Etiket arşivi: mana

Kum Tanelerine Mana Yüklüyor Muyuz?

Kum Tanelerine Mana Yüklüyor Muyuz?

Günde bir taşı bina-yı ömrümün düştü yere,
Can yatar gafil, binası oldu viran bîhaber…[1]

İnsan hayatı ve insanlık kum saatinin içindeki kum taneleri gibi akıyor gidiyor. Gözle görülüyor tanelerin düştüğü fakat insan tutamıyor, taneleri de geri getiremiyor. Kum saatini ters çevirse de artık ne o kum taneleri aynı zamanı temsil eder ne de insan o zamana geri dönebilir.

İnsan ve insanlık neredeyse aldığı her zaman tanesinde, anında burada misafir olduğunu anlıyor. Çünkü istediği, sevdiği bir şeyi sonsuza kadar elinde tutamıyor. Bundan anlaşılıyor ki biz bu dünyada daimi, kalıcı değiliz yani kazık çakmamışız. Gerçi kazık çaksak bile, zelzeleler, seller, pandemiler o çaktığımız kazığı da söküp atıyor. Bu hadiseler gösteriyor ki, insan bu alemde bir misafirdir ve sermayemiz olan istidat ve kabiliyetlerimizi inkişaf ettirmek için dünyaya gönderildik.

“Murakabe ile, nefis muhasebesi yapıp, hayatımızı gözden geçirdiğimizde; meşru dairede istidat ve kabiliyetlerimizi inkişaf ettirip, iki cihan saadetini kazanacak ticareti yapabiliyor muyuz?” diye kendimize sormamız lazımdır.

Fırsat varken murakabemizi tekrar gözden geçirip, aslî vazifelerimize yönelme vaktinde olduğumuzu fark etmeliyiz. Şahsımıza, cemaatimize ve tüm insanlığa bakan yönlerini ihmal etmeden kum saatinden düşen o kum tanelerinin ifade ettiği kıymetli zamanımızı çarçur etmemeliyiz.

“Biz dahi hem dünyamıza, hem istikbalimize, hem âhiretimize, hem vatanımıza, hem milletimize tam menfaatli ve kolay ve selâmetli olan iman ve istikamet yolunu takib edip, boş vaktimizi sıkıntılı hülyalar yerinde Kur’andan bildiğimiz sureleri okumak ve manalarını bildiren arkadaşlardan öğrenmek ve kazaya kalmış farz namazlarımızı kaza etmek ve birbirinin güzel huylarından istifade edip bu hapishaneyi [dünya hayatını] güzel seciyeli fidanlar yetiştiren bir mübarek bahçeye çevirmek [için her şeyi bir fırsat telakki ederek] a’mal-i sâliha ile [güzel ahlakla, bu anımızı değerlendirmeliyiz.][2]

Hak ve hakikate hizmet etmek çok mühim bir vazifedir ve bu vazife de “gayet ağır ve büyük ve umumî ve kudsî bir vazife-i imaniye ve hizmet-i Kur’aniye[dir.] Omuzumuza ihsan-ı İlahî tarafından konulmuş.[3]

Her şeyde olduğu gibi kalifiye eleman ihtiyacı manevi hizmetlerde de çok mühim bir ihtiyaç ve eleman açığıdır. Çünkü elinden tutulması gereken milyonlarca insan var; fakat kalifiye eleman açığı olduğu için maalesef herkesin elinden tutulamamakta. Bu sebeple rafineriden çıkmış kalifiye dava adamları yetiştirilmeli ve işbaşı eğitimle hizmet sahasında pişirilmelidir.

Yaşlı abilerimizin tecrübeleri ile gençlerin enerjisini birleştirmemiz lazım. Yani tecrübe ve hamiyet ittifak etmelidir.[4] Onlar tecrübeleri ve duaları ile yollarımızda istikameti gösteren bir mihmandar, bir deniz feneri vazifesini yaparak hamiyeti olanları hizmete teşvik etmelidir.

Gençlerimiz nerede ve ne haldeler? Onları bir araya getirebileceğimiz, yetiştirebileceğimiz ne gibi programlarımız, faaliyetlerimiz, mekanlarımız var?

Tabiki, hamiyeti olan gençlerin halinden anlayan abilerin, gençlerle mutlak surette ilgilenmesi lazım. Onlara fırsatlar tanıyıp, tecrübelerini aktarırken ufak tefek hatalarını görmezden gelerek hizmette istihdam etmeleri gerekiyor. Yoksa kendi kemalatını karşısındakinden beklemek bir fecaattir.

 

İMAN HİZMETİNDE

Hedefler belirleyerek, 5-10 yıllık projelerle, manevi hizmetlerde ve şahsi hayatımızda ideallerimize yönelik çalışmalar yapmalıyız. Yani “5 sene sonra Risale-i Nur hizmetinde nerede olmayı, hangi meseleleri alemimizde halletmiş olmayı düşünüyorum?” şeklinde murakabe yapmalıyız.

Kırgınlıkları, bizi hizmetten alıkoyan meseleleri, ihtilaf u tefrikayı bir tarafa bırakıp, kısa zamanda toparlanmamız lazım…

Yoksa istibdad[5] daima hükümferma olacaktır. İttifak hüdadadır, heva ve heveste değil. İnsanlar hür oldular amma yine abdullahtırlar.[6] Her şey hür oldu. Başkasının kusuru, insanın kusuruna sened ve özür olamaz. Yeis, mani’-i herkemaldir. “Neme lâzım, başkası düşünsün” istibdadın[7] yadigârıdır.”[8]

Biraz daha gayret, anlayış, hoş görü, gönül ferahlığı, şevk, azim, hikmet, ihlas, uhuvvet ve fedakarlıkla başaramayacağımız iş yok Allah’ın izniyle.

Sahi sizce de böyle değil mi haksız mıyım?

Şuhur-u Selâsemiz Mübarek olsun inşallah. Uhuvvete, muhabbete, ittihada, tesanüde vesile olmasını ve mazlum coğrafyalara ve insanlara inşiraha vesile olsun.

BOYKOTA DEVAM

İsrail markalarını ve onlara destek veren markaları boykot etmeye devam ediyoruz.

Selam ve dua ile.

Muhammed Numan ÖZEL

 

[1] Lem’alar (224)– “Kus‐i rihlet çaldı mevt ammâ henüz cân bî‐haber” şiiri
[2] Asa-yı Musa (19)
[3] Lem’alar (159-160)
[4] Bkz: https://www.risalehaber.com/tecrube-ve-hamiyet-ittifak-etmeli-19504yy.htm
[5] Lehviyat, ahlaksızlık, itikadsızlık şeklinde de anlayabiliriz.
[6] Abdullah olan insanı kendi anlayışımızı dayatmak da hukukullaha bir nevi itiraz demektir.
[7] Lakaytlığın ve laçkalığın şeklinde de anlayabiliriz.
[8]Tarihçe-i Hayat (59)

Kaynak: Kum Tanelerine Mana Yüklüyor Muyuz? – Muhammed Numan ÖZELa

Hikmet Pırıltıları ~ 1980

ARIYA HÜRMET GÖSTERİLİR Mİ?
Arının yaptığı işi yüzlerce fen adamı yapamadığı halde, odamızdan içeriye bir arının girmesi halinde ona ne hürmet gösteriyor ve ne de ayağa kalkıyoruz. Bal yapmak arıyı hayvanlıktan kurtaramadığı gibi, maneviyatı unutarak sadece dünyevî bir meslekte terakki etmek de bir kimsenin insaniyetini tekamül ettirmemektedir. Madde ile mânâyı, akıl ile kalbi beraber götüren muhterem zatlar bahsimizden hariçtir.
ALTIN ÇEKİÇ
Bir insanın elinde altından yapılmış antika bir çekiç bulunsa, o insan bu çekiçle taş yontup para kazandığı takdirde, kâr ettiğini iddia edemez. Zira, çekici taşa her vuruşunda beş kuruş kazanmaya bedel belki beş yüz lira zarar etmektedir. Bizler de herhangi bir dünyevî menfaat elde ettiğimiz zaman sevinirken, neyi kaybettiğimizi ve hangi âletleri yıprattığımızı bilemiyoruz. Bu harika ve cihanbaha aletlerle techiz edilen insan, sarfettiği ömür neticesinde Hâlik-ı Ezel ve Ebedin rızası ve dolayısıyla da ebedî saadetten başka neyi kazansa zarar, hattâ iflâs etmiş demektir.
SÜTTEN NEHİRLER
Rezzâk-ı Zülcelâl’in her gün insanî validelerden tâ koyunlara ve kedilere kadar bütün memeli hayvanlar kanalıyla bu dünya yüzüne akıttığı sütleri bir araya toplasanız birçok büyük nehirler meydana gelir. Cennetteki süt ırmaklarını aklına sığıştıramayanlar her gün yeryüzünde akan bu ve benzeri binlerce nehire hiç nazar etmiyorlar mı?
DÜNYA
Dünya süslü, bezekli bir gelin gibi herkesin yüzüne gülmüş, fakat kimseyle evlenmemiştir. Dünyanın bu keyfiyetini anlayan zatlar, ona yüz vermemişlerdir.
İNSAN VE YÜKÜ
Terazinin bir kefesine deve olmakla yük taşımak, diğer kefesine de insan olmakla ibadet etmek konulsa ve seçme ihtiyârı bize bırakılmış olsa idi hangisini seçecektik? Elbetteki insanlığı… O halde, deve yükünü taşırken, biz niçin ibadetimizi yapmıyoruz?
DÜŞÜNÜLMESİ GEREKEN
İnsan bir heykele bakınca hemen heykeltraşı hatırlıyor. Buna mukabil âyinede kendisine bakınca, sadece kendisiyle alâkadar oluyor. Halbuki, bu halde kendisinin yaratıcısı ve sânii olan Allahü Teâlâ’yı hatırlaması icabetmez mi?
İŞ ODUNDA DEĞİL
İnsanlar, Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı odundan ancak tahta, tahtadan masa ve sandalye gibi şeyler yapabilmektedir. O Kadir-i Mutlak ise odundan meyve yapıyor, yaprak ve çiçek çıkarıyor. Demek ki iş odunda değil, ustadadır. Aynı şekilde insanlar topraktan çömlek yapmakta, Sâni-i Kâinat ise topraktan insan yapmaktadır.
OLACAK İŞ DEĞİL!
Tavuk yumurtayı, yumurta da tavuğu yaptığı takdirde tavuk kendi kendini yapmış olur. Bu ise olacak iş değildir. Diğer canlılar da bu misâllere kıyas edilebilir.
BİR MUKAYESE
Şekerle elmayı mukayese ettikten sonra şeker fabrikasındaki gürültü ve haşmetle, elma ağacındaki sükunet ve tevazuya dikkat ediniz. Kendisinde küçük bir fazilet görünür görünmez gürültüsünden geçilmeyen insanlar bu misâldeki şeker fabrikasını andırır.
BAŞ PAZARI
Balina başından sinek başına kadar bütün başların sergilendiğini tahayyül etsek, bunlar içerisinde insan başını beğeniriz. Aynı şekilde, bütün eller sergilense, insan elini tercih ederiz. Ruhumuzun üstünlüğü zaten izah gerektirmeyecek açıklıktadır. Böyle en kıymettar cihazlarla techiz edilen insan, bu nimetlerin şükrünü ifa edemezse elbette ki hesabı çok çetin olacaktır.
KABUK İÇİNDE
Yumurta içindeki civcivin kâinattan habersiz olması gibi, biz de kâinat yumurtası içinde ahiretin keyfiyet ve mahiyetinden bihaber yaşıyoruz. Ölümle bu yumurtanın kabuğunu delmiş olacağız.
İSYAN
İnsanın sofrasıyla kedinin sofrasını mukayese ediniz. Buna rağmen, ikincisi büyük bir memnuniyet gösterirken, birincisi isyan etmekte…
DÜNYA GEMİSİ
Dünya gemisi üzerinde her an seyahat eden insanın, ben âhirete gitmem, demesi ne kadar ahmakânedir. Bu gemi âhirete gitmektedir. Gitmemeye kudreti yeten var ise, buyursun aşağı insin.
KALP BAHÇESİ
Kalp bir bahçe gibidir. Onda mutlaka birşeyler bitecektir.
EKMEK PARASI İÇİN Mİ?
Bir kamyonumuz olduğunu ve bu kamyonun her gün sâdece kendi yakıt parasını ve tamirat masraflarını çıkardığını düşününüz. Bu takdirde yapacağımız iş, kendine hizmetin dışında bir kârı olmayan bu kamyonu faaliyetten menetmek olacaktır. Bizim sadece dünya işlerine, yani ekmek parasına çalışmamız da bu misâle benzer. Demek ki insan, beşerî ihtiyaçlarını te’min etmenin dışında bir işle uğraşmak üzere bu imtihan dünyasına gönderilmiştir.
Mehmed Kırkıncı

 

Kâinat Kitabı Kimi Anlatıyor?

            Elinize bir kitap geçtiğinde onu yazarının kim olduğunu ve kitabın konusunu merak edersiniz. Kitabın yazarını gösteren bir isim yoksa kitabın konusundan, yazılış tarzından, yazıldığı zamandan ve bunun gibi şeylerden yazarının kim olduğunu anlayabilirsiniz.

Her yazarın da bir amacı vardır, bunun için kitap yazar. Kimisi ünlü olmak para kazanmak için, kimisi de içinden geldiği için yazabilir. Kendi bildiklerini, deneyimlerini aktarmak için de yazanlar olur. Her yazarın amacı kendine göredir.

            Kâinat kitabın yazarı; bu kitabın her bir harfini, noktasını, kelimesini, cümlesini ve satırını acaba niçin yazmıştır? Kendini tanıttırmak, mükemmelliğini bildirmek, kendi güzelliğini göstermek ve kendini okuyucularına sevdirmek için yazmış olabilir mi? Küçük büyük her bir varlık, aslında kendine özel dilleriyle O’nun mükemmeliğini ve güzelliğini en mükemmel bir tarzda anlatıyor ve sevdiriyor olabilir mi?

*bu kitab-ı kebirin müellifini (ŞUALAR,7.Şua)

*bu kitab-ı kebîr-i kâinatın Nakkaş-ı Ezelîsi, bu kâinatla ve bu kâinatın herbir sayfasıyla ve herbir satırıyla, hattâ harfleri ve noktalarıyla kendini tanıttırmak ve kemâlâtını bildirmek ve cemâlini göstermek ve kendisini sevdirmek için, en cüz’îden en küllîye kadar herbir mevcudun müteaddit lisanlarıyla cemâl-i kemâlini ve kemâl-i cemâlini tanıttırıyor ve sevdiriyor. (LEMALAR,30.Lema)

         Bir kitabın anlamı bilinmezse hiçbir değeri olmaz. Böyle her bir harfinde binler anlam gizlenmiş olan bir kitabı, her sınıf insan kendi bilgi, yetenek ve gayreti ölçüsünde anlayabilecektir. Yoksa o kitabın anlamı, yalnızca kendi anladığından ibaret değildir.

*Nakkaş-ı Ezelî, şu kâinatı, kemâlâtını ve cemâlini ve hakâik-ı esmâsını göstermek için, öyle bir tarzda yazmıştır ki; bütün mevcudat, hadsiz cihetlerle nihayetsiz kemâlâtını ve esmâ ve sıfâtını bildirir, ifade eder. Elbette bir kitâbın mânâsı bilinmezse hiçe sukut eder. Bâhusus, böyle herbir harfi binler mânâyı tazammun eden bir kitap, sukut edemez ve ettirilmez. Öyle ise, o kitâbı yazan, elbette onu bildirecektir, her tâifenin istidadına göre, bir kısmını anlattıracaktır.  (SÖZLER,31.Söz)

O kitabın incelenmesi ve özelliklerinin araştırılması gösterir ki;  taşıdığı mükemmel sanatlar ve geniş anlamlar yönüyle o kitap maddi değerinden yüz kat daha fazla önemlidir. Çünki bu kitap, kendinden ziyade yazarının varlığını ve birliğini anlatmak için yazılmıştır. İnsan da kâinat kitabının bir parçasıdır ki ona bakan, bu evrenin sanatkârını ve yazarını bulabilir. Kâinat kitabının hangi parçasına baksan onda o kitabın yazarını görürsün.

*o kitab-ı kainatın müşahedesi, kendi vücudundan yüz derece daha ziyade katibinin vücudunu ve vahdetini ispat eder (LEMALAR,30.Lema)

*rabbimizi bize tarif eden üç büyük külli muarrif var. birisi şu kitab-ı kainattır (SÖZLER,19.Söz, MEKTUBAT,19.Mektup)

Kâinat kitabı; bu kitabın yazarına ait ulûhiyet ve mabudiyetin gösterilmesi için böyle cisimleşmiş bir tarzda yazılmıştır. Bu yüzden her sayfası bir kitap kadar, her satırı bir sayfa kadar geniş manalar ifade eder. Evrendeki yaratılma ile ilgili olayların her bir kelimesi, harfi, hatta noktası birer mucizedir. Onların her biri; yaratıcısının gücünü gösteren delillerdir. Evreni, anlamlı nakışlarlarla süslenmiş büyük bir mescide çevirirler. Bu mescidin her bir köşesinde her bir grup; kendilerini yaratan, ibadete layık O varlığa karşı, kendilerine ait özel bir tarzla, ibadet içindedirler.

*ulûhiyet ve mâbudiyetin tezahürü için bu kâinatı öyle bir mücessem kitab-ı Samedânî ki, her sayfası bir kitap kadar ve her satırı bir sayfa kadar mânâları ifade eder ve öyle cismânî bir Kur’ân-ı Sübhânî ki, herbir âyet-i tekvîniyesi ve herbir kelimesi, hattâ herbir noktası, herbir harfi birer mucize hükmündedir ve öyle muhteşem ve içi hadsiz âyâtla ve mânidar nakışlarla tezyin edilmiş ve mescid-i Rahmânîdir ki, herbir köşesinde bir tâife, bir nevi ibadet-i fıtriye ile iştigal eder bir şekilde halk eden bir Allah, bir Mâbud-u Bilhak, (ŞUALAR,11.Şua)

         Kâinat kitabının satırları, kelimeleri ve harflerinin bir ve tek yazar tarafından yazıldığını kabul eden kişi, makul ve kolay bir yoldadır. Ancak, o yazıları, harfleri tabiata ve sebeplere dağıtan kişiler ise; imkânsız bir yola sapmış ve çıkmaz bir sokağa girmişlerdir. Bir tek canlı harfin bastırılması için, bütün evrenin bastırılıp tab edilmesi için gerekli malzemelere ihtiyaç vardır. Bu insandaki idrak yeteneğinin kabul etmeyeceği bir hurafedir.

*şu kitab-ı kâinatta yazılı satırlar, kelimeler ve harflerin bir Vahid-i Ehadin kalem-i kudretiyle yazılmış olduğu cihete hükmeden adam, pek rahat ve kolay ve mâkul bir yola sülûk etmiş olur. Fakat, o yazıları, o harfleri tabiata ve esbaba isnad eden herifler, imtina ve muhalin en suubetli ve çıkmaz bir yoluna zehab etmiş olurlar. Çünkü, bu yola zehab edenler için tek bir zîhayatın tab’ ve bastırılması için ekser kâinatın tab’ına lâzım olan teçhizat lâzımdır. Bu ise, vehmin kabul edemediği bir hurafedir. (M.NURİYE, Lemalar)

         Bu kâinatta çeşitli şekillerde yazılmış her bir kelime; kendini o şekliyle gösterse de pek çok başka özellikleri bakımından, taşıdığı anlamlar açısından, hem tek başına hem de bütün harflarla birlikte sanatkârını gösterir, O’nun sahip olduğu üstün özelliklerini yansıtır. Ve her bir harf taşıdığı özellikler, şekiller ve süslemeleri bakımından adeta sanatkârını övgüyle anlatan bir kasideye benzer. Ahmaklığı herkes tarafından bilinen bir adam dahi böyle bir sanatkârı inkâr edemez.

*kitab-ı kâinatta mücessem olarak yazılan herbir kelime, kendi miktarınca kendini gösterirse de, pek çok cihetlerden münferiden ve müçtemian Sâniini gösterir, esmâsını izhar eder. Ve kendi evsafıyla, eşkâliyle, nakışlarıyla, âdeta Sâniini medih için yazılmış bir kasidedir. Buna binaen, meşhur Hebenneka gibi ahmaklaşan bir adam dahi Sâni-i Zülcelâlin inkârına gitmemek gerektir. (M.NURİYE, Lemalar)

         Bu kâinat kitabı öyle bir yazılmıştır ki bir kısmı diğer kısmına muhtaç şekilde tanzim edilmiştir. Maddiyat dünyası; yaratıcının nimetlerinin ışığını gösterebilmek için güneşe muhtaç tarzda yaratılmışlardır.

*bu kitab-ı âlemin de bir kısmı, diğer bir kısmını izah ediyor. Meselâ, maddiyat âlemi Cenab-ı Hakkın envar-ı nimetini cezb etmek için hakikî bir ihtiyaçla şemse muhtaç olduğu gibi (M.NURİYE, Zeylül Habbe)

         Evrene bakış açınız çok önemlidir. Sanatkârının nurani güzelliğini görüp de bu gözle bakamazsanız, evren herkesin ağladığı bir matem evine döner. Gözünüzde herşey birbirine yabancı ve düşman olur. Cansız varlıklar birer cenaze suretinde algılanır. Hayvanlar ve insanlar; sanki yetimler gibi ayrılık ve yokoluş korkusuyla ağlayıp sızlamaya başlarlar. Kâinat; gösterdiği hareket, değişim ve bütün çeşitliliği ve süslemeleriyle onların gözünde tesadüflerin oyuncağına döner. Özellikle insanlar hayvanlardan daha aşağıya düşer.

        Evrene iman nuruyla bakan kimse; onun bir ağlama evi değil, zikir ve şükür mescidi olduğunu görür. Birbirinin düşmanı zannedilen varlıklar; dost ve kardeş olurlar. Bütün cenazeler ve ölü gibi olan cansız varlıklar; dostluk ve ahbablık içinde yaşayan varlıklara dönerler. Ve yaratıcılarını, kendi dilleriyle anlatan, konuşan birer görevli memura benzerler.

*Evet, o zatın nuranî güzelliğiyle kâinata bakılmazsa, kâinat bir mâtem-i umumî içinde görünecekti. Bütün mevcudat birbirine karşı ecnebî ve düşman durumunda bulunacaktı. Cemâdat, birer cenaze suretini gösterecekti. Hayvan ve insanlar, eytam gibi zeval ve firakın korkusundan vâveylâlara düşeceklerdi. Ve kâinata, harekâtıyla, tenevvüüyle ve tagayyüratıyla, nukuşuyla tesadüfe bağlı bir oyuncak nazarıyla bakılacaktı. Bilhassa insanlar, hayvanlardan daha aşağı, zelil ve hakir olacaklardı.

İşte, o zatın telkin ettiği İmân nazarıyla kâinata bakılmadığı takdirde, kâinat böyle korkunç, zulümatlı bir şekilde görünecekti. Fakat o mürşid-i kâmilin gözüyle ve İmân gözlüğüyle bakılırsa, her taraf nurlu, ziyadar, canlı, hayatlı, sevimli, sevgili bir vaziyette arz-ı dîdâr edecektir.

Evet, kâinat İmân nuruyla mâtem-i umumî yeri olmaktan çıkıp mescid-i zikir ve şükür olmuştur. Birbirine düşman telâkki edilen mevcudat, birbirine ahbap ve kardeş olmuşlardır. Cenaze ve ölü şeklini gösteren cemâdat, ünsiyetli birer hayattar ve lisan-ı haliyle Hâlıkının âyâtını nâtık birer musahhar memuru şekline giriyorlar. Ağlayan, müteşekkî ve eytam kıyafetinde görünen insan, ibadetinde zâkir, Halıkına şâkir sıfatını takınıyor. Ve kâinatın harekât, tenevvüat, tagayyürat ve nukuşu abesiyetten kurtuluyor. Rabbânî mektuplar, âyat-ı tekviniyeye sayfalar, esmâ-i İlâhiyeye aynalar suretine inkılâp ederler. (M.NURİYE, Reşhalar)

*Öyle bir Allah ki, vücub-u vücud ve vahdetine, şu kitab-ı kebir denilen âlem, bütün yazıları ve fasıllarıyla, sayfalarıyla, satırlarıyla, cümleleriyle, harfleriyle şehadet ettiği gibi; şu insan-ı kebir denilen kâinat da, bütün âzâsıyla, cevahiriyle, hüceyratıyla, zerratıyla, evsafıyla, ahvaliyle delâlet eder (M.NURİYE, Katre)

*Evet, meselâ, herbir kelimesi bir kitabı ve herbir harfi bir satırı içerisinde tutan bir kitabın, kâtipsiz vücudu mümkün değildir. Kâinat kitabı da Nakkaş-ı Ezelînin vücub-u vücuduna bağlıdır. Sarhoş olmayanlar, ancak Nakkaş-ı Ezelîye İmân etmekle kitab-ı kâinata şahit olabilirler.

Ve keza, pek çok san’at harikalarına ve nakış ve ziynetlerin garaibine müştemil olan bir binanın bâni ve sânisiz vücudu mümkün olmadığı gibi, bu âlemin vücudu da Sâniin vücuduna tâbidir. Dalâlet sarhoşluğuyla sarhoş olmayanlar, onu bunsuz tasdik edemezler. (M.NURİYE, Lasiyyemalar)

Dr.Selçuk Eskiçubuk

 www.NurNet.org