Etiket arşivi: kürt

Hilal Kaplan; Muhalif bir âlim olarak Said Nursî

Said Nursî, geçtiğimiz yüz yılın en özgün mütefekkir ve âlimlerinden birisiydi. O, Müslümanları müşkül duruma düşürebilecek bir hareketin içinde yer almadı ama otoriteyle de başı hiçbir zaman hoş olmadı.

Örneğin ilk gençliğinde hocalarıyla yaşadığı bazı anlaşmazlıklar sonucu medrese eğitimi sırasında sık sık yer değiştirmişti. Tarihçe-i Hayat’ta izzetine çok önem verdiğini ve âmirane söylenen en küçük bir söze bile tahammül edemediğini belirtmişti.

II. Abdulhamit’ten “Medrese’tüz Zehra” için ödenek ayrılmasını istemeye geldiği İstanbul’da, selamlık törenine yöresel kıyafetleri, sarığı ve hançeriyle katılmakta ısrar ettiği için akıl hastanesine bile kapatılmıştı. Divâne olarak görülmesinin sebebinin Kürt kıyafetleri giymesi, kaba saba davranması, Ulema’ya meydan okuması ve her dâim hiddet etmesi olduğu söyleniyordu. Orada yaşadıklarını “Divanı Harbi Örfî” kitabında şöyle nakleder:

Benim gibi asabi bir adamın telaş ve hiddet etmesi zaruridir. Özellikle bir yüce fikri, on beş sene zihninde taşıyan ve bu kadar yakınlaşan bir insan kendini tehlikede görse ve o fikrin gerçekleştiğini görmekten mahrum kalsa, nasıl hiddet etmesin?

II. Meşrutiyet yaklaşırken, yıllardır taşıyageldiği bazı fikirlerinin yavaş yavaş karşılık bulduğunun anlaşılmasıyla akıl hastanesinden bu sefer de hapishaneye gönderilir. Asıl hastalığın zihninde değil de İmparatorluk’un başkentinde olduğuna hükmeden Nursi, vaziyeti Nutuk’ta şöyle anlatır:

Ben Kürdistan dağlarında büyümüştüm. Merkezî Hilafeti güzel tahayyül ediyordum. Dersaadet’e geldim, gördüm ki İstanbul korku ve nefret sebebiyle medeni libasını giymiş vahşi bir adama benzerdi. Kürdistan’daki fenalığın sebebini Kürdistan uzvunun hastalığı zannediyordum. Vakıa ki hasta olan İstanbul’u gördüm, nabzını tuttum ve anladım ki kalpteki hastalıktır, her tarafa sirayet eder. Tedavisine çalıştım, divânelikle taltif edildim.

Kendisine teklif edilen maaşı ve yolluğu reddeden Nursî, memleketine dönmez. II. Meşrutiyet’e ulemanın önemli bir kısmı “Şeriata aykırıdır” diyerek karşı çıkarken, Nursî açık destek vermekten çekinmemiştir. Sultanahmet’ten Selanik’e kadar pek çok yerde “Ey Hürriyeti Şer’i” diyerek başlayan o meşhur konuşmasını yapıp istibdada karşı durmak gereğini anlatmıştır. Kürdistan vilayetlerindeki aşiretlere telgraflar çekip “Meşrutiyet ve Kanunî Esasî işittiğiniz meseleyse hakiki adalet ve meşvereti şeriyeden ibaretler. Hüsnü telakki ediniz” demiştir.

1909’da Van’da bulunduğu sırada, halka meşrutiyeti anlatırken, sadece İslâm birliğini değil, Ermenilerle ittifak etmenin memleketin saadeti için gerekli olduğunu savunmuştur. 1911’deki Münazarat kitabında bu düşüncesini şöyle ifade eder:

Onlar uyandılar, dünyaya yayıldılar. İlerleme tohumlarını topladılar, vatanımıza ekecekler. Siz hâlâ uykudasınız. Onları ancak, onların sizi mağlup ettiği silahla mağlup edebilirsiniz. Yani akıl ile, milliyet fikriyle, ilerleme meyiliyle, adalet temayülüyle…

Ancak ne zaman ki Rus desteğiyle işgal başladı, Üstad Ermeni çetelerle savaşan milislere komutanlık edenlerden birisi olmaktan da geri durmadı. Hep vurguladığı prensibinden savaş zamanı da vazgeçmeyecekti: “Kadın ve çocuklara dokunmak caiz değildir...” Bu uğurda büyük sıkıntılar çekti, esir düştü ama acısını izzetiyle beraber taşımayı bildi.

Bediüzzaman için “milliyet” fikri, bir kavmin benliğini muhafazasıyla ilişkiliydi. Fakat, milliyetçiliği İslâm birliğinin önüne koyan Kürtlere yönelik Sebil’ür Reşâd’da kaleme aldığı uyarı yazısının bir kısmında şöyle diyordu:

Kürdistan’a verilecek muhtariyetten (özerklik) bahsediliyor. Kürtler, ecnebi himâyesindeki bir muhtariyeti kabul etmektense ölümü tercih ederler. Eğer Kürtlerin serbestçe gelişmesini düşünmek lazım gelirse, bunu Boğos Nubar ile Şerif Paşa* değil, Devleti Âliye düşünür. Hülasa, Kürtler bu hususta kimsenin aracılık ve müdahalesine muhtaç değildir.

Millî Mücadele zamanında, işgalci kuvvetlere direniş aleyhinde pek çok fetva yayınlanıp, savaşan kuvvetler “dinsiz” ilan edilirken Nursî, “Hutuvat-ı Sitte” adlı bildiride Millî Mücadele’yi İslâm’ın hizmetindeki bir cihad hareketi olarak tanımlayıp, mevzubahis fetvanın ilmen geçersiz olduğunu belirtmekten geri durmadı:

Burada hâkim olan kuvvet, ecnebiye lehinde olmayan her bir hareketi boğuyor. Hareket edenleri gördük. Mukaddes camilerde gavurlara dua ettirildi ve mücahidlerin cevazı katline fetva verdirildi. Şimdi bazı gerçekler çarpıtılmaktadır. Zıt kavramlar yer değiştirmişlerdir. Zulme adalet, cihada isyan, esareteyse hürriyet adı veriliyor. Ben kendi elemlerime tahammül ettim. Fakat İslâm’ın elemlerinden gelen üzüntüler beni ezdi. Âlemi İslâm’a gelen her bir darbenin en evvel kalbime indirildiğini hissediyorum. Onun için bu kadar sarsıldım. Fakat bir ışık görüyorum ki o elemleri unutturacak inşallah.

Tek Parti rejimi kurulduktan sonra da muhalif duruşundan milim geri adım atmadı Üstad; Bu sarık ancak bu başla beraber gider sözü hâlâ kulaklarımızda çınlamıyor mu? Meclis’e sunduğu on maddelik manifestoda “Türkiye’nin şekillenmesinde mânevî dinamiklerin ihmal edilmemesi gerektiği” ibaresi yer aldığı için, kurulmasına önderlik ettiği rejimin düşmanı olarak daha o zamandan yaftalandı. Ancak muhalefetin muhtevası, yeni rejimle beraber değişmişti. Yeni rejim, “Yeni Said” dönemini gerekli kıldı. Siyasî ve hukukî bütün yolları kesen yeni yönetimde söz sahibi olan artık “dış güçler” de değildi. Tamamen madun kılınmış Müslümanlar için mücadele artık fikrîyat üzerinden, gönüller fethederek yürütülmeliydi.

Üstad’ın açtığı yoldan gönüller fethedildi, fethediliyor. Allah, bir gün bile kendi nefsi için bir şey istememiş; hapislere, sürgünlere, suikast teşebbüslerine rağmen kıyamdaki duruşunu bir an bile bozmamış ve sadece “Davam!” diyerek namerde minnet etmemiş bu büyük âlimin yolundan gitmeyi ve O’ndan istifade etmeyi nasip etsin. Âmin, âmin, âmin…

* Bazı alıntılar, Yusuf Kenan Beysülen’in ve Cemalettin Canlı’nın hazırladığı “Yolcu” belgeselinden alınmıştır.

** Paris Barış Konferansı’nda, 1919 yılı Ocak ayında, Osmanlı delegelerinden Ermeni Boğos Nubar Paşa ile Kürt Şerif Paşa bağımsız bir Ermeni ve Kürt devleti konusunda anlaşmışlardı.

Hilal Kaplan / Yeni Şafak

Kürt Meselesinin Çözümünde Bediüzzaman’dan Projeler

Bediüzzaman’ın Nur Külliyatı, özellikle “Mektubat” adlı eserindeki “Uhuvvet Risalesi”, “Onaltıncı, yirmiikinci ve yirmialtıncı mektupları” hakiki bir milli barış ve kardeşlik projeleridir. Bediüzzaman, siyaset adamı değildir ama, Türkiye ve dünya siyasetine yön veren adamdır. Kaleme aldığı iman hakikatleri, barış ve kardeşlik projeleriyle Türkiye’ye, dolayısıyla da dünya siyasetine denge ve istikrar kazandırmıştır. Başlattığı iman hareketi ve kaleme aldığı iman hakikatleriyle Bediüzzaman, Türkiye ve dünyada denge ve istikrar siyasetinin mimarı olmuştur.

O okundukça ve okuyucuları arttıkça bu denge ve istikrar gün geçtikçe kuvvet kazanacak, dünya, beklenen, özlenen ve gözlenen gerçek baharına, altın çağına, saadet asrına kavuşacaktır, inşallah. Çünkü o, Allah dedi, Peygamber dedi, başka bir şey demedi. Bir insan Allah’ın rızasını ve gücünü yanına alır, Peygamberin cehd ve gayretini kafasına koyarsa ona ne dayanır? İşte Bediüzzaman bunu yaptı. Bunu yaparken güzel bir yol ve güzel bir yöntem kullandı. İşte o yol ve yöntemin anatomisi:

1-Müsbet hareketi esas aldı. Hikmetle, güzel öğütle davetini yaptı. “Biz, muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur” dedi. Muhabbete muhabbet besledi ve düşmanlığa düşman oldu. Okuyucularına da bunu öğretti. Sevgiden yoksun kalmış bir dünyada bu önemli bir olaydır.

2-Davasını anlatırken, tebliğini icra ederken icbar, zor ve zorbalık yolunu değil, ikna yolunu seçti. Tatlı ve yumuşak üslûbu esas aldı.

3-Adaletin ve özgürlüğün savunucusu oldu, diktaya ve cuntaya boyun eğmedi.

4-Zindanlarda kendisine yer hazırlayanlara, zulüm ve işkence yapanlara beddua etmedi. Ta ki onların masum çocukları babalarına gelen zarardan acı çekmesin.

5-O beş esası sinelere yerleştirmeye çalıştı. Onlar da: Hürmet, merhamet, emniyet, haramdan kaçınma, itaat ve ibadet etmekti.

6-Ona göre din ve dindarlık, iman hakikatlerinin tahsili, doğal ve zorunlu bir ihtiyaçtı. Onun için bütün mesaisini buna tahsis etti.

7-Dünyayı oyun ve eğlence yeri değil, ahiretin bir tarlası ve Allah’ın isimlerinin bir aynası gördü.

8-Kendisi ve talebeleri barış ve asayişin gönüllü muhafızı oldu. Bu hususta yönetimden kendisine destek istedi.

9-Yönetimdekilere, başarılı olabilmeleri için, Allah’ın kanunlarına uygun hareket etmeleri gerektiğini söyledi.

10-Kâfire “hey kâfir!” demeyi eziyet saydı. Köre “hey kör!” demek eziyet olduğu gibi.

11-Şiddet kültürünü besleyen hastalıkları teşhis etti. Reçeteler yazdı, yönetime önemli projeler sundu. Ve şu tavsiyelerde bulundu:

a-Doğu ve Güney doğu vatandaşlarınıza dindarca yaklaşın.

b-Müsbet milliyeti (bütün milliyetleri bağrına basan İslâm milliyetini) esas alın.

c-İslâmiyet’i, Hıristiyanlık ve diğer dinlerle mukayese etmeyin. Çünkü İslâmiyet’in esası, tevhiddir. İslamiyet, vasıta ve sebeplere hakiki tesir vermiyor, icad ve makam cihetiyle kıymet vermiyor. Hıristiyanlık ise “velediyet” fikrini kabul ettiği için, vasıta ve sebeplere bir kıymet verir, benliği kırmaz. Âdeta Allah’ın Rububiyetinin bir cilvesini azizlerine, büyüklerine verir. “Yahudiler hahamlarını, Hıristiyanlar rahiplerini ve Meryem’in oğlu Mesihi Allah’tan başka Rab edindiler.” (1) meâlindeki ayetin dairesine girdiler. Onun içindir ki, Hıristiyanların dünyaca en yüksek mertebede olanları, gurur ve enaniyetlerini muhafaza etmekle beraber sâbık Amerika Reisi Wilson gibi, mutaassıp bir dindar olur. Tevhid dini olan İslâmiyet içinde, dünyaca yüksek mertebede olanlar, ya enaniyeti ve gururu bırakacak veya dindarlığı bir derece bırakacak. Onun için bir kısmı lâkayd kalıyorlar, belki dinsiz oluyorlar. (2)

ç-Şark vilayetleri merkezinde din ilimleriyle fen ilimlerinin beraber okutulduğu büyük bir üniversite açın. Böylece İslâm birliğinin en büyük düşmanı olan menfi milliyeti yani ırkçılık belasını da bertaraf etmiş olacaksınız.

Üstad Bediüzzaman Bitlis, Van ve Diyarbakır havalisinde kurulmasını istediği örnek ve model üniversite için sekiz şart ileri sürmüştür. Ben, bu sekiz maddeyi özetleyerek sıralamak istiyorum:

Birincisi: Üniversitenin ismi Medresetü’z-Zehra olmalı. (Zehra, zühreden gelmekte, çiçek demektir. Müzekkeri ezher, müennesi zehra’dır. Mısır’ın Camiü’l-Ezheri gibi Türkiye’nin Medresetü’z-Zehrâsı olmalı. Camiü’l-Ezher’den farkı, dişi olması hasebiyle doğurgan olmasıdır.)

İkincisi: Müsbet ilimler, bu medresede din ilimleriyle harmanlanarak verilmelidir. Böyle olursa izdivaç gerçekleşmiş olur. Çünkü, “Vicdanın ışığı, din ilimleridir. Aklın nuru, medeniyet fenleridir. İkisinin imtizacı (yani birbirine karıştırılması ve evlendirilmesiyle) hakikat tecellî eder. O iki kanatla talebenin gayreti şahlanır. Ayrıldıkları vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile ve şüphe meydana gelir.” (3)

Üçüncüsü: Arapça vacip, Türkçe lazım, Kürt’çe caiz olmalı. Yani Arapça din dili olduğu için vacip olmalı, Türkçe Türk nüfusunun ve nüfuzunun çokluğundan dolayı resmi dil olarak seçilmeli, Kürtçe de fıtratın hakkı ve gereği olarak serbest bırakılmalıdır. İsteyen istediği gibi kullansın.

Dördüncüsü: Kürt âlimler ve Kürtçe bilen öğretim elemanları ve öğretmenler o bölgeye tayin ve tahsis edilmeli. (4)

Dördüncüsü: Kürtlerin ileri gelenleri ve kanaat önderleriyle istişare edilmeli. Herkese aynı ilaç değil, her hastalığa uygun ilaç verilmeli.

Beşincisi: İş bölümü kuralına uygun olarak ihtisaslaşmaya ve branşlaşmaya gidilmeli, her branşın birbiriyle yardımlaşması sağlanmalı.

Altıncısı: Bu üniversiteden mezun olanlara diploma verilmeli, bu üniversite devletin bütün resmi okullarına eşit tutulmalı, mezunlarına iş verilmeli, istihdam alanlarında onlardan yararlanılmalı, yanı sonuçsuz bırakılmamalı.

Yedincisi: Öğretmen okulları da Üniversite bünyesine alınmalı. Bütün okullarımızda intizam, fazilet ve din eğitimi olmalı.

Sekizincisi: Kürtlerin çoğunlukla yaşadığı bölgelerde devam eden bireysel öğretim, genel öğretime, informal öğretim, formal öğretime dönüştürülmeli.

d-Cehalet, zaruret ve ihtilâf düşmanının karşısına marifet, sanat ve ittifak silâhiyle çıkın.”

e-Risale-i Nur’u okuyanların “asayişin manevî bekçileri oldukları”nı, asayişi korumanın tek yolunun da, insanların kalplerine iman ve marifet nurunu yerleştirmekten geçtiğini, bu işi de çağımızda en güzel şekilde Risale-i Nur’un yaptığını bilin.

f-Özgürlüğü, kuralsız ve ahlaksız yaşamak şeklinde görmeyin. “İnsanlar hür oldular, amma yine abdullahtırlar.”(5) Yani yine Allah’ın kuludurlar. “Hürriyet, nefsine de, başkasına da zarar vermemektir.” (6)

g-Kanun-u adalet ve te’dibden başka hiç kimse kimseye tahakküm etmemeli. Herkesin hukûku korunmalı, herkes meşru hareketlerinde şahane serbest olmalı.

ğ-Birlik ve beraberlik korunmalı, bunu bozmak isteyenlerin oyununa gelinmemeli. Üç tane bir ayrı ayrı dururlarsa üç kıymeti var. Eğer bir araya gelseler, omuz omuza verseler yüz on bir kıymet ve kuvvetini kazanırlar.

h-Biz Kalû Belâ’dan Muhammedî Cemiyet’e (Aleyhissalâtü Vesselâm) dâhiliz. Bizi bir araya getiren, bir ve beraber yapan tevhiddir. Andımız ve yeminimiz îmandır. Mademki Allah’ın birliğine inanıyoruz, öyleyse biz biriz. Herbir mü’min i’lâ-yı Kelimetullah’la görevlidir. Bu zamanda, bu görevin en büyük sebebi, maddeten terakki etmektir. Zira yabancılar teknik ve sanayi silâhıyla bizi manevî istibdatları (baskıları) altında eziyorlar. Biz de, fen ve san’at silâhiyle i’lâ-yı Kelimetullahın en müdhiş düşmanı olan cehalet, fakirlik ve ayrışmaya karşı cihad edeceğiz. Amma dışa karşı cihadı, nurlu şeriatın kesin delillerinden ibaret olan elmas kılınçlarına havale edeceğiz. Zira medenîlere üstün gelmek ikna iledir, söz anlamayan vahşilere yapıldığı gibi zorla değildir. Biz muhabbet fedaileriyiz, (sevgi kahramanlarıyız) husumete vaktimiz yoktur. İttifak Hüdâdadır, heva ve heveste değil. İnsanlar hür oldular amma yine Allah’ın kullarıdırlar. Ümitsizlik her gelişmenin engelidir. “Neme lâzım, başkası düşünsün” istibdadın (baskı rejimlerinin) yadigârıdır. (7)

(Devam edecek)

Vehbi Karakaş / Risale Haber

DİPNOTLAR:

1-Tevbe, 9 / 31

2-Nursi, aynı yer.

3-Orijinali için bkz. Nursî, Münâzarat

4-Bir Üstad Bediüzzaman’ın yıllar önce ortaya koyduğu bu projeye bakıyorum, bir de Zaman Gazetesinin 8 Şubat 2010 tarihli nüshasındaki habere bakıyorum. Bediüzzaman’ın ne kadar isabet kaydettiğini, o gün o proje dikkate alınsaydı, bu kadar ziyan olmayacaktı, kanaatine varıyorum. Şimdi o habere bir göz atalım: Diyanet İşleri Başkanı Bardakoğlu, Diyarbakır’da kanaat önderlerini tek tek dinledi. Halkın ve kanaat önderlerinin isteği şu: 1- Bölgemiz, din hizmetlerinin zayıflatılması sebebiyle bu hale geldi. 2-Kırsalda halk derdini cami imamlarına anlatır. Ancak camilerde görevli imamlar Kürtçe bilmiyor. Bu yüzden halkın itibar ettiği Kürtçe bilen müderrislerin önü açılmalı. 3- Geçmişte ezan bile okutulmuyordu. Şimdi çok daha rahatız. Ancak ülkeyi karıştırmak isteyen şer odaklarına fırsat verilmemeli.

5-Nursi, Münazarat, Yeni Asya Neş. İst. 1991, s. 58

6-Bkz. Nursî, Münazarat, s. 55

7-Nursi, Divan-ı Harbi Örfi, s.9-14

Osmanlı’nın Kürt Meselesi Yoktu

Selçuklulardan Osmanlıların son dönemlerine değin Hilâl’in bereketli topraklarında yan yana barış ve kardeşlik içinde yaşamış olan Müslüman Türk, Kürt, Arap ve Fars kardeşler arasına Haçlılar tarafından atılan “Kürt Meselesi” adındaki ‘etnik fitne’ ya da ‘kavmiyetçilik ateşi’, geniş bir alana yayılmış kalabalık İslam topluluklarının binlerce yıllık geçmişe sahip birlik, dirlik, kardeşlik ve ümmet ruhunu ortadan kaldırmayı amaçlıyor.

İşte, ‘Kürt Meselesi’nin Açılımı’ kitabımdaki malumatlardan hareketle, Osmanlılar zamanında Kürtlerin durumu ve ‘Osmanlı’nın Kürtler ile etnik temelli bir meselesinin olup olmadığının’ cevabı:

OSMANLI ZAMANINDA KÜRTLER VE DOĞU ANADOLU

Fatih Sultan Mehmed’in 1473’teki Otlukbeli Zaferi’nde, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ı mağlup etmesiyle Doğu Anadolu, büyük ölçüde Osmanlı hâkimiyetine girmiş ve buralarda yaşayan Kürt aşiretleri de peyderpey Osmanlı tebaası olmuşlardır.

Osmanlı Devleti ile İran arasındaki sınır bölgesinde son derece serbest ve merkezî otoritenin tavizkâr tutumu içinde özerk bir statüde hayatlarını idame ettiren Kürt aşiretleri, ilk kez Yavuz Sultan Selim zamanında kesin olarak Osmanlı siyasî sistemi altına girmişlerdir.

Şah İsmail’in izlediği Şiiliği yayma ve Kürt Beyliklerini ortadan kaldırma politikasına karşılık, Yavuz Sultan Selim’in Kürt Beyliklerini tanıma ve varlıklarını devam ettirme yanlısı politikası Osmanlıların Kürtler arasında taraftar ve itibar kazanmasına katkıda bulunmuştur.

Bundan cesaret alan Yavuz Sultan Selim, İran Seferi’nden önce bölgede geniş nüfuza sahip Şeyh İdris-i Bitlisî’yi yanına çekerek maiyetindeki Müslüman Kürtlerin desteğini elde etmek istemiştir. Şeyh Bitlisî, Safevilere bağlı 20 aşiret liderini ve bölgedeki bazı emirlikleri ziyaret ederek onların İran ile yapılacak savaşta Şah İsmail’e karşı tavır almalarını sağlamıştır.

Kürtlerin, Osmanlı yönetimi altına girmesi ve bağlılıklarını sunmalarında, Osmanlı Devleti’nin İslâm Dini’ne bayraktarlık etmesi, aralarındaki kuvvetli dini bağ ve müşterek dini dinamikler mühim rol oynamıştır. Bitlisî’nin büyük yardımları ve kendi yanında bizzat savaşa iştirak etmesi ile Yavuz Sultan Selim, 1514 yılında Şii tehlikesini bertaraf etmek gayesiyle harekete geçmiş ve Şah İsmail’i Çaldıran’da ağır bir hezimete uğratmıştır.

Çaldıran’da kazandığı zaferle beraber Doğu Anadolu’daki siyasi ve idarî dağınıklığa son verme ve merkezî otoriteyi tesis etme politikası yönünde ilk ciddî adımı da atmıştır. Yapılan anlaşmaya göre Kürt Emirlikleri özerkliklerini koruyacak, yönetim belli kişi ve ailelerde olacak, padişahın fermanına bağlı kalınacak, vergi ödenecek ve savaşlarda Kürtler Türklere yardım edecekti.

Yavuz Sultan Selim, Doğu Anadolu’nun idarî ve sosyal yapılanmasında İdris-i Bitlisî’den faydalanarak bölgeyi idarî taksimata tâbi tutmuştur. Bu taksimatın ana hatları şu şekilde belirlenmiştir: Çıldır, Erzurum, Van, Diyarbakır ve Zor eyaletleri Osmanlı’nın İran ile doğu sınırını teşkil etmiştir.

Diyarbekir, 19 sancağa bölünmüş, bunlardan 11 sancak doğrudan Osmanlı yönetimine bağlanmıştır. Diğer 8’i Kürt beyliklerine bırakılmıştır. Van ve çevresi de, 37 sancak ve 4 hükümete ayrılmıştır. Bunların dışında, doğrudan doğruya sultana bağlı olan Cezire, Hazra, Genç, Palo ve Eğil hükümetleri gibi özel statüye sahip kısmen özerk mahalli idarelere de müsaade edilmiştir.

Anadolu’da gerçek bir birlik tesis etme çabasında olan Osmanlılar, bölgedeki boy ve oymakların yayılışına bakmadan, askerî ve coğrafî şartların gereğince devletin esas direkleri olan il ve sancak kuruluşlarını meydana getirmişlerdir. Ancak, bunu yaparken öteden beri değer verdikleri mahalli örf ve anlayışları da kullanarak özel kuruluşlar ortaya koymuşlardır.

Gerçi, bu beylik ve ocaklıklar, her ne kadar hükümet merkezinden tayin edilmeyen beyler tarafından veraset yolu ile yönetilmekte ve sadece beylerin görevleri onaylanmakta ise de, devlet divanı, bunların iç işlerini düzenleyecek kavramlar ile vergi toplama usul ve kanunlarını ayrıca hazırlama ve uygulama yetkilerini daima ellerinde bulundurmuş; onlara yalnızca bu kanun ve nizamlar çerçevesinde beylikte bulunma konularında bazı serbestlikler tanımıştır.

OSMANLI DÖNEMİNDEKİ İSYANLAR KÜRTÇÜLÜKLE İLGİSİZ

Osmanlı Devleti’nin, bilhassa 1683 Viyana Bozgunu’ndan itibaren Batı’da toprak kaybetmeye başlaması, siyasi çözülmeyi de beraberinde getirmiş; dolayısıyla bu durum direkt olarak Kürt bölgesinde merkezi otoritenin sarsılması ve zayıflaması şeklinde kendini göstermiştir.

Bundan istifade eden özel konumdaki bazı Kürt beyleri, çevrelerinde kuvvetlenmek ve egemenlik alanlarını genişletmek için hükümetin ve kanunların hilafına yavaş yavaş birtakım otorite tanımaz hareketlere girişmişlerdir. Hususen II. Mahmud döneminde bu hâl doruk noktaya ulaşmıştır.

Yalnız, Osmanlı’nın, uzun ve yıpratıcı savaşlarda, yeterli kaynağı tedarik etmek için bölgedeki Kürt Beylerine asker ve para gereksinimi için fazlaca yüklenmesinin de onların merkezi idareye karşı tavır almalarında tesirli bir faktör olduğunu belirtmemiz gerekir.

II. Mahmud zamanında, merkezi otoriteyi kuvvetlendirmek istikametinde yapılan uygulamalar bağlamında siyasi ve idari özerkliğe sahip Kürt Beyleri disiplin altına alınarak payitahta bağlanmak istenmiştir. Bunu bölgede uygulanmak istenen askeri ve idari kademelerdeki ıslah hareketleri takip edince, sosyal ve idari yapılanmada temel rolü oynayan aşiret beyleri, ağalar ve şeyhlerin menfaatleri zedelenmiş; hem reform çabalarına mani olmuş, hem de devleti uzun süre meşgul edip zor duruma düşürecek olan bir seri ayaklanma çıkarmışlardır.

Osmanlı zamanında meydana gelen 12 Kürt isyanı, devletin dağılma sürecinde ülkenin her tarafında meydana gelen isyan hareketlerinden farksızdır ve onların bir parçası durumundadır. Osmanlı siyasi bütünlüğünden ayrılarak bağımsız Kürt Devleti kurma çabası, siyasi Kürtçülük ve etnik milliyetçilik ile uzaktan yakından alakası yoktur. Patlak veren her ayaklanmalar “mevziî” kalmış, yalnızca ayaklanmayı tertipleyen kişinin şahsî nüfuzundan öteye geçememiştir.

Doğu’da cereyan eden isyanların kaynağında şu iki temel sebep yatıyordu: 1. Osmanlı merkezî otoritesinin, malî durumunun bozulması sebebiyle normal vergilerin yanında bir de ek vergiler koyması. 2. Uzun süren savaşlar sebebiyle, Osmanlı Devleti’nin askerî birliklere ihtiyacının artmasından dolayı, o zamana kadar askerlikten muaf tutulan Kürtlere de “asker celbi” kararının çıkması.

1908 SONRASI CEMİYETLER, GAZETE VE DERGİLER KÜRTÇÜ MÜYDÜ?

1908’de II. Meşrutiyetin ilanının doğurduğu imkânlardan istifade eden Kürtler, siyasi, kültürel ve sosyal alanlarda esaslı ve sistemli bir şekilde teşkilatlanmaya başlamışlardır. Zira II. Abdülhamid zamanında, 1898’de Kahire’de yayın hayatına başlayan “Kürdistan Gazetesi” ile 1900’de İstanbul’da kurulan “Kürdistan Azm-i Kavî Cemiyeti” dışında fazla bir aktiviteleri olmamıştı.

Meşrutiyetle birlikte, İstanbul’daki bir grup Doğulu aydın ve yüksek devlet ricalinin teşebbüsleri neticesinde birçok cemiyet, gazete ve mecmuanın açılmasıyla bu sahada ilk adımlar atılmıştır. Bunların ilki ve en önemlisi olan Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti, 1908’de İstanbul’da kurulmuştur. Hemen belirtelim ki, mezkûr cemiyet ve yayın organları daha çok kültürel çalışmaları ön planda tutuyor; etnik, siyasi ve ideolojik niyet ve amaçlardan uzak bulunuyorlardı.

Asıl talepleri sadece, Osmanlı idaresi içinde “Kürt” olarak önemsenmek noktasında odaklaşıyordu. Kürt unsurunun kendi kimliğini ve kültürünü, “Osmanlılık” içinde geliştirmesinden yanaydılar. Kendilerini, Osmanlı olarak kabul ediyor ve “Osmanlılık” çatısı altında, eşit haklara sahip topluluklar olarak görüyorlardı.

Kürtlerin en büyük derdi cehalet ve geri kalmışlık idi. Osmanlı Mebusan Meclisindeki mebuslar da aynı talepleri dile getiriyorlardı. Doğu’daki okur-yazar oranının binde bir bile olmadığına dikkat çekerek, bölgeye “Osmanlı Sibirya’sı” muamelesi yapıldığından sık sık sitem ediyorlardı.

Hevi Cemiyeti’nin kurucularından olan Dr. Şükrü Sekban, cemiyet üyelerinin Osmanlı siyasî bütünlüğünden ayrılmayı kesinlikle düşünmediklerine şöyle temas etmiştir:

“Onlardan hiçbiri Kürtler için en ufuk bir imtiyaz düşünmüyordu. Türkiye’den kopmayı aklımızın kenarından geçirmiyorduk. Fakat hepimiz de altı Doğu vilayetinde bir reform yapılması hususunda mutabık idik. İstedikleri reformlar, muktedir ve namuslu valiler tayin edilmesi, bir kaç anayol inşası, adaletin iyi bir şekilde uygulanması için mahkemelerin yeniden ele alınması idi. Zaten, bütün mücadelemizin ve didinmelerimizin tek hedefi vardı: Kürt’ü cahillikten ve fakirlikten kurtarmaktı. Ama bu, bir Kürt Devleti’nin kurulmasını düşünen hiç bir Kürt yoktu, demek değildir. Belki vardı, ancak bunu itiraf edemiyorlar, bu gizli emellerini açıkça beyan edemiyorlardı.”

Parantez arasında belirtmemiz gerekir ki, yukarıdaki gelişmeleri, bugün gündemin ana maddesini teşkil eden ‘Kürt Açılımı’ çerçevesindeki gelişmelerle mukayese ettiğimizde, o günden bugüne pek de bir şeyin değişmediğini; aynı fasit dairenin, yani talep, tartışma, düzenleme ve ‘açılım’ girişimlerinin devam edip gittiğini, tarihin benzer biçimde tekerrür edip durduğunu esefle müşahede ediyoruz.

SÖZÜN ÖZÜ

Osmanlı zamanında devletin Müslüman Kürtlerle etnik temelli hiç bir problemi olmadığı gibi, Kürtler de Osmanlı’ya karşı tüm zamanlarda sadık kalarak etnik bir harekete katiyen girişmemişlerdir. Ümmetçilik ve Osmanlıcılık telakkilerinden dolayı asırlar boyunca devlet ve milletle kaynaşmış olan Kürtler ile Osmanlılar arasında böyle bir problemin çıkmasına da zaten imkân yoktu. Bunda Osmanlı’nın, İslâm birliği anlayışı gereğince Kürtlerle yakınlaşması, koruyucu ve kuşatıcı bir yaklaşım sergilemesi müessir bir rol oynamıştır.

Türkler ve Kürtler yüzyıllarca bu topraklar üzerinde aynı mefkûreler etrafında bir arada kardeşçe yaşamıştır. Osmanlı Devleti üzerindeki emperyalist politikalardan kaynaklanan ve “ırkçı” temele dayandırılan Kürt meselesi, sunî olarak ihdas edilmesine, Osmanlı toprak bütünlüğünü ve İslâm birliğini bozmak maksadıyla dışarıdan dayatılmasına rağmen, Batılı anlamda bir Kürt meselesi Osmanlı topraklarında hiç bir zaman olmamıştır.

Şu halde, madem Osmanlıların Kürtlerle etnik, ideolojik ve siyasi anlamda bir meselesi yoktu; pekiyi Osmanlı’nın son dönemlerinden -bilhassa İttihat Terakki ve Mütareke dönemleri- Cumhuriyet dönemine uzanan süreçte bu Kürt Meselesi nasıl ortaya çıktı?

Bunun cevabını da inşallah bir sonraki yazıda vermeye gayret edelim. O vakte değin sağlıcakla ve selametle kalınız. Bol kitaplı ve okumalı günler temennisiyle…

İsmail Çolak

moralhaber.net

Bediüzzaman’ın Müthiş Sırrı

Risale Akademisi ile Akademik Araştırmalar Vakfı (AKAV)’nın ortaklaşa düzenlediği ‘Münazarat Ekseninde Milliyet Fikri ve Demokrasi’ konulu konferansta Kürt sorununa çözüm arandı. Bediüzzaman’ın talebelerinden Abdullah Yeğin , Mehmet Kırkıncı, Abdulkadir Badıllı, eski Çevre Bakanı Rıza Akçalı, Has Parti Genel Başkan Yardımcısı Doç. Dr. Erdinç Yazıcı ile çok sayıda bilim adamının katıldığı programda Bediüzzaman’ın 1908 yılında Kürt halkına hitaben yazmış olduğu ‘Münazarat’ adlı eseri değerlendirildi.

Kızılcahamam Asya Termal Tesisleri’nde gerçekleştirilen programa yoğun katılım oldu. 8 oturum ve dört ayrı salonda yapılan konferansta 1907 yılının siyasal olayları ve Kürt sorununun günümüze yansıması konuşuldu.

Konuşmacılar, İslamiyet’in hürriyeti temel aldığı ve insan fıtratının baskı rejimlerini kabul etmediği konusunda birleşti. Konferansta Kürt sorunun yıllardır yapılan baskılarla oluşturulan suni bir sorun olduğu belirtilirken adalet ekseninde çözüme ulaşmanın mümkün olduğu aktarıldı.

Millet fikrinin, birliği ve kardeşliği geliştirmek açısından faydalı olduğuna değinen konuşmacılar, bunun aşırıya kaçması durumunda ırkçılık ve baskı rejimyle beslenen bir şeytanın ortaya çıkacağını belirtti. Açılış konuşmasında ve daha sonraki sunumunda hürriyetin insan için ekmek ve su gibi bir gıda olduğunu ifade eden Mehmet Kırkıncı, “Ortada bir hastalık var, bu hastalık için İstanbul’daki doktor oradan ilaç yazıp gönderiyor ve açlıktan muztarip olan bir bünyeye hazımsızlık ilacı geliyor. Bu hastalığı iyileştirmez, aksine artırır. Bir de hastalık için meydana bir hastane kuruluyor, doktor gerekli muayene yapıp teşhisi koyduktan sonra ilacı verip hastalığı iyileştiriyor. İşte bu ikincisi demokrasidir ve sorunun çözümü de budur.” şeklinde konuştu.

Eski Çevre Bakanı Akçalı da insanın hakları olduğu kadar sorumluluklarının da olduğunu hatırlattı. Bediüzzaman’ın konuya ‘ne nefsine ne de gayrıya zulmetme’ şeklinde baktığını aktaran Akçalı, “Gayrı sözcüğü içinde hayvan haklarını, bitki haklarını, hatta gelecek nesillerin haklarını da içerir. Meseleye bu açıdan bakıldığında global barış da sağlanacaktır.” dedi. Milliyetçilik fikrinin ırkçılığa dönüşmesi durumunda başkasını yutarak büyüyen bir varlığa dönüştüğünü ifade eden Akçalı, çözümün o yoldan gitmemek olduğunu belirtti.

Eğitimci yazar Abdulkadir Menek de milliyetçiliğin aşırısının ortaya tek parti döneminde Türkçülük dini çıkardığını ifade ederken o dönemde ezanın Türkçeleştirilmesi ile günümüz olaylarındaki benzerliğe dikkat çekti.

Cihan

Sabır Kahramanı Hz.Eyyüb’ün Kıssasından Bize Mesajlar

Hz.Eyyüb (a.s.), Hz. İbrahim(a.s.) soyundan gelen bir peygamber. İslâm kaynaklarına göre Havrân bölgesinde yaşayan ve çok zengin olup, sayısız malı-mülkü, birçok oğlu kızı bulunan Eyyûb (a.s.), kendi toplumuna peygamber olarak gönderilmiştir.

Sabah-akşam ümmeti ve Allah’a ibadetle meşgul olan Hz. Eyyûb, Rabbinin bir imtihanına maruz kalmış, bütün servetini, çocuklarını kaybettiği gibi şeytanın kendisine musallat olması neticesinde kalbi ve dili hariç bütün vücudunda çıbanlar çıkmış, iltihaplı yaralar açılmış, yaralarına kurtlar dolmuş ve vücudu bozulup kokmaya başlamıştı, bu durumda kocasına hizmete sebat eden eşi “Rahmet” hariç hiç kimse onun yanına yanaşmadığından cemiyetten çekilmek mecburiyetinde kalmış, fakat hiçbir zaman sabrını ve Cenâb-ı Hakk’a bağlılığını kaybetmemiştir.

Farklı rivayetlere göre 3, 7, 13 veya 18 sene gibi epey uzun süren bu sıkıntılı dönemden sonra sabrıyla imtihanı kazanan Eyyûb (a.s.) Cenâb-ı Hakk’ın lütfu ve emriyle ayağını yere vurmuş, fışkıran su kaynağından yıkanıp içerek eski sıhhati ve güzelliğine kavuşmuştur. Ayrıca kendisine yeniden birçok servet ve çocuk da ihsan edilmiştir.

Genellikle kabul edildiğine göre bu imtihana uğradığı sırada yetmiş yaşında olan Hz. Eyyûb, şifa bulduktan sonra yirmi yıl daha yasamış, diğer bazı rivayetlere göre ise hastalığından önceki kadar daha ömür sürmüştür. Kendisinden sonra Bişr adındaki bir oğlu, kavmine peygamberlik yapmıştır. 1

Kuran’da dört yerde Hz. Eyüp’ten bahsedilir ve onun sabrı mü’minlere örnek olarak gösterilir.

Biz Nuh’a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik.2

Hz.Eyyüp ciddi bir hastalığa yakalanarak birçok sıkıntılarla karşılaşmıştır. Ancak içinde bulunduğu her türlü ağır şartlara daima sabrı ve Allah’a olan güveni ile örnek bir şahsiyet olmuştur.

… Gerçekten, Biz onu sabredici bulduk. O, ne güzel kuldu. Çünkü o, (daima Allah’a) yönelip-dönen biriydi. 3

Eyüp de; hani o Rabbine çağrıda bulunmuştu: “Şüphesiz bu dert (ve hastalık) beni sarıverdi. Sen merhametlilerin en merhametli olanısın.” 4

Hâkim-i Adil olan Cenab-ı Allah insanları çok farklı şekillerde imtihan etmektedir. Sabır kahramanı olan Hz. Eyüp de şiddetli bir hastalıkla denenmiştir. Sabır, tevekkül ve umudunu sarsmayan ve şükredenlerden olmuştur. Benzer sıkıntılar, yine dünyadaki imtihan ortamı içinde başka mü’minlerin başına da gelebilir. Onun için Hz. Eyüp örneğinde olduğu gibi, imtihanın şekli ve süresi ne olursa olsun tahammül etmek ve imtihanı kazanmak lazımdır.

Bediüzzaman Hazretleri, sabır kahramı Hazreti Eyüb (a.s.)’ın hadisesini mealen şöyle ifade etmektedir:

Hz.Eyyüb’in vücudu bir çok yara içinde uzun müddet kaldığı halde, hastalığın büyük fayda ve mükâfatını bildiği için sabırla tahammül etmiş, daha sonra yaralarından çıkan kurtlar, kalbine ve diline iliştiği zaman, zikir ve marifet-i ilahiyenin yeri olan kalp ve lisanına iliştiklerinde, kulluk vazifesine zarar gelir düşüncesiyle, belki kulluk vazifesi için demiş: “Ya Rab! Zarar bana dokundu, lisanen zikrime ve kalben kulluk görevime zarar veriyor.” diye kurtuluş için Allaha yalvarmış, Cenab-ı Hak o halis ve safi, garassız, lillah için münacatı gayet harika bir surette kabul etmiş, sıhatı vermiş ve her türlü merhametine kavuşturmuştur.

Bediüzzaman, Hz.Eyyüb Aleyhisselamın zahiri hastalıklarına mukabil zamanımız insanlarında ruhi ve kalbi hastalıkları var olduğu açıklaması:

BİRİNCİ NÜKTE: “Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm’ın zâhirî yara hastalıklarının mukabili bizim Batıni ve ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevrilsek, Hazret-i Eyyüb’den daha ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz. Çünkü işlediğimiz her bir günah, kafamıza giren her bir şüphe, kalb ve ruhumuza yaralar açar.

Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm’ın yaraları, kısacık hayat-ı dünyeviyesini tehdid ediyordu. Bizim manevî yaralarımız, pek uzun olan hayat-ı ebediyemizi tehdid ediyor. O münacat-ı Eyyübiyeye, o Hazretten bin defa daha ziyade muhtacız. Bahusus nasılki o Hazretin yaralarından neş’et eden kurtlar, kalb ve lisanına ilişmişler; öyle de; bizleri, günahlardan gelen yaralar ve yaralardan hasıl olan vesveseler, şübheler (neuzübillah) mahall-i iman olan bâtın-ı kalbe ilişip imanı zedeler ve imanın tercümanı olan lisanın zevk-i ruhanîsine ilişip zikirden nefretkârane uzaklaştırarak susturuyorlar.

Evet günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah istiğfar ile çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir manevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Meselâ: Utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melaike ve ruhaniyetin vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emare ile onları inkâr etmek arzu ediyor..5

Şu dar-ı dünya imtihan meydanı ve hizmet yeridir. Cenab-ı Allah insanı bir model yapmış, vücut libasını o model üstünde istediği gibi keser biçer, tebdil ve tağyir eder; çeşitli sıfatlarını gösterir. Örneğin Şafi ismi hastalıkları, Rezzak ismi de açlığı iktiza ediyor… Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder. Eğer sabretse, musibetin mükâfatını düşünse, şükretse, o vakit her bir saati bir gün ibadet hükmüne geçer. Kısacık ömrü uzun bir ömür olur. Hatta bir kısmı var ki, bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçer. Musibetlerin neticesi olan sevap ve mükâfat-ı uhreviye ve kısa ömrü, musibet vasıtasıyla uzun bir ömür hükmüne geçmesini düşünse sabırdan ziyade, şükreder.

Cenab-ı Hakk’ın insana verdiği sabır kuvvetini evham yolunda dağıtmazsa, her musibete karşı kâfi gelebilir. Fakat vehmin tahakkümüyle ve insanın gafletiyle ve fâni hayatı baki tevehhüm etmesiyle sabır kuvvetini mazi ve müstakbele dağıtıp hâl-i hazırdaki musibete karşı sabrı kâfi gelmez, şekvaya başlar. Âdeta (hâşâ) Cenab-ı Hakk’ı insanlara şekva eder. Hem çok haksız bir surette ve divanecesine şekva edip sabırsızlık gösterir. Nasıl şükür, nimeti ziyadeleştiriyor; öyle de şekva, musibeti ziyadeleştir.

Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir. Musibet-i diniyeden her vakit dergâh-ı İlahiyeye iltica edip feryat etmek gerektir.

Musibetlerin bir kısmı ihtar-ı rahmanîdir. Nasıl ki çoban, gayrın tarlasına tecavüz eden koyunlarına taş atıp, onlar o taştan hissederler ki: Zararlı işten kurtarmak için bir ihtardır, memnunane dönerler. Öyle de çok zahiri musibetler var ki; İlahî birer ihtar, birer ikazdır ve bir kısmı keffaret-üz zünubdur ve bir kısmı gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve za’fını bildirerek bir nevi huzur vermektir. Musibetin hastalık olan nev’i, sâbıkan(geçmişte) geçtiği gibi o kısım, musibet değil, belki bir iltifat-ı Rabbanîdir, bir tathirdir. Rivayette vardır ki: “Ermiş bir ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşüyor, sıtmanın titremesinden günahlar öyle dökülüyor.

Bediüzzaman devamla şöyle diyor:

…Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm münacatında istirahat-ı nefs için dua etmemiş, belki zikr-i lisanî ve tefekkür-ü kalbîye mani olduğu zaman ubudiyet (kulluk)için şifa taleb eylemiş. Biz, o münacat ile -birinci maksadımız- günahlardan gelen manevî ruhî yaralarımızın şifasını niyet etmeliyiz. Maddî hastalıklar için ubudiyete mani’ olduğu zaman iltica edebiliriz.

… Nasılki mübarezede müdhiş bir hasma karşı gülmekle; adavet musalahaya, husumet şakaya döner, adavet küçülür mahvolur. Tevekkül ile musibete karşı çıkmak dahi öyledir.

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

Kamu Yöneticisi 29.9.2011

 www.NurNet.org

KAYNAKLAR

1- Şamil İslam ansiklopedisi

2-Nisa,163

3-Sa’d, 44

4-Enbiya, 83

5-İkinci lem’a