilenmezler. Hâlbuki Kur’an, hakiki hikmet ile ilgilenir ve mezkûr soruların cevaplarını öğretir.

İşte, dünya ve içindekiler gayet sanatla yapılmış birer eserdir. Dünyamız diğer yıldızlarla birlikte manevî ipler ile güneşe bağlanmış, etrafında dönüyoruz. Felsefe sadece şu âlem ve içindeki eşyanın zahiri ile ilgileniyor. Onları birbirine bağlayan kanunlardan bahsediyor.

Bu harikulade eşyanın niçin ve kim tarafından yaratıldığını, bu kanunları kimin koyduğunu hiç düşünmüyor. Hâlbuki Kur’an, her şeyi, sanatkârı olan Allaha bir pencere yapıyor. O eşya ile Allah’ı tanıtmaya çalışıyor ve mevcutlara Onun için bakıyor. Bir sinekten tutun, tâ güneşlere kadar her şeyde Allah’ın isim ve sıfatlarını keşfediyor. Adeta her şey ona göre bir mektup ve bir kaside, içinde sanatkârının isimleri yazılmış. Ve her şey bir hazine, onda ilâhi sıfatlar saklanmış.

Demek felsefe, kâinata mana-yı harfi ile yani bizzat kendileri için bakmış. Kur’an ise mana-yı harfi ile yani sanatkârı olan Allah hesabına bakmış. Elbette kâinata böyle farklı Sebeplerden ve farklı pencerelerden bakan felsefe ile Kur’an’ın, kâinat hakkındaki ifadeleri bir olmayacaktır.

Kur’an-ı Kerim, bu kâinattaki, kıymeti bilinmeyen, adî ve basit şeylerden sayılan, hâlbuki gerçekte harikulade ve Allah’ın kudretinin birer mucizesi olan mevcudat üzerindeki, gaflet ve felsefenin örtmüş olduğu adîlik ve alışkanlık perdesini keskin beyanlarıyla yırtıp, o acayip varlıkları akıl sahiplerine gösterip, ibretli bakışlarını celbedip, akıllara tükenmez bir ilim hazinesi açar.

Mesela der:

“Deveye bakmıyorlar mı, nasıl yaratılmış? Ve semaya bakmıyorlar mı, nasıl yükseltilmiş?

Ve dağlara bakmıyorlar mı, nasıl dikilmiş?

Ve yeryüzüne bakmıyorlar mı, nasıl döşenmiş? Gökten bir su indiren de odur.

İşte onunla her çeşit bitkiyi çıkardık. Ondan da bir yeşillik çıkardık ki, kendisinden üst üste dizilmiş daneler çıkartırız.

Ve hurma ağacından, onun tomurcuğundan da sarkan salkımlar ve üzüm bağları ve birbirine benzeyen ve benzemeyen zeytin ve nar ağaçlarını çıkardık.

Meyve verdiği zaman meyvesine ve olgunlaşmasına bakın! Şüphesiz ki bunda, iman edecek bir kavim için elbette deliller vardır.”

İşte Kur’an, bu ve benzeri ayetleriyle dikkatleri adî ve kıymetsiz zannedilen eşyaya çeker. Onların harikulade bir sanat eseri olduğunu vurgular. Onlara bakmayı, inceliklerini tefekkür etmeği ve onlar ile sanatkârları olan Allah’ı tanımayı ve bilmeyi emreder.

Felsefe ilmi ise, tamamen harikulade olan Allah’ın kudretinin mucizelerini ve eserlerini âdet ve alışkanlık perdesi altında saklayıp, ilgisizcesine üstünden geçer. Yalnız, harikuladelikten düşen ve yaratılışın intizamından çıkan nadir fertleri nazar-ı dikkate arz eder.

Mesela, kudretin bir mucizesi olan insanın yaratılışına adî ve sıradan deyip lakaytlıkla bakar. Fakat üçayaklı ya da iki başlı bir insanı teşhir eder.

Ya da, en latif ve rahmetin bir mucizesi olan bütün yavruların, Allah’ın rahmet hazinesinden, muntazam beslenmelerini ve geçimlerini adî ve sıradan görüp, nankörlük perdesini üstüne çeker. Fakat intizamdan çıkmış, kabilesinden ayrılmış, yalnız olarak gurbete düşmüş, denizin altında olan bir böceğin bir yeşil yaprakla beslenmesini görür, onda tecelli eden lütuf ve keremle bütün balıkçıları ağlatmak ister.

İşte Kur’an-ı Kerim’in ilim ve hikmet ve Allah’ı tanıtmak cihetiyle servet ve zenginliği ve felsefenin ilim ve ibret ve Allah’ı tanıtmak cihetiyle fakirliği ve iflası.

Seyrangah.TV