Etiket arşivi: marifetullah

Cevşenül Kebir’in 57. Babının Risale-i Nur İle Şerhi

Giriş:

‘Her millet, herkes Allah’ı bilir. Onu, daha yeni ders almaya ihtiyacımız çok yok’ diye Risale-i Nurun Marifetullah konusundaki tahşidatına mukabele etmek istiyorlar. Hâlbuki Allah’ı bilmek, bütün kâinata ihata eden rububiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz’î ve küllî her şey Onun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve iradesiyle olduğuna kat’î iman etmek; ve mülkünde hiçbir şeriki olmadığına ve ‘Lâ ilâhe illallah’ kelime-i kudsiyesine, hakikatlerine iman etmek, kalben tasdik etmekle olur. Yoksa, ‘Bir Allah var’ deyip, bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek ve onlara isnat etmek-hâşâ-hadsiz şerikleri hükmünde esbabı merci tanımak ve her şeyin yanında hâzır irade ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini bilmemek, elbette hiçbir cihette Allah’a iman hakikati onda yoktur. Belki küfr-ü mutlaktaki mânevî Cehennemin dünyevî tazibinden kendini bir derece teselliye almak için o sözleri söyler. Evet, inkâr etmemek başkadır, iman etmek bütün bütün başkadır. Evet, kâinatta hiçbir zîşuur, kâinatın bütün eczası kadar şahitleri bulunan Hâlik-ı Zülcelâl’i inkâr edemez… Etse, bütün kâinat onu tekzib edeceği için susar, lakayt kalır.”

Bediüzzaman Marifetullah konusu üzerine çok fazla dururken Kur’ân-ı Kerim’in bu hususa verdiği değere, Peygamberimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) bu konudaki tavsiyelerine, dua ve münacatlarına ve bilhassa vahyin bir nevi olan ve Peygamberimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) daimi bir virdi olan “Hadis-i Kudsi” makamındaki “Cevşenu’l-Kebirin” Marifetullah’daki derece-i ehemmiyetine ve ehl-i tarikin marifetullahı elde etmek için daima vird olarak okudukları “Esma-i Hüsna” zikrine istinat etmektedir.

Biz burada âcizane Cevşen’in 57. Babının Risale-i Nur ile şerh ve izah ederek sadece bu fıkranın ne derece bir “Marifetullah” dersi olduğunu göstermeye çalıştık. Bunu yaparken asla kendi fikir ve düşüncemizi katmadık. Doğrudan “Ayetü’l-Kübra” ve “Münacat” ve “Tefekkürname” risalelerindeki Bediüzzamanın açıklamalarına yer verdik. Biz de bu şekilde 57. Babı anlamaya ve “Marifetullah” bahçesinden bir nebze istifade etmeye çalıştık. Bu fıkranın bizzat Bediüzzaman Hazretleri tarafından yapılan “Cevşen-i Kebir Tercümesinden” istifade ettik. Çalışmak bizden tevfik ve hidayet Allah’tandır.

  1. Babın Cümlelerinin Tercüme, Şerh ve İzahı:
  2. Ey göklerde ve ecram-ı ulviyede azameti görünen Zât-ı Zülcelâl. (57.1)

Ya İlahî ve ya Rabbî! Ben imanın gözüyle ve Kur’anın talimiyle ve nuruyla ve Rasul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın dersiyle ve İsm-i Hakîm’in göstermesiyle görüyorum ki: Semavatta hiçbir deveran ve hareket yoktur ki; böyle intizamıyla senin mevcudiyetine işaret ve delalet etmesin. Ve hiçbir ecram-ı semaviye yoktur ki; sükûtuyla gürültüsüz vazife görerek direksiz durmalarıyla, senin rububiyetine ve vahdetine şehadeti ve işareti olmasın. Ve hiçbir yıldız yoktur ki; mevzun hilkatıyla, muntazam vaziyetiyle ve nuranî tebessümüyle ve bütün yıldızlara mümaselet ve müşabehet sikkesiyle senin haşmet-i ulûhiyetine ve vahdaniyetine işaret ve şehadette bulunmasın. Ve oniki seyyareden hiçbir seyyare yıldız yoktur ki; hikmetli hareketiyle ve itaatli müsahhariyetiyle ve intizamlı vazifesiyle ve ehemmiyetli peykleriyle senin vücub-u vücuduna şahadet ve saltanat-ı uluhiyetine işaret etmesin!..

  1. Ey zeminde ve zeminin her bir mevcûdunda vahdaniyetin delilleri, âyetleri müşahede edilen Zât-ı Zülkemâl. (57.2)

Ey Arz ve Semavatın Hâlık-ı Zülcelali! Senin Kur’an-ı Hakîminin talimiyle ve Rasul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın dersiyle iman ettim ve bildim ki: Nasıl semavat yıldızlarıyla ve cevv-i feza müştemilatıyla senin vücub-u vücuduna ve senin birliğine ve vahdetine şehadet ediyorlar. Öyle de: Arz bütün mahlûkatıyla ve ahvaliyle senin mevcudiyetine ve vahdetine, mevcudatı adedince şehadetler ve işaretler ederler. Evet, zeminde hiçbir tahavvül ve ağaç ve hayvanlarında her senede urbasını değiştirmek gibi hiçbir tebeddül -cüz’î olsun, küllî olsun- yoktur ki; intizamıyla, senin vücuduna ve vahdetine işaret etmesin.

Hem hiçbir hayvan yoktur ki, za’fiyet ve ihtiyacının derecesine göre verilen rahîmane rızkıyla ve yaşamasına lüzumu bulunan cihazatının hakîmane verilmesiyle, senin varlığına ve birliğine şehadeti olmasın.

Hem her baharda gözümüz önünde icad edilen nebatat ve hayvanattan hiçbir tanesi yoktur ki, san’at-ı acibesiyle ve latif zînetleriyle ve tam temeyyüzüyle ve intizamıyla ve mevzuniyetiyle seni bildirmesin.

Ve zemin yüzünü dolduran ve nebatat ve hayvanat denilen kudretinin hârikaları ve mu’cizeleri; mahdud ve maddeleri bir ve müteşabih olan yumurta ve yumurtacıklardan ve katrelerden ve habbe ve habbeciklerden ve çekirdeklerden; yanlışsız, mükemmel, süslü, alâmet-i farikalı olarak yaratılışları, Sâni’-i Hakîmlerinin vücuduna ve vahdetine ve hikmetine ve hadsiz kudretine öyle bir şehadettir ki, ziyanın güneşe şehadetinden daha kuvvetli ve parlaktır.

Hem hava, su, nur, ateş, toprak gibi hiçbir unsur yoktur ki, şuursuzluklarıyla beraber, şuurkârane, mükemmel vazifeleri görmesiyle, basit ve istilâ edici, intizamsız, heryere dağılmakla beraber, gayet muntazam ve mütenevvi meyveleri ve mahsulleri hazine-i gaybdan getirmesiyle, senin birliğine ve varlığına şehadeti bulunmasın.

  1. Ey her bir şeyde ve mahlûkta vücûb-u vücuduna delâlet eden burhanlar bulunan Zât-ı Vacibu’l-Vücûd. (57.3)

Sen her kusurdan ve ehl-i dalâletin efkâr-ı bâtılasından münezzehsin. Sen öyle bir Zât-ı Zülcelâlsin ki, semâ, yıldızlarının ve güneşlerinin ve aylarının kelimeleriyle ve bütün bunlardaki hikmet remizleriyle, dünya semâsı, bulutlarının ve gök gürültüsünün ve şimşeklerin ve yağmurların kelimeleriyle ve bütün bunlardaki faydaların işaretiyle, yeryüzü, madenlerinin ve nebatlarının ve ağaçlarının ve hayvanatının kelimeleriyle ve bütün bunlardaki intizamatın delâletiyle, nebat ve ağaçlar ise, yapraklar ve çiçekler ve meyveler kelimatıyla ve bütün bunların muhtaç zevilhayata menfaatlerinin tasrihatıyla, çiçekler ve meyveler ise, tohumlarının ve kanatçıklarının ve çekirdeklerinin ve onlardaki acaib-i san’atın kelimatıyla, çekirdekler ve tohumlar ise, bilmüşahede sümbüllerinin lisanıyla ve habbeciklerinin kelimeleriyle, her bir nebat ise tomurcuklarının inkişafı sırasında, müzeyyen çiçeklerinin ve muntazam sümbüllerinin ağzıyla yavrularının tebessümü hengâmında gayet vazıh ve zahir bir surette görüldüğü gibi ölçülü tohumlarının ve intizamlı habbeciklerinin kelimeleriyle, şekillerinin ve o şekiller içindeki renklerinin ve o renkler içindeki tadlarının ve o tatmaklar içindeki güzel kokularının ve o güzel kokular (On iki perde perde üstünde, burhan burhan içinde, delil delil içinde, bir çiçekten muhtelif nağamat ve mütenevvi lemeatla Nakkaş-ı Ezelîyi kalbe gösteriyor, aklın gözünü baktırıyor) içindeki nakışlarının ve o nakış içindeki ziynetinin ve o ziynet içindeki boyasının ve o boya içindeki san’atın ve o san’at içindeki tevzinin ve o tevzin içindeki tanzimin ve o tanzim içindeki mizanın ve o mizan içindeki nizamın lisanıyla, Seni hamdinle tesbih ederler.

O nebatlardan her biri, çiçeklerinin zarif gözlerinden ve sümbüllerinin tazecik dişlerinden takattur eden ve Senin kendini kullarına tanıtıp sevdiren taarrüf ve teveddüdünün cilvelerindeki lemeattan tereşşuh eden bir tarifle, Senin tecelliyât-ı sıfâtını tavsif, cilve-i esmânı tarif ve teveddüdünü tefsir eder.

  1. Ey azametli denizlerde acîbeleri yaratan Zât-ı Cemîl-i Zülkemâl! (57.4)

Sonra denizlerin içlerine bakar, görür ki: Gayet güzel ve zînetli ve muntazam cevherlerinden başka, binlerce çeşit hayvanatın iaşe ve idareleri ve tevellüdat ve vefiyatları o kadar muntazamdır; basit bir kum ve acı bir sudan verilen erzakları ve tayinatları o kadar mükemmeldir ki, bilbedahe bir Kadîr-i Zülcelal’in, bir Rahîm-i Zülcemal’in idare ve iaşesiyle olduğunu isbat eder.

  1. Ey mahlûkatı bidâyeten yaratıp sonra tekrar iâde ve ihyâ eden Zât-ı Kadîr-i Zülcelâl! (57.5)

Hem heyet-i mecmua cihetinde, her güzde ve her baharda büyük bir âlem vefat eder ve taze bir âlem vücuda gelir. Ve o vefat ve hudûs, o kadar muntazam cereyan ediyor ve o vefat ve hudûsta, gayet intizam ve mizanla o kadar nevilerin vefiyatları ve hudûsları oluyor ki; güya dünya öyle bir misafirhanedir ki, zîhayat kâinatlar ona misafir olurlar ve seyyah âlemler ve seyyar dünyalar ona gelirler, vazifelerini görürler, giderler. İşte, bu dünyada böyle hayatdar dünyaları ve vazifedar kâinatları kemal-i ilim ve hikmet ve mizanla ve muvazene ve intizam ve nizamla ihdas ve icad edip Rabbanî maksadlarda ve İlahî gayelerde ve Rahmanî hizmetlerde kadîrane istimal ve rahîmane istihdam eden bir Zât-ı Zülcelal’in vücub-u vücudu ve hadsiz kudret ve nihayetsiz hikmeti, bilbedahe güneş gibi, akıllara görünüyor. Tüm mahlûkatın Hallak ve Rezzaklarına şükür ve vahdaniyetine şehadet getirdiklerine kat’î delalet eden üç muazzam ve muhit hakikat:

Birincisi: Hiçbir cihetle serseri tesadüfe ve kör kuvvete ve şuursuz tabiata havalesi mümkün olmayan hiçten hakîmane icad ve san’at-perverane ibda’ ve ihtiyarkârane ve alîmane halk ve inşa ve yirmi cihetle ilim ve hikmet ve iradenin cilvesini gösteren ruhlandırmak ve ihya etmek hakikatıdır ki; zîruhlar adedince şahidleri bulunan bir bürhan-ı bâhir olarak, Zât-ı Hayy-ı Kayyûm’un vücub-u vücuduna ve sıfât-ı seb’asına ve vahdetine şehadet eder.

İkincisi: O hadsiz masnu’larda birbirinden sîmaca farikalı ve şekilce zînetli ve miktarca mizanlı ve suretçe intizamlı bir tarzdaki temyizden, tezyinden, tasvirden öyle azametli ve kuvvetli bir hakikat görünür ki: Kadir-i Külli Şey ve Âlim-i Külli Şey’den başka hiçbir şey, bu her cihetle binlerle hârikaları ve hikmetleri gösteren ihatalı fiile sahib olamaz ve hiçbir imkân ve ihtimali yok.

Üçüncüsü: Birbirinin misli ve aynı veya az farklı ve birbirine benzeyen mahsur ve mahdud yumurtalardan ve yumurtacıklardan ve nutfe denilen su katrelerinden o hadsiz hayvanların yüzbinler çeşit tarzlarda ve birer mu’cize-i hikmet mahiyetinde bulunan suretlerini, gayet muntazam ve muvazeneli ve hatasız bir heyette açmak ve fethetmek öyle parlak bir hakikattır ki; hayvanlar adedince senedler, deliller o hakikatı tenvir eder.

  1. Ey dağlarda zîhayatların hâcetleri için iddihar edilen hazineleri halk eden Hallak-ı Kerîm! (57.6)

Sonra dağlar ve sahralar, seyahat-ı fikriyede bulunan o yolcuyu çağırıyorlar, “Sahifelerimizi de oku!” diyorlar. O da bakar, görür ki: Dağların küllî vazifeleri ve umumî hizmetleri o kadar azametli ve hikmetlidirler; akılları hayret içinde bırakır. Meselâ: Dağların zeminden emr-i Rabbanî ile çıkmaları ve zeminin içinde, inkılabat-ı dâhiliyeden neş’et eden heyecanını ve gazabını ve hiddetini, çıkmalarıyla teskin ederek; zemin o dağların fışkırmasıyla ve menfeziyle teneffüs edip, zararlı olan sarsıntılardan ve zelzele-i muzırradan kurtulup, vazife-i devriyesinde sekenesinin istirahatlarını bozmuyor. Demek nasılki sefineleri sarsıntıdan vikaye ve muvazenelerini muhafaza için onların direkleri üstünde kurulmuş; öyle de dağlar, zemin sefinesine bu manada hazineli direkler olduklarını, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan “Dağları direk yapmadık mı?” (Nebe, 78:7) “Yeryüzünde sâbit dağlar diktik.” (Hicr, 15:19) “Dağları sapa sağlam dikti.” (Nâziât, 79:32) gibi çok âyetlerle ferman ediyor.

Hem meselâ, dağların içinde zîhayata lâzım olan her nevi menba’lar, sular, mâdenler, maddeler, ilâçlar o kadar hakîmane ve müdebbirane ve kerîmane ve ihtiyatkârane iddihar ve ihzar ve istif edilmiş ki; bilbedahe kudreti nihayetsiz bir Kadîr’in ve hikmeti nihayetsiz bir Hakîm’in hazineleri ve ambarları ve hizmetkârları olduklarını ispat ederler, diye anlar.

Ve sahra ve dağların dağ kadar vazife ve hikmetlerinden bu iki cevhere sairlerini kıyas edip, dağların ve sahraların umum hikmetleriyle, hususan ihtiyatî iddiharlar cihetiyle getirdikleri şehadeti ve söyledikleri “La İlahe İllallah” tevhidini, dağlar kuvvetinde ve sebatında ve sahralar genişliğinde ve büyüklüğünde görür, “Âmentü Billah” der.

İşte bu manayı ifade için Birinci Makam’ın beşinci mertebesinde: “Allah’tan başka ilâh yoktur. O Vâcibü’l-Vücud ki, Rabbânî ihtiyat maddelerinin bilmüşahede vâsi ve âmm ve muntazam ve mükemmel iddihar ve idare ve muhafaza ve tedbiri ve tohumların neşri hakikatlerinin azamet-i ihatasının şehadetiyle, bütün dağlar ve sahrâlar bütün içindekiler ve üzerindekilerle beraber Onun vücub-u vücuduna delâlet eder” denilmiş.

  1. Ey her bir şeyin yaratılışını güzel yapan, tedbirini gören ve o an levâzımâtını güzel bir tarzda veren Zât-ı Cemîl-i Zü’l-İkrâm! (57.7)

Kâinatın tanzimâtındaki hikmet-i âmme, tezyinâtındaki inâyet-i tâmme, taltifâtındaki rahmet-i vâsia, terbiyesindeki erzak ve iâşe-i şâmile, Fâtırının şuûnât-ı zâtiyesine mazhariyetiyle acip bir san’at izhar eden hayatı, tahsinâtındaki mehâsin-i kasdiye, mevcudatının zevâliyle beraber onlarda in’ikâs eden tecelliyât-ı cemâliyenin devam etmesi, kâinatın kalbinde, Mâbuduna karşı sadık aşk, cezbelerinde zâhir olan incizap, kâinattaki bütün kâmillerin, onun Fâtırının vahdetine dair ittifakları, eczâsında fayda ve maslahatları gözeten tasarrufat, nebâtâtındaki hakîmâne tedbir, hayvânâtındaki kerîmâne terbiye, erkânının tagayyürâtındaki mükemmel intizam, külliyetinin intizamında gözetilen cesîm gayeler, maddeye ve zamana muhtaç olmayarak ve gayet kemaldeki bir hüsn-ü san’atla def’aten icad edilmesi, sınırsız imkânat içinde mütereddit mevcudatına verilen hakîmâne teşahhusat, gayet kesretli ve mütenevvi hâcetlerinin, ellerinin yetişmediği en küçük matlaplarına kadar, umulmadık tarzda ve hesapsız bir şekilde, lâyık ve münasip vakitte kaza edilmesi, zaafında tecellî eden kuvvet-i mutlaka, aczinde tecellî eden kudret-i mutlaka, cumudunda tezahür eden hayat; cehline rağmen herşeyi her şe’niyle ihata eden küllî şuur, tagayyürden münezzeh bir tağyir edicinin vücudunu istilzam eden tagayyüratındaki intizam-ı mükemmel, bir merkez etrafındaki mütedahil daireler gibi müttefik tesbihatları, istidat lisanıyla, ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla ve ıztırar lisanıyla edilen üç nevi duaların makbuliyeti, mevcudatın münacatları ve ibadetleriyle mazhar oldukları şuhudat ve füyuzatları, mukadderatındaki intizam, Fâtırını zikretmekle mutmain oluşları, mevcudatın mebde ile müntehâlarını birleştiren hayt-ı vuslatın ibadet oluşu ve ibadet vasıtasıyla kemâlâtlarının zuhur edişi ve Sâniinin o mevcudu halk etmekteki makasıdının tahakkuk etmesi ve hâkezâ, kâinatın sair şuûnat ve ahval ve keyfiyâtı şehadet eder ki, bütün bunlar birtek Müdebbir-i Hakîmin tedbirinde ve Ehad-i Samed olan bir Mürebbî-i Kerîmin terbiyesi altındadır. Ve bunların hepsi, bir tek Seyyidin hizmetinde ve bir tek Mutasarrıfın tasarrufundadırlar. Ve hepsinin de masdarı öyle bir Vâhidin kudretidir ki, mektubatından herbir mektup üzerinde ve sahâif-i mevcudatından her bir sayfa üzerinde vahdet hâtemleri kesretle tezahür etmiştir.

  1. “Ey her şey her bir hacetinde ve her bir emrinde O’na müracaat eden ve her bir mevcut, her bir keyfiyetinde O’na dayanan ve her bir hak ve hakikat ve hüküm ve hâkimiyet O’na raci olan Zât-ı Kadir ve Rabb-i Külli Şey’!” (57.8)

Çünkü bütün meyvedar ağaç ve nebatlar; mizanlı ve fesahatlı yapraklarının dilleriyle ve süslü ve cezaletli çiçeklerinin sözleriyle ve intizamlı ve belâgatlı meyvelerinin kelimeleriyle beraber, müsebbihane şehadet getirdiklerine “La ilahe illallah” dediklerine delalet ve şehadet eden üç büyük küllî hakikati gördü:

Birincisi: Pek zâhir bir surette kasdî bir in’am ve ikram ve ihtiyarî bir ihsan ve imtinan manası ve hakikati her birisinde hissedildiği gibi; mecmuunda ise, güneşin zuhurundaki ziyası gibi görünüyor.

İkincisi: Tesadüfe havalesi hiçbir cihet-i imkânı olmayan kasdî ve hakîmane bir temyiz ve tefrik, ihtiyarî ve rahîmane bir tezyin ve tasvir manası ve hakikati, o hadsiz enva’ ve efradda gündüz gibi aşikâre görünüyor ve bir Sâni’-i Hakîm’in eserleri ve nakışları olduklarını gösterir.

Üçüncüsü: O hadsiz masnuatın yüzbin çeşit ve ayrı ayrı tarz ve şekilde olan suretleri, gayet muntazam, mizanlı, zînetli olarak, mâhdud ve madud ve birbirinin misli ve basit ve camid ve birbirinin aynı veya az farklı ve karışık olan çekirdeklerden, habbeciklerden o ikiyüzbin nevilerin farikalı ve intizamlı, ayrı ayrı, muvazeneli, hayatdar, hikmetli, yanlışsız, hatasız bir vaziyette umum efradının suretlerinin fethi ve açılışı ise öyle bir hakikattır ki; güneşten daha parlaktır ve baharın çiçekleri ve meyveleri ve yaprakları ve mevcudatı sayısınca o hakikatı isbat eden şahidler var diye, bildi. “Elhamdû lillâhi alâ nimeti’l-îman” dedi.

  1. Ey her şeyde zâhir bir surette lûtfunun eserleri ve inâyetinin cilveleri ve güzel nakışları ve rahmetinin letâfetli hediyeleri müşâhede edilen Zât-ı Latîf-i Habîr!” (57.9)

Her türlü noksandan ve kusurdan münezzehtir o Zat ki, ilminin mucizeleri, san’atının harikaları, cûd ve sehâsının hediyeleri ve lûtfunun burhanları olan müzeyyen hayvânâtı, münakkaş kuşları, meyveli ağaçları ve çiçekli nebâtâtı ile yeryüzü bahçesini san’atının meşheri, mahlûkatının mahşeri, kudretinin mazharı, hikmetinin medarı, rahmetinin çiçekliği, Cennetinin tarlası, mahlûkatının resmigeçit meydanı, mevcudatının seyelângâhı, masnuatının ölçeği yapmıştır.

Bu yeryüzü bahçelerinde meyvelerin ziynetiyle gülen çiçeklerin tebessümü, seher yeliyle şakıyan kuşların sec’aları, çiçeklerin yaprakçıklarındaki damlaların şıpıltısı ve validelerin küçük yavrulara olan terahhumu… Cin ve insana ve hayvânat ve ruhaniyat ve melâikeye bir Vedûd’un kendisini tanıttırması, bir Rahmân’ın kendini sevdirmesi, bir Hannân’ın terahhumu, bir Mennân’ın en lâtif rahmet cilvelerini izhar etmesidir.

Sonra, seyahat-ı fikriyede bulunan o meraklı ve terakki ile zevki ve şevki artan dünya yolcusu, bahar bahçesinden bir bahar kadar bir güldeste-i marifet ve îman alıp gelirken; hayvanat ve tuyur âleminin kapısı hakikat-bîn olan aklına ve marifet-aşina olan fikrine açıldı. Yüzbin ayrı ayrı seslerle ve çeşit çeşit dillerle onu içeriye çağırdılar, “Buyurun” dediler.

O da girdi ve gördü ki: Bütün hayvanat ve kuşların bütün nevileri ve taifeleri ve milletleri, bil’ittifak lisan-ı kal ve lisan-ı halleriyle “La ilahe illallah” deyip, zemin yüzünü bir zikirhane ve muazzam bir meclis-i tehlil suretine çevirmişler; herbiri bizzât birer kaside-i Rabbanî, birer kelime-i Sübhanî ve manidar birer harf-i Rahmanî hükmünde sâni’lerini tavsif edip hamd ü sena ediyorlar vaziyetinde gördü.

  1. Ey zîşuur mahlûkatına kudretini göstermek için kâinatı bir meşher-i acâib yapan ve umum masnûatını kudret ve hikmet ve rahmet gibi kemâlatını teşhir etmek için bir dellal, bir ilanname hükmüne getiren Zât-ı Kadîr-i Hakîm! (57.10)

İnsan imân gözlüğüyle bakarsa, insanların kâinat sergisinde teşhir edilen garip, acip kudretin mucizelerini görmek ve mütalâa etmek için Sultan-ı Ezeli tarafından gönderilmiş mütalâacı olduklarını anlar. Ve bunlar o mucizenin derece-i kıymet ve azametine ve Sultan-ı Ezelinin azametine derece-i delâletlerine kesb-i vukuf ettikleri nisbetinde derece ve numara aldıktan sonra, yine Sultan-ı Ezelinin memleketine dönüp gideceklerini anlar ve bu anlayış nimetini kendisine îras eden imân nimetine “Elhamdülillâh” diyecektir.” (29. Lem’a, II. Bâb)

Sen aczden ve şerikten münezzeh ve mukaddessin. Senden başka ilâh yok ki bize imdat etsin. El-Aman, el-am’an! Bizi azap ateşinden ve Cehennemden kurtar.

Yâ Rabbî ve yâ Rabbe’s-Semâvâti ve’l-Aradîn, yâ Halıkî ve yâ Halık-ı Külli Şey, Gökleri yıldızlarıyla, zemini müştemilâtıyla ve bütün mahlûkatı bütün keyfiyatıyla teshir eden kudretinin ve iradetinin ve hikmetinin ve hâkimiyetinin ve rahmetinin hakkı için, nefsimi bana musahhar eyle ve matlubumu bana musahhar kıl. Kur’ân’a ve imana hizmet için, insanların kalplerini Risale-i Nur’a musahhar yap… Ve bana ve ihvanıma iman-ı kâmil ve hüsn-ü hâtime ver. Hazret-i Mûsa Aleyhisselâma denizi ve Hazret-i İbrahim’e Aleyhisselâma ateşi ve Hazret-i Dâvud Aleyhisselâma dağı, demiri ve Hazret-i Süleyman Aleyhisselâma cinni ve insi ve Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma şems ve kameri teshir ettiğin gibi, Risale-i Nur’a kalpleri ve akılları musahhar kıl. Ve beni ve Risale-i Nur Talebelerini nefis ve şeytanın şerrinden ve kabir azabından ve cehennem ateşinden muhafaza eyle ve Cennetü’l-Firdevste mesut kıl!. Âmin, âmin, âmin!

ZAFER KARLI

www.NurNet.Org

Arif Kimdir? Arif Kime Denir? Arif Nasıl Olmalı ve Müşahede Nedir?

Arif kelime anlamı olarak,  “bilen, bilgide ileri olan, aşinâ, vâkıf., Hakkı, hakkı ile bilen, sabırlı ve mütehammil, çok düşünmeye ihtiyaç kalmaksızın, tekellüfsüz gördüğünü bilen ve anlayan, zevkî ve vicdanî irfan sâhibi olan” anlamlarına gelmektedir.

..

Tezkiye-yi nefis ve tenevvür-ü kalp neticesi marifetullah ve muhabbetullah arşına çıkan bir arifi, hiçbir şey Hak’tan alıkoyamaz. Böyle bir arif hiçbir zaman gaflete düşmez. Çünkü o daima tefekkür halindedir, daima masivadan müstağni, Hak ile meşgul ve meşbudur. Cenab-ı Hakk’ın marifeti ile aziz olan arif, malayani şeylerle kendini meşgul etmez. Evet, arif olan kişi her şeyde rahmet-i ilahiyyenin izini ve tecellilerini gördüğünden hiçbir dünyevi bela, keder, meşakkat, hüzün ve sıkıntı onu mükedder ve mahzun etmez. İmanı, teslim ve tevekkülü, marifet ve muhabbeti ona kâfidir ve her şeye bedeldir. Bu bakımdan onun kalbi sürur ile ruhu da huzur ile doludur.

Arifin en büyük maksadı ve kuvveti nur-u irfandır. Onun ile oturup kalkanlar daima huzur ve sürura gark olurlar. Hakiki huzur ve ünsiyetle berkarar olurlar.

Arifler daima tefekkür halindedir; her zaman mülk ve melekût alemini temaşa ve seyran ederler. Onlar için zerreler, bağlar, bahçeler, ağaçlar ve çiçekler birer kitap ve temaşagahtır. Onlar tefekkür ve temaşa yoluyla en parlak saadet ve en tatlı nimet olan marifetullaha ve marifetullah içindeki muhebbetullaha ulaşmak isterler. Zira, ilimlerin en alası ve ilimlerin şahı marifetullahtır; onun da yeri kalptir. Marifetullah kalpte bir nurdur, bir ziyadır; bir nokta-i kübradır ve bir nimet-i uzmadır.

Kalpteki nur-u marifet, felekteki güneş gibidir. Marifetullahın alameti dil ile zikir ve kalp ile muhabbettir. Bu bakımdan arifin huzuru marifetullah, süruru muhabbetullah, ünsiyeti ise tevhiddir.

Arifler her mahlukun, her mevcudun ve her masnuun arkasında Cenab-ı Hakk’ı müşahade ederler. Yani, her şeyi Cenâb-ı Hakk’a nisbet ve isnad etmekle, mahlukatın üzerlerinde bulunan mührünü ve sikkesini görüp okurlar.

Müşahede her mevcutta, her mahlukta tecellî eden celalî, cemalî ve kemalî isimlerin arkasında Allah’ı görmektir. Müşahede tefekkürün neticesidir.

Müşahede gayb alemlerine açılan bir penceredir.

Müşahede kişinin kendi fenasıyla eşyanın hakikatını idrak etmesi, masivadan teberri ile her zaman Hakkı görmesidir. Hz. Ali şöyle buyurmuş: “Müşahede rüyet-i basar değildir. Lakin nur-u basiret ile rüyet-i cinandır.” Yani müşahede gözün görmesi değil kalbin görmesidir. Evet, Allah’ı müşahede eden bir aşıkın ve arifin kalbinden bütün cihan sakıt olur ve orada yalnız aşk-ı mucella kalır.

Müşahede öyle latif bir haldir ki, ruhları ve kalpleri mahbubun cemaliyle mesrur eder.

Arif-i billah ve evliyaullah daima; “Yâ Hayyu Yâ Kayyum. Ey yerlerin ve göklerin sahibi! Ey mülklerin sahibi, celal ve ikram sahibi olan Allah’ım! Senin izzetinin hakkı için kalbimizi nur-u marifetinle doldur. Ey nuruyla her şeyi nurlandıran Münevvir! Kalplerimizi nurunla doldur. Gözümüzü nurunla ışıklandır, aklımızı nurunla tenvir eyle” diye niyazda bulunurlar.

Onların ilimleri nehir, hikmetleri bahirdir ve vasıtaları ise necat sefineleridir. Ehl-i irfan olanların ibadeti sultanların tacı mesabesindedir. Onlar Allah’a mukarrib olanların en haslarındandır. Arifin en büyük şerefi, izzeti, şanı ve yegane iftihar vesilesi Allah’tır. Evet; Cenâb-ı Hakk’ın hadsiz esmasının nakışlarına ayinedarlık eden, hadsiz mektubat-ı Samedaniyye kıymetinde, cennetin mezraası ve rahmetin mezheresi olan bu dünyanın hakiki vechesini temaşa ve tefekkür, arif-i billahın en sürurlu hali ve en yüksek hayatî gayesidir.

Abid cismini, arif ise ruhunu eritir. Ariflerin kalbi hikmetin kandilidir. O kandilin fitili marifettir. O fitilin sıracı ise melekût alemindendir. Abidin himmeti duasıdır, arifin himmeti ise bütün insanlığın hidayetidir. Onun gönlü arş-ı Rahmandır. “Ben yere ve göğe sığmadım ancak mümin kulumun kalbine sığdım” hadis-i kudsîsi bu hakikate işaret etmektedir. Onlar, ahlak-ı ilahiye ile ahlaklanmış olduklarından ruhları pek şefkatli ve pek ulvîdir. Onların şanları sabır ve tahammül, teslim ve rızadır. Onlar Hak ile kaim ve daimdirler.

Onlar; “O öyle bir Kadir’dir ki, kudretinin nihayeti yoktur. Öyle bir Hakîm’dir ki, hikmeti hesaba sığmaz. Öyle bir Rahîm ve Kerîm’dir ki, rahmetinin haddi ve nihayeti yoktur.” Diye tanır, bu sıfatlarla muttasıf olan Zat-ı Kibriyaya itimat ve tevekkül eder, O’ndan başka hiçbir şeye boyun eğmezler. Onlar her türlü havf ve hüzünden, bela ve musibetlerden emindirler. Allah’ı bilenin ve sevenin bir çok meşakkatlere maruz kalacağını bilir ve bütün arzularını ve kederlerini yalnız O’na arz ederler.

Cenab-ı Hakk’ın hükmüne razı olur ve kendisine verilen nimetlere kanaat ederler. Verilen nimetlerin haklarında daha hayırlı ve daha münasip olduğunu bilirler. Bu durumdan nihayetsiz zevk ve lezzet alırlar. Alim-i Mutlakın her insanın her halini bildiğini, nihayetsiz şefkat ve merhamet sahibi olduğunu anlarlar. Yüce Mevlanın sevdiği kullarına en büyük ikramının, lütuf ve kereminin kendisine marifet ve muhabbet yollarını göstermesi olduğunun şuuruna varır, O’nu talep ederler, O’nu severler, O’nu sevdirirler ve bu durumdan ziyadesiyle mesrur olurlar.

Her kim ki, marifetullah ve muhabbetullaha maliktir, o en ali bir fevz-i ekbere sahiptir. Hakikatte, insan aklının en mühim vazifesi nefsini bilmesidir. Nefsini bilmek ise, sonsuz aciz, sonsuz fakir ve sonsuz kusur sahibi olduğunu bilmektir. Yani sonsuz aczi ile Allah’ın sonsuz kudretine, sonsuz ihtiyacı ile Allah’ın sonsuz gınasına yani zenginliğine ve sonsuz kusuru ile de Cenab-ı Hakk’ın sonsuz kemalat-ı subhaniyyesine ayna olduğunun şuuruna varmaktır.

Marifetin ve hikmetin semeresi kurb-i İlahidir. Marifetullah kalpte bir nurdur. O’nu elde etmek ruha en büyük sürurdur. Marifetullah bir kenz-i azimdir, büyük bir hazinedir. Eğer bir kalp marifetullah ve muhabbetullah ile cilalanırsa şeffaf bir ayna gibi, bir çok hakikatler ve hikmetler onda tecelli eder. Nice sırlar açılır ve keşfedilir. Marifetullah ve muhabbetullah bir insanda ne derece tezahür ederse, onun bütün duygu ve azaları da o nisbette kıymetlenir. Marifet ve muhabbet-i İlahi gibi bir devlete nail olan kişinin hayatı kıymetlenir ve o ibadetlerinden büyük bir zevk alır. Dünyada huzur ve selametle yaşar, ahirette de cennet-i firdevsde ebedi saadete mazhar olur.

Hz. Peygamber (s.a.v) “Ya Rabbi! Bana eşyanın mahiyetini kemaliyle bildir.” buyuruyor. Çünkü, eşyanın mahiyetini bilmek Allah’ı bilmenin en büyük vesilesidir. Nitekim Cenab-ı Hak: “Allah’ın yarattığı mahlukatı düşünün” hadis-i kudsisinde bu hakikate işaret etmektedir. Eşyanın mahiyetini anlamayanlar, marifetullah zevkinden mahrum kalırlar. Marifetullah gönül aleminde bir güneş mesabesindedir. Kalpte tulu eden bu güneş arş- alaya gider. Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurur:

Evet onun marifetiyle elemler lezzetlere inkılab eder. Evet Onun marifeti olmazsa, ulûm evhama tahavvül eder. Hikmetler illet ve belalara tebeddül eder. Vücud ademe inkılab eder. Hayat ölüme ve nurlar zulmetlere ve lezaiz günahlara tahavvül eder. Evet Onun marifeti olmazsa, insanın ahbabı ve mal ve mülkü insana a’da ve düşman olurlar. Beka bela olur, kemal heba olur, ömür heva olur. Hayat azab olur, akıl ikab olur. Âmâl, âlâma inkılab eder.

Evet, marifetullah ve muhabbetullah öyle bir nimettir ki, cennetlerin çok fevkindedir. Bir kimsenin cennete girmesi acip değildir. Acip olan odur ki, o kimse cenneti dünyada bulmuş ola, o da marifetullah ve muhabbetullahtır. Cennet böyle kimselerin ayağını öpmekle iftihar edecektir.

Bu bakımdan onları sevmek en büyük bir saadettir. Çünkü onları seven, onlarla beraber olur ve olacaktır.

Mehmed Kırkıncı

mehmetkirkinci.com

‘Doğurmadı ve doğmadı’ ne demek?

Hepimizin bildiği İhlas suresinden bir ayet: ‘lem yelid ve lem yûled’. Bu ayet genelde tercüme edilirken başlıkta ifade edilen anlamda tercüme edilir. Bana bu tercüme hiç sıcak ve anlamlı gelmiyor. Sanki malumu ilam kabilinden olsa gerek bu tür bir tercümeyi muciz’ul beyan olan Kur’ân’la pek bağdaştıramıyorum.

 Tabii ki burada itirazım tercümeye; ayete değil. Kendi kendime “Her ifadesi mucizevî ve beliğ olan Kur’ân bu ayetle ne demek istiyor? Yaratıcının insan misali doğurmayıp doğmayacağı aşikârdır. Hiç israf etmeyen ve gereksiz söz sarf etmeyen Yaratıcı bu ifadelerle ne kastediyor?” diye düşünmeye başladım.

Burada O’nun mutlak ve sonsuzluğuna vurgu var sonucuna ulaştım ama bu da beni tatmin etmedi. Evet, Allah sonsuz ve mutlak fakata ayet neden bu ifadeleri kullanıyor. İşte bunun üzerinde yoğunlaşınca aklımı ve kalbimi tatmin edecek bir takım manalara ulaştım. Meramımı bir örnek üzerinden anlatacağım. Rabbimin inayeti refik olur ve istifadeye medar olur inşaallah.

Şimdi kendinizi bir sinema salonunda tahayyül edin. Salon karanlık, beyaz perdeye bakıyorsunuz. Henüz film başlamamış, sadece perdeyi görüyorsunuz. Biri size sorsa, perdede ne var? Muhtemelen cevabınız “hiçbir şey” olacaktır. Az sonra perdede bir el şekli belirmiş olsun. Yine aynı soruya muhatap olduğunuzda bu sefer yanıtınız “bir el” ya da “bir elin gölgesi” olacaktır. Peki, hakikatte bu verdiğiniz cevaplar doğru mu? Gerçekten ilkinde perdede hiçbir şey yokken ikincisinde bir el mi var? Hayır, ikisi de yanlış. Neden?

Çünkü ilkinde perdede ışık vardı fakat perdenin tamamını ihata ettiği ve varlığını kıyaslayabileceğimiz bir şey olmadığından bizde var algısı oluşmadı. Yani şiddet-i zuhurundan tesettür etmişti. Peki, ikinci durumda perdede bir el yok mu diye sorarsanız cevabım hakikatte var olan el değil ışıktır, el sadece ışığın yokluğunda ortaya çıkan ve ışığın varlığına dayalı bir varlıktır. Işık gibi kendine ait bir varlığı yok. Işık perdede daimi olarak var, gölge ise ayrı bir vucut sahibi olarak orada var değil, sadece ışığın yokluğunda ortaya çıkan izafi bir ademi bir varlıktır. Yani varlık cinsinden değil yokluk cinsindendir. Kendine ait bağımsız bir varlığı yok. Işığı çektiğimizde ekranda el kalmaz. Ayrı bir varlık sahibi değildir. Ama gölge olmasa da ışık hâlâ var.

Peki, gölge nedir öyleyse?

Gölge her tarafı kapladığı için görünmez olan ışığı fark etmemize yarayan bir vesile. Bir kıyas unsuru… Biz gölge sayesinde ışığın varlığını anlıyoruz. İşte Yaratıcı ile varlıklar arasındaki ilişki de bu tarzdadır. Yaratıcı mutlak ve her yeri ihata ettiğinden görülmez. Şiddet-i zuhurundan tesettür etmiştir ve mutlak varlık O’dur. Yaratıklar ise onun varlığını ortaya çıkaran kıyas unsurlarıdır. Kendilerine ait bir varlıkları yoktur.

Buraya kadar evet de, bunun ‘lem yelid ve lem yûled’ ile ne alakası var diyeceksiniz. Yukarıdaki örneği daha detaylandırıp yaratıkların Yaratıcı’ya kıyas unsuru olarak nasıl şahitlik ettiğini açıklamak gerekebilir fakat ben onu sizin fehminize bırakıp asıl konuyu vurgulamak için örneğe devam edeceğim.

Şimdi perdeye yine bakıyoruz ve perdede sırasıyla sarı, yeşil, kırmızı, siyah vesaire eller görüyoruz. Şimdi size okullarda gördüğünüz fizik bilgisine dayanarak soruyorum: “Perdede gördüğünüz sarı, yeşil,kırmızı, siyah nesneler ayrı birer varlıklar mıdır? Yani kendine ait bağımsız mevcudiyetleri olan şeyler midir?” Benim cevabım yine hayırdır. Çünkü ışığı ortadan kaldırdığında ne rengi görürüsünüz ne de eli. O halde o renkler neyin nesi derseniz ben de derim ki onlar ışıkta zaten var olan fakat gözükmeyen özelliklerdir. Gördüğümüz kırmızı aslında diğer renklerin engellenmesiyle ortaya çıkan ışığa ait bir özelliktir. Işıktan ayrıca çıkan bir şey değil zaten var olan fakat ancak diğer renklerin perdelenmesiyle ortaya çıkan -gözüken- ışığın bir özelliğidir.

Şimdi bu iki örnek üzerinden ulaştığım neticeleri aktarmaya çalışayım. Eminim çoğunuz leb demeden leblebiyi anlamak misali ne diyeceğimi anladınız fakat ben yine meramımı açıklayayım. Önce sonuç cümlesini söyleyeceğim, sonra onu izah etmeye çalışacağım.

Evet, gerek şeyler ve gerekse şeyler üzerinde gözüken özellikler kendilerine ait değildir. Ve onlar Yaratıcı’dan çıkıp gelen şeyler de değildir. Mevcudiyetleriyle Yaratıcı’nın varlığına işaret etmelerinin yanında onlarda gözüken özellikler kendilerine ait olmadıkları gibi Yaratıcı’dan çıkıp gelen ve onlarda var olan şeyler de değildir. O şeyler aslında hakiki vücuda sahip değiller. Sadece Yaratıcı’nın varlığını gösteren ve O’nun daimi tecelli eden özelliklerini deşifre eden ademî-kedilerine ait bağımsız varlıkları olmayan- mevcutlardır. Sadece kıyas unsurudurlar. Yaratıcı’dan bağımsız birer vücut sahibi değillerdi. Ve Yaratıcı mutlak ve her yeri ihata etmiştir. Ve ondan hiçbir özellik çıkıp bir yere gitmez ve bir şeye aktarılamaz.

Yaratıklar sadece Onun varlığını ve özelliklerini deşifre ederler.

Tıpkı, örnekte olduğu gibi… Gölge, ışığın varlığını ve her yeri ihata ettiğini bize bildiren bir vesiledir. Bir kıyas unsurudur, izafi vücut sahibidir. Bizler de varlığa sahip olma açısından ademî mevcudiyetimizle Yaratıcı’nın mutlak ve hakiki vücuduna işaret edip varlığına şahitlik ediyoruz. Ve yine örnekte olduğu gibi nasıl ki renk ışıktan çıkıp gelen bir şey değilse bizde gözüken özellikler de Yaratıcı’dan bize gelen özellikler değildir. Onlar Yaratıcı’da daimi ve sürekli var olan özelliğin deşifresinden ibarettir.

Bir örnekle dahi açmaya devam edersek şöyle diyebiliriz: Allah şafidir. Her an O’nun Şafi ismi bizde tecelli etmektedir ve o özelliğin tecelli etmediği hiçbir an ve mekan yok. Biz hastalık sayesinde yani sıhhatin perdelenmesiyle O’nun farkına varıyoruz. Daimi şifaya mazhar olduğumuzu anlıyoruz. Yani hastalık Şafi ismini görmemizi sağlıyor. Bir ilacı almak ve -genel söylemle- şifa bulmak tabiri aslında yanlış anlaşılıyor. Allah ilaca şifa özelliğini veriyor da sonra ilaçtan bize şifa geliyor değil. İlaç bizde olan ve daimi tecelli eden şifayı görmeye yani Yaratıcı’nın Şafi ismini fark etmeye vesiledir. Tabela gibi, şehri gösteren bir işarettir şehirden bir parça değil.

İşte Yaratıcı’nın bütün özellikleri daimi surette bütün âlemde tecelli eder. Onlar tabiri caizse her yerdedirler. Mutlak olduklarından eksilip çoğalmaz, bir yerden bir yere taşınmazlar. Allah ne geçici bir süre için ne de anlık olarak o özellikleri birilerine-veya bir şeylere-verip almaz. Mesela ses yayını havada daimi vardır, bizler radyomuzun kanalını ayarlayarak o sese ulaşırız yoksa o ses bir yerden çıkıp bizin radyomuza gelmez. Esma eşyada gözükür yoksa eşyada bulunur değil.

İşte ‘lem yelid ve lem yûled’ derken bir anlamda Yaratıcı’nın mutlaklığına vurgu yapıyoruz. Kendimizde vehmettiğimiz sahipliklerin mecazi olduğunu, o özelliklerin hakikatte O’na ait olduğunu ve ondan çıkıp gelmediğini, ezelde var olan özelliklerin bizim ancak varlığına muttali olabileceğimizi söylüyor. Bu aynı zamanda Hz.İsa’ya yüklenen tüm ilahi vasıfların reddi anlamına geliyor. O Yaratı’cın özelliklerini güzel bir surette yansıtan bir aynadır. O özelliklerden hiç birine ne geçici bir süre için ne de anlık olarak sahipti. Sadece o aynadan bakınca o özellikler bize nazaran çok daha net gözüküyor o kadar.

Ya Ehad, ya Samed, lem yelid ve lem yûled ve lem yekun lehu kufuven ehad!

Bizi şirkin ve masiyetin her türlüsünden temizleyip uzaklaştır. Masivana da sırt çevirip sadece Sana yönelen kullarından eyle. Âmin!

Abdurreşid Şahin / karakalem.net