Etiket arşivi: Kürtaj

Bebek

Genç kadın, bebeğin güzelliği karşısında büyülenmiş gibiydi. Kıvırcık sarı saçları, iri mavi gözleri, kalkık bir burun ve küçük kırmızı dudaklarıyla bir kartpostalı andıran bebek, kadının şimdiye kadar gördüğü en cana yakın kız çocuğuydu. Onun ipek yanaklarını doya doya öpmek ve Cennet kokusunu içine çekmek için eğildiğinde:

— Dokunma bana!… diye bir ses duydu. Beni okşamaya hakkın yok senin. Kadın, korkuyla irkilip etrafına bakındı. Bebekle kendisinden başka içerde kimse yoktu. Aynı sesi tekrar duyduğunda bebeğe döndü. Aman Allahım!.. Yeni doğmuş gibi görünmesine rağmen konuşan oydu. Bebek:

mavi gozlu bebek— Bana yaklaşmanı istemiyorum, diye devam etti. Hemen uzaklaş benden. Kadın, biraz olsun kendini toplayarak:

— Çocuklarımız hep erkek oluyor, dedi. Onlar da güzel ama kız çocukları başka. Bu yüzden seni öpmek istedim.

— Beni öpemezsin, diye ağlamaya başladı bebek. Benim de seni öpemeyeceğim gibi.

— Neden? diye sordu kadın. Neden öpemezsin ki? Bebek, hıçkırıklara boğulurken:

— Bunun sebebini bilmen gerekir, dedi. Düşünürsen mutlaka bulacaksın. Kadın, neler olup bittiğini hatırlamak üzereyken kendine geldi. Özel bir hastanenin en lüks odasında yatıyor ve narkozun tesirinden midesi bulanıyordu. Aile dostları olan tanınmış doktor, odayı dolduran çiçeklerden bir tanesini vazodan çıkartıp kadına uzatırken:

— Geçmiş olsun hanımefendi, dedi. Başarılı bir kürtajdı doğrusu. Ha..! Sahî, “kız”mış aldırdığınız.

Cüneyd Suavi / Zafer Dergisi

Kürtaj tartışmalarına dair

DÜŞÜNEN VE bilgi sahibi olan adamlardan şunu duyduğumda hayret ediyorum “Kendi bedeni kimse karışamaz” Bu hümanizmle ortaya çıkan ve gayet yaygın bir düşünce tarzı, biliyorum. Ama hümanizmle ortaya çıkan paradigmaya ait bu düşünce tek başına ele alınıp keyfi yorumlanınca, bizdeki gibi vahim durumlar ortaya çıkıyor. Biz tüm düşünce sistemlerine eklektik yaklaşıyoruz. Aslında bütünüyle pragmatist olduğumuz söylense yeridir.

Hümanist entellektüeller “İnsan bedeni ona aittir” derken tutarlı iseler hümanizmle ortaya çıkan insan haklarını da kabul etmeleri gerekmez mi? İnsan haklarından birincisi yaşama hakkı değil mi? Hani birinin özgürlüğü başkasının özgrlüğünün başladığı yere kadar idi. Bunu bize boşuna mı ezber ettiler. Kürtaj talep eden kadının bedenindeki bebek başkası değil mi? Onun özgürlüğü ötekininki ile çatışmaya gittiğinde devlet müdahalesi neden normal karşılanmıyor? Zaten modern devletin görevlerinden biri bireylerin birbirlerinin özgürlük alanlarına müdahale etmesini önlemesi değil miydi? Müdahale edince neden kıyamet kopuyor?

“Kendi bedenim ne dilersem yaparım” anlayışının sahipleri neden uyuşturucunun açıkça 18 yaş üstüne eczanelerde satışını savunmuyorlar, uyuşturucu kullanmayı talep edenlerin kendi bedenlerine ne alacakları konusunda özgürlüklerine neden karışıyor, bu konuda bir yasak bir zorlaştırma istiyorlar. Neden devlet birtakım ilaçları reçeteye bağlıyor ve buna ses etmiyorlar? Neden ötenazi hakkını savunmuyorlar, yahut intihar etmek isteyene koşturan polis iftaiye güçlerine “Oturun oturduğunuz yerde kendi bedeni atarsa atsın” demiyorlar. Çünkü onlar da yaşam ve ölüm meselesinde kararın bir insanın iki dudağı arasına sıkıştırılmayacak denli mühim olduğunu biliyorlar.

Tecavüz mağdurları nazara veriliyor. Bu ülkede yalnız tecavüz mağdurları kürtaj olmuyorlar ki. Birçok durumda evli barklı kadınlar “istemiyorum” keyfiliği içinde kürtaja başvuruyor, birçok insan cinsel hürriyetini hoyratça kullanırken dikkatsiz ve savruk yaşamının bedelini bir bebeğe ödetiyor. Sorduğunuzda “Keyfimin kahyası mısın?” tarzı yaklaşımlarla cevap veren bu kimseler keyiflerine bir ölüm kalım meselesinde müdahale etmekte haklı olduğumuzu aslında biliyorlar. Göksel bir iradeyi dinlemeseler de kendi vicdanları da hoyratlıklarının bir sınırı olması gerektiğini onlara söylüyor,ne yazık ki onu da dinlemiyorlar.

Kuşkusuz kimi zaman kürtajı gerekli kılacak zor durumlar olabilir. Annenin hayatının bebeğin hayatından daha mühim olduğu da genel bir kaidedir. Ancak bu kadar keyfilik de olmamalı.

Benim nazarımda zaten beden insana ait değildir, emanettir, insan onu sokakta bulmadı, çarşı pazardan almadı, bir tezgahta dokuyup emek vermedi. Ona lütfedildi. İnsanın bedeni üzerinde keyfe ma yeşa söz sahibi olması, dilediği gibi tasarruf edebilmesi mümkün değildir. Zira sadece mülkün sahibi mülkünde dilediği gibi tasarruf eder sahip de Allah’tır. Ancak biz Onun bize izin verdiği dairede tasarruf ederiz. Müminlerin birbirlerine emri bil maruf nehyi anil münker yapacak derecede müdahale hakları vardır. Devletler de bu müdahale hakkının keyfilikten çıkıp başka bir totaliterliği dönüşmemesi için kurulu organizasyonlardır,müdahalenin adabına uygun yapılması için vardırlar. Müdahale ise kişinin kendi bedenine nefsine yaptığı yahut ötekine uyguladığı zulmün dozu ile orantılı olarak yumuşak ya da bağlayıcı müdahale olabilir. Yasaklar yaptırımlar cezalar burada devreye girer.

İtikadımca “Beden emanettir, insan ise kuldur”. Herkesin böyle düşünmesi beklenemez elbette, bu bir iman meselesidir. Bizim akıl temelinde iman eden etmeyen herkese söyleyecek bir sözümüz olmak durumundadır. Bu da adaletin gereğinin yapılması gerekliliğidir. Bu yüzden müslümanların toplumsal meselelerde aklın ve vicdanın dilini kullanması herkesle konuşulabilecek bir zemin araması tabiidir. Zaten selim akıl ve örselenmemiş vicdan kulluk bilinci ile çelişmez. Öyleyse referansımıza vaaz edilmiş ahlakı ya da insan vicdanında sezilen bilinen maruf ahlakı seçmek durumu değiştirmez.

Kürtaj talep eden insanların cinsel özgürlük adına keyfi hareketlerde bulunurken sonuçlarını da düşünmesi, her doğum kontrolünün bir yüzdesi olduğunu bilip risk aldığını idrak etmesi, aldığı riskin de önüne çıkarsa bedelini ödeyeceğinin farkına varması lazımdır. En az sigarayla savaşan vakıflar kadar kürtajla savaşan vakıflar olmalı, bu konuda daha az zarar olmadığına göre insanlar duyarlılığa çağırılmaldır. Bir bebeğin hayatı elinden alındığında insanlar toplum tarafından en azından kınanacaklarını bilmelidirler. Bunu “benim bedenim” hoyratlığı içinde sanki bademcik ameliyatı gibi sunmaları yanlıştır. Kürtaj yasaklanmasa bile zorlaştırılmalıdır. Nasıl ki yeşil reçeteli ilaçlar ile ilgili olarak bazen heyet raporu gerekiyor, kürtaj talep edene hem yaşamı boyu olduğu kürtajların sayısında, hem de kürtajı talep ettiği zamandaki yaşam koşullarına bakarak sınırlama getirilmelidir. Bazılarına izin verilmeli, bazılarına verilmemelidir.

Böylece insanlar bu işin o kadar kolay olmadığını bilir ve ona göre yaşamlarına her nasıl yaşamak istiyorlarsa özgürlüklerine çeki düzen verirler, bir sınır getirirler. Bu sınır başkasının yaşamını riske atmama sınırı olmalıdır. Hele bu başkasının bir bebek olduğu unutulmamalıdır. Cenin diye söz ettiklerinin, doğmasına izin verseler şipşirin bir bebek olacağı yaşama katılmak isteyen bir ruh olduğu, Allahın dünyaya getirmeyi murad ettiği bir canlı olduğu unutulmamalıdır. Ancak Onun izin verebileceği, akıl sahiplerinin uzlaşabileceği, adalet isteyen vicdanların kabul edebileceği, merhametleri kanırtmayacak bir yol bulunmalıdır. İnanan ve inanmayan herkes için.

Vicdan nasıl ki kürtajı talep edenlere salık verdiğimiz bir ilke ise bizim için de geçerli bir ilkedir. Vicdanla baktığımızda farklı farklı hayatlar içinde bazen çözülmesi mümkün olmayan ancak makasla kesmekle müdahale edilebilecek türlü problemler görürüz. Kürtajın çözülemeyen düğümde bir makas müdahalesi olduğu açıktır, ancak bu müdahalenin kimi zaman zaruri olduğu da çıktır. Bu zaruret bedensel, psikolojik veya sosyal bir zaruret olabilir. Gerçekten sıkıntıda olan insanları kürtajdan daha büyük bir risk olan intihara sürükleyebilir. Bir çok hayatları etkileyip darmadağın edebilir. Kesin bir yasak da adalet değildir. Burada “doğursunlar devlet bakar” uslubu da bir başka hoyratlıktır.

Bizim vicdana herkes için ihtiyacımız var, başkalarını vicdana ve akla çağırdığımız ölçüde kendimize de bunu salık vermeliyiz. Başka hayatlarla empati kurmayı bilmeden bir zulmü önlemek adına başka bir zulme sebep olma ihtimali var. Burada niyetimizi sorgulamamız gerek. Niyetimiz gerçekten adalet ve merhamet mi yoksa kendi yaşam biçimimizi ötekine dayatmak mı? Çünkü İtikadımızca “La ikrahe fiddin” (Dinde zorlama yoktur) kaidemizce buna iznimiz yok. Kul izin dairesinde iş görür. Birşeyi zorla yaptırmak, yahut büsbütün ucunu bırakmak iki uç durumdur, bizim itidale ihtiyacımız var. Meselelerimizi akıl zemininde tartışmaya biz müslümanlar da talimli değiliz. Akıllarımız eğitimli değil. Sanırım çözmemiz gereken bir düğüm de burada bulunuyor.

Mona İslam

Karakalem.net

Diyanet’ten kürtaj fetvası: Haramdır!

Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, Kürtaj konusunda “Dinen meşru bir sebep olmadıkça çocuğu aldırmak haramdır” fetvasını verdi.

Diyanet’ten kürtaj fetvası: Haramdır!

Din işleri Yüksek Kurulu ilk kararını 1956’da aldı. Alınan kararda şunlar yer alıyordu.

Ailenin devamlılığını çocuktur.
Çocuk aileye Allah’ın emanetidir.
Çocuk düşürmek ve aldırmak haram hükmündedir.
Kurumumuza 2 binin üzerinde soru sorulmuş hepsine aynı oranda dini çerçevede yanıtlar verilmiştir.

Bu konuda şunları söylemek mümkündür. Elbette döllenmiş yumurtalarının çocuk yapmaya müsait olmadığına dair söz hakkı bilim adamlarına aittir. Ancak bu haller dışında meşru bir mazeret olmadıkça bu varlığın yaşama hakkına sahip olduğu bilinmelidir.

Bilimadamlarının kesin döllenmiş yumurtaların anneden bağımsız olduğunu, her ikisininde ayrı kalbi ve organları olduğunu söylediği müddetçe, sadece diyanet değil tüm kurumlar kürtajın bir varlığın hayatına son vermek olduğunu ortaya koyacaktır. Sorun bilimin ortaya koyduğu gerçekleri uygulamamaktadır.

Anne karnındaki cenin yaşama hakkı vardır. O yüzden hiç kimsenin onun hayatını son vermeye hakkı yoktur. Hiç bir anne beden benim değil mi diyerek onun canını alma hakkına sahip değildir, anne sadece emanetçidir.

Annenin hayatını korumak, tecavüz gibi cinsel saldırılardan korumak, rahim de meydana gelen hastalıklarla ilgili diyanet, sağlık mensupları ile ilgili bu karar ortaklaşa verilebilir. İslam dini her zaman annenin yanında yer almaktadır.

Bu meselenin sadece kadın sorunu olarak ele alınması yanlış olur.

Tarihi tecrübe göstermiştirki; bu yasaklar sadece yasalarla korunamamıştır o yüzden insan sevgisi ve ahlakına da ihtiyaç vardır.

Anne olmak insana öldürme hakkı vermez!

Neymiş efendim, “Beden kadınınmış, başbakan karışamazmış!

Hadi oradan!” diyeceksin ama değmez. Adamlar sanki İblis’in avukatı! Kur’an neyi insana tavsiye ediyorsa ona ‘muhalif’ler, neyden de insanı sakındırıyorsa ona ‘taraf’lar!

….

* * *

Kürtaj elbette, ihtiyaç duyulduğunda başvurulabilecek “cerrahi” bir operasyon. İnsan hayatı her şeyden daha önemli zira! Eğer doğumda risk varsa veya gebelik, annenin sağlığını ciddi manada tehdit ediyorsa kürtaj elbette haktır ve yapılabilir.

Bunun dışındaki her türlü kürtaj, trajik bir cinayettir.

Hiçbir kadın esasında rahmine düşen çocuktan ikrah etmez. Ediyorsa muhakkak bir problem vardır. Ya yanlış/yasak bir ilişkinin eseridir o, ya artık sevilmeyen bir eşin çocuğudur, ya rızasız oluşmuş bir meyvedir ki kadın ondan kurtulmak ister.

Peki, bir kadın, bu sebeplerle bile olsa bir insanı öldürme hakkına sahip olmalı mı? Buna kim “evet” diyebilir? Madem “evet” diyemiyoruz, o zaman “beden kadının, karar erkeğin” demek kirli niyetlere kapı aralamaktan başka işe yaramaz.

Kur’an, herhangi bir rahme istenmeyen bir tohumun düşmemesi için tüm tedbirleri almıştır. Çünkü cenin safhasında da olsa insan canı ve kanı, bu evrenin korunası en başta kutsallarının başında gelir, hatta ilkidir. İslam, kadını, kendi yavrusunun katili olmaması için, ısrarla yasak ilişkiden uzak tutmaya çalışmış; onu sonunda ikrah edeceği bir yavruyu doğurmaktan muhafaza etmiştir.

Çünkü kadının rahmi, Rahman’ın atölyesidir; kadının mülkü değil. Kadının orada hiçbir tasarrufu da yok. Eğer tasarrufu olsaydı, yeryüzünde doğuramamış hiçbir kadın kalmaz, herkes istediği miktar ve şekilde çocuk sahibi olurdu.

Ama olamıyor. Olamayacak da.

Çünkü rahimde neyin karar kılacağına ancak Cenâb-ı Rabbü’l-Âlemîn karar verir. Sen ise, en fazla ona zarar vererek akıbetini berbat edebilirsin.

Rahim o kadar Rahmanidir ki Allah onu kendi sıfatıyla andı. Ve onu, insanlar arasındaki sorumluluğun ve bağlayıcı hukukun kaynağı kıldı. İnsanlar aynı rahmin meyveleri ve aynı Rabbin kulları olmaları münasebetiyle birbirlerinden bir şeyler isteme ve bekleme hakkına sahiptirler. (Yetesâelûne bihi ve’l-erhâm) (Kadın Suresi, 1). Eğer siz rahimlerin hukukunu yok sayarsanız, tüm hukuk sistemleri temelinden göçer gider…

Dolayısıyla rahme müdahale, kesinlikle insanın kendi hakkı değildir. Bazıları, çıkıp “Efendim kürtaj olup olmamak kadının hakkıdır, buna kimse müdahale edemez!” diyorlar. Peki, ben size soruyorum, birisinin kendi yaşamı için diğerinin yaşamına -hiçbir mücbir sebep yokken- müdahale etme hakkını kim veriyor size? Ve bunu hangi hukuka sığdırıyorsunuz? “Ben sizin varlığınızı kendim için tehdit görüyorum…” deyince bana hak doğar mı sizi öldürmek için?

Elbette ki hayır!

“Hayır!”sa “Beden benim bedenim, rahim benim rahmim, istediğimi yaparım!” demeye hakkınız da haddiniz de yoktur. Ha, yaparsınız, sonunda da gidip cehennemi boylarsınız o başka! Zaten denmemiş mi ki “Yaşasın zalimler için cehennem!

Hayır hayır, hiçbir kadının kürtaj yapma hakkı yoktur. Ne yapıp edip rahmine o tohumu düşürmeyecek. Düşmüşse ve can halini almışsa ona müdahale etmek cinayettir! Hele bunu eğer “haşyete imlak” (bakamam korkusu) ile yapıyorsa… Bakamam, edememem, bu adamın çocuğunu doğuramam vs. O zaman kardeşim, o çocuğu rahme düşürmeyeceksin!

Aksi takdirde kürtaj cinayettir. Hem de bal gibi cinayettir. Hiçbir kadının cinayet işleme özgürlüğü olamaz. Anne bile olsa!

Dolayısıyla, 10 hafta bile uzun zamandır. Bir aylık ceninin bir can olmadığını kim iddia edebilir?

Mesela; diyelim bir adam vefat etti. Ve ondan miras kaldı. Karısı hamile olduğunu biliyor ama bir aylık bile değil. Mal paylaşımı yapılacak. O cenin miras hesabına girer mi girmez mi?

Tabii ki girer.

Aynı şey can ve hayat hakkı için de geçerlidir. Hem de miras hukukundan çok daha net!

Şeytan, kendi avenesine “insanlığa duyduğu düşmanlığı” sevdiriyor. Ne tuhaf, “çağdaşlık” adı altında dayatılanların ekseriyeti, Kur’an’ın nehyettiği, Şeytan’ın emrettiği şeyler…

Evet, çok çok mücbir şartlar yoksa kürtaj cinayetin dik alasıdır. Hem de tertemiz bir masuma karşı işlenen bir cinayet!

Kim demiş ‘Piç’i öldürebilirsin!

Kur’an-ı Kerim’de ‘eyâmâ’ diye tabir vardır. Kur’an’ın, “Sizin kardeşlerinizdirler” diye kendileriyle evlenmeyi tavsiye ettiği ‘eyâma’, esasında yetimlerden ziyade annesi babası tam belli olmayan çocukları kasdeder.

Elbette Kur’an, böyle nesiller olmasın diye her tedbiri alır ve insanı dehşetli tehditlerle öyle bir fiilden alıkoymaya çalışır. Ama yine de insanın haddini ve edebini aşacağını bildiği için Cenab-ı Allah, insanları, o masumlar hakkında adaletli olmaya sevk etmiştir…

Onların, yasak ilişkilerin meyveleri olmalarında veballeri yoktur. Dışlayamazsınız ve yok sayamazsınız. Nitekim Peygamberimiz zamanında böyle bir hadise var…

Bir kadın Hz. Peygambere (asv) gelir, nefsine uyup zina ettiğini söyler ve recm edilmesini ister!

Peygamber Efendimiz, ondan, zina yaptığına dair dört tanık ister. Tabii ki kadın tanık getiremez. Peygamberimiz (asv) “Belki kendi nefsinde tövbe eder de Rabbi ona bir yol gösterir.” diye onun tanıklığını kabul etmez.

Bir müddet sonra kadın gebe kaldığını anlar ve gebeliği gözle görülecek bir hal alınca tekrar Resulullah’a (asv) gelir, “Beni recmet ya Rasulallah, bu günahı taşıyamıyorum!” der.

Peygamberimiz ona “Tamam sen bu kusuru işlemişsin ve seni recmetmemi istiyorsun. Peki, karnındakinin ne günahı var? Git onu doğur ve sonra gel.” buyurur.

Kadın yine umduğunu elde edememiştir. Üzüntüyle döner ve çocuğunu doğurur. Doğurduktan hemen sonra yine gelir ve “Ya Rasulallah ben bu yükü taşıyamıyorum. Rabbimin yüzüne bakamıyorum beni bu yükten kurtar, beni recm et!” diye yalvarır.

Peygamber Efendimiz bu kere de “Git çocuğunu emzir gel!” der.

Ve kadın gider, iki yıl boyunca çocuğunu emzirir ve gelir. Resulullah onun recmedilmesine müsaade eder. Ardından da onu “gerçek bir cennetlik” diye sena eder. Ama doğuracağı ‘piç’tir diye çocuğunu da onunla birlikte ölüme mahkum etmez, öldürülmesine müsaade etmez.

İnsan canı ve kanı bu kadar önemlidir.

Kimsenin Allahlık yapmaya hakkı yoktur. Kim haksız yere bir cana kıyarsa cinayet işlemiş olur. O vebal önünde sonunda gelip ruhunuzu hapseder, ebedi bir haps-i münferitte sizi mahkûm eder… Ahiret hesabı da başka.

Başbakan kendince insanları o akıbetten korumak için bir tavsiyede bulunuyor. Neden hayrı tavsiye etmek bir kısım insanları bu kadar rahatsız ediyor anlayamıyorum.

Sezaryen konusunu da bir sonraki yazıya bırakalım…

Mehmet Ali Bulut – Haber 7

Kürtaj yaptırmak caiz midir?

Kürtaj:

A- Tanım:

Dindeki hükmü bakımından kürtaj, ananın veya bir başkasının maddî veya manevî müdahalesi ile cenînin rahimde veya dışarı çıkarılarak öldürülmesidir.

Cenîn, hâmileliğin ilk gününden itibaren hâmile kadının rahmindeki çocuktur.
Özellikle cerrahi tıbbın gelişmesinden önce ilkel yöntemlerle yapılan cenîn katli günümüzde, ameliyat ortamında ve -genellikle- doktorlar tarafından yapılmaktadır.

B- Tarihî geçmişi:

Kur’ân-ı Kerim’de ve hadîslerde -muhtemelen nadiren uygulandığı veya hiç uygulanmadığı için- cenînin kasten öldürülmesine temas edilmemiştir. Fıkıh ilmi oluştuğu ve kitaplaştığı zamanlarda (hicrî birinci asrın sonlarından itibaren) önce cezâ hukuku bahislerinde cenînin kasten veya kazâ ile öldürülmesi konuları ele alınmış, daha sonra (müctehid imamların yaşadığı ve icitihad faâliyetinin yaygın olarak sürdürüldüğü ilk dört asırdan sonra) doğumu önlemek üzere rahimdeki çocuğun belli bir süre içinde imhâ edilmesinin câiz olup olmadığı konusu tartışılmıştır.

C- Bağlayıcı kaynaklarda kürtaj:

Kur’ân-ı Kerim’de “ve’du’l-benât” terimi ile ifade edilen “kız çocukların diri diri toprağa gömülerek öldürülmesi” cinayetine özel âyetlerle ve açıkça; cenînin öldürülmesi hâdisesine ise özel terimleriyle değil, bunu da içine alan genel açıklamalar yoluyla temas edilmiştir. Özellikle “haksız olarak nefsin öldürülmesini yasaklayan” âyetler cenînin katlini de içine almaktadır.

1. En’âm sûresinde (6/98) Allah Teâlâ’nın bütün insanları tek bir nefisten yarattığı, bu nefsin oluş aşamalarında ana rahminin de bulunduğu (nefsin bir müddet ana rahminde kaldığı) ifade edilmiştir. Sûrenin 151. âyetinde ise hem çocukların (evlâd) hem de nefsin öldürülmesi şiddetle yasaklanmıştır. Cenîn, “nefis” kavramına kesin, çocuk (veled-evlâd) kavramına ise ihtimâlli olarak dahildir.

2. Mümtehine sûresinde (60/12) Hz. Peygamber’e (s.a.v.), kadınlardan bazı suçlar, günahlar ve cinayetler konusunda -bunları yapmamak üzere- söz alması, yemin ettirmesi istenmektedir; bu günahlar ve cinayetler arasında “çocuklarını öldürmek” de vardır. Bu âyetteki çocuklara “cenîn” de dahildir.

Hadîslerde doğumu engellemek maksadıyla cenînin kasten imhâ ve katledilmesi konusu geçmemiştir. Azil konusunu işlerken zikredilen hadîslerde cenînin imhâ edilmesine değil, siperm ile yumurtanın buluşmasını engellemek maksadıyla yapılan azle “gizli veid” denilmiştir. İleride açıklanacak olan ve bazı fıkıhçıların “ceninin imhâsının, çocuk düşürme ve kürtaj yaptırmanın câiz olduğuna delîl kıldıkları “rûhun üflenmesi” ile ilgili hadîsin ise kürtaj ile uzaktan yakından bir ilgisi yoktur.

D- Fıkıhta kürtaj:

Bağlayıcı delîl ve kaynaklardan yola çıkarak nesneler, davranışlar ve ilişkilerin dinî hükümlerini (farz, vacib, mendûb, mubah, mekruh, haram… olmalarını) açıklamayı konu edinmiş bulunan fıkıh ilminde cenînin imhâsı iki yönden ele alınmıştır: a) câiz olup olmadığı, b) Kasten veya kazâ yoluyla cenîn imhâ edildiğinde uygulanacak cezâ.

1. Câiz olup olmaması bakımından kürtaj:

Fıkıhta kürtajın, cenînin öldürülmesinin ve çocuk düşürmenin câiz olup omadığı araştırılırken öncelikle bu nesnenin (ceninin) canlı ve insan olup olmadığının tesbiti üzerinde durulmuştur. Cenînin canlı ve insan olduğu sabit olduğu takdirde hiçbir fıkıhçı onun imhâsına cevaz veremez; çünkü İslâm’ın nefsi, doğmuş çocuğu ve insanı öldürmeyi kesin olarak yasakladığı bilinmektedir. Bazı fıkıhçıları bu konuda tereddüde sevkeden ve kürtajın belli bir süre içinde câiz olduğu görüşüne meylettiren sebep bilgi eksikliğidir, bir hadîsi amacından saptırmak ve yanlış yorumlamaktır, bu fıkıhçıların yaşadıkları çağda kendilerine ulaşan “yanlış tıp ve canlılar âlemi” bilgisidir.

Eksik ve yanlış bilgiler:

Genel olarak İslâm ilimlerinde ve özel olarak da fıkıh ilminde uzman olan Gazzâlî, İhyâu-ulûmi’d-din isimli eserinde azil konusunu işlerken cenînin imhâsı konusuna da temas etmiş ve şu önemli açıklamayı yapmıştır: “Azil, cenîni öldürmeye (ichâz) veya doğmuş kız çocuğunu toprağa gömerek katletmeye (ve’d) benzemez; çünkü -azilden farklı olarak- bu ikisi, olacağı değil, olmuşu (hâsılı) imhâ etmektir. Bu olmuşun (ceninin) çeşitli aşamaları vardır. Varlığının ilk aşaması, erkek menisinin (spermin) rahime girerek kadının suyu ile karışması ve hayat için müsait hale gelmesidir. Bunu bozmak ve imhâ etmek cinayettir. Sonra katılaşıp et parçası haline gelirse bunu imhâ etme cinayeti daha büyük olur. Rûh üflenip insan olarak yaratma ve şekillendirme tamamlanınca cinayet daha da büyür. Cinayetin en büyük olanı ise cenînin canlı olarak ana rahminden ayrılıp çıkmasından sonra onu öldürmektir… İnsanın varoluşunun başlangıcı meninin erkekten ayrılması değil de ana rahmine düşüp kadının suyu ile birleşmesidir” dedik; çünkü çocuk, tek başına erkeğin suyundan yaratılmıyor, iki eşten yaratılıyor. Bu da ya her ikisinin suyundandır yahut da erkeğin suyu ile kadının hayız kanının birleşmesinden yaratılmaktadır…” (İhyâ ve şerhi İthâf, V, 380).

Hicrî altıncı asrın başlarında (505/1111) vefât etmiş bulunan Gazzâlî o çağların bilgisine de tercümanlık etmektedir ve ifadesinde geçen şu noktalar, fıkıhçıların cenîn konusundaki hükümlerini değerlendirme bakımından önem arzetmektedir:

a) Gazzâlî gibi birçok fıkıhçı, dinî kaynaklarda erkeğin ve kadının çocuğun oluşumunu sağlayan katkılarına su denildiği için erkeğin menisine ve dolayısıyla spermine olduğu gibi kadının yumurtasına da su (mâ’) demektedirler.

b) İki su karıştığında yani aşılanma olduğunda hâsıl olan nesneye canlı demek yerine, canlı olmaya, can verilmeye müsait hale gelmiş nesne denilmekte, aşılanmış yumurta böyle nitelendirilmektedir.

c) Yumurta aşılandıktan sonra cenînin rahimde geçirdiği gelişme aşamalarının ikisine alâka ve muzğa ismi verilmektedir. Birçok fıkıhçı ve tefsirciye göre alâka “pıhtılaşmış kan”, muzğa ise “bir çiğnemlik çiğ et parçası” demektir. Bugün bize tıbbın öğrettiğine göre cenîn hiçbir zaman pıhtılaşmış bir kan veya bir çiğnemlik cansız et parçası değildir.

d) Çocuğun cinsi temas sonunda karı ve kocadan gelen sudan veya kocanın suyu ile kadının hayız kanından oluştuğu bilgisi de çağdaş tıp bilimine uymayan bilgilerdir.

e) Rûhun üflenmesi olayı aşağıda açıklanacak olan bir hadîste geçmektedir, rûh gibi onun üflenmesinin de ne mânâya geldiği, insanın yaratılmasında hangi işlevlere sahip ve neler üzerinde etkili bulunduğu konusunda -hükme dayanak kılınacak- bilgi yoktur.

f) Bütün bu eksik bilgilere rağmen Gazzâlî’nin, rahimde hâsıl olan birleşme anından itibaren hâsıl olan şeyi “insan varlığının bir aşaması” olarak kabul etmesi ve bunu imhâ etmenin cinayet olduğunu kaydetmesi apaçık bir gerçeğin tesbiti mâhiyetindedir.

Rûhun üflenmesi ile ilgili hadîs:

Buhârî ve Müslim gibi sahîh hadîsleri toplayan kaynaklarda rivâyet edilen bir hadîse göre Peygamberimiz (s.a.v.) insanların yaratılışlarını ve kaderlerinin (alın yazılarının) yazılmasını açıklarken şöyle buyuruyor:” Her birinizin yaratılması anasının karnında kırk günde toparlanır, sonra orada, aynı süre kadar alâka (katılaşmış kan veya asılan nesne) olur, sonra aynı süre kadar muzğa (bir çiğnemlik et) olur. Sonra melek gönderilir, ona rûhu üfler ve kendisine dört sözlük emir verilir: Rızkı, eceli, ameli (yapıp edeceekleri) ve ebedî hayattaki durumu; cenhnetlik mi, cehennemlik mi olacağı yazdırılır…” (Buhârî, Bed’u’l-halk, 6; Müslim, Kader, 1-5).

Buharî ile Müslim’de yer alan bu rivâyet dışında hadîsin Müslim’deki başka rivâyetlerinde önemli farklılıklar görülmektedir:

a) Rûhun üflenmesine kadar geçen süre yukarıdaki rivâyette 120 gün olduğu halde diğer rivâyetlerde üç rakam daha zikredilmiştir: 40, 45, 42.

b) Rivâyetlerin birinde kırk iki günden sonra göz, kulak, deri, et ve kemiğin yaratıldığı, sonra melek tarafından Allah’a “erkek mi, yoksa kız mı” diye sorulduğu, Allah’ın hükmettiği ve meleğin de yazdığı kaydedilmiştir.

Bu hadîslerin yer aldığı kaynaklar sağlam olduğu için sened (rivâyet eden şahıslar) bakımından olumsuz şeyler söylemek, “bu hadîsi uydurmuşlardır, yalan söylüyorlar…” demek doğru değildir. Ancak metin üzerinde yapılan inceleme sonunda hem birbiri ile çelişen farklı ifadeler, hem de ilim ve gerçeklik bakımından tutarsızlıklar tesbit edilince hadîsi Peygamberimiz’den (s.a.v.) ilk nakleden râvilerin veya onlardan alanların “yanıldıklarını, olduğu gibi nakletmekte hatâya düştüklerini” söylemek gerekir; aksi halde tutarsızlıklar ve gerçeğe uymayan açıklamalar Hz. Peygamber’e (s.a.v.) ait olur ki, bunu bir müslümanın kabûl etmesi mümkün değildir. Çocuğun rahimde geçen hayatının safhaları Kur’ân’da (meselâ Müminûn: 23/14) ve hadîslerde dıştan bakan birinin göreceği manzaraya (görüntüye) göre açıklanmış, bundan insanların ibret almaları, Allah Tealâ’nın varlık, birlik, irâde ve kudretini anlamak için bu eserini de delîl olarak kullanmaları istenmiştir. Hadîsleri nakleden râviler ise bazı kelimeleri, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) ağzından çıktığı gibi nakletme konusunda hatâya düşmüşlerdir. Hadîsler konusunda böyle düşünmemiz ve bu hükme varmamızın sebebi -aşağıda sıralanacak olan- önemli çelişkiler (ıztırab) ve bilinen gerçeğe aykırı açıklamalardır:

a) Rûhun üflenmesine kadar geçen süre için verilen rakamlar 40, 42, 45 ve 120 gün şeklinde değişiktir. Rûhun üflenmesi olayı belli bir süre sonunda olduğuna göre bu rivâyetlerin tamamının doğru (sahîh) kabûl edilmesi mümkün değildir.

b) Çocuğun cinsiyetinin Yaratıcı tarafından belirlenmesinin kırkıncı günden sonra olduğu açıklaması bilimin ortaya koyduğu gerçeğe aykırıdır; çünkü çocuğun cinsiyeti, hattâ bazı kişisel özellikleri hâmileliğin ilk gününden (aşılanmanın gerçekeleştiği andan) itibaren bellidir, sabittir.

c) Tıbbın ilgili dalında uzmanlaşmış ilim adamlarının verdikleri bilgiye göre hâmileliğin üçüncü haftasının sonunda kalp atmaya başlar, 24-25. günde göz ve kulakla ilgili ilk oluşumlar, kol ve bacak tomurcukları, 30. günde gözdeki lens, 36-42. günlerde el ve ayaklarda parmakları ayıran oluklar ve dış kulak taslağı oluşmuştur.

Konumuz bakımından daha da önemli olan husus, bu hadîsin “cenini öldürme, cenîn üzerinde tasarrufta bulunma” konusu ile hiçbir ilgisinin bulunmaması, insanın yaratılmasına ve kaderinin belirlenmesine ait açıklamalar yapmak maksadıyla buyurulmuş olmasıdır. Bu sebepledir ki hadîsçiler bu hadîsi “Yaratılış” ve “Kader” bahislerinde rivâyet etmişlerdir.

Fıkıhta kürtajın câiz olup olmadığını ortaya koymak üzere açılan bu alt başlıkta, fıkıhçıların hükümlerine dayanak kıldıkları akıl (bilgi) ve nakil (hadîs) delîlleri ile ilgili olarak yaptığımız bu giriş mâhiyetindeki açıklamalardan sonra mezheblere göre kürtajın hükmünü şöylece özetlemek mümkündür:

Hanefî mezhebinde:

Bu mezhepte, 120 günden sonra cenînin imhâ edilmesi ve düşürülmesinin câiz olmadığı hükmünde ittifak edilmiş, daha öncesi ile ilgili olarak da iki farklı görüş ortaya çıkmıştır. Birinci görüş bunun câiz olduğudur. Câiz diyenler yukarıda zikredilen hadîse dayanmış, 120 günden önce henüz çocuk olarak bir şeyin yaratılmadığını, mevcûdun insan olmadığını, kan, et gibi bir şey olduğunu, organlarının belirmediğini ileri sürmüşlerdir (İbn Âbidin, III, 176; İbn el-Hümâm, II, 495). İkinci görüş câiz olmadığıdır. Bu görüşü savunan Hanefî fıkıhçılara göre -önemli bir mazeret ve sebep bulunmadıkça- cenînin, 120 günden önce de imhâ edilmesi ve düşürülmesi câiz değildir; çünkü hac ibâdeti yapmak üzere ihrama giren bir kimsenin avlanması yasak olduğu gibi, kuşun yumurtasını kırması da, “yumurta kuşun temel unsurudur, kuş yumurtadan olmaktadır” denilerek câiz görülmemiştir. Burada da cenîn öldürüldüğü veya düşürüldüğünde günah sözkonusu olur, ancak bunu yapanın günahı ve suçu, doğup yaşayan bir kimseyi öldüren katilin günahı kadar değildir (el-Fetâvâ el-Hâniyye, III, 410). Bu eserde “önemli mazeret” için iki örnek verilmiştir:

a) Bir kadın çocuğunu emzirirken hâmile kalsa ve bu yüzden sütü kesilse, kocasının da süt anne kiralayacak imkânı bulunmadığından çocuğun açlıktan ölme tehlikesi belirse, bu durumda, 120 günü doldurmadığı ve organları belirmediği için henüz kan sayılan cenîni, dışarıda ve yaşayan bir çocuğu kurtarmak için düşürmek câiz olur.

b) Çocuk yolda takılsa ve doğum mümkün olmasa bakılır; eğer çocuk ölmüş ise bunun parçalanarak çıkarılması câizdir. Çocuk yaşıyorsa, anayı kurtarmak için onu parçalayıp çıkarmak câiz değildir; çünkü buradaki iki can birbirine eşittir ve öldürülenin bunu hak edecek bir suçu yoktur.

Görüldüğü üzere Hanefî mezhebi fıkıhçılarının bir kısmının 120 günden önce çocuk düşürmeyi câiz görmeleri, rahimdeki varlığın insan mı yoksa bir kan kümesi veya et parçası mı olduğu konusundaki yanlış bilgilerine dayanmaktadır. “Rahimdeki kitle hareket etmedikçe ve hareketin gaz vb. den değil de çocuktan geldiği bilinmedikçe çocuk olduğuna hükmedilemez” denilerek bu bilgi eksikliğine açıklık getirilmiştir. Günümüzde ise rahimde oluşan şeyin çocuk olup olmadığı yaklaşık onbeş gün sonra muayene ve test ile tesbit edilmektedir ve birçok organın ilk kırk gün içinde belirmeye başladığı da bilinmektedir. Bu bilgiler karşısında günümüzde, Hanefî mezhebi adına, 120 günden önce çocuk aldırmanın câiz olduğunu söylemek mümkün değildir, böyle bir fetvâ cinayete iştirak sayılır.

Malikî mezhebi:

Bu mezhebin fıkıhçıları kırk günden önce de olsa cenîni öldürme ve düşürmenin câiz olmadığını açıkça ifade etmişlerdir (Derdîr, II,266-267).

Şâfiî mezhebi:

Bu mezhebe bağlı bulunan bazı fıkıhçılar kırk günü tamamlanmamış bulunan cenînin düşürülmesinin -Hanefîlerinkine benzer gerekçelerle- câiz olduğunu söylerken Gazzâlî gibi fıkıhçılar bunun haram olduğunu ifade etmişlerdir ve bu görüşün mûteber olduğu kaydedilmiştir (Şebrâmellesî, VI, 179).

Hanbelî mezhebi:

Hanbelî mezhebi fıkıhçılarına göre hâmilelik üzerinden kırk gün geçtikten sonra çocuk düşürmek câiz değildir. Kırk günden önce câiz olduğunu söyleyen fıkıhçılar ise -yukarıda açıklanmış bulunan- eksik bilgilere dayanmışlardır.

Zâhiriyye mezhebi imamlarından İbn Hazm, 120 günden önce çocuğunu düşüren anneye mâlî cezâ, daha sonra düşürene ise kısas veya diyet gerekeceğini ifade etmiştir; bu ifade onun, baştan itibaren çocuk düşürmeyi câiz görmediğini göstermektedir (Muhallâ, XI, 31; Zeydân, el-Mufassal, III, 119-127).

Prof. Dr. Hayrettin Karaman / Sorularla İslamiyet